KATEGORİLER

20 Aralık 2020 Pazar

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 11 (FİNAL)


Doğduğum evin tam karşısında iki katlı bir ev, mahallemizde ailecek küs olduğumuz, yani karşılaşsak dahi başımızı çevirdiğimiz insanların yaşadığı tek evdi. Çocukken bu insanlarla neden konuşmadığımızı bilmez, bu konuda bir soru sormak dahi geçmezdi aklımızdan! Anneannem yaşlarında oldukça kilolu bir kadın, kocası, yetişkin çocukları yaşardı bu evde. Kadının gerçek adının Hesna olduğunu yıllar sonra öğrenmiştim. Biz ona hep ailecek Sazana derdik. Sazana o kadar şişmandı ki, yürürken kalçaları sahilde fırtınaya tutulmuş bir sandalın yalpalamasını andırır, evinin çift kanatlı kapısında yan dönerek kocaman göbeğini içeri zor sokardı. Bu düşmanlığın ve nefretin nedenini hiç sorgulamadan geçti ilk çocukluğum. Kötü insanlardı onlar. Hele o Sazana; evimizin önünde oyun oynamamıza kızar, söylenir, kazayla pencerelerinin önündeki çiçek saksılarını koyduğu sahanlığa topumuz kaçsa, sallana sallana gidip mutfağından bir bıçak alır ve bize göstere göstere keserdi topumuzu. Önceden hazırlayıp plastik bir leğene doldurduğu suyu kapısının önünde oynayan çocukların üzerine aniden boşaltır, "Hadi cehennem olup gidin, başka yerde oynayın, Allah'ın cezaları." derdi. 

Kocası iyi bir adama benziyordu ama bizim ailede onun da adı iyi anılmazdı hiç bir zaman. "Eşek Adam" derdik. Kapılarının önüne bağladığı bir eşeği vardı. Muhtemelen bu yüzden bu isim verilmişti kendisine. Gerçek adı Mustafa'ydı. Her gün eşeğini alıp bir yerlere gider, akşam olunca evine geri dönerdi. Evlerinin yan tarafında ahşap eski kapının arkasında eşeğini koyduğu bir ahır vardı. 

Büyük kızları Seher bir bankacıyla evlenmişti. Gelin olarak el öpmeye annesinin evine geldiğinde çocuk merakıyla perdeyi aralayıp gizlice onları izliyorduk. Büyüklerimiz bize kızmış hemen perdeyi kapatıp camdan uzaklaşmamızı istemişlerdi. On yaşındayken, canımdan çok sevdiğim dedemin hastalığı iyice ilerlemiş, artık son günlerini yaşıyordu. Çevresindekileri tanımaz hale gelmişti. İçimde anlatılmaz bir sıkıntı vardı, ümidimi kaybetmemeye çalışıyordum. Ölümünden bir gün önce Sazana ve Eşek Adamı evimizde görünce gözlerime inanamadım. Geçmiş olsun ziyaretine gelmişlerdi. Kendinde olsaydı, onları muhtemelen bastonuyla kovacağını düşünüyordum dedemin. Onu kaybettikten sonra çok ağlamıştım. Dedemin ölümünden sonra ailelerin inanılmaz derecede samimi olması, birbirlerine gidip gelmeleri beni fazlasıyla şaşırtmış ve yaralamıştı. Benim gözümde onlar hala Sazana, Eşek Adamdı. Sevgili Dedem mi fazla gelmişti onlara...

Yıllar sonra ilk kez gerçeği eşimden duyduğumda şok olmuştum. Annem de yeni öğrenmiş, belli ki bana söylemeye cesaret edememişti. Meğer bizim Eşek Adam dediğimiz kişi, anneannemin öz be öz kardeşiymiş. Sazana'dan önce yaptığı ilk evliliğinde annem dünyaya gelmiş fakat eşi henüz lohusayken merdivenlerden düşerek hayatını kaybetmiş. Kafam iyice karışmıştı. Yani annemin gerçek babası, benim yıllarca dedem dediğim kişi değil, Eşek Adam'mış. Dedem ve anneannem, annemi evlatlık alıp nüfuslarına geçirmişler. Eşek Adam, annemin hem öz babası, hem de öz dayısıymış. Sazana, Eşek Adamla ikinci evliliğini yaptıktan sonra üç çocukları olmuştu. Seher, Hasan ve Cemal. Aslında eskiden aileler arasında su sızmazmış. Bu yüzden doğan üçüncü çocuklarına dedemin adını koymuşlar. Araları açılınca çocuğun adını Cemal olarak değiştirmişlerdi. Cemal'in nüfusunda hala dedemin adı yazılı. Bir anda üvey de olsa Seher Teyzem, Hasan ve Cemal dayılarım olmuştu. Hepsi evlendiler çoluk çocuğa karıştılar. Fakat ne de olsa eski günlerin soğukluğunu hiçbir zaman üzerimden atamamıştım. Dedem öldükten sonra Mustafa Dedem (derken hala rahatsızlık duyuyor, dedeme ihanet etmişim gibi geliyor) beni ve kardeşlerimi eşeğine bindirerek yakınlık kurmaya çalıştı. Liseye giderken bankacı olan Hasan Dayım beni evlerinde Ticaret dersi çalıştırmıştı. Bütün sevgi gösterileri bana yapmacık geliyordu. Cemal Dayım çalıştı, didindi, kendi işini kurdu. Türkiye'de marangoz makinası imalatı yapan tanınmış bir sanayiciydi. Seher Teyzem genç yaşında kocasıyla birlikte Alzheimer hastası oldular. Bu hastalık büyük oranda genlerle geçtiği için canım sıkılmıştı. Oysa yüz yaşına kadar yaşayan anneannemin ve onun bütün kardeşlerinin öldükleri güne kadar akılları yerindeydi. Seher Teyzem Muhtemelen Sazana'dan gelen genleri taşıyor olmalıydı.     

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 10


Bakkal Niyazi'nin yanındaki evi geçiyorum. Doğduğum evin tam karşısındaki o ev, bu yazı dizisinin finalini hak ediyor zira. Onun bir yanındaki evde Kalaylılar otururdu. Kalaylı ismin nereden geldiğini bilmiyorum. Oldukça kalabalık bir nüfusa sahip bu ailenin aklımda kalan en önemli kişisi Kalaylı Necla'ydı. Mahallemizin sıradan kadınlarından biriydi. Yanağında derin bir kesik izi, yüzünde eksilmeyen bezginlik vardı. Küçük İhsaniye Camisine çıkan yokuşun köşesindeki iki katlı bir evde yaşıyorlardı. Kocasının ismi çıkmış aklımdan. İkinci katın kapalı balkonunda devamlı içki içen, üzerine giydiği beyaz atletle aşağı doğru sarkıp sokaktan geçenlere laf atan serseri kılıklı biriydi. Elliye yakın yaşlarda, çalışkan bir kadın olan Kalaylı Necla'nın, evlerinin önündeki çeşmeden teneke kovalara su doldurduğu bir görüntü geçiyor şimdi gözlerimin önünden. Sokak çocuklarının birbirleriyle dalaşması sonucu başlayan komşu kavgalarına karışmasına şahit olmuştum birkaç kez. Yine de bu cefakar kadın hakkında olumsuz bir şey söyleyemem. Bir kızları ve bir sürü oğlan çocukları vardı ailenin. Oğlanların hepsi de yanlarında bıçak taşıyan belalı tiplerdi. Bu yüzden Kalaylılara bulaşmak her babayiğidin harcı değildi. En büyüklerinin adı Erdinç'ti, evlendikten sonra üst katta kendilerine bir oda verilmişti. Çok geçmeden bir çocukları oldu. Onun bir küçüğü Hüsaçi (Hüseyin) gizemli biriydi. Bir işte çalışıp çalışmadığını bilmiyordum. Onun bildiğim tek merakı teraslarında güvercin beslemekti. Değişik türde eğittiği güvercinlerin başkalarına ait güvercinleri tavlayıp kümesine getirmesiyle övünürdü. O güvercinlerin gökyüzünde süzülmelerini, takla atmalarını, türlü hünerlerini göstermelerini izlemek büyük bir zevkti onun için gerçekten. Her zaman başı hafif yana yatık gözleri havada dolaşırdı. Hüsaçi'nin bir ufağı Mehmet, nedense içlerinde en mazbutları gelirdi bana. Bir oto tamircisinde çalışıyordu. En küçükleri Rıfat benden bir yaş küçük, şımarık, haşarı bir çocuktu. Bütün oyunlarda hile yapar, mızıkçılık çıkarırdı. Çevresinin ona nefretle bakması sonucunu doğuran bu davranışlarının sebebi, muhtemelen abilerine olan güveninden kaynaklanıyordu. İlkokulu bitiremedi. Abileri onu bir elektrikçinin yanına çırak verdiler. Birkaç ay sonra bir gün, sokağımız ortalığı inleten feryat sesleriyle sarsıldı. Kalaylıların evinin önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Evden fırlayıp ne olduğunu anlamaya çalışırken Kalaylı Necla'nın kendini yerden yere attığını görmüştüm. Rıfat'ı elektrik çarpmış, kurtaramamışlardı. Benimle yaşıt olan tek kız evlatlarının adı Devlet'ti. İlkokulda aynı sınıftaydık. İlk yılda sınıfta kalmış, yollarımız ayrılmıştı. Esmer, içine kapanık sessiz bir kızdı. Uzun yıllar kendisinden haber alamamıştım. Öğrendiğime göre daha sonra evlenmiş ve kızı doktor olmuştu. Hoş bir his kaplamıştı içimi. 

Yokuşun alt tarafında diğerlerinden farklı betonarme iki katlı bir ev vardı. Orada oturanlar hakkında pek bir şey kalmamış aklımda. Ama onların alt tarafındaki Şaver Hanım'ı unutmam mümkün değil. Altmış yaşlarında çakır gözleri derin göz çukuruna gizlenmiş, sarkık yanakları horozun ibikleri gibi iki yana sarkık, dağınık saçlı, ağzında diş kalmamış, gerçekten de çirkin sıfatını sonuna kadar hak eden bir kadındı. Çocuklar onu gördüklerinde annelerinin eteklerine saklanır, ağlamaya başlardı. Bu durum karşısında o çocuklara çıkışır, "Ne kaçıyorsun, ben senin annenden daha güzelim." demekten geri durmazdı. Her gün bakkala gitmek üzere çıktığı yolda mahallenin küçük çocukları onu görür görmez evlerine kaçarlardı. Aslında zararsız, kendi halinde acınacak bir kadıncağızdı. Kırkına merdiven dayamış bekar oğluyla birlikte yaşardı. Oğlunun bir at arabası vardı. Arabaya kah meyve, sebze kasalarını yükleyip seyyar manavlık yapardı, kah sokak aralarını gezip hurda toplardı.

Gelecek bölümde son olarak bir aile dramından, karşı komşumuzdan bahsedeceğim. 

19 Aralık 2020 Cumartesi

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 9


Karşı sıramızda birbirine sırtını dayamış iki katlı evlerin hepsinin planı birbirinden oldukça farklıydı. Fatma Teyze, her akşam başından eksik etmediği beyaz başörtüsüyle kapısının önündeki merdivenlere oturup gelen geçeni seyreden, sessiz, sakin, yalnız ve yaşlı bir kadındı. Kırışık yüzündeki sıcak gülümseme kendisiyle bütünleşmişti adeta. Beş altı basamakla çıkılan giriş kapısının altında kışlık yakacağını koyduğu ahşap kanatlı küçük bir bodrumu vardı. Kapıdan içeri girildiğinde beton tabanlı bir hol arka bahçeye açılırdı. Bahçenin yarısını kaplayan iki katlı küçük daire bozuntusunu kiraya vermişti. Oradan elde ettiği gelir sayesinde ele güne muhtaç olmadan yaşamını sürdürmekteydi. Bahçeye sonradan ilave edilen bu yapının altında küçük bir mutfak, dışarıdan merdivenle çıkılan üst katta ise tek gözlü bir oda vardı. Kiracısı Niğdeli bir aileydi. Babaları İsmail Efendi, Kore gazisi, emekli polisti. Kısık sesle konuşan efendi bir adamdı. Ayşe Abla, kocasının tam aksine anlaşılmayacak derecede hızlı konuşan fakat içinde hiç kötülük barındırmayan bir kadındı. Üç kızından en büyüğü Gülşen biraz safçaydı, siyah tenli biriyle evlendi eski Mabel çikletlerinin üzerindeki Arap kızına benzeyen şirin bir kızı oldu. Serpil benden bir yaş büyük, zeki bir kızdı ancak bir süre kendi sağlık sorunlarıyla uğraştı ve bu yüzden liseye giderken bir yıl rapor almak zorunda kaldı. Daha sonra bir bankaya girip oradan emekli oldu. Eşimle ve kız kardeşimle iyi anlaşıyorlardı. Eşime talip olduğum vakit memleketten çok uzaklardaydım, bu niyetimi kendisine ulaştıran kişi olması bakımından hayatımda önemli bir yer tutar. Ancak sonradan öğrendiğime göre eşimle arkadaşlığı bozulacak diye arada kalmaktan çok korkmuş o zaman. "Ben sadece aracıyım, yanlış anlama" deyip durmuş eşime. Serpil de iyi bir evlilik yapabilirdi fakat bekar kalmayı tercih etti. Halen annesi ve kız kardeşi ile birlikte başka bir semtte yaşıyor.  Ailenin en küçük kızı Sevgi, saf, garip bir kızdı. Küçük yaşlarından beri ezberi çok iyiydi, güzel dedikodu yapardı. Her eve girer, dedikoduluk malzeme toplar ve büyük marifetmiş gibi duyduklarını yaymaktan çok hoşlanırdı. Boğazına düşkündü. Komşu evlere dalar hoşuna giden, canının çektiği ne varsa çekinmeden isterdi. Temizlik hastasıydı. Günde elli kez sabunla yıkardı ellerini. O tuhaflık halleri halen devam ediyor, bu durumda evlenemezdi, evlenmedi. 

Yan taraftaki iki katlı evin hatırası büyüktür bende. Kapıdan içeri girildiğinde beton zeminli holün karşısında mutfak olarak kullanılan yerde, taştan bir eviye ile ocak, buraya açılan kapının arkasında da sokağa cephesi olan küçük bir odası vardı bu evin. Holün karşı kapısı merdivenle üst bahçeye çıkar ve oradan bir kapıyla yukarıdaki iki odaya geçilirdi. Evin ön cephesini kaplayan iki pencereli oda misafirlerin ağırlandığı yerdi. Arka taraftaki oda ise sadece Hatice Nineye aitti. Onu geniş bir yer minderinin üzerine bağdaş kurmuş, elindeki kahve cezvesini önündeki mangalın külüne gömmüş haliyle hatırlarım. Hatice Nine, doksan yaşının üzerinde kara kuru bir kadındı. Başında siyah başörtüsü, siyah giysiler içinde kurudukça küçülmüştü sanki. Girit adasında doğmuş, mübadeleden önce ailecek Türkiye'ye göç etmişlerdi. Anneannemle anneleri ayrı, babaları birdi. Birinci sigarası içerdi. Hiç unutmam, henüz ilkokula başlamamıştım. Elime beş lira verip beni Orhan Bakkal'a sigara alamaya göndermişti. Bakkalın önüne geldiğimde sımsıkı tuttuğum avucumu açtığımda paranın yerinde yeller estiğini görmüştüm. O zamanlar beş lira büyük paraydı tabii. Çok fazla sorun olmadı herhalde ki ondan sonra neler yaşandı hatırlamıyorum. Hatice Nine, doğum yaptıktan kısa bir süre sonra kızını kaybetmişti. Damat da sırra kadem basınca torunu Fatma'yı büyütmek yaşlı Hatice Nine'ye düşmüştü. Bildiğim kadarıyla hiçbir gelirleri yoktu, muhtemelen dedemler destek olurdu onlara. Hatice Nine öldükten sonra Fatma, anneannemin üzerine titrediği bir çocuk olarak büyüdü. Adeta annemin küçük kız kardeşi, bizim hakiki ablamızdı. Benden on yaş büyüktü, on yedisinde Ahmet adında Diyarbakırlı bir komiserle evlendi, eşi emekli olana kadar görevleri gereği yurdun değişik yerlerini dolaştılar. Üç çocukları oldu. Ayşegül, Belgin ve Cengiz. Anneannemin bütün çocukların doğumlarında Fatma Ablamın yanına koştuğunu hatırlıyorum. Fatma Ablamız böbrek yetmezliğinden genç yaşta aramızdan ayrıldı. 

18 Aralık 2020 Cuma

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 8


Zeynepaçi'nin evinin bulunduğu çıkmaz sokağa nedense Dere Sokağı denirdi. Oysa oradaki yosun kaplı kayaların çatlaklarından sızıp yaklaşık otuz metre sonra sokağımızın mazgalında kaybolan cılız sular dere tanımını asla hak etmiyordu. Bu suları sebil kabul edip üzerine üşüşen mahallenin bütün arıları, eşek arıları bizim korkulu rüyamızdı. Dere sokağındaki evlerden birinde mahallemizin tek Çingene ailesi otururdu. Örme taştan evlerinin yanına atlarını koymak için derme çatma bir ahır ilave etmişlerdi. Gebe olup olmadığını hiçbir zaman ayırt edemediğim kocaman göbekli bir kadındı olan evin hanımı hemen her yıl bir çocuk doğururdu. Boy boy çocuk arasından aklımda kalan Ali'ydi sadece. Onu her zaman dört tekerlekli arabalarına atını koşarken görürdük. Daha sonra babasıyla birlikte işe giderlerdi. 

Dere sokağının diğer köşesinde iki katlı evin üstünde Bakkal Teyze'ler otururdu. Alt katlarında işlettikleri küçük bakkal dükkanlarını hayal meyal hatırlıyorum. Kocası ölünce dükkanı kapattılar fakat gerçek adını hiçbir zaman bilmediğim Bakkal Teyze'nin adında bir değişiklik olmadı. Bakkal dükkanını boşaltıp kiraya verdiler. Oraya dedemlerin bir ahbabının karısı Kübra Teyze geldi. En az elli yıl elli beş yıl evli kaldıktan sonra şiddetli geçimsizlik nedeniyle eşi Hüseyin Amca'dan boşanmıştı! Yeni yaşam yeri tek göz bir odaydı ama kafası dinçti artık. Ömrünün son günlerinde Hüseyin Amca'nın dırdırından kurtulduğu için gayet mutlu görünüyordu. Eski tip gaz ocağında pişirirdi yemeklerini. Odada eşya olarak ne dolap ne karyola vardı. Sadece bir yatak, bir yorgan ve birkaç parça kap kacak, hepsi o. Komşular arasında yemek alışverişi bir tür gelenek ve bağlılık göstergesiydi. Pişen yemekten bir tabak da sevilen komşulara gönderilirdi. Bir gün Kübra Teyze pişirdiği zeytinyağlı bamya yemeğini bir melamin tabağa koyup eve götürmemi istemişti. Her biri yedi sekiz santim uzunluğundaki bamya boğazıma takılmış, boğulmaktan zor kurtulmuştum. O gün bugündür bamya yemeğini ağzıma sürmedim. Bir yıl falan sonra Hüseyin Amca ağırlaşıp hastaneye kaldırıldı. Öldüğü güne kadar yaklaşık kırk gün boyunca boşandığı eşi Kübra Teyze, yanında ona refakat etmişti.

Bakkal Teyze'lerin bitişinde hala görüştüğüm eski çocukluk arkadaşım Mustafa'lar otururdu. Babası Niyazi Abi'nin alt katta işlettiği küçük bakkal dükkanında çok vakit geçirmiştim. Annesi Hüsniye Hanım Teyze dedikodusu olmayan, kendi halinde, temiz ve çalışkan bir kadındı. Dükkanın yanındaki giriş holünde, tuvaletin yanında, her zaman dört beş keçi beslerlerdi. Bazen keçiler yavrular, oğlaklar sütü emmesin diye memelerine kumaş torba geçirirlerdi. Gündüzleri hayvanları kapının önündeki dut ağacına bağlarlardı. Üst katta bir kuş odası, bir oturma odası ve oradan camekanlı bir bölmeyle ayrılan bir de odası vardı. Bu bir buçuk odada karı koca altı çocuğu nasıl büyütülür, aklım almaz hala. En büyükleri Hüseyin Abi, terziydi. Evlendikten sonra bakkal dükkanının deposunu düzenleyerek ona terzi dükkanı yapmışlardı. Kömür ateşiyle çalışan dökümden ağır ütüler kullanırdı. Ne zaman halini hatırını sorsalar, bezgin bir ifadeyle "İğneyle kuyu kazıyoruz." olurdu cevabı. Büyük kızları Elful, daha önceden bir boyacıyla evlenmişti. Mehmet, sanayide tamirciydi. Hasan, kısa boyuna rağmen diğer kardeşlerine göre içlerinde en güçlü kuvvetli olandı. Belediyeye girdi ve oradan emekli oldu. Küçük kızları Nigar, doğru dürüst işi olmayan bir adamla evlendi, bir sürü çocuk yaptıktan sonra boşanıp baba evine geri döndü. En küçükleri Mustafa benden bir yaş küçüktü. Liseyi bitirene kadar hemen hemen her günümüzü birlikte geçirirdik. Küçükken her akşam rulmanlı arabayla sokak sokak gezip keçilerine karpuz kabuğu toplardık. Bakkal dükkanında, babasının olmadığı zamanlarda, bir yandan sohbet eder, bir yandan gelen müşterilerle ilgilenirdik. Lise çağına geldiğimizde taraçalarında arkadaşlarla toplanıp sazlı sözlü eğlenceler tertip ederdik. Mustafa, Atatürk Lisesini bitirdikten sonra üniversite sınavını kazanamadı, muhtelif sektörlerde çalıştıktan sonra şimdi bir market işletiyor.  

17 Aralık 2020 Perşembe

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 7


Hayat asla adil değil. Tatar Necla, hayatın bu adaletsizliğinden fazlasıyla nasibini almış bir komşumuzdu. Annem yaşlarındaydı ama ona nedense hep "Necla Abla" derdik. Daha önce bahsettiğim Saime Teyzenin büyük kızı,  bahçelerinde bizleri sazıyla eğlendiren Sedat abinin ablasıydı. Akraba evliliği yapmıştı Ali Amca'yla. Mahallemizin en zengin ailesi olduğunu düşünürdüm eskiden, fakat altlarında bir arabaları bile yoktu. Sahiden ya, şimdi hafızamı iyice zorluyorum, evet, çocukluğumun sokağında araba sahibi hiçbir komşumuz yoktu. Üç çocukları vardı. En büyükleri Gülnur Abla, sonradan genetik olduğu anlaşılan epilepsi türü bir hastalıktan mustaripti, çocukken kendini belli etmeyen, yaş ilerledikçe elden ayaktan düşüren ve yirmili yaşlarda ölümle sonuçlanan kötü bir hastalık... Arada bir tedavi için Almanya'ya giderlerdi. İkinci çocukları Tatar Mustafa ile aynı yaştaydık. Çevik, cin gibi bir çocuktu. Birlikte çok haşarılık yapardık. Bir keresinde, sanırım henüz ilkokula başlamamıştık, oyun olsun diye alt caddede yoldan geçen arabalara küçük taşlar fırlatıyorduk. Bunu fark eden arabalar yavaşlıyor, bizi görünce çocukluğumuza verip yollarına devam ediyorlardı. Bu durum bizi daha çok neşelendiriyor, cesaretimizi arttırıyordu. Bir süre sonra arabalardan biri durdu, geri manevra yaparak ara sokağa girip park etti. İçinden hırsla çıkan sürücüyü görünce ödümüz kopmuş, tabana kuvvet kaçmaya başlamıştık. Mustafa çoktan gözden kaybolmuştu ama ben iyice gerilerde kalmıştım. Korkudan altıma yaptığımı net olarak hatırlıyorum. Adam kısa sürede beni yakalamış ve koltuk altlarımdan tutup yolun kenarına bıraktıktan sonra Mustafa'nın peşinden koşmaya devam etmişti. Neyse ki ona yetişmeyi başaramamış, arkadaşımın annesini pek de nazik olmayan bir üslupla çocuğuna terbiye vermesi hususunda ikaz etmekle yetinmişti. 

Gülnur, yirmili yaşların başında vefat etmiş, Mustafa'da hastalığın belirtileri başlamıştı. Sokakta oyun oynarken aniden yere yığılır, gözleri kayar ve titreyerek kasılırdı. Durumu gören mahalleli etrafında toplanır, başından aşağıya soğuk su dökerler ayılmasını beklerlerdi. Annesi, gözlerinin önünde ablası gibi günden güne eriyen evladının bu haline çok üzülürdü. Akıbeti bir süreliğine geciktirmek için tedavi amaçlı Almanya ziyaretlerinin yanı sıra çocuklarının kullanmak zorunda oldukları pahalı ilaçlar aileye ciddi bir maddi külfet oluşturuyordu. Ortaokula giderken mahallemizde ilk siyah beyaz televizyon onların evine alınmıştı. Mustafa'yla olan samimiyetim sayesinde diğer çocuklar pencerenin önünde, birbirlerinin üzerine yığılarak ucundan kenarından televizyon ekranını görmeye çalışırken ben her akşam Mustafa'yla birlikte o zaman bizler için muhteşem bir yenilik olan beyaz camı büyük bir keyifle izlerdik. Sonraki yıllarda Mustafa'nın durumu da aynı ablası gibi günden güne kötüleşti. Otuzlu yaşların başında ömrünü tamamladığında kullandığı ilaçlar onun acılı yaşamını ancak on yıl uzatabilmişti. Ailenin küçük kızları Saime sarışın, mavi gözlü bir çocuktu. Hiç olmazsa ona bir şey olmasın diye üzerine titriyorlardı. Neyse ki Saime'de hastalık kendini göstermemiş, bu durum zavallı ailenin en büyük tesellisi olmuştu.

Tatar Mustafa'ların evinin yan tarafı çıkmaz sokağa açılıyordu. Sokağın sonunda etrafı kocaman kayalarla çevrili geniş bir meydan vardı ve taştan bir merdiven vasıtasıyla üst sokağa çıkılırdı. Buradaki evlere ev demek için epey bir şahit isterdi. Çoğu tek göz oda ile küçük bir tuvaletten ibaret sığınaklar işte. Girit göçmeni ihtiyar dul kadınların ömürlerinin son günlerini geçirdikleri yerlerdi buraları. Onlardan birini hiç unutamam. "Zeynepaçi" derlerdi. Akşamları mahalleli çiğdem çitlemek için kapı önlerine döküldüğünde Zeynepaçi elinde bastonu, sokak boyunca bütün komşuları ayak üstü ziyaret eder, her gün bir başka yerde kendisi için çıkarılan sandalyeye oturur, sohbete ortak olurdu. Kısacık boyu, tıknaz vücudu ile adeta bir topu andıran Zeynepaçi, çok az Türkçe bilir, mecbur kalmadıkça Giritçe konuşurdu. "İde kanis, kala?"* ile başlayan sohbetler akşam ezanına değin sürerdi. Anne dedem Giresunlu olduğu için Giritliler arasında yaşamasında rağmen dillerinden pek anlamazdı. Zeynapaçi, yine kapımıza konuk olduğu bir akşam vakti, bilinen kırık Türkçesiyle dedeme derdini anlatmaya koyulmuştu. "Ah, Osman Efendi, karnımın alt tarafı bir fena ağrıyor ki, sorma" Annemin neden güldüğünü anlamamıştım önce. Sonra sordum kendisine, neden güldün diye. "Kadın karnımın altı dedi, dedene. Çok komik, orası neresi oluyor bir düşün." O zaman kahkahayı patlattığımı hatırlıyorum.       

 *İde kanis, kala? : Giritçe, Nasılsınız, iyi misiniz?

16 Aralık 2020 Çarşamba

KELİME OYUNU # 3

Kelime Oyunu etkinliğimizin bu haftaki kelimelerini sevgili Kendi Dünyasında belirledi. Haftanın kelimeleri ZAMBAK, HAYAL, DİYAR, ÖZGÜRLÜK ve DİLEK 

HAYALLER ve GERÇEKLER

İngilizce öğretmeni olduktan sonra doğduğu topraklardan kopup uzak DİYARLARA sürüklenmişti. Bahçeli bir ev tutmuş, yeni bir düzen kurmuştu kendine. Günün birinde, çalıştığı lisede ders verdiği sırada yere yuvarlandı, güçlükle nefes alıyordu. Önceleri fazla önemsemedi ama sonraki günlerde gittikçe güçsüzleştiğini, okulun merdivenlerini çıkarken nefes nefese kaldığını fark etti. Önemli bir rahatsızlığı olmalıydı. Bulunduğu şehrin devlet hastanesine gitti ve korkunç gerçekle yüzleşti. Kalbi delikti ve kendisine akciğer tansiyonunun yükselmesine bağlı kan dolaşımının tersine döndüğü Einsenmenger sendromu teşhisi konulmuştu. Milyonda bir görülen bu hastalık onca insan arasından gelip onu bulmuş, ÖZGÜRLÜĞÜNÜ kısıtlamıştı. Artık istediği gibi yürüyemeyecek, koşamayacak, hatta evlenip bir yuva bile kuramayacaktı. Gelecekle ilgili bütün HAYALLERİ yıkılmıştı. 

Kesin kararını verdi, hastalığından kimseye bahsetmeyecekti. Ne uzaktaki ailesine, ne arkadaşlarına, ne de öğrencilerine. Kimsenin ona acıyan gözlerle bakmasını istemiyordu. On yıl ömür biçmişlerdi doktorlar, o da ilaçlarını düzenli kullanırsa. Doktorun verdiği ilaçlara başladı, aylık kontrollerini aksatmadı. Artık kendini daha iyi hissediyordu. Kalan sayılı günlerinin tadını çıkarmaktı tek arzusu. Bahçesinde yetiştirdiği mis kokulu ZAMBAKLAR, güller, yaseminlerle avutuyordu kendini. Ta ki Şebnem'le karşılaşıncaya kadar. 

Güzel, sevecen bir kızdı Şebnem. Alışveriş için uğradığı marketin camındaki ilan dikkatini çekmişti. "İngilizce Ders Verilir." Telefonuna numarayı kaydetti. Eve gider gitmez ilan sahibini aradı.

- İyi günler, adım Şebnem. İlanda ders verdiğinizi gördüm. Yabancı Dil Seviye Tespit Sınavına hazırlanıyorum, bana yardımcı olabileceğinizi düşündüm. 

- Merhaba Şebnem Hanım, adım Metin, elbette size yardımcı olmak isterim.

- Saatlik ücretiniz ne kadar? 

- Herhangi bir ücret almıyorum, eğer size bir faydam olursa bu bana yeterli.

"Tuhaf," dedi kendi kendine genç kız. Kimsenin karşılıksız günahını bile vermediği günümüz toplumunda bedava ders veren bir öğretmen!

Tam saatinde kapısını çaldı. Sade döşenmiş, temiz bir bekar eviydi. Şebnem kendinden bahsetti önce. Tıp fakültesini yeni bitirmiş TUS sınavlarına hazırlanıyordu. Metin de ona çalıştığı liseyi, öğrencilerini, arkadaşlarını, bahçesinde yetiştirdiği çiçekleri anlattı. Sohbet esnasında, yakın arkadaşı tarih öğretmeni Hazım'ın, Şebnem'in ağabeyi olduğu çıktı ortaya. Ziyaretler sıklaştı, ders saatlerinden sonra birbirleriyle daha fazla ilgilenmeye başladılar. Şebnem evin dekorasyonuyla ilgili önerilerde bulunurken, Metin onun geleceği günlerde çayın yanında ikram etmek için özenle pasta, kurabiye gibi atıştırmalıklar hazırlıyordu. Üç ay kadar sürdü bu dostluk, her geçen gün biraz daha yakınlaşarak.

Dil sınavını yüksek puan alarak geçmişti Şebnem. Bir şişe şampanya alıp yanına gitti genç adamın. Kafası karışıktı. Bir kutlama mı, yoksa bir veda mı olacaktı bu ziyaret? Doğrusu, ondan hiç ayrılmak istemiyor, onun yanında huzur buluyordu. Metin de sevmişti ama verdiği karardan dönmeye, kalbinin sesini dinleyip büyük sırrını paylaşmaya yanaşmıyordu. Sevdiği insanı üzmeye, onun hayatını mahvetmeye hakkı olmadığını düşünüyordu. İçi alev alev yansa da kendi hayallerinin yıkıldığı gibi sevdiği insanın hayallerini de yıkmayı göze alıp ona ümit vermekten uzak tutuyordu kendini. 

İkinci kadehten sonra hiç beklemedikleri bir anda elleri buluştu, uzun süre bir şey söylemeden öylesine bakıştılar. Sanki gözleriyle birbirlerini anlamaya çalışıyorlardı. Metin daha fazla dayanamadı, elini çekip çevirdi başını. Sonunda tutamadı kendini, Şebnem.

"Neden benden kaçıyorsun Metin? Hoşlandığını biliyorum ama benden gizlediğin bir şey var sanki."

Metin kızararak gülümsedi,

"Biliyorsun Şebnem, eğer biriyle hayatımı birleştirmeyi düşünsem, bu senden başkası olamaz."

"Öyleyse neden? ... Neden korkuyorsun?"

"Sen çok iyisin Şebnem. Mutsuz olmanı, üzülmeni istemem. Evlilik yapıma uygun değil, evlenmem mümkün değil benim." 

"Nasıl yani? Yoksa ...?"

"Tek DİLEĞİM kendine uygun birini bulup mutlu olman. Bir sürü çocukların olsun ama yalvarırım bunu benden isteme."

"Anlıyorum..." 

Yıkılmıştı Şebnem. Büyük bir hayal kırıklığı içinde sessizce kapıyı çekip çıktı dışarı. Yağan yağmura aldırmadan saatlerce yürüdü, Metin'in söylediklerini düşündü. "Evlilik yapıma uygun değil." Ne demek oluyordu bu şimdi? Demek kalbini çalan bu insan, kadınlardan hoşlanmıyordu! Etrafında kendisinden başka karşı cinsten birini görmemesi bu durumu açıklıyordu. Aslında çok şey borçluydu ona. Hayatında ilk kez bir erkeği sevmişti, o da...  

Başka bir şehrin üniversite hastanesinde asistanlığa başladı. Her şeye rağmen Metin'den ayrı geçen üç yıl bir ömür kadar uzun gelmişti. Uzman olmuş, bu arada kısa süren mutsuz bir evlilik geçirmişti fakat bir an olsun Metin'i aklından çıkaramıyordu. Uzun bir aradan sonra bayram nedeniyle baba evine dönmüştü. Ağabeyi Hazım, Metin'in hasta olduğunu ve kendisini ziyarete gideceğini söyledi. Şebnem, "Beraber gidelim." dedi.

Açık kapıyı itip içeri girdiler. Ev dağınıktı. Şebnem, dekore ettiği evin aynen bıraktığı şekliyle korunduğunu görünce sevindi. Genç adam kanepede bitkin şekilde yatıyordu. Onun sakallı halini hiç görmemişti. Yüzü bembeyazdı. Hafiften gözlerini araladı, karşısında Şebnem'i görünce belli belirsiz gülümsedi. Bir şeyler söylemek istedi ama kuruyan dudaklarını kıpırdatacak takati bulamadı kendinde. 

"Su," dedi Hazım. "Hemen su getir, içirelim biraz."

Şebnem panikle fırladı mutfağa. Bir bardak bulurum umuduyla seri hareketlerle karşısındaki dolabın kapağını açtı. Dolap ilaç doluydu. İlaç kutularını aldı, heyecan içinde incelemeye koyuldu. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Elinde su dolu bardakla, kendinden geçmiş bir halde girdi salona.

Metin'in gözleri kapandı, bir daha açılmamacasına. Şebnem'in gözünden akan yaşlar sel olmuştu. 

"Nasıl da anlamadım, neden, neden söylemedin bana?" diyerek dövünürken Hazım, kardeşinin neden kendini böylesine paraladığını anlamaya çalışıyordu.  



15 Aralık 2020 Salı

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 6


Bir üstteki komşumuz Nedime Hanım'lardı. Sokağımızın düzgün ailelerinden birinin hanımı. Misafirlik ziyaretlerinden önce kapısını çalıp "Eğer bir maniniz yoksa, öğleden sonra annemler gelmek istiyor." dediklerimizden. Altın günleri falan yoktu bizim zamanımızda. Öyle hanımların hünerlerini göstermek için birbirleriyle yarışırcasına enem konam hazırladıkları pastalar, kurabiyeler falan da yoktu. Çoğu zaman aldığımız karşılık "Buyursunlar, gelsinler." olurdu. Çünkü fazla hazırlığa hiç gerek yoktu. Konuklara ilk önce limon kolonyası tutulur, cam şekerlik içinde birer ucuz şeker uzatılırdı. Çayın yanında ikram edilen ikişer pötibör bisküvi fazlasıyla yeterliydi. Nedime Hanımın kocası Haydar Bey bir devlet dairesinden emekliydi. Misafir geldiğinde evden çıkar bir yerlerde vakit geçirir, akşam saatlerinde evine geri dönerdi. İki oğullarından büyüğü Fehmi, yaşça benden epey büyüktü. Geçten sonra bir evlilik yapıp aileden ayrılmıştı. Fehmi'nin küçüğü Erdal, benden üç dört yaş büyük, içten pazarlıklı bir tipti. Liseyi çift dikişlerle bitirdikten sonra o da ailesine bir bisiklet aldırdı. Muhtemelen komşuları Bekir'e alınan Bisan bisikleti kıskanmıştı. Zaten Bekir'le birbirlerini hep kıskanırlardı. Erdal, Bekir'in aksine koca popolu cüsseli bir çocuktu. Bisikleti daha ufak ve spordu, üzerine binince bisikletine acırdım. Mahallede herkes ona kızınca "lapass" derdi. Öyle demezlerdi de, ben biraz daha kibarını yazmak zorunda kaldım diyelim. Bekir gibi o da bisikletini bizim gibi bisikleti olmayan çocuklara kiralamaya başlamıştı. Bekir'le rekabete giriştiler. Aynı fiyata eskiden bir tur atarken iki tur atıyorduk. Bu rekabet bizim işimize yaramıştı. Liseden sonra o da belediyede bir iş buldu. Hiç evlenmedi. Son zamanlarında emekli olmuş, kapısının önünde bütün zamanını kedilerle geçiriyormuş. Geçen yıl annem sormuştu bana, "Erdal'ı hatırlıyor musun?" diye. Cevabımı beklemeden vermişti haberi, "Öldü." İşte hayat!

Biraz ileride sola açılan bir sokağı hatırlıyorum. O sokakla ilgili iki şey kalmış hafızamda. Biri Orhan Bakkal. Caddenin köşesinde ufak bir bakkal dükkanı. O zaman benim gözümde koca market! Her şeyi bulabilirdik orada, ya da bana öyle gelirdi. Bazen evimizin karşısındaki daha sonra bahsedeceğim bakkal Niyazi amcayı gücendirmek pahasına gider ondan alışveriş etmek zorunda kalırdım. Çünkü en iyi pirinç ondaydı. Bir de orta yaşlı kalfası vardı. Hay Allah, adını unuttum. Oysa onun adı vardı aklımda Orhan Amca'dan önce. Dilimin ucunda ama çıkmıyor, her neyse. İkincisi çok acılı bir hikaye. Aslında kısacık bir an. Küçük bir evde yaşayan henüz yirmi yaşına varmamış esmer, öksüz ve yetim bir kız. Adını net hatırlamıyorum ama "Acule" gibi bir şeydi. Sık sık görürdüm kapısının önünde, yüzünde hep bir yılgınlık, hüzün. Elinde süpürgesi, yerleri yıkar süpürürdü. Tek varlığı anne baba bildiği yaşlı ninesi ve büyükbabasıydı. Sonra bir gün babasını kaybetti, kara kazan kuruldu, çığlıkları yeri göğü inletti. Aradan bir ay geçmeden annesini kaybetti, kara kazan kuruldu, çığlıkları yüreğimi dağladı. Sonra ne oldu, nereye gitti, hangi yolu çizdi kendine, bilmiyorum. O çığlıkları bıraktı bende, onca yıldır aklımdan çıkmayan. 

Peki, karşı sıraya geçelim. Köşede küçük bir taş ev. İçinde yaşlı bir nine. Zülfiyanım Teyze. Yine yıllar önce kocasını göndermiş sonu bilinmez bir yolculuğa. Kendi halinde, güleç yüzlü, gözlüklü. Çıkamazdı evinden, hep biz giderdik ziyaretine. Hemen yanında, iki katlı yeni bir bina. Memnune Hanım Teyzelerin oturduğu ev. İki kızları vardı bizim yaşlarda, belki biraz daha küçüklerdi. Birinin adı Özgül, diğerinin adı hafızamın karanlığına gömülmüş. Sessiz, sakin komşularımızdan biriydi. Annemizin misafir olarak gidip geldiği, görüştüğü insanlardan. Kocası hakkında hiçbir fikrim yok. Zaten bir süre sonra taşınıp ayrılmışlardı sokağımızdan.