KATEGORİLER

10 Temmuz 2020 Cuma

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 70/4


“Gelecek yıl melek pastası, sonraki yıl kırmızı kadife pasta, onun arkasından elmalı, sonra beşinci yıl dönümümüz için Hindistan cevizli pasta olabilir. Altıncı yılımız için size, benim çok sevdiğim Alman çikolatalı pasta almayı düşünüyorum. Ama bütün önerilere açık olduğumu bilmenizi isterim.” dedim.

Yine sessizlik.

“Tahliye olmanızdan birkaç ay sonra bunu kutlamak için Şeytan pastası da alabilirim. Ne kadar komik değil mi? Ha ha ha, Şeytan’ın pastası.” dedim.

Yüzlerinde en ufak bir gülümseme  yoktu. Anlaşılan, her ikisi de bugün günlerinde değildi.

Pastadan bir parça daha aldım. İkisi de aynı anda çatallarını kendi pastalarına batırdılar.

Moss, “Teşekkür ederim.” dedi.

Stream hiçbir şey söylemedi.

Bir yıl geçmesine rağmen, Stream'in bana karşı sık sık düşmanca tavır takınmasının taktik icabı mı olduğunu yoksa içinden geldiği gibi mi davrandığını hala anlamış değildim. Manik depresyon hastası olabilirdi. Kafasının gidip gelmesi bana Taylor'ı hatırlatıyordu. Ayrıca Moss'un gerçekten pişman olup olmadığını veya bunu düşünüp düşünmediğini de bilemiyordum. Dürüst olmak gerekirse, artık onları daha fazla önemsememem gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Yaptıklarıma şaşırıyordum, evet, bütün bunları nasıl göze almıştım. Artık hiçbir şey umurumda değildi.

Sonunda sessizliği bozan yine Moss oldu,

“Mektuplarımızı gönderdiğin için teşekkür ederim.” dedi.

Stream başını salladı ve pastasından bir lokma daha aldı.

“Rica ederim.” dedim.


Briket tuğladan örme duvara cıvatayla tutturulmuş metal kafes içindeki düz ekran TV’de CNN kanalı, yaklaşan Katrina Kasırgası’nın onuncu yıldönümü ile ilgili bir haber veriyordu. New Orleans’ı sel bastığında orada mahsur kalmıştım. Bu yüzden daha önce hiç görmediğim bir sahnenin videosuna dikkat kesildim. Fransız mahallesinde yüzen tekneler, terk edilmiş bir parkın fotoğrafları ile mülteci kampı haline getirilmiş spor salonunun içinde toplanmış insanları gösteriyordu.

“Dehşet bir olaydı!” dedim. Program sona erdi.

“Görüşürüz, Sayın Yargıçlar.” dedim.

İkisi de gülmedi, ama ben güldüm, belli belirsiz kıkırdadım. Sayın Yargıçlar! Bu lafım beni hala güldürüyordu.

Yukarı çıktığımda alnımda ince bir ter tabakası birikmişti. Nefes alıp verişim sıklaşmıştı ve yine başım dönüyordu. On yıldır hiç doktor yüzü görmemiştim. Muhtemelen doktora gitme zamanım gelmişti.

Üniversite birinci sınıfa giderken, oda arkadaşım, Connecticut'ta lise son sınıfa giden Mississippi’li bir askerin çocuğuydu. Güneyde, kimlerin ırkçı olduğunun kolay anlaşıldığını söylerdi. "Onlar kendilerini hemen belli ederler." diyordu. Ne var ki, kuzeyde işin inceliklerini öğrenmek zorundasınız. Bu konuda asla becerikli biri değildim ya da en azından yeterince iyi değildim ama yine de Moss’un tarzıyla ilgili bir takım şeyler beni şüpheye düşürmüştü. Sanki benden bir şeyler öğrenmek için teşekkür ediyordu, hüzünlü hali, aniden minnettarlığa dönüşüyordu.

Bütün bunları ne için yapıyordum? Mektuplarını postalamak zorunda mıydım?
Farkında olmadan gizli bir kod iletmiş olabilir miydim? Pişman olacağım bir şeyi yapmam için beni kandırmış olabilirler miydi? Çizmeyi aşıp işleri tam bir paranoyaya dönüştürdüğümün farkındaydım. Heller’ın Madde 22 romanında geçen bir cümleyi hatırladım. “Biri beni almaya gelebilir.


Masama oturdum, kablolu yayın ve uydu şirketlerinin izlediğim şovları takip edip etmediklerini öğrenmek için bir araştırma yaptım. Net bir cevabını bulamadım. Aslında kalkıştığım şeyle beni suçlamaya neden olabileceklerinden endişelenmeye başlamıştım, Moss kanıma girmişti, hata yapmamak için direnç gösterememiştim.


Pazar sabahı, Moss’un kocasının, cemaatine verdiği son üç vaazı arka arkaya izledim. Adam çok yakışıklıydı. İstese manken bile olabilirdi. Komik, kendini küçümseyen bir hikâye ile başladı, sonra motiflerle bezenmiş İncil’i açtı ve kasıla kasıla kürsüye doğru yürüdü. Konuşma tarzı kolaylıkla anlaşılır cinstendi. İlk önce, kendisini dinleyen cemaate, başkalarının yargılarıyla hırslarını sınırlamamalarını söyledi. Sonra şöyle devam etti,

“Başkalarının sizi istedikleri şekle sokmasına izin vermeyin, ne olacağınıza kendiniz karar verin. Yüce Tanrımız, ona inandığınız ve güvendiğiniz sürece, size istediğiniz her şeyi verdi. Bunun karşılığında, kullarını rahat bir hayat ve zevk-i sefa sürmekten alıkoydu. Her zaman kendi rahatımızı düşünürsek, Tanrı'ya olan vazifelerimizi yerine getiremeyiz. Nuh, tehlikeyi göze aldı ve bir gemi yaptı, onun nasıl yüzeceğini bile bilmiyordu. İbrahim tehlikeyi göze aldı, babasını ve rahat bir yaşamı elinin tersiyle itti. Yusuf, Firavun'un evinde yaşadı. İsa'nın sizden istediği bu. Dilencinin kupasına sadece bir dolar atmakla vazifeniz bitmiyor. Size verilen görevlere sahip çıkın. Evsiz annelerle ve kimsesiz yaşlılarla ilgilenin. Muhacirlere yardımcı olun. Tanrı, İsraillilere de yabancı bir ülkede muhacir olduklarını söyledi. Belki şanslarına küssünler diyebilirsiniz, onlara söyleyecek bir şeyiniz bulunmadığını, açlarla veya fakirlerle paylaşacak hiçbir şeyiniz olmadığını düşünebilirsiniz. Fakat böyle yapmayın. Böyle bir duruma kapıldığımızda kim olduğumuzu hatırlayalım.” dedi ve arkasından cemaat gürledi,

“Hepimiz Tanrı'nın çocuklarıyız.”

Papaz, izlediğim son vaazında, Musa'nın çocukları kurtarma öyküsünü, bizim nasıl Tanrının çocukları olduğumuzun hikâyesini anlattı. Sonuçta, vaazlarında bütün anlattıkları, Norman Vincent Peale'den, İsa'nın sözlerinden ya da Eski Ahit'ten alıntıydı. Onun söyledikleriyle değil, nasıl söylediğiyle ilgileniyordum. Ve eğer bu acı veya kederini içinde saklayan bir adamsa, kilisenin Laurence Olivier'iydi.

Moss'a  “Kocanın vaazlarını izledim.” dedim.

“Ne halt etmeye?” dedi.

“Onunla gurur duymuyor musun?” diye sordum.

“Vaazını izlerken ona aşık olmuştum.” dedi.

Stream, “Sarah, ne demek şimdi bu, iyi bir Hıristiyan’a bu sözü yakıştıramadım.” dedi.

Onu görmezden gelerek yeniden Moss'a döndüm.

“Son vaazlarında onu inceledim. Fazla üzgün ya da perişan görünmüyordu.” dedim.

“Siz Bay Zhettah, siz de hiç masum görünmüyorsunuz.” dedi.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 69/4


Tuvaleti kullanmak ve elimi yüzümü yıkamak için kalktım. Kayıt cihazlarının açık olmasını umuyordum. Başım belaya girerse, onlar benim sigortam olabilir ve belki bu sayede kendimi kurtarabilirdim. Çorabımda sakladığım kalemi çıkarıp kâğıt havlu üzerine bir not yazdım. Ziyaret kabinine döndüğümde, gardiyanın beni izleyip izlemediğini kontrol ettim, sonra onu cama tuttum. Kağıdın üzerine şunları yazmıştım,

“Bana lütfen bir iyilik yap ve sonra gelen üç cümleyi yüksek sesle oku.”

Sonraki üç cümle şöyleydi:

“Eğer senin için de sorun olmazsa Fransa'daki iki arkadaşıma birer mektup yazar ve benim durumumla ilgili bilgi verebilir misin? Onlara kendim yazmaya çalıştım ama buradaki posta ofisi sanırım bana takmış, mektuplarımı göndermiyor. Bunu yapmak istemiyorsan, seni anlayışla karşılarım.”


Sargent, istediğimi yapacağını söyledi.

“O zaman ben de senin istediğini yapacağım.” dedim.

Başını eğdi ve “Inocente, gerçekten sen iyi misin?” diye sordu.

“Bomba gibiyim, dostum.” dedim.

İki saattir konuşuyorduk. Ziyaret alanındaki gardiyanla göz göze geldik, bana eliyle saatini gösterdi. Ayağa kalktım ve elimi cama koydum.

“Yemin ederim, iyiyim. Sana bazı şeyler anlatmak için kısa zamanda döneceğim, tamam mı? Bu arada, dikkatli ol, seviyenin dışında kal.” dedim.

“O, sözü sana veremeyeceğimi biliyorsun.” dedi.

Çıkarken, otomatik makineden bir şişe su aldım ve notu yazdığım kağıt havluyu tuvalette yıkadım. Koridorda, bir trustee yan tarafa geçip bana yol verdi ve ben geçene kadar ayakkabılarına baktı. Bina girişine geri döndüm. Ziyaretçi kartımı sürücü belgemle takas ettiğimde, kapıda yeni bir gardiyanla karşılaştım. O beni hemen tanıdı,

“Tanrı’ya şükret. İsa'ya dua et.” dedi.

“Dua etmem gereken kişinin adı Olvido.” dedim.

Gardiyan şaşırmıştı. Onun yanıt vermesini beklemedim. Dışarı çıktım ve otobanı geçtim ama uçağa binmek yerine Farm Road 350 yolunun kenarına çıkıp otostop yapmak için başparmağımı havaya kaldırdım. Kasasında tulum giyen, saman kokulu dört Meksikalının bulunduğu bir pikap yanımda durdu ve beni alıp belediye binasının bulunduğu caddenin sonunda, fast-food restoranlarının olduğu yerde bıraktı. Onlara birer hamburger ve patates cipsi aldım, gracias* dedim ve caddenin karşı tarafına geçtim. Sarı renkli bir altlığın üzerinde, sol elimi kullanarak keçeli kalemle şunları yazdım,

“Papaz Efendi, eşinizin bir ilişkisi olduğuna dair duyduğunuz şeyler gerçeği yansıtmıyor. O size her zaman sadık kaldı.”


Notumun altına “Bir Bilen” yazıp imzaladım. Sayfayı üç kez katladım ve Moss'un kendi eliyle adresini yazdığı zarfa koydum. Altlığa yeni bir boş sayfa yerleştirdim,

“Sevgili Lucian, baban her zaman seninle arasını düzeltmek istedi. Sen ne düşünürsen düşün, o seni seviyor ve seninle gurur duyuyor.”

İlkinde olduğu gibi aynı şekilde yazıp imzaladım. Satış makinesinden bir pul seti aldım ve gerekenden daha fazla pul yapıştırdım. Onları yapıştırmak için parmağımı suyla ıslattım ve olası parmak izlerimi silmek için kâğıt bir mendil kullandım. Bu sayede DNA taşıyan cilt hücrelerimi ortadan kaldırmış olmayı ümit ediyordum. Başka bir mendil kullanarak, her bir zarfın köşesinden tuttum ve onları ABD Posta Servisi'nin otoparktaki mavi posta kutusuna attım.

O akşam, eve döndüğümde, barbeküyü yaktım, Stream ve Moss'un yazdığı mektupları ateşe attım. Kömürler grileşmeye başladığında, yarım tavuk ızgara yaptım ve bir tencere fasulye pişirdim. Hepsini alıp iki şişe Meksika birası ile birlikte aşağı, yanlarına götürdüm. O an bana sorsanız, size kesinlikle zengin bir adam olduğumu söyleyebilirdim. Kısa bir süre sonra neden kızgınlığımdan eser kalmadığını merak ettim.

Tieresse’in petrol işinde servet yapan üniversiteden oda arkadaşı Tulsa'nın, adını unuttuğum bir kasabadaki göl evinde bir hafta geçirmiştik. Sabah saat onda uykuya yenik düşen bir traktör sürücüsü iki şeritli bir yolda virajı alamayınca Tulsa’nın SUV'una büyük bir süratle çarparak onun ölümüne sebep olmuştu. Önceden Tieresse’nin kafasında bana su kayağı öğretmek vardı ama öğleden sonra bundan vazgeçmişti,

“Burada yelkenli de var, hadi bunu öğrenmeyi deneyelim.” demişti.

Alçaktan uçup o evi bulmayı planlıyordum.

Sabah karnımda yanma hissi ve müthiş bir baş ağrısıyla uyandım, gözlerim kararmaya başlamıştı. Biraz olsun rahatlamak için dört aspirin birden yuttum ve bir süre sonra uyuyakaldım. Öğleden sonra uyandığımda evde kalmamın iyi olacağına karar vermiştim. Seradan birkaç marul ve olgun domates topladım, kasabadan yiyecek bir şeylerin yanı sıra pasta malzemeleri aldım.


Aldıklarımın ödemesini yaparken, kasadaki görevli Margaret, hasta olup olmadığımı sordu. Az önce biraz ateşimin olduğunu söyledim. Başım dönüyordu ve öne doğru eğildim. Elimdeki malzemelerin düşmesini önlemek için poşete koymak yerine konveyör bandın üzerine bırakmak zorunda kaldım. Eve döner dönmez, eşyaları yerleştirmeden kendimi doğruca yatağa attım.

Akşam kendimi biraz daha iyi hissediyordum. Akşam yemeğini erkenden yedim ve daha sonra keki pişirdim. Ertesi gün pastayı aşağı indirdim.

Geri sayımdaki dijital saate baktım. 49896: 00: 00'ı gösterdiği anda, vakit tamam dedim, aşağı yukarı bir yıl olmuştu. Bir yılın dolmasına tam olarak beş buçuk dakika vardı.

"Bakın size pasta getirdim." dedim. Oralı olmadılar.

“Mektuplarınızı da gönderdim.” dedim.

En azından bir teşekkür etmelerini beklerdim fakat ikisi de bana dönüp bakmamıştı bile. 

“Mutlu yıllar Jane,” dedim. Moss ağzını açmadı.

“Sana da, John” dedim. Stream de bir cevap vermedi.

Pastayı üçe bölüp iki parçasını iki ayrı kâğıt tabağa koydum. Her dilimin üzerine doğum günü mumu yerine birer plastik çatal sapladım.

"Hadi, şimdi tadını çıkarın." dedim ve tabakları parmaklıkların altından hücrelerine doğru kaydırdım.


“Kutsal Kitap, kendinizden önce hayvanlarınızı besleyin diyor.” dedim.

Onların paylarına düşeni verdikten sonra kendi pastamdan bir parça ısırdım. Kreması fazla şekerli değildi. Zaten tatlıyla fazla aram yoktu. Üzerindeki siyah benekler Madagaskar vanilyasıydı, hiçbir masraftan kaçınmamıştım. Gülümseyerek,

“Bu tür pastalara Hindistan cevizi çok yakışır ama ben bu sefer kullanmadım. Herhangi bir şeyi saplantı haline getirmek benim tarzım değil.” dedim.

*gracias: İspanyolca, teşekkür ederim.

(Devam edecek)




9 Temmuz 2020 Perşembe

ŞİNASİ BEY 4

Öğleden sonra Rauf Bey telefon edip beni yanına çağırmıştı. Kapısını tıklatıp içeri girdim. Şinasi Bey, masanın önündeki koltuklardan pencere tarafında oturmuş, hararetle Genel Müdür'e bir şeyler söylüyordu.

Bana işle ilgili bir şeyler soracağını sanmıştım. "Gel, otur bak Şinasi Bey neler anlatıyor" deyince durumu hemen anlamıştım. 

Şinasi Beyin kendi odası olmadığı için, onu şirkette çalışan herhangi birinin odasında bulabilirdiniz. Fakat en çok Rauf Bey'in odasına takılırdı. Rauf Bey de onu konuşturmaktan büyük zevk alır, bu yetmezmiş gibi zevkine beni de ortak ederdi.

Sohbete kaldıkları yerden devam ettiler. Şinasi Bey'in ağzı kulaklarındaydı. Rauf Bey sohbeti daha fazla tatlandırmak için Şinasi Bey'e ve bana bir şey içmek isteyip istemediğimizi sordu. Şinasi Bey açık bir çay istedi. Çay içmediğimi bildiği için sana kola söylüyorum dedi ve sekreteri aramak için yanındaki telefona uzandı. Aklıma son anda geldi,

"Zero olsun" dedim. Rauf Bey hemen iki çay ve bir tane kola zero getirmelerini söyleyip ahizeyi yerine bıraktı. 

"Anlat bakalım Şinasi Bey, sonra ne oldu?"

"Ya, Rauf Bey'ciğim, bildiğin gibi değil. Kadın bir afet. Sarışın, yeşil gözlü, mihrap yerinde. Benim gibi pörsümüş, çirkin bir adamı ne yapsın? Buna rağmen resmen asılıyor, bu işe şaştım doğrusu."

"Ne ballı adammışsın sen Şinasi Bey, bize düşmez ki öyleleri. Hem sen kendine haksızlık etme, müsteşarlık yapmış adamsın, senin konuşmana, kültürüne vurulmuştur. Gerisini merak etme, gerekirse o yeni çıkan haplardan birini alır çalarsın kapısını. Sahi ya, neydi o hapın adı?"

Şinasi Bey, mahcup bir şekilde bıyık altından gülümseyerek,

"Viagra" dedi.

"Ha yaşa, bak nasıl da bildin."

"Feriha Hanım, duysa bunları, beni kör testere ile keser. Hem ben o konuları düşünmüyorum. Fakat ne yalan söyleyeyim, Şazende hanımla sohbet etmek beni rahatlatıyor. Feriha Hanımla artık uzun uzadıya sohbet edemiyoruz. Benim konuşmamdan çabuk sıkılıyor. Oysa Şazende Hanım'la sabaha kadar konuşabiliriz."

Rauf Bey, sohbetin istediği güzergâhtan sapmasına asla razı olmazdı. Garson içecekleri servis edip odadan çıktı.

"Yapma şimdi, Şinasi Bey, Feriha Hanım nereden duyacak neler karıştırdığını. Sen istediğin kadar onunla sohbetten hoşlandığını söyle, kadın sana kafayı takmış bir kere. Biliyorsun, kadınlar için iki şey önemli, birincisi para, ikincisi makam. E, bunların ikisi de sende fazlasıyla var."


Bir gün Şinasi Bey'i mühendislerin bulunduğu geniş bir salonda, panik içinde ordan oraya koştururken buldular. O gün izinli genç bir mühendisin masasına oturmuştu. Yardım, yardım edin diye ortalığı birbirine katıyordu. Birkaç kişi yanına koştu. Salonda çalışan tekniker bir genç kız da meraklanıp masasından kalktı. Şinasi Bey heyecanla ona doğru hamle yaptı kollarını duvara yaslarmış gibi havaya kaldırmıştı.

"Hayır, hayır sen gelme!" diyordu.

Yanına gelen mühendislerden mahcubiyetini gizleyemedi. Masa üstü bilgisayarın ekranında birbiri ardına açılmış bir sürü pencerede porno resim kaynıyordu. 

"Vallahi, bilmiyorum nereden çıktı bunlar, bir tuşa bastım böyle oldu, ben kapattıkça yenileri çıkıyor. Biri görse rezil olacağım, ne olur ortadan kaldırın şunları." dedi.

Zıpır gençlerden biri Şinasi Bey'e baktı, muzipçe gülümseyerek,

"Şinasi Bey, kendiliğinden çıkmaz bunlar, siz ne arıyorsanız bana söyleyin ben size onların en alâsını bulurum." dedi. Şinasi Bey utancından diyecek bir şey bulamamıştı.

Bir 29 Ekim sabahı, nasıl olduysa erkenden ofise gelmiş odamda ayak üstü çayını yudumlarken pencereden dışarı seyrediyordu. Kapıdaki görevli binanın önündeki direklerden birine Türk bayrağı çekiyordu. Şinasi Bey, büyülenmiş gibi bayrağın göndere çekilişini izlerken içini hüzün kaplamıştı.

"Şinasi Bey, derinlere daldınız, hayırdır?" dedim.

"Bayrağa bakınca aklıma düştü." dedi ve anlatmaya başladı.

"Yıllar önce görev icabı Feriha Hanım'la birlikte Ankara'ya gelmiştik. Güzel günlerimiz oldu. Feriha Hanım, Ulus'taki Çıkrıkçılar yokuşunu çok severdi. Hem o sokağın dokusundan hem de esnafın bozulmamış halinden hoşlanırdı. Her gittiğinde incik boncuk bir şeyler almadan rahat etmezdi. Yaş gününde ben de ona oradan bir şeyler alır, sevindiririm diye düşünmüştüm. Hediye almak ne zor şeymiş, o dükkân senin bu dükkân benim dolaşırken hava kararmaya başlamış ama ben hâlâ bir şey almaya karar verememiştim. Dükkânlar teker teker kapanmaya başlamıştı. Tam o sırada bir bayrakçı, dışarıdaki malzemelerini içeri alıyordu. Düşündüm, olur mu olur dedim kendi kendime. Eli boş dönmektense. Dükkân sahibinden kalteli yün bir bayrak istedim. Kırmızısı tam bayrak rengi dediklerinden, ay yıldızı süt beyazıydı. Hemen güzel bir hediye paketi yapmasını istedim satıcıdan. Adam özene bezene bayrağı katlayıp güzel bir karton kutuya yerleştirdi. Sonra üzerini fiyakalı parlak bir kağıtla kapladı. Beyaz kadife bir şeritle bağlayıp, üstüne bir de güzel fiyonk yaptı. Paket çok güzel olmuştu ama içindekini görünce Feriha Hanım'ın vereceği tepkiyi merak ediyordum. Eve vardığımda yaş gününü kutlayıp paketi kendisine takdim ettim. Hemen açtı, bayrağı görür görmez gözleri buğulandı. Bana sarıldı ve "Şimdiye kadar aldığım en anlamlı hediye bu" dedi. Şaşırmıştım. O gün bu gündür, o bayrak kutusunun içinde en kıymetli mücevher gibi komodinin çekmesinde saklanır. Dini ve milli bayramlarda özenle balkona asılır ve işi bitince tekrar itinayla yerine konulur."

Anlatırken gözleri dolmuştu. Şinasi Bey'i hiç böyle görmemiştim.

Çok iyi Fransızca bilirdi Şinasi Bey.  Özellikle Fransızca konuşulan Kuzey Afrika ülkelerindeki ihale dokümanlarının incelenmesi ve teklif dosyalarının düzenlenmesinde bize epey yardımcı olurdu. Bazen işin yapılacağı yurt dışı yer görme ziyaretlerine tercüman olarak yanımızda onu da alırdık. Onun olduğu yerde neşemiz hiç eksik olmazdı.


MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 68/4


Bu ziyaret, iki eski dostun birbirine kavuşmasıydı. Bana tanıdığım mahkûmların neler yaptıklarından bahsetti. Ona neler okuduğunu sordum. O da bana, kuzeni Charice'den hala haber alamadığını anlattı. Reinhardt'ı, nerede yaşadığımı sordu. Ona bütün gezdiğim yerlerden -Austin'dekiler hariç- söz ettim. Okuması için yanımda getirdiğim "Haham Hikâyeleri" kitabını verdim.


“Tanıdıklarım arasında okumayı en çok seven kişi olduğun için, sana bunu getirdim. Ayrıca, kitabı sende bırakabilmem için gereken izni aldım.” dedim.


Ona kitabın asıl adının “Pirkei Avot” olduğunu söyledim.


“Bana onun ne anlama geldiğini de söyler misin?” diye sordu.

“Babaların Etiği anlamına geliyor, Talmud’taki etik öykülerin derlemesi” dedim.

“Vay canına, Inocente. Nasıl desem bilmem ki, ben senin kafası karışık bir Musevi olduğunu düşünüyordum.” dedi.


“Bu, annemi defalarca okurken gördüğüm tek kitaptı. Evimin mutfağında buldum. Onun hâlâ bende olduğunu bilmiyordum. Evrende, her zaman bir bilgelik kırıntısının saklı olduğunu anlatıyor.” dedim.


Sargent gülümsedi. O sözlerin gerçekte kime ait olduğunun bilinmediğini söyledi. Yıllar önce, yine bana aynı şeylerden bahsetmişti.


“Her kiliseden bazı akıllı o. çocukları çıkar, anlıyor musun? Onların mucize dedikleri hokus pokusları görmezden gelmeli ve kendini sadece aklına yatan zırvalıklarına odaklamalısın. Bak sana işin doğrusunu anlatayım, din, tanrıya ve onun mucizelerine inanmayı gerektirir.”

"Şimdi, karşımda oturan, tanıdığım, akıllı bir adam, bana bir zamanlar bunları öğretmişti.” dedim.


“Tanıdığın akıllı adamın ne demek istediğini tam olarak anladığını sanmıyorum.” dedi.

Eliyle ağzını sildi, ona verdiğim kitaba bakarken,

“Beni düşündüğün için teşekkür ederim, Inocente. Sana bunu bütün samimiyetimle söylüyorum.” dedi.

Ona, annemin akşam yemeklerinde babama ve bana epigramları okuduğunu ve anında İspanyolcaya çevirdiğini anlattım. Babamın favorisi, Ben Zoma adındaki bir hahamın -zengin kişi, sahip olduklarından mutlu olan kişidir.- sözüydü. Bu sözü çok sevmişti, çünkü o, hiçbir şeye sahip olmadığı halde, mutlu olduğunu düşünüyordu.


Sargent, “Bu kadar aptalca bir sözü söyleyebilmenin tek nedeni, Inocente, onun bir çocuğunun olmamasıdır.” dedi.


“Belki de.” dedim. “Kitabı sana bırakıyorum çünkü onu benden daha iyi anlayacağını biliyorum.”


Ölüm hücresine nakledilmeden önce, birkaç gün arayla suçsuz oldukları anlaşılmış Lucas ve Antonio adında iki adam vardı. Onları haberlerde izlemiştim. Sargent'a hahamların, kutsal kitabın bir bölümünde, -güçlü insan, duygularına hâkim olan insandır.- dediklerinden bahsettim ve ona adamları tanıyıp tanımadığını sordum.

"Evet, onları tanıyorum." dedi.


“Peki, onları öfkelerinden alıkoyan ne?” diye sordum.


“Öfkelenmediklerini nereden biliyorsun? Bu iş, yüzündeki gülümsemeye bağlı olarak kardeşinin içinde ne fırtınalar koptuğunu tahmin etmene benzemez. Hahamların bazı saçma sapan sözleri mantıklı olsa da, bu, söyledikleri her şeyin doğru olduğu anlamına gelmez. Senin öfkeyi küçümsediğini sanıyorum. Eğer daha fazla insan sinirlenirse daha iyi bir dünya olur ve bu, patronların endişelenmeleri için ciddi bir durum yaratır." dedi.


Ayrıca serbest bırakıldığını bildiğim iki mahkûm daha vardı. Özgürlüklerini kazandıktan aylar sonra her ikisi de farklı trafik kazalarında yaşamlarını yitirmişlerdi. Sargent'a,


“Sence Toney ile Guerra’nın başına gelenler birer rastlantı mı?" diye sordum.


“Evet,” dedi. “Bu bir gerçek. Farklı bir şey söyleyen herkesin aklından zoru vardır. Kardeşlerimiz, pilav pişirmeyi unuttuklarından dolayı kaza geçirmediler ya da kendilerini öldürmediler. Buraya gelene kadar zaten şans onların yüzüne gülmemişti. Ne fark ederdi ki, zaten burada ölüme götürüleceklerdi, bunun yerine çıkıp dışarıda öldüler?” dedi.


“Hatırlarsan bana, bazı insanların gelecekleri için plân yaptığını, bazılarının ise yapmadığını söylemiştin. Belki bu adamların ölmesinin nedeni karşılarına aniden yapamayacakları bir işin çıkıp çevrelerinde bunu nasıl yapacaklarını gösterecek bir kimsenin bulunmamasıydı. Her neyse, benim içimden geçen bir şey bu işte. Babam hiçbir şeye sahip olmamasına rağmen her zaman mutluydu. Bense harcayabileceğimden daha fazlasına sahibim ama geçmişteki bazı şeylerin eksikliğini hissediyorum.” dedim.

“Evet, seni anlıyorum.” dedi. “Zavallı kadın!”

“Hayır, demek istediğim tam olarak o değil. Onun yasını tutmakla çok zaman geçirdim ama yine de benim için değişen bir şey yok.” dedim.


Sargent, “Inocente, dışarı çıktığından bu yana geçen zaman diliminden daha uzun bir süre hapiste çile çektin. Parmaklıklar arkasında bir yıl geçiren kardeşlerin var ve burada onların geri kalan hayatları berbat olacak, anlıyor musun beni? Serbest kalışının henüz altıncı ayında benimle bunları konuşuyorsun. Senin gibi biri için hayli zor bir durum, kabul ediyorum. Ancak bu durumu aşman senin için imkânsız demiyorum.” dedi.


Ben "Evet, altı ay geçti" diyene kadar birkaç dakika boyunca sessizce oturduk ve sonra biraz daha konuşmaksızın bekledik. Sonunda ona bir şey daha sordum.


SPU’nun* davasında içeri alınan adamı hatırlıyor musun?


Sargent, “Elbette hatırlıyorum. Nelson birader. Ne olmuş ona?" diye sordu.

“Burada geçirdiğim zamanlardan bahseden bir kitap yazıyorum ve onun öyküsünü anlatmak istemiştim ancak detayları hatırlayamadım.” dedim.


Yalan söylediğim için kendimi kötü hissetmiştim. “Hey, uçak kazasında kaybolan o iki yargıcı hatırlıyor musun? Şimdi var ya ben onları rehin tutuyorum.” diyebilseydim benim için daha kolay olurdu.


Sargent bana Nelson'ı anlattı.

“Dört yıldır ölüm hücresindeydi ve temyiz başvurusu reddedilmişti. Avukatları görevlerini üstünkörü yaptıkları için Nelson çaresizdi, bu yüzden Ağır Ceza Mahkemesinin üç üyesine, masum olduğunu ısrarla dile getiren birer mektup yazıp idamına izin vermeleri durumunda birer katil olacaklarını ve bu yüzden Tanrı'ya hesap vermeleri gerekeceğini hatırlattı. Moss kendisinin tehdit edildiğini öne sürüp hapiste yatan kişilerin işlediği suçları araştıran Özel Savcılık Birimi ile temasa geçti.” dedi.


“Nasıl yani, mektup yazmak suç mu?” diye sordum.


Sargent, “Suç değil. Fakat olay şu ki, hücresine gelip ona birkaç soru sormuşlar ve hâkimlerin ev adreslerini ve çocuklarının isimlerini nereden bulduklarını öğrenmek istemişler. İlginçtir, Nelson'ın bununla hiçbir ilgisi yoktu. Sanırım, Letonyalı dilberlerden biri, neredeyse her gün ona yazıyor ve mektubuyla birlikte kendisinin ve lanet olası kızının porno resimlerini gönderiyormuş. Tabii, eğer bu saçmalığa inanıyorsan, en azından McKenzie'nin  bana söylediği buydu. Duyduğuma göre, kadın, sonuçlanan davalarla ilgili internetten bir sürü çıktı almış ve buradan hâkimlerin nerede oturduklarına dair bilgiler edinmiş. Nelson birader bunuları okuyamamıştı bile. SPU işleri yine bilinen yollarla halletmişti. Adamı önce seviye 3’e çıkardılar, karısını ve çocuklarını tehdit ettiler, ona kimin yardım ettiğini açıklamadığı takdirde başının iyice belaya gireceğini söylediler.” dedi.

“Sonra?” dedim.

“Sonrası yok." dedi. Ağzını açıp hiçbir şey diyemedi. "Kardeşimiz iki ay sonra idam edildi.”

“İlçede iletişim kurmasına izin verilmeyen kişilere para karşılığında mektup gönderen bir gardiyan biliyorum.” dedim.

“Sargent, “Evet.” dedi.

Sormak istemiyordu, bunu anlıyordum, ama yerli yersiz konuşmalarımdan bir şeyler sakladığımı tahmin edebiliyordu.


“Sakladığım hiçbir şey yok, dostum. Dediğim gibi, sadece bir kitap yazmayı düşünüyorum.” dedim.

*SPU: Özel Savcılık Birimi

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 67/4


Ertesi gün Kansas'a döndüğümde, yanıma bir not defteri alıp aşağı indim ve Moss'a verdim.

“Kocana kendisini daha iyi hissetmesi için bir şeyler yazmak istersen, onu senin adına kendisine teslim edebilirim ancak yazdıklarını okuyacağımı bilmeni isterim. Notunu almak için birkaç gün içinde geri döneceğim." dedim.

Kapıyı kapatırken Moss, sandalyesine oturmuş, not defteri kucağında, kalemini elinde oynatarak yazmak istediği mesajı düşünmeye başlamıştı. Stream'e duyamadığım bazı şeyler söylüyordu. Stream’in ona verdiği cevabı da duyamamıştım ancak onun tedirgin halini görmüştüm. Moss’a doğru eğilmiş işaret parmağını kullanarak bir şeyler anlatıyordu. Konuşmalarının sona erdiğinden emin olana kadar birkaç dakika daha gözetleme deliğinden baktım, sonra merdivenden tırmanmaya başladım. İki kat yukarı çıkınca sol dizime bir ağrı girdi ve öksürük krizine tutuldum. Nefes almak için durmak zorunda kaldım. Gece boyunca yediklerim ağzıma geliyor ve boğazım yanıyordu. Uyumadan önce dilimin altına bir pastil yerleştirip internet üzerinden sipariş ettiğim kondisyon küreğine baktım. Teslim edilmesinin üzerinden bir ay geçtiği halde, onu hala kutusundan çıkarmamıştım.


Moss’un mektubunu almak için yanına geldiğimde, Stream kendisinin de oğluna bir mesaj gönderip gönderemeyeceğini sordu. Ona, Jane’in kocasına yazmasıyla yeterince büyük bir risk aldığımı söyledim.

“Son on yıldır her gece, eşimle barışmanın hayalini kurmuştum.” dedi.

Eski eşiyle boşanmasından dolayı oğlunun onu suçladığını, bu yüzden annesinin kira parasını ödeyebilmek için iki ayrı işte çalışmak zorunda kaldığını anlattı. Evden ayrıldıkları günden beri, baba oğul birbirleriyle hiç konuşmamışlardı.

Oğlu şimdi, Kentucky'de büyükbaş hayvan veterineriydi. Yarış atlarının bakımını üstlenmişti ve ülke çapında seyahat ederek varlıklı at sahiplerine hizmet ediyordu.

“İntihar eden bir Katolik hakkında bazı şeyler okumuştum.” dedim. “Papaz, ailesine, onun hala cennete gitme ihtimalinin bulunduğunu, çünkü adam, tetiği çektiği zamanla merminin beynine girdiği an arasında fikrini değiştirmiş ve günahlarından bağışlanması için Tanrı'ya dua etmiş olabileceğinden bahsediyordu.


Stream, “Beni ilgilendirmiyor.” dedi.

“İnsanın kendini kandırma kapasitesinde sınır yoktur. Oğlunla aranı düzeltmek için on yılını harcadın.” dedim.

Stream, çıplak ayaklarına baktı ve

“Sanırım haklısın.” dedi.

“Hadi sen de mektubunu yaz bakalım.” dedim. “Ne yapabileceğime bir bakayım.”


Annem, henüz yürümeye başlamadan önce bana klasikleri okumaya başlamıştı. Tek odalı köy evimizin kütüphanesinde Dr. Seuss yoktu ama Hemingway, Yeats ve Jane Austen'in birçok eserini bulmak mümkündü. Dört yaşında bana “Gurur ve Önyargı”, altı yaşındayken “Çanlar Kimin için Çalıyor” u, ondan sonraki yıl Donne'nin şiirlerini ve yatmadan önce her gece İkinci Geliş'i okumuştu. Onu her zaman masa başında, burnunun üzerine tünemiş eczacı gözlükleriyle kitap okurken buluyordum. Ama onun defalarca okuduğu tek eser, büyük babasının hediye ettiğini söylediği, ismini okuyamadığım ünlü biri tarafından yazılmış, Talmudla ilgili sözlerin bulunduğu ince, ciltli bir kitaptı. Hapishaneden çıkarıldıktan sonra, Kansas'a döndüğümde, onu mutfakta bulmuştum. Oraya nasıl geldiğini bir türlü çıkaramamıştım.

Kitapla birlikte Stream ve Moss'un yazdığı mektupları uçuş çantama koydum ve uçağıma binip güneye doğru yola çıktım. Livingston'da idam cezasına çarptırılan mahkûmların kaldığı koğuşun hemen karşısında, küçük ve kendi haline bırakılmış havaalanına indim. İki şeritli otobanı geçip hapishanenin ön kapısına doğru ilerledim. Gözetleme kulesindeki gardiyanların tüfek nişangâhlarını üzerime çevirmiş, beni gözlediklerini hissettim ama dönüp baktığımda orada hiç kimsenin olmadığını fark ettim.


İçeride ayakkabılarımı çıkardım ve metal detektöründen geçtim. Beni arayan ve ayaklarımın altına kadar bakan gardiyanların kim olduğuma dair hiçbir fikirleri yoktu. Kadın güvenlik görevlisi ehliyetimi aldı, onun yerine boynuma astığım plastik bir kimlik verdi. Kimliğin üzerinde “Ziyaretçi” yazıyordu. Elektronik bir kapıdan, sonra başka bir kapıdan, kilitli bir kapıdan, iki elektronik kapıdan daha geçtim ve artık oradaydım, mahkûmların, camın özgür dünya tarafı dedikleri yerde beklemeye başladım.


Bu, idam mahkûmlarının kaldığı koğuşa ziyaretçi olarak ilk gelişimdi. Karşı tarafta, gardiyanların birbirleriyle gevezelik yaptıklarını ve demirlerin çıkarttığı metalik sesleri duyabiliyordum. Birbiri ardına gelen matkap sesleri kulaklarımı deliyordu. Her tarafı idrar ve çamaşır suyu kokusu sarmıştı. Telefonların yapış yapış olmuş,  ağza tutulan kısımları üzerinde küf lekeleri vardı. Benim bulunduğum taraf ise, hastane bekleme odası gibiydi: soğuk, steril ve konuşmalar fısıltı halindeydi. Bayan Johnson görevde değildi. Ziyaretçileri izleyen gardiyan yeni gelenlerden biriydi.


Sargent ve ben, serbest bırakıldığımdan bu yana haberleşiyorduk. Birkaç hafta önce artık onu ziyaret etmeye hazır olduğumu söylemiştim. Bana üç kelimeden oluşan bir mektup yazmıştı.

“Harika, ne zaman?” Mektubun altına da gülen bir surat çizip imzalamıştı.


Uzaktan onu gördüğümde keyfi yerine gelmiş, kahkahalar atmaya başlamıştı. Gardiyanlar kelepçelerini çıkarabilmeleri için çömeldiğinde dudaklarını okuyabiliyordum.

“Vay canına şu işe bak,” diyordu, “Inocente, harika görünüyorsun.”

Güvenlik timindeki iki gardiyanı tanıyamamıştım ama Lila hâlâ oradaydı. Beni görünce yüzü aydınlandı ve bana içtenlikle el salladı. Sargent ayağa kalktı, bileklerini ovuşturdu, sonra öne doğru eğilip camı öptü.

“Hayatımda belki de ilk kez ne diyeceğimi bilemiyorum. Harika görünüyorsun.” dedi.

“Sen de öyle.” dedim.

“Anlat bakalım, neler yapıyorsun görmeyeli, Inocente.” dedi.

(Devam edecek)