“Gelecek yıl melek pastası, sonraki yıl kırmızı
kadife pasta, onun arkasından elmalı, sonra beşinci yıl dönümümüz için Hindistan
cevizli pasta olabilir. Altıncı yılımız için size, benim çok sevdiğim Alman çikolatalı pasta
almayı düşünüyorum. Ama bütün önerilere açık olduğumu bilmenizi isterim.”
dedim.
Yine sessizlik.
“Tahliye olmanızdan birkaç
ay sonra bunu kutlamak için Şeytan pastası da alabilirim. Ne kadar
komik değil mi? Ha ha ha, Şeytan’ın pastası.” dedim.
Yüzlerinde en ufak bir
gülümseme yoktu. Anlaşılan, her ikisi de bugün günlerinde değildi.
Pastadan bir parça daha aldım. İkisi de aynı anda çatallarını kendi pastalarına batırdılar.
Moss, “Teşekkür ederim.” dedi.
Stream hiçbir şey söylemedi.
Bir yıl geçmesine
rağmen, Stream'in bana karşı sık sık düşmanca tavır takınmasının taktik icabı mı olduğunu yoksa içinden
geldiği gibi mi davrandığını hala anlamış değildim. Manik depresyon hastası olabilirdi. Kafasının
gidip gelmesi bana Taylor'ı hatırlatıyordu. Ayrıca Moss'un gerçekten pişman olup
olmadığını veya bunu düşünüp düşünmediğini de bilemiyordum. Dürüst olmak gerekirse,
artık onları daha fazla önemsememem gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Yaptıklarıma şaşırıyordum,
evet, bütün bunları nasıl göze almıştım. Artık hiçbir şey umurumda değildi.
Sonunda sessizliği bozan yine Moss oldu,
“Mektuplarımızı gönderdiğin için teşekkür ederim.” dedi.
Stream başını salladı ve pastasından bir lokma daha aldı.
“Rica ederim.” dedim.
Briket tuğladan örme duvara
cıvatayla tutturulmuş metal kafes içindeki düz ekran TV’de CNN kanalı, yaklaşan
Katrina Kasırgası’nın onuncu yıldönümü ile ilgili bir haber veriyordu. New
Orleans’ı sel bastığında orada mahsur kalmıştım. Bu yüzden daha önce hiç
görmediğim bir sahnenin videosuna dikkat kesildim. Fransız mahallesinde yüzen
tekneler, terk edilmiş bir parkın fotoğrafları ile mülteci kampı haline
getirilmiş spor salonunun içinde toplanmış insanları gösteriyordu.
“Dehşet bir olaydı!” dedim. Program sona erdi.
“Görüşürüz, Sayın Yargıçlar.” dedim.
İkisi de gülmedi, ama ben güldüm, belli belirsiz
kıkırdadım. Sayın Yargıçlar! Bu lafım beni hala güldürüyordu.
Yukarı çıktığımda alnımda ince bir ter tabakası
birikmişti. Nefes alıp verişim sıklaşmıştı ve yine başım dönüyordu. On yıldır
hiç doktor yüzü görmemiştim. Muhtemelen doktora gitme zamanım gelmişti.
Üniversite birinci sınıfa giderken, oda arkadaşım, Connecticut'ta
lise son sınıfa giden Mississippi’li bir askerin çocuğuydu. Güneyde, kimlerin ırkçı
olduğunun kolay anlaşıldığını söylerdi. "Onlar kendilerini hemen belli ederler." diyordu. Ne var ki, kuzeyde işin inceliklerini öğrenmek zorundasınız. Bu konuda asla becerikli
biri değildim ya da en azından yeterince iyi değildim ama yine de Moss’un
tarzıyla ilgili bir takım şeyler beni şüpheye düşürmüştü. Sanki benden bir şeyler
öğrenmek için teşekkür ediyordu, hüzünlü hali, aniden minnettarlığa
dönüşüyordu.
Bütün bunları ne için yapıyordum? Mektuplarını postalamak zorunda mıydım?
Farkında olmadan gizli bir kod iletmiş olabilir miydim?
Pişman olacağım bir şeyi yapmam için beni kandırmış olabilirler miydi? Çizmeyi
aşıp işleri tam bir paranoyaya dönüştürdüğümün farkındaydım. Heller’ın
Madde 22 romanında geçen bir cümleyi hatırladım. “Biri
beni almaya gelebilir.”
Masama oturdum, kablolu yayın ve uydu şirketlerinin
izlediğim şovları takip edip etmediklerini öğrenmek için bir araştırma yaptım. Net
bir cevabını bulamadım. Aslında kalkıştığım şeyle beni suçlamaya neden olabileceklerinden
endişelenmeye başlamıştım, Moss kanıma girmişti, hata yapmamak için direnç gösterememiştim.
Pazar sabahı, Moss’un kocasının, cemaatine verdiği
son üç vaazı arka arkaya izledim. Adam çok yakışıklıydı. İstese manken bile
olabilirdi. Komik, kendini küçümseyen bir hikâye ile başladı, sonra motiflerle bezenmiş İncil’i açtı ve kasıla kasıla kürsüye doğru yürüdü. Konuşma tarzı kolaylıkla
anlaşılır cinstendi. İlk önce, kendisini dinleyen cemaate, başkalarının
yargılarıyla hırslarını sınırlamamalarını söyledi. Sonra şöyle devam etti,
“Başkalarının sizi istedikleri şekle sokmasına
izin vermeyin, ne olacağınıza kendiniz karar verin. Yüce Tanrımız, ona inandığınız ve güvendiğiniz sürece, size istediğiniz her şeyi verdi. Bunun karşılığında,
kullarını rahat bir hayat ve zevk-i sefa sürmekten alıkoydu. Her zaman kendi rahatımızı düşünürsek, Tanrı'ya olan vazifelerimizi yerine getiremeyiz. Nuh, tehlikeyi
göze aldı ve bir gemi yaptı, onun nasıl yüzeceğini bile bilmiyordu. İbrahim tehlikeyi
göze aldı, babasını ve rahat bir yaşamı elinin tersiyle itti. Yusuf, Firavun'un
evinde yaşadı. İsa'nın sizden istediği bu. Dilencinin kupasına sadece bir dolar
atmakla vazifeniz bitmiyor. Size verilen görevlere sahip çıkın. Evsiz annelerle
ve kimsesiz yaşlılarla ilgilenin. Muhacirlere yardımcı olun. Tanrı,
İsraillilere de yabancı bir ülkede muhacir olduklarını söyledi. Belki şanslarına
küssünler diyebilirsiniz, onlara söyleyecek bir şeyiniz bulunmadığını, açlarla
veya fakirlerle paylaşacak hiçbir şeyiniz olmadığını düşünebilirsiniz. Fakat
böyle yapmayın. Böyle bir duruma kapıldığımızda kim olduğumuzu hatırlayalım.” dedi ve
arkasından cemaat gürledi,
“Hepimiz Tanrı'nın çocuklarıyız.”
Papaz, izlediğim son vaazında, Musa'nın çocukları kurtarma
öyküsünü, bizim nasıl Tanrının çocukları olduğumuzun hikâyesini anlattı.
Sonuçta, vaazlarında bütün anlattıkları, Norman Vincent Peale'den, İsa'nın sözlerinden ya da Eski Ahit'ten alıntıydı. Onun söyledikleriyle değil, nasıl
söylediğiyle ilgileniyordum. Ve eğer bu acı veya kederini içinde saklayan bir adamsa,
kilisenin Laurence Olivier'iydi.
Moss'a “Kocanın
vaazlarını izledim.” dedim.
“Ne halt etmeye?” dedi.
“Onunla gurur duymuyor musun?” diye sordum.
“Vaazını izlerken ona aşık olmuştum.” dedi.
Stream, “Sarah, ne demek şimdi bu, iyi bir
Hıristiyan’a bu sözü yakıştıramadım.” dedi.
Onu görmezden gelerek yeniden Moss'a döndüm.
“Son vaazlarında onu inceledim. Fazla üzgün ya da perişan
görünmüyordu.” dedim.
“Siz Bay Zhettah, siz de hiç masum
görünmüyorsunuz.” dedi.
(Devam edecek)