KATEGORİLER

20 Şubat 2020 Perşembe

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 2

Orhan kararını vermişti. Bütün bilgisini, tecrübesini şirketin çıkarlarına hizmet etmek için kullanacaktı. Sadece hakkı olana değil, hakkı olmayana da uzanacaktı kolları. Öyle bir çarktı ki bu, eğer dönüşüne ayak uyduramazsan parçalardı insanı. Yine de dikkat etmek gerekliydi. Sistem zayıf olanı, tedbirsiz davrananı gözünün yaşına bakmadan cezalandırıyor, sanki koca memlekette tek ahlâksız oymuş gibi afişe ediyordu. Böyle durumlarda sistemden nemalanan diğerleri, sütten çıkmış ak kaşık misali bir tavır sergiliyorlar, bütün pislik, şanssızlığının kurbanı olan bir kişiye yamanıyordu. Aynı Ergun Göknel'e örneğinde olduğu gibi!

İşte bu yüzden Rauf Beyle çalışmak başlı başına bir dertti. Taleplerinin ardı arkası kesilmiyordu. Orhan bu taleplerden uygun gördüklerine sesini çıkartmıyor, izah edilmesi mümkün olmayanlara ise karşı çıkıyor yapmamakta direniyordu. Uygun gördükleri de aslında haksız, devleti dolandıran taleplerdi ama bunlara kılıf hazırlamak Orhan için çocuk oyuncağıydı.

Rauf Beyin Orhan'a diş geçiremediği durumlarda esmer teni daha da kararıyor, farklı yollardan akıl veriyor, sonunda dediğini yaptırması için yalvarıyordu adeta. Orhan inattı, kafasının yatmadığı bir şeyi tövbe yapmazdı. Bu yüzden Orhan engelini aşmak için çareler aramaya başladı Rauf Bey. Buldu da. Yeni proje müdürü Mehmet Bey, yapı itibarıyla daha sakin ve rahat bir insandı. Orhan'ın aksine hakedişleri hazırlayan mühendis önüne ne getirirse basıyordu imzayı. Bunu fırsat bilmişti Rauf Bey. Hakediş mühendisi ile kafaları gayet iyi uyuşurdu zaten. İkisi de namazında niyazında dinine bağlı insanlardı ne de olsa!

Bir gün suç üstü yakalamıştı Orhan, hakediş mühendisini. Yapılan bir işi ikinci kez hakedişe koymuş, olur alınmayan bir imalâtı da yapılan işlerin arasına sıkıştırmıştı. Hakediş mühendisinin biraz üzerine gidince, Rauf Beyin, bunları sakın Orhan Beye söyleme diye tembih ettiğini çıkarttı ortaya. Rauf Beyle başa çıkmak hakikaten zordu. Kafaya koyduğu işi allem eder kallem eder bir yolunu bulur, hallederdi. Orhan, Mehmet Beyi yanına çekmeyi denedi. Ona imza, yani sorumluluk sahibi olduğunu hatırlattıysa da Mehmet Bey umursamadı. Yalnız kalmıştı Orhan.

Bölgede Ekrem adındaki kontrol mühendisi ile yakınlaşmıştı. Bu yakınlaşmanın nedeni birbirlerine duydukları güvenden başka bir şey değildi. Hakedişlere imza koyan bölge müdürlüğü elemanlarından biriydi Ekrem. Sen imzala dersen ben gözüm kapalı imzalarım hakedişi demişti bir keresinde. Orhan bu sözün üstüne iyice huzursuz hissetmişti kendini. Güvenilir olmak bir insanda bulunması gereken en önemli özellikti onun için. İki arada bir derede kalmıştı. Sonunda bildiklerini söylemese de "Bu hakediş raporunu iyi incele" deyip bir nebze olsun rahatlatmıştı kendini.

Orhan'ın amacı işin doğrusunu yapmak değildi. Çünkü biliyordu ki doğru yapmaya kalkan devletin memuru bile olsa en basitinden görevinden alınır, kızağa çekilirdi. Özel sektörde ise durum farklıydı. Kızağa çekme olmazdı özelde, çünkü özel sektör kenarda oturan mühendise devletin yaptığı gibi para ödemezdi. Müteahhide para kazandırmaktı esastı çalışan mühendis için. Para kazanmanın yolu ise devleti dolandırmaktan geçiyordu. Bir yandan bütün işler yüksek kırımlarla alınıyor, diğer yandan inşaatlar keşif bedelinin en az bir kaç kat fazlasına tamamlanabiliyordu. Sistem dürüst çalışan müteahhide çalışma imkanı vermiyordu. Devlet bu işleyişi gayet iyi biliyor, fakat sesini çıkartmıyordu.

Sık sık Rauf Beyle birlikte şantiyeleri ziyaret ediyordu Orhan. Her ziyaretin sonunda kenarda köşede kalmış ne kadar imalât varsa yeni birim fiyatlar yapıp patronları ihya ediyor, kontrolü elinde tuttuğu düşüncesiyle bu işlerden zerre kadar rahatsızlık hissetmiyordu. Yine o şantiye ziyaretlerinden birini yapıp kendine biçilmiş görevi yerine getirmenin huzuru içinde hava alanına doğru yola çıkmışlardı Rauf Beyle birlikte. Hava yağışlıydı. Yol boyunca konuşmuşlar, yolun sonuna doğru bir suskunluk çökmüştü üzerlerine. Uçuş saati yaklaştığı için şoför süratini iyice arttırmasına rağmen Rauf Bey ilk kez onu uyarmıyordu. Yer yer refüj kenarlarında biriken sular göllenip virajlı yolların ortasına doğru genişlemişti. Tam iki kez kontrolsüz bir şekilde bu su birikintilerine dalan şoför arabayı su jetine maruz bırakmış, şans eseri bir iki yalpalamadan sonra toparlamayı başarmıştı. Benzer durumlarda dikkatli olması için şoföre bağırıp çağıran Rauf Beyin nutku tutulmuş her nasılsa ağzını bile açmamıştı bu kez. Orhan'ın durumu da farklı değildi. Tehlikenin geliyorum demesine rağmen sessizliğini korumuştu o da. Hava alanına birkaç km kala beklenen oldu. Kavşağı geçer geçmez yolun solundaki su birikintisini geç fark edip hızını düşürmeyen şoför, arabayı kontrol edememiş, büyük bir süratle yoldan çıkan araç bir sağa bir sola savrularak dönmeye başlamıştı. Devrilip bir kaç takla mı atacağız yolun karşı şeridine geçip karşıdan gelen bir araçla mı çarpışacağız düşünceleri içinde sonucu bekleyen Orhan'ın bitmek bilmez o birkaç saniye içinde dudaklarından "Bu film burada biter" sözcükleri döküldü.    

18 Şubat 2020 Salı

Âmâk-ı Hayâl FİLİBELİ AHMED HİLMİ

Tasavvuf edebiyatının önemli eserlerinden biri olan Âmâk-ı  Hayal, Filibeli Ahmed Hilmi tarafından 1910 yılında yazılmış güzel bir kitap.

Din ve tasavvufu birbirinden ayırırım. Tasavvuf hakkında muhtelif değerlendirmeler yapılmış bugüne kadar. Bazılarına göre batının materyalist düşüncelerine karşı geliştirilen İslami felsefe, bazıları ise tasavvufu bir şirk unsuru olarak görmüş. Günümüzde hiç alakası olmadığı halde İslami bir düşünce sistemi olarak değerlendiriliyor. Oysa İslamiyet bir, din, inanç sistemi. Tasavvuf ise bir düşünce ilmi. İslamiyete göre akıl gerçeğe ulaşmak için son derece yetersiz kalmakta, kutsal kitapta yazılanlara ve peygamberlerin sözlerine kayıtsız şartsız inanmayı ve onlara itaat etmeyi öngörmekte. Gerçeği başka yollardan arayanlar kafirdir dini açıdan. Tasavvuf bu bakımdan İslamiyetle bağdaşmamaktadır. Tasavvuf ehli dini baskılardan dolayı dini öğeleri tam olarak karşısına almamış, bunun karşılık ortaya koyduğu sağlam düşüncelerin Müslümanlar tarafından sahiplenilmiştir. Bu suretle tasavvufun Müslümanlık üzerinde yapacağı yıkıcı etkilerin bir bakıma önüne geçilmeye çalışılmıştır. Ne var ki bazen tasavvufi düşünceler inanca ters düşmüş. Hallac-ı Mansur ve Seyyid Nesimi gibi değerli düşünürler İslamiyete ters gelen fikirlerinden ötürü en ağır işkencelere maruz kalıp katledilmiştir. İşte bu yüzden, yani düşünen, sorgulayan, gerçeği türlü yollardan arayan insanlar beni her daim cezbetmiştir. Tasavvufun temelinde eski Türk illerinin, Hint ve Orta Asya efsanelerini, İran ve Anadolu kültürlerini hatta eski Yunan mitolojisinden izleri bulmak mümkün. İslamiyetin doğduğu Arabistan topraklarına giremeyen tasavvuf ve felsefe bu yüzden Arapların kültüründen etkilenmemiştir.

Âmâk-ı  Hayal eseriyle tesadüfen tanıştım. Romanın baş kahramanları, hem doğunun hem de batının ilmini tahsil etmiş, her konuda kendini yetiştirmiş olmasına rağmen kafasındaki sorulara bir türlü cevap bulamadığından dolayı devamlı bir arayış içerisinde kıvranan Raci ve ona aradığı gerçeklerin yolunu ve mutluluğu gösteren Aynalı Dede adındaki bir meczup. Birbirinden bağımsız iki bölüm ve çok sayıda öyküden oluşan eser bir masal havasında. "Raci'nin Anıları" isimli ilk bölümde mezarlıktaki kulübesinde Raci'yi ağırlayan Aynalı, onu her ziyaretinde içinde afyon bulunan bir kahve içirmek suretiyle farklı hayal alemlerinde yolculuğa çıkarıyor. İkinci bölümün başlığı ise "Manisa Tımarhanesi". Burada Raci ile arkadaşı Sami'nin mektuplaşmaları, tımarhane hatıralarına yer veriliyor. Raci on beş gün sonra Aynalı Dede ile onun da atıldığı aynı tımarhanede buluşuyor ve sohbetlerine devam ediyorlar.

Âmâk-ı  Hayal, hayalin derinlikleri anlamına geliyor. Burada yazar Raci'nin hayal dünyasındaki yolculuklarını akıcı bir dille anlatırken insanı hayaller dünyasında derin düşüncelere sevk ediyor aynı zamanda. Doğrudan referans olarak aldığı bir dini inanç unsuru olmaksızın yaşamın anlamı ve amacına ilişkin derin konulara değiniliyor. Kitabın içeriğine özellikle girmiyorum. Çünkü bu konuda ne yazsam hafif kalacak. Pek çok yayın evi tarafından yayınlanmış bir kitap Âmâk-ı  Hayal. İnternet üzerinde de pdf dosyaları mevcut. Ben keyifle okudum, tekrar tekrar okunası bir kitap, konuya ilgi duyanlara şiddetle öneririm.      

17 Şubat 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 25

Ne çabuk geçiyor, günler haftalar... Ağaç Ev Sohbetleri başlayalı beri neredeyse yarım yıl oldu bile. Bu haftanın konusunu sevgili Sade ve Derin / Deep Tone belirlemiş. Geçen haftanın konusu gibi iç dünyamızı açığa vuran, düşünmemizi sağlayan güzel konular. Bu düzeyli platform umuyorum ki çok daha geniş kitlelere ulaşacak ve farklı duygu ve düşüncelere ulaşmamız için vesile olacak. Ağaç Ev Sohbetlerinin 25. Hafta konusunu başlatan İrem Can'ın doğum günlerini yeniden bir doğuş olarak nitelendirdiği yazısını buradan okuyabilirsiniz. İşte bu haftanın konu başlığı ve müteakiben naçizane benim düşüncelerim:

Temizlik yapmayı sever misiniz? Ev temizliği değil, kendimizi temizlemeyi. Eşya, çevre, insan, duygu, akıl, kalp, ruh, beden, ilişki temizlikleri yapıp kendimizi temizlemek, hayatımızda boşluklar açmak, yeniden doğmak anlamında. Beynimizi boşaltalım ki yeniden dolabilsin. 


Temizlenmek, kötülüklerden, kötü düşüncelerden ve bize ayak bağı olan fazlalıklardan arınmak elbette hepimizin yapmak isteyeceği bir şey. Bunun aksini düşünen var mı acaba? Gel gelelim bu işin üstesinden ne kadar gelebiliyoruz. İnsan yeter ki istesin, her işin üstesinden gelir dediğinizi duyar gibiyim. İstemek her işin başı eyvallah. Fakat çevremiz, alışkanlıklarımız, adet, gelenek ve göreneklerimiz, toplumun değer yargıları, sosyal ilişkiler istediğimiz her şeyi yapabilmemize imkân veriyor mu? 

Eşyalarımızı ele alalım örneğin. Moda denilen bir olgu var yadsıyamayacağımız. Giyimden ev dekorasyonuna, aksesuardan kişisel bakım ürünlerine kadar, renk renk, model model. Evler hınca hınç dolmuş eşya ile, dolaplar tıka basa. Muazzam bir tüketim toplumunun neferleriyiz. Bir gün lâzım olur diye dünya kadar para verip aldıklarımızı gözden çıkarmayı da göze alamıyoruz çoğu zaman. Birbirimizden güç alıyoruz bu yarışta sanki. Her gördüğümüzde aklımız kalıyor. Gereğinden fazla eşya bana göre bir kirlilik. Hiç kusura bakmasınlar ama kadınlar bu konuda uzak ara öndeler. 

Çevreme baktığımda yine kesif bir kirlilik görüyorum. Bu konuda çuvaldızı biz erkeklere batırayım daha ziyade. Çevre temizliği bireysel olmanın yanı sıra (hatta bana göre daha fazla) yönetimin işi. Ataerkil toplumda ülke idaresine yön veren siyaset kurumunun ve yöneticilerin çoğunluğu erkeklerden oluşmakta. Doğal kaynaklarımızın korunması, sağlık hizmetleri, hava ve su kirliliği, ses ve görüntü kirliliği gibi konularda baş sorumlu gördüğümüz siyasi kadroları istediğimiz gibi atabiliyor muyuz başımızdan? Hoş, yeni gelenler de farklı mı olacak. Yani istesek de olmuyor bazen temizlenmek.

Bakın insan temizliği konusunda geçmişte  birkaç sefer yanılmış olsam da fena sayılmam. Bana faydadan çok zarar getiren insanları temizlerim hayatımdan. Uzak tutarım kendimi onlardan. 

Duygular... Kötülük deyince ilk aklıma gelen duygu nedense kıskançlık oldu, çok daha yoğun kötü duygular olmasına rağmen. Nefret, kin gibi. Belki gıpta ettiğim olaylar, ilişkiler olsa da kıskançlık bana uzak bir duyguymuş gibi geliyor. Yani bende yokmuş gibi geliyor, belki vardır da ben farkında değilim. Ama kin ve nefret duygularımın olmadığını söyleyemem bak. Meselâ geçen gün zıpırın biri ekşi sözlükte artık Atatürk hegemonyasının sona erdiğini iddia eden onu aşağilayan bir başlık atmış. Sevgili peygamberinden kıskanır olmuş bizim Atatürk sevgimizi. Şimdi ben böyle birine kin duymayım, nefret etmeyeyim de ne yapayım. Hele büyük kurtarıcımızın fikirlerinden uzaklaştıkça batağa saplandığımız bugünleri yaşarken. Bu konuda nefret duygum hiç olmadığı kadar hoş görünüyor bencileyin.

İşte geldik akıl temizliğine. Akıl insanın taşıdığı en büyük hazine. Aklı olabildiğince temiz tutmak, aklımıza uygun gelmeyen söylenti ve belli amaçlara hizmet kapısı olmuş dogmalarla kirletmemek gerek aklımızı. Akıl doğrunun, gerçeğin ve sevginin yolu. Akıl olmazsa kalp ne işe yarar. Kim ister bitkisel hayat sürmeyi. Akılla doldurmak gerek yüreği, söküp atmak içinden tüm kötülükleri. Fakat o şeytan yok mu o şeytan. Tüm kötülüklerin sembolü, insanın hamuruna işlenmiş. Ne kadar istesek de güzelleştiremiyoruz dünyayı.

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #24

Evet, bu kadar ara yeter.  Şöyle ufaktan bir nevi oruç ya da belki kendime verdiğim bir tür cezaydı bu. Cezaydı çünkü hiç kitap okuyamıyordum. Biraz kenarından, köşesinden de olsa başladım okumaya. Fakat oldukça yetersiz buluyorum kendimi hâlâ. Diğer taraftan yazmak da bir ihtiyaç benim için. Nefes alabilmek için ara vermiştim yazmaya. Yazmayınca yine nefessiz kaldım. Tanrım ne kadar zor benim için birden fazla şey yapmak! Hem kitap okumak, hem yazmak, hem de düşünmek, hayal kurmak aynı güne sığamaz mı? 

Kendime söz vermiştim, Ağaç Evin bütün sohbetlerine katılacağım diye. İşte bir hafta daha geçti su gibi, yeni bir konu geldi sevgili deep'ten. Geçen haftanın konusunu Tante Rosa hazırlamıştı ve ben ilk kez yazamamıştım. Oysa ne güzel bir konu seçmişti arkadaşımız. Biraz geç de olsa bir şeyler yazmam lâzım dedim. Evet, Ağaç Ev Sohbetlerinin 24. Hafta konusu şöyle belirlenmişti:

Gözünüzü kapatın ve uçan bir balon olduğunuzu hayâl edin... Yaşamdaki bazı ağırlıklar zaman zaman balonun yani bizlerin yükselmesini engeller. Peki bu ağırlıklar neler? Hangi yaşantılar, duygular ve düşünceler var?

Gözlerim kapalı, kocaman beyaz bir balonum şimdi, yükseliyorum gökyüzünde. İlk düşündüğüm şey, nereye bu yolculuk, gideceğim yer neresi? Bir insan olarak yaşamın anlamını çözememişken yeni bir yolculuk niye? Neyi arıyoruz, hedefimiz ne? Mutluluğun peşinde miyiz? Mutluluk gökyüzünde, yukarılarda bir yerde mi? Özgürlük mü aradığımız? Yüksekler daha mı özgür kılacak bizi? Daha mı rahata kavuşacağız bağlarımızı kopartarak, ağırlıklarımızı atarak üzerimizden?

Bu soruları herkes farklı bir şekilde cevaplandırabilir. Fakat gerçeği, doğruyu bulmak çok zor. Üstelik zaman içinde değişiyor düşüncelerimiz. Şu an bu yazdıklarım dökülüyorsa satırlarıma yarın farklı bir şekilde yakalamaya çalışabilirim kendi gerçek bildiklerimi. Değişmeyen sadece gerçeklerdir. Ve korkarım ki bizim onu bulma çabamız sonsuza kadar devam edecek.

Olayı biraz somutlaştırır, biraz da kişileştirirsem sembolleri ortaya koymakla başlamak isterim meselâ. Benim için yükselmek gerçeği bulmaktır. Gerçeği bulursam mutluluğu yakalayabilirim. Gerçekler tahammül sınırlarını aşan derecede acı olabilir. Her şeyin bir nedeni olmalı. İşte bu bizim canımızı acıtan nedenleri tek tek ortaya çıkarıp balondan aşağı sallamak isterim. Nedir gerçeklerin düşmanı? Başta yalan, hile, olduğundan farklı görünme telâşı, kandırma, aldatma vs. şeyler.

Toplumsal manâda konu daha da derinleşiyor. İnanca dayalı sömürüyü atmak isterim balondan önce. Daha sonra ırkların üstünlüğüne dayanan fikirleri. Balonuma sanatın her dalını, hümanist duygularımı alır iyice hafiflerim. Uçarım, yükselirim sonu belli olmayan alemlere...

10 Şubat 2020 Pazartesi

BREAK FOR BREATH

I need a break to take a breath. I can't read books for a long time. I'm fine, I don't have a problem, but I decided to take a break from my writing adventures for a while. I hope that you appreciate. In the mean time, although I am unable to participate in "Wooden House Conversations", please be sure that I will share my ideas about all the past issues when I returned. Goodbye for now, take care and stay friendly:)

8 Şubat 2020 Cumartesi

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 1

Marmara Depremi korkutmuştu herkesin gözünü. Genel Müdürlükten gelen üst düzey yetkililere büyük toplantı salonunda verdiği brifinglere katılım artmıştı. Sadece ilgililer değil, civar köylerin muhtar ve azaları, oda başkanları ve gazeteciler. Herkesin merak ettiği inşaatın ne zaman biteceği değil, barajın kaç şiddetinde depreme dayanabileceğiydi. İngilizler, bölgenin depremsellik özelliklerini dikkate alarak titiz bir çalışma yapmış, farklı senaryolara göre baraj gövdesinin dinamik analizlerini en gelişmiş bilgisayar yazılımları ile çözmüş, buna göre kullanılacak betonun taşıması gereken özellikleri belirlemişti. Görünürde hiçbir sorun yoktu yani. 

Korku büyüktü! Müteahhitlerin büyük bir kısmı için güzel bir fırsattı aynı zamanda bu. Baraj gövdelerinin ön ve arka yüz eğimleri yatırılmaya, böylece dolgu hacimleri arttırılmaya başlandı. İş adamları, hangi müteahhidin deprem korkusu ile iş miktarını ne kadar ve nasıl arttırdığı konusunda kulak kabartıyorlar, birbirlerinden öğrendiklerini sanki kendi fikirleriymiş gibi teknik elemanlarına aktarıyorlardı. Garip bir zevk alıyorlardı bu işten üstelik, bak sizin aklınızın ucundan geçmeyenleri ben düşündüm havalarında bir nevi üstünlük sağladıklarını zannediyorlar, tatmin ediyorlardı kendilerini. Büyük bir yarış başlamıştı müteahhitler arasında. Her biri yüklendiği işlerde diğerlerinin yaptıkları keşif artışlarını kıskanır oldular.

Zor işti mühendislik bu ülkede, ister devlette çalış, istersen özel sektörde. İyi mühendisin tanımı, en iyi projeyi, hesabı yapan değil, patronuna en çok para kazandıran kişiydi. Orhan da bu çarkın bir dişlisiydi. Fakat ana dişli Rauf Beydi. Akıl almaz taleplerle hedefi ortaya koyuyor, işin teknik kılıfına sokulmasında Orhan'a çok güveniyordu. Rauf Bey, kendini satmayı iyi bilirdi. Patronun hakkı olmadan cebine giren her kuruştan payını alma konusunda üstüne yoktu. Bu amacına her seferinde değişik yollardan ulaşırdı. Kâh patronlarla kavga dövüşle, kâh şirketin ona iş harcamalarında kullanmak üzere verdiği kredi kartından kişisel harcama yaparak. Öyle ki, şantiyelere gittiğinde üç kuruşluk berber parasını bile şantiye şefine ödetmekten çekinmezdi. 

Orhan'ın durumu farklıydı. Baba bildiği devletle ekmeğini yediği patron arasında sıkışıp kalmıştı. Ekmeğini devletten yiyen memurların aslında devleti yediğini çok iyi biliyordu. Hatta bir keresinde bir şube müdürünün "Devlet beni düşünmüyor ki, ben devleti düşüneyim." deyişi aklından çıkmıyordu. "Madem şirketinin çıkarını düşünmüyorsun, o zaman sen git de bana patronun gelsin" demişti müdür, en namuslu bildiği devlet memurlarından biriydi o Orhan'ın. Hangisi daha namuslu bir davranıştı? Topladığı vergileri yandaşlarına ya da menfaati uğruna peşkeş çeken devletin yanında yer almak mı, yoksa emeğinin karşılığında geçimini sağlayan patronun çıkarlarına hizmet etmek mi?

(Devam edecek)

ÇÖL ÇİÇEĞİ 2

Ne yaman duygudur şu aşk! Çöl Çiçeği'nin sayesinde yeni bir aşk türünün farkına varıyorum. Hava soğuk, ne keder. Anlatacaklarımız, dinleyeceklerimiz sadece yağmurdan etkileniyor. Çöl Çiçeği'nin içinde bulunduğu ruh hali de havanın durumu gibi. Yağmurlu günlerde ağlıyor, güneşli günlerde gülüyor, bulutlu günlerde kararsız. Meşhur kişilik analiz testini bilirsiniz. Seneler önce bir dostumuz yapmıştı bize. Eğer Çöl Çiçeği bunu duymadıysa bu testi ona yapmak istiyorum. İnsan aklının iki yöne birden baktığını, bunlardan birinin çevreye dönük olduğunu, dış dünya, insanlar hakkında bilgi topladığını, diğerinin ise iç dönük olduğunu, içimizdeki gizli dünyaya baktığını söyleyen Japon bilim insanı Profesör Isamu Saito'nun geliştirdiği kokoloji testinin basitleştirilmiş bir şekli aslında bu test. Popüler olduktan sonra birçok versiyonu çıkmış, bazıları büyük oranda doğru sonuçlar veriyor. Evet, bundan haberi yok Çöl Çiçeğinin. O halde başlayabiliriz.

En çok sevdiğin hayvan hangisi, söyle bana diyorum. Düşünüyor, kendini dinliyor. Uzun bir süre sonra cevabını veriyor. "Köpek" Neden peki, niçin bu hayvanı çok seviyorsun? Hangi özellikleri seni ona bağlayan. Anlatıyor, "Çok sevimli, dokunmak sevmek istiyorum, masum, güzel." Peki, diyorum köpeğin en sevdiğin hayvan olduğunu söyledin, hoşuna gitmeyen özellikleri ne bu hayvanın? Biraz düşündükten sonra cevap veriyor. "Hiç," diyor "Hiçbir şeyi yok, hoşuma gitmediği." Hiç mi yok? diye ısrar edince. "Havlamasını sevmiyorum." diyor, devam ediyor. "Ama o bir hayvan, ne yapsın ki, elinde değil havlamamak." Analiz, insanın en sevdiği hayvanın kendini nasıl gördüğünü açıklıyor. Kendini sevimli, masum ve güzel buluyor yani. Kendisiyle ilgilenilmesi hoşuna gidiyor. Tek kusuru çenesini tutmaması, karşısındakinin rahatsız olduğunu bildiği halde. Bu da benim yapım diyor, değiştiremem ki! 

İkinci sevdiği hayvana kedi demesini bekliyorum. Oysa o oğlak diyor. Bu eşini nasıl gördüğünü ortaya döken bir metafor. İlk aklıma gelen keçi inadı. Hafifçe gülümserken renk vermemeye çalışıyorum. Neden diye soruyorum? Güzel gözleri var, paytak paytak kaçmalarını, geri dönüp gelmelerini seviyorum diyor. Olumsuz bir özelliğini söyleyemiyor. Gerçekten de bu ilişkiyi iki inatçı keçinin köprü üstünde karşılaşmalarına benzetiyorum. Biri geri dönüp diğerinin geçmesine izin verse diğeri ondan sonra karşıya geçebilecek. Hayır, sonuna kadar inatlaşıyorlar. İkisi birlikte dereye uçacak, haberleri yok. 

Çöl Çiçeği kıskançlığın zirvesinde. Sevdiğinin elinde tuttuğu gonca gülden bile kıskanıyor onu. Vefalı, cefakar. Karakterini bile değiştirmeye razı. Ama bu ne kadar mümkün? Fuat, boşlukta, çaresiz, yılgın, kararsız. Ne Çöl Çiçeği'yle ne de onsuz yapabiliyor. Denedik olmuyor diyor. Arayış içinde belki. Fakat emin değil kendisinden. Çöl Çiçeği sağlam duruyor, ya da öyle gösteriyor kendini. Serbestsin şimdi, diyor. Gez, dolaş, yap istediğini. Madem ayrıldı yollarımız, ikimiz de çizelim kendi kaderimizi. Sözler başka kalpler başka şeyler söylüyor aslında. 

Çöl Çiçeği bu sabah neşeli, hiç olmadığı kadar. Tamam diyor, attım artık kafamdan. Gözleri teyit etmiyor sözlerini. Bir haber uçmuş gelmiş uzaklardan. Başka biriyle görmüşler Fuat'ı. İşte o, aralarını bozan kara kedi. Rahatlatır mı bu Çöl Çiçeğini. Kopartıp atmaya yetmez mi zincirlerini? Kararsızlığı aydınlanırken umudu kararıyor birden. Sözleri şen şakrak, gözleri buğulu. 

Kapat gözlerini diyorum bir kaç sorudan sonra. Kapatıyor. Bir orman düşün yemyeşil ağaçlarla kaplı. Kuşlar cıvıl cıvıl, yanında akan bir derenin şırıltısına kulak ver. Börtü böcek, kelebekler etrafında uçuşuyor, nefis bir hava. Ormanda ağaçların arasında ilerlerken karşına boydan boya bir cam çıkıyor. Kalın bir cam. Camın arkasında belki başka güzellikler var. Belki de yok, ama camın arkasına geçmeden göremezsin. Bunun tek yolu kırıp geçmen camı. Öyle kolay değil elbette. Camı kırarken sana zarar verebilir. Ne yaparsın diye soruyorum Çöl Çiçeğine? Uzun uzun düşünüyor. "Şu an bir şey yapamam." diyor. "Yani, camı kırmaya cesaretim yok. Yaralanmak, zarar görmek istemiyorum." Sonra birden havası değişiyor, neşe kaplıyor içini. "Ama iki ay sonra ne yapar yapar kırar o camı geçerim arka tarafa. Ne çıkarsa bahtıma." İki ay mı diyorsun? "Evet, tam iki ay." Bak diyorum iki ay sonra benim yaş günüm. Yani unutmam o günü, senin bu sözünü hatırlatacağım. Cam karşı cinsi simgeleyen bir sembol. Yani mealen diyor ki şu anda hazır değilim ama iki ay sonra yeniden yelkenlerimi açacağım aşka. Bunu ona açıklayınca gülüşüyoruz. 

Cevabından emin olduğum son bir soru Çöl Çiçeği'ne. Bu analizin parçası değil. Her şeye rağmen, bir kez daha dünyaya gelsen kiminle olmak istersin diye soruyorum. Son derece kendinden emin bir şekilde, tereddütsüz "Onunla" diyor. Benim aşkı tanımladığım "karşılıksız sevgi" dolaşıyor kafamda. Hayır bu tam uymuyor Çöl Çiçeğine. Daha fazlası, ya da azı. Sahiplenme var, kıskançlık var. Kılına zarar gelse canı yanıyor hala. Hani anneler çocuğuna her türlü lafı eder de, bir başkası ona laf ettiğinde yüreğine işler. Benzer şekilde, onu öldüreni kıskanır, ölümü bile kendi elinden olsun ister Çöl Çiçeği. Oysa gerçek aşk Ümit Besen'in "Nikah Masası" şarkısında yerini bulur. "Nikah masasına beni çağır sevgilim, istersen şahidin olurum senin."