KATEGORİLER

30 Ocak 2016 Cumartesi

30/01/2016 Cumartesi, Tire

Yaylada çalışmalar devam ediyor. İşçiler elektrik kablo kanalını kazmak için yevmiye usulü çalışmak istiyorlar ama ben bunu kendi açımdan doğru olduğunu düşünmüyorum. Devamlı başında durup, çalışın, çalışın diyemem ki! Yine en iyisi metre başına fiyat vermek. Bu durumda da, ya taş çıkarsa, ya kök çıkarsa zamları giriyor devreye. Neyse, biraz daha araştıralım bakalım ne olacak. Belki de başlarına Yakup Ustayı koyup yevmiye usulü çalıştırmak en iyisi.

Yayla dönüşünde kapının önünde kızımın arabasını görünce sevindim. Akşam üzeri Kaplan Çam Restorana gittik. Ani karar verdiğimizden dolayı rezervasyon yaptırmamıştık. Bayağı kalabalık olmasına rağmen Fatih bey sağ olsun, bize güzel bir yer ayarladı. Mezeler her zamanki gibi güzeldi. Ölçüyü kaçırmamak için kendimle iyi mücadele ettim. Geldikten bir süre sonra tanıdık çok kişi geldi arkamızda. Gelen pastalardan anladığımız kadarıyla bazılarının doğum günü kutlanıyor. Erken kalktık evde film seyrederiz diye. Hala izleyeceğiz... Hanım uyudu bile.




  

ÖLÜM MELEKLERİ



29 Ocak 2016 Cuma

29/01/2016 Cuma, Tire

Nihayet havalar düzeldi. Bugün güzel bir bahar havası var. Yaylada çalışmalar başladı. Ana giriş kapısı dolguları için iki traktör malzeme getirmişler, ama hiç de iyi değil. Biraz çakılla karıştırmak gerekecek. Ustalar avlunun en uzak köşesinden itibaren taş duvar işine başlamışlar. Çukurköy'den yine taş getirmesi için Gani'yi aradım. Bundan sonra daha uygun fiyat istediğinden inşaat malzemelerini de ona taşıttıracağım. Yani hem taş hem de kum ve çimento gelecek yarın öğlene kadar.

Yaylaya çıkmadan önce Ziraat Odası'na belgeleri verdim. Yarın saat 14.30'da onlardan dosyayı alıp Tarım İlçe Müdürlüğü'ne götürecekmişim. İyi o zaman, resmen çiftçi oluyorum galiba. Çok heyecanlıyım. Daha önce hiç olmadığım bir şey bu.

Ziraat Odası'ndan çıkıp, Vergi Dairesi'ne gittim şu bizim radar cezasını ödemek için. Unutup gitmeyim diye. Ziraat Odası'ndan sonra burada çalışan memurlar işin tuzu biberi oldu. Kendileri mi ağır yoksa önlerindeki bilgisayar mı bilinmez, her iki tarafta fazla kalabalık olmadığı halde bir buçuk saate yakın sıra bekledim. Kaybettiğim onca zaman üstüne, bir de "Bugün çok yoğun" deyip, ah oh çekmeleri yok mu? Beni benden aldılar.

Artık sınıf atladık, kaya tuzu kullanıyoruz. Canan Hoca'nın hakkı ödenmez bana göre. Daha önce aldığım tuzu "rafine edilmiş bu" deyip beğenmeyen eşim, son aldığım yerin tuzunu uygun gördüğü için iki paket daha aldım. Var mı benim gibisi  bilemem ama, tuza karşı hissiz biriyim. Belki çok aşırı tuzdan rahatsız olurum ama yemekte ya da salatada hiç tuz olmasa bile rahatsızlık duymam. Belki bundan sonra kaya tuzunu severim, kim bilir?

Hafta sonu kızımla birlikteyiz. Bu sefer o geliyor yanımıza. Eşimde de Amasra Salatası aşkı başladı. Balığın yanında yapacağı salata malzemelerinden sadece dere otu ve roka eksiğimiz vardı ki, onlar yoksa zaten salataya salata denmez. Küçük Tire Pazarından (Cuma Pazarı) temin ettim hemen.

Kaplan Yolundan Tire Manzarası
Günler yavaş yavaş uzamaya başladı artık. Saat beşe yaklaşmış olduğu halde güneşin batmaya hiç niyeti yok gibi. Bahçeye yaklaşırken taş evi arıyordu gözlerim. Sisli havalarda, pustan dolayı görünmez oluyor bazen. Bu sefer, akşam güneşi o kadar ters ki, gözlerimi alıyor, ileriyi göremiyorum. Güneşi arkama alıp bütün ihtişamıyla Tire manzarasını kucaklıyor ve resmini çekiyorum.

Ustalardan ayrıldıktan sonra dönüş yolunda bu havalarda her zaman olduğu gibi bir canlanmadır gidiyor. İzmir'den gelenler Kaplan restoranlarına doğru rotalarını çizerken,, Tire'nin yerlileri arabalarını yol kenarlarına park edip, her cins alkollü içki eşliğinde manzaranın keyfini çıkarıyorlar. Çoğunlukla evli veya bekar erkek arkadaş gruplarından oluşan halkın arasında nadir de olsa ailesini ya da sevgilisiyle birlikte gelenler yok değil.  İşin iyi tarafı kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Kötü tarafı ise yedip içtiklerini konakladıkları yerde bırakıp gitmeleri. Bölge itibariyle çok fazla güneş alan bir yer olmasına rağmen, çingene teneke sesinde oynamaya nasıl başlarsa, bu muhitin insanları da güneşi görünce, Kaplan Köyü istikametinde manzarası güzel yol kenarlarına akın ediyorlar.

Atilla Bey'e telefon ettim. Nasıl olsa havalar düzeldi artık, "Şu elektrik kablo kanalına başlayabiliriz" demek için. Ne var ki, işçilere ulaşamamış. Yarın da başlanılmayacak bu işe. Bir yandan iş gecikiyor diye üzülürken, diğer yandan kızım geldiğinde onunla daha fazla vakit geçireceğim için sevindim.

Bi kitap da benden

kurall dergi: Bi kitap da benden

İşi ilerlettim, kitap çekilişlerine katılıyorum artık:)

TABULA RASA


TABULA RASA, İngiliz filozof John Locke (1632-1704) tarafından ortaya atılan bir görüştür. Locke, düşünce özgürlüğünü ve insan eylemlerini akla göre düzenlemek anlayışını geniş ölçüde yayan, 17. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilir. Ancak son yıllarda, onun düşünceleri ile ortaya koyduğu görüşlerin, kendilerine aşırı sorumluluk yüklediği gerçeğini gören dini çevreler, bilim adamları ve yöneticiler tarafından  kıyasıya eleştirilmiştir. Tabula Rasa fikrine en çok karşı çıkanlar arasında, çağımız bilim adamlarından Kanadalı Steven Arthur Pinker gösterilebilir.

TABULA RASA tanımını ilk kez üniversitede aldığım Psikoloji dersinde duyduğumu hatırlıyorum. Bu görüş benim de mantığıma uygun gelmiş olmalı ki, karşı görüşlere kulağımı tıkayıp o zamandan beri hep kafamın bir yerine takılı kaldı.

Şimdi "Tabula Rasa" üzerinde biraz duralım, bakalım yolumuz nereye varacak? Bize "Yoğrulmamış Hamur" diye öğretmişti hocamız, yaklaşık kırk yıl önce. O zamanın iletişim imkanlarını bir düşünün, ne internet, ne çok kanallı TV, ne de akıllı telefonlar var. Belki de o devirde buna kimse Türkçe karşılık türetmemişti. O zamanlar, henüz bilgisayarın bile Türkçe karşılığının olmadığını, bilgisayar yerine "komputı" kelimesinin kullanıldığını düşünürseniz konu daha iyi anlaşılacaktır. Muhtemel odur ki, hocamız kelimelerin bire bir tercümelerini kullanarak çevirmek yerine en uygun Türkçe eşanlamını bulmuş. Bence doğrusunu yapmış. Fakat sonraları, bu Latince terimin Türkçe karşılığı olarak bire bir kelime anlamına denk geldiği düşünülen "Boş Levha" tabiri kullanılmış.

NEDİR BU TABULA RASA?
Bu görüşe göre, insanoğlu yoğrulmamış bir hamur parçası olarak dünyaya geliyor.. Doğduğu andan itibaren, içinde bulunduğu sosyo-ekonomik ve doğal çevre şartlarında yoğruluyor, şekil veriliyor ve karakterinin oluşması sağlanıyor. Bu görüş, uzun süren deneyler yardımıyla kanıtlanmaya çalışılmış ve büyük ölçüde başarıya da ulaşmıştır. Suç işlemeye müsait ortamlarda yetişen bireylerin tamamına yakını, erişkin dönemlerinde suç işlerken, iyi sosyal çevreye sahip çocuklar, ileriki yaşantılarında genel olarak suçtan uzak durmuşlardır. Diğer taraftan ekonomik seviye ile suç arasında benzer ilişkiler kurulmuş ve benzer sonuçlar elde edilmiştir.

Tabiatıyla bu tezin getirdiği sonuçlar, kaymak tabakayı ziyadesiyle rahatsız etmeye yetmiştir. Çünkü, bu durumda insan yetiştirmenin en büyük vebali topluma yüklenmiştir. Katil, mahkeme salonunda "Benim bu durumuma bütün toplum sebep olmuştur." dediğinde, bir bakıma bilimsel bir gerçeğin altını çizmiş olacaktır. Bu sorumluluğu taşıyan toplum, adil bir yönetim, gelirde adalet ve eğitim gibi konularda çok daha duyarlı hale gelecek, yönetim erginden bunları sağlamasını talep edecekti.

KARŞI TEZ
Tabula Rasa fikrinin aksini savunanlar, insanın dünyaya bir takım bilgilerle geldiğini, çevre koşullarının etkisi olsa da sonuçta belirleyici olmadığını söylerler. Bu sayede, toplumun ve yönetimin rahat bir nefes aldığını söylemek mümkün. Bu durumda katil, "Beni siz bu hale getirdiniz" diyemez. Katillik senin damarında var, deyip sorumluluğun önemli kısmı genlerin üstüne yıkılır. Bu durumda ne suçlu ne sorumlu kalır geride.

Ben şimdi genler üzerinden taşınan bilgileri reddedecek değilim. Diğer taraftan bu bilgilerin ne olduğu konusunu bilim dünyası da tam olarak çözememiş. Birtakım fiziksel özelliklerin kalıtım yoluyla aktarıldığını rahatlıkla kabul ediyor olsam da, bireyin gen haritasında onun katil mi, yoksa soyguncu mu olacağı bilgisinin bulunduğuna inanmıyorum. Zaten düşüncenin sahibi olan Locke da nesiller arasındaki fiziksel uyumun etkisine karşı çıkmıyor.

Bana kalırsa, filozofun otoriteye karşı yönetim sistemi anlayışını bilimsel temele oturtmak için ortaya attığı bir tezdir bu. İlk olarak en iyi yönetimin nasıl olması gerektiğine dair epeyce kafa yormuştur. Elde ettiği sonuçların kalıcı olması için sadece bir destekleyici unsur olmuştur Tabula Rasa. Paranın iktidarı sürdüğü müddetçe aristokrat tabaka ve yine aynı tabakanın bilim insanları, insanlığı geriletmek pahasına bu tür düşüncelere daima uzak durmaktan kaçınmayacaklardır.

28 Ocak 2016 Perşembe

28/01/2016 Perşembe, Tire

Ne zaman ki kendimi çok şey yapmaya şartlasam, hiç bir şey üretemiyorum. Üniversitede, almamız gereken seçmeli iki sosyal dersten biriydi Psikoloji. Nedense, o dersten aklımda yer eden iki konu kalmış. Bunlardan ilki, "tabula rasa", yani "yoğrulmamış hamur", ikincisi ise, aynı anda birden fazla şeyin, aynı şiddetle yapmak ya da yapmamak istenmesi halinde, hiç birinin yapılamaması gerçeği. Örneğin, Pazartesi günü saat 19.30'da, hem çok seveceğiniz bir tiyatro oyunu, hem de ünlü bir festivalin tek gösterimlik filmi var. Ne oyundan ne de filmden vazgeçiyorsunuz. Sonuç belli; evde kalıp ikisine de gitmiyorsunuz. Çoğu kez kendi üzerimde denedim bunu, bir de baktım ki, her ikisi de kaçmış elimden. Ne de olsa bilimsel bir gerçek.  İşin püf noktası, karar verme anında, tercihleriniz aynı ağırlıkta olması halinde gerçekleşiyor bu durum. Eğer bir tanesi diğerine göre ağır basarsa, o zaman tercihiniz kolaylıkla o yöne kayıyor.

İşte benim için bugün böyle bir gün. Bir yandan keyifsiz halim de devam ediyor. Bütün gün internet üzerinde gezindim. Blog yazılarını okudum, facebook'a takıldım. Liseden dönem arkadaşlarım sayfa ve gruplarına kabul ettiler beni. Ortama koydukları resimler, en az kırk sene öncesine savurdu beni. Bunlar arasında kendi resimlerimi gördüm. Şöyle bir düşünürsek, kırk yıl öncesine kadar İzmir hudutları dışına adım atmayan ben, tam kırk yıl ayrı kalmışım güzel memleketimden. Hayatımın çoğu İzmir dışında, İzmir'i düşünerek geçmiş yani. Neler aldı bu kırk yıl benden neleri verdi bana. Daha dün gibi hatırlıyorum o yılları. Geçmişteki üç yıllık lise hayatım, bana kırk yıl gibi geliyor. Liseden sonraki kırk yıllık dönem ise sadece üç gün. Her birimiz çocukluktan çıkıp koca koca insanlar olmuşuz bu kısacık dönemde. Hangi dostluk yerini tutar bu ortak yaşanmışlığın. Yazışmalardan öğrendim Cemile Erkonuk arkadaşımızın vefat ettiğini. Onun için ne kadar güzel sıfat kullansam azdır. Üzüldüm, gözlerim doldu. Hayat bu kadar zalim demek. İki Cemilemiz vardı sınıfta, biri sarışın diğeri esmer. Gözümün önünde sınıfımızın Cemileleri. Esmer Cemilenin düz siyah saçları vardı. Şimdi nerelerde kim bilir?

En çok ne hoşuma gitti biliyor musunuz? Bütün arkadaşlarımız ilerici, demokrat, bilgili, duyarlı, dost canlısı, eğlenmeyi bilen, vefalı, candan kişiler olmuş. Olmuş diyorum, çünkü hepimiz çocuk yaştaydık lisedeyken. Sonradan esen kuvvetli rüzgarlar bizi çıkarcı, bağnaz, haset ve kendini beğenmiş yapıya evirebilirdi. Diğer taraftan, İzmir'in, hele hele İzmir Eşrefpaşa Lisesi'nin sağlam mayası buna müsaade etmezdi zaten. Hepsiyle gurur duydum.

27 Ocak 2016 Çarşamba

27/01/2016 Çarşamba, İzmir, Tire

Otoparkın anahtarını kızımıza bırakmamız gerektiğinden sabah erken çıkmak zorunda kaldık. Dışarısı yine soğuk. Öğleden sonra eşimin doktorda randevusu var. Sol gözü de ışığa karşı hassas.

Bana gelince adeta ismini koyamadığım bir musibet dolaşıyor bütün vücudumda. Adını koyamadığım bir musibetler dizisi desem daha doğru. Birden bir ürperti geliyor. Sırtımdan buz dökülüyor sanki. Arkasından, sağ göğsümün altına sanki iğne batırıyorlarmış gibi canım acıyor. Kalp olamaz bu diye kendimi avuturken, kalp ağrısı sağa vurur diyor eşim. Acaba kalp mi? Daha önce böyle ağrılar saplanmamıştı ki göğsüme. Üşütmüş de olabilirsin diyor eşim moral versin diye. Derken başlıyor sağ kasığım, ağrımaya. Fıtık olamasın? Bilmiyorum. Doktora gidelim diyen eşime, daha değil diyorum. Ne diyeceğim ki doktora. "Doktor bey, benim sağlığımla ilgili ciddi olabileceğinden kuşkulandığım sorunum var" deyip onun hastalığımı keşfetmesini mi bekleyeceğim. Yok diyor eşim, hani belki bir tahlil falan ister.

Klasik olarak "Neyiniz var?" la başlar doktor hasta ilişkisi. Ne demem lazım ki? "Doktor bey, nasıl anlatayım bilmiyorum, neyim yok ki benim?" desem abes bir soru sormuş olmaz mıyım?

Bazen zamana bırakınca dertleri, kendi kendini iyileştiriyor. İster inanın ister inanmayın ama ben buna şahit oldum. Hastalıkla dalga geçerim kafam iyi olunca. Ne kadar ağrırsa başım, ağrı kesici bile kullanmam. Mecbur bu ağrının da sonu gelecek.  Hastalık görür ki doktora falan gideceğim yok, bari daha sorumlu kişilerde deneyim şansımı der. İşte o zaman iyi ki biraz dişimi sıktım da gitmedim doktora derim ben de. Ama bu sefer durum biraz farklı. Doktora neyim var  neyim yok, şöyle bir iki cümlede ifade etmem çok zor, hatta imkansız. Bari rahatsızlıklarım sırayla zuhur etse. Yani teker teker gelseler. O zaman, göğsümü gererek aslanlar gibi giderim doktora, "Doktor, göğsümün aha şurası ağrıyor" derim, başka bir şeyim yok. Bunları düşünürken İzmir'i arkamıza almış çevre yolunda ilerliyorduk. İçimdeki karmaşadan habersiz eşim de belinin ağrısından yakınıyor. Bu sebepten dolayı  gideceğiz doktora zaten. Tam yaklaşmıştık ki, Optimuma uğramak istediğini söyledi. Hemen rotamızı değiştirdik. Gaziemir çıkışında oto yoldan çıkıp Optimuma geldik. O kadar erken bir saat ki, henüz otopark dahi açılmamıştı. Dönüp yeniden girdik oto yola az ileriden.

Ağrılar ve halsizlik üzerime üzerime geliyor. Dün geceki muhabbet iyiydi aslında, ama ne oldu böyle bana birden? Otoyolda yapmadığım kadar sürat yapmaya başladım. Hedef, bir an önce eve kapağı atmak.

Torbalı çıkışında gişelerden geçtim. Artık az bir yolumuz kaldı. Tire yol ayrımında hiç azaltmadım hızımı. Biliyorum aslında, Mahmutlar köyüne sık sık radar koyduklarını. Her zaman dikkat ederdim oysa. Ne olduysa aklımdan çıktı. Kader dedikleri böyle bir şey olmalı. İnsan robot gibi sonunu hazırlıyor. Bir anda önümde beliren trafik polisinin, beni sağa çekmeye davet ettiği, Mahmutlar Köyü girişinde buldum kendimi. Camı indirdim. Polis söylemeseydi de biliyordum diyeceğini zaten. Geldim geleli ilk kez girdim radara burada. "Beyefendi 117 km ile radara girdiniz, ehliyet ve ruhsatınız" dedi polis nezaketle. Çaresiz indim aşağıya. Kalan yol daha da uzadı gözümde. Ne yapalım, akacak kan yerinde durmaz. Cezamı kesip, tutuşturdu elime makbuzu.

Dünkü mezunlar gecesi çabuk duyulmuş. Mert telefon etti. Çok uzun zamandır görüşemiyorduk onunla da. Tayland'dan Bahar'la messenger aracılığıyla görüştük. Erdal beni aradığında duymamışım ama sonra ona döndüm. O da dünkü yemeğe katılamadığı için üzgün. Facebook sayfalarında tanıdığım lise arkadaşlarını aramakla geçti günüm.

Havalar hala soğuk geçtiğinden, yaylada sular yine donacak. Harç falan karılmaz duvar için. Biraz daha havaların kırılmasını beklemek lazım. Vücudumdaki anlam veremediğim, sırrını çözemediğim garip homurdanmalar zaten bendeki çalışma gücünü alıyor. Bakalım yarın ne olacak.