KATEGORİLER

2 Haziran 2016 Perşembe

ASMA TAVAN

02/06/2016 Perşembe, Tire

Umutla uyandım sabaha. Ama boşa çıktı yine umutlarım. Her taraf aynı diyorlar. Yok, aynı değil her taraf. Görmedim böylesini. Bugün son artık. Şikayet etmeyeceğim. Sinirlenmemek elde değil ama yapacak bir şey de yok. Hata nerede? Hata belki de benim burada olmamda. Kimse inanmaz yaşadıklarıma. Bir değil, iki değil. Kime düşerse düşsün işim, hepsi mi ahlaksız, sözünde durmayan, yalancı? Hayır bedava değil, parasıyla yapacaklar işi. Ama olmuyor, olmuyor. Bu benim beceriksizliğim değil. Şanssızlığım da... Ahlaksızlık gelenekselleşmiş bir davranış biçimi, huy, kültür olmuş. Benim dışımda herkesin doğalı bu yaşadıklarım. Sözünün eri değil bunlar, sözünü yiyenler takımı. Uzun bir süre anlatmayacağım artık burada. Her yaşadığım bir öykü konusu. Masal desem daha mı doğru? Çünkü yaşamak mümkün değil benzerini bir başka yerde...

Diken üstünde kahvaltı ederken kulağım telefonun sesinde. Malzemeyi araca yükledikleri anda haber vereceklerdi. Haber verdikleri anda fırlayıp yaylanın kapısını açmaya gideceğim onları bekletmemek için. Dokuz buçuğu geçiyor saat, hala arayan yok. Telefon ediyorum. "Araca malzeme yüklüyoruz" diyor Ali. "Gelirken uzatma kablosu alın yanınıza taş evden alacağız elektriği" diyorum. "Kaç metre mesafe var?" diye soruyor. "Otuz metre vardır." diyorum. "Bizim kablo yirmi metre" diyor iç çekerek. "Neyse, bakar buluruz bir taraftan" deyip kapatıyor telefonu.

Henüz on dakika bile geçmeden telefonum çalıyor yine. " Asma tavan panelleri dört metre kare eksik çıkmış. "Eksik kalan yerler düz olur mu?" diye soruyor. Hiç olur mu? Nasıl böyle bir şey teklif edersin? Dün malzemen vardı, kaparo da aldın benden. Ne değişti dünden bugüne? Tavanın bir kısmı fugalı (oluklu) kalanı düz. "O zaman yapamayacağım abi ben bu işi, gel kaparonu al" diyor. Dün benim sana ayırdığım zaman, ölçü almak için seni alıp yaylaya taşıyıp geri getirmem, senin yüzünden başka yerler araştırmamam önemli değil tabii. Sanayiye, işyerlerine gidiyorum moral bozukluğuyla. Ali çıkmış üst kata. Yüzü yok ki benimle karşılaşmaya. Kayınpederi dünkü yerinde alçak bir tabureye oturmuş bekliyor. "Damat yukarıda," diyor. Ali silik bir damat. Bana ne söylediyse dönüp yan gözle kayınpederine bakmıştı dün, acaba yanlış bir şey söylerim korkusuyla. Damat Ali ile fiyatta tam anlaştık derken giriyordu devreye. "Bak oğlum ben malzemenin parasını alırım gerisi senin işin, eğer bedava yaparım diyorsan..." Tamam şu para olsun madem deyince de "Ben karışmam o karar versin" deyip görünüşte çekiliyordu aradan. Damat işi kaçırmamak, boş oturacağı yerde bir iş yapmak için kıvrandıkça kayınpeder ona işi kaçırtmak için elinden geleni yapıyordu. Kaynana gelin çekişmesi dillerde ama böylesini ilk kez görüyordum. Ali'nin haline acımıştım. "Kardeşim sen ne yapıyorsun, eziyorsun damadını. Bir yandan o versin kararını derken bütün kararları alenen sen veriyorsun." dedim açık açık. "Ben ona ticaret öğretiyorum." diye cevap vermişti, gururla. Yazıklar olsun. Sen o garip damadına ticaret değil ahlaksızlığı, şerefsizliği öğretiyorsun. İşte bu insanlar esnafım diye hala iş yapabiliyorsa bu memlekette, her şeye layık bir milletiz.

Kaparoyu aldım geri. Başka biriyle anlaştım daha kaliteli malzemeyle aynı fiyata yapacak. Yani, yapacağını umuyorum! Düz beyaz renk istedim. Malzeme çarşamba günü gelecek, perşembe günü başlayacakmış. Bugün olacak iş bir hafta uzadı. Ona bağlı ondan sonra yapılacaklar da...

Hava sıcaklığı iyice arttı. Sulama zamanı geldi artık. Damlama borularını elden geçirmek için yabani otların biçilmesi lazım. Sezon başında diktiğim ceviz fidanlarının hepsi tutmuş ama çoğu otların içinde zorlukla ayırt ediliyor. Gani Usta'yı aramak istedim, ot biçme makinesiyle biçtirsin alt yaylanın otlarını oğlanlara. Telefon rehberi silindiği için o da olmadı. Yarın sabah Cambaz Ali'den alırım telefonları. Eve kapandım. Ne mi yaptım? Fibromiyalji konusunu araştırdım ve hala devam ediyorum. Eşimde son günlerde çokça konuşulan bu hastalığın belirtileri fazlasıyla mevcut. Geçenlerde takip ettiğim blog yazarlarından bir dostumun da konu başlığıydı bu rahatsızlık. O da aynı dertten mustaripmiş. Umarım en kısa zamanda şifa bulurlar.     

SIĞIRCIK ÖLÜMLERİ

01/06/2016 Çarşamba, Tire

Gece geç yatışlarım sabah geç kalkışlarıma sebep. Telefonumda kayıtlı kişilerin tamamen silinmesi daha şimdiden işimi zora sokuyor. Mermerci bugün mermerlerin montajını yapacak, sabah çıkmadan önce beni arayacaktı. Saat 09.30'a kadar arayan soran olmadı. Herkesle birlikte onun da telefon numarası telefon kaydımdan silinmişti.

Araba dün Gıda Çarşısından aldığım malzemelerle dolu. Aceleyle yola çıkıyorum. Yoldaki her çukur arabanın arka koltuğundaki klozetin parçalarının birbirine sürtünmesine ve ses çıkarmasına sebep oluyor. Süratimi iyice azaltarak mermercinin show room' una geliyorum. İçeri girdiğimde aradığım kişi şans eseri içeride. İyi ki gelmişim. Telefon etseydim ne numaralar çevirecekti acaba? Birileriyle görüşüp öğleden sonra saat ikide montaja geleceğini söylüyor. Aman gecikeyim deme saat üçte doktor randevumuz var diyorum. En geç saat ikide yaylada olacaklarını söylüyor.

Saat ikiye kadar daha zamanım var. Önce Elektrikçi Ali'nin dükkanına uğruyorum. Ali içeride masasının başında oturup karalar bağlamış. Çalışanlarından biri trafik kazası geçirmişti, bugün çıkmış hastaneden. Diğeri eşi doğum yapacak diye izin almış. Bir diğeri işi var diye gelmemiş. Malzemeleri eksiksiz getirdiğimi, mermercilerin de öğleden sonra tezgah montajlarını tamamlayacaklarını söylüyorum. Tamam, diyor ama benim işimi tamamlamaya hiç niyeti yok gibi. Her gün sıkıştırmam gerekecek.

Tuvaletler için asma tavan imalatçısı arıyorum sanayi bölgesinde. Bir iki yerden fiyat alıp birinde karar kılıyorum. Montaj yapacak kişinin birkaç gün işi yokmuş. Genelde hep ellerinde iş olur. Bu sefer şanslıyım. Yukarıya çıkıp ölçüleri almayı teklif ediyorum. Birlikte çıkıyoruz yaylaya. Arkadaki klozet zangırdamaya devam ediyor. Bahçeye girer girmez yanımdakinin yardımıyla klozeti indirip taş eve taşıyoruz.

Süs havuzunun çevresinde ölü bir sığırcık görüyoruz. Vücudu hala sıcaklığını koruyor. Bir kaç dakika sonra havuzun yanındaki kiraz ağacının tepesinden önümüze pat diye bir şey düşüyor. Düşen cisim aynı kuşun bir benzeri. Asma tavan, kapı pencere ölçüleri alınıp avluya çıktığımızda havuz başında daha önce görmediğimiz üçüncü sığırcık ölüsünü fark ediyoruz. Sığırcık her yönden çiftçi dostu. Üzülüyorum ama elden ne gelir...Belki de kendini bilmez bir avcı tüfeğinden çıkan saçmalara hedef oldu zavallılar.

Ustayı dükkanına bıraktığım zaman mermercilerin geliş saati de yaklaşmıştı. Ne olur ne olmaz deyip telefon ediyorum mermerciye yine. Malzemeyi araca yüklediklerini ve on dakikaya kadar yola çıkacaklarını söylüyor işin sahibi. Arabanın arka koltuğundaki klozeti indirdiğim için gelenleri bekletmemek amacıyla süratle dönüyorum yaylaya. Kapıları açıp arabanın bagajındaki diğer malzemeleri indiriyorum içeri. Yirmi dakika sonra telefonum çalıyor. Arayan mermercinin bir çalışanı. Efendim imalat henüz tamamlanmamış, eşimin doktor randevusunu kaçırmayım diye bana haber vermek istemişler.  Burada böyle dönüyor işler... Teşekkür ediyorum, haber vermeyenleri de gördükten sonra. "Bugün bu mermer işi bitecek" diyerek ağırlığımı koyuyorum. "Tamam, söz" diyorlar.  

Doktor işi bittikten sonra arıyor mermerci. Üçüncü kez çıkıyorum bugün yukarı. Yeter ki bir işi halletmiş olayım. Neyse geliyor usta yukarı. Çanak lavaboların altındaki mermerlerinin yerine montajını yapıyor. Teras ve servis kapısının eşiklerini soruyorum. Onların imalatına başlanmamış. O işi de yarın tamamlayacaklarına dair söz alıyorum.

Usta çalışırken eşimle birlikte bahçeyi dolaşıyoruz. Bahçenin alt tarafı yabani otlarla ormana dönmüş. Ayakkabım diken doluyor. En kısa zamanda otları temizletmem lazım. Mürdüm erikleri henüz olmamış. Yeni bir kayısı ağacı keşfediyoruz ama onun da zamanı var. Kızım telefon ediyor. Cumartesi günü kalabalık bir arkadaş grubu ile kiraz toplamaya  geleceklermiş. Ağaçların yüksek dallarında kaldı artık meyveler. Önemli kısmını da kuşlar yedi. Ne yapalım kalanlarla idare edecekler artık... 

1 Haziran 2016 Çarşamba

VEDA HÜZNÜ

31/05/2016 Salı, İzmir

Oğlumu yolcu ettik bugün. Birlikte olduğumuz üç hafta su gibi aktı gitti. Sabah erkenden çıktık yola. Babaannesini görmek istedi ayrılmadan önce. Daha sonra havaalanına bıraktık eşimle. Sekiz ay önce avuçlarımın arasında incitmeden tuttuğum narin bir kuşu gökyüzüne doğru salıvermiştim. Bundan böyle misafirimiz olacaktı evimizde. İlk misafirliğiydi bu gelişi. Gelişinde ne kadar mutlu ettiyse gidişinde o kadar hüzne boğdu bizi. Şu satırları yazdığım saatlerde hala gökyüzünde. Kalbim yerinden fırlayacak sanki onu düşününce. Düşünmemeye çalışıyorum. Bahtı güzel olsun gururumun...

Havaalanı dönüşünde dayak yemiş boksörler gibiyiz eşimle birlikte. Yok, bu özleme dayanamayacağız. Türkiye'de ona iş mi yok? Bir taraftan da bu ülkenin yaşanılır olmaktan çıktığı geliyor aklımıza. Her tarafta bombalar patlıyor. Dışarısı daha emniyetli. Şu PKK/AKP terörü bitene kadar dışarıda mı kalsa? Kaç yıl sürecek bu durum? Yok, yok o kadar bekleyemeyiz, dönsün yamacımızda olsun...

Gıda Çarşısında işimiz var yine. Yaylanın eksiği bitmez. Bir araba dolusu sıhhi tesisat malzemesi satın alıyoruz yine. Dönüş yolumuzun üzerinde, Karabağlar' da avize imalatçılarına uğruyoruz. Salona uyacak bir avize seçeceğiz. Aslında aklımızdan geçen dört zincirle ortada toplanan eski bir at arabası tekerinin üzerinde sekiz on ampulden oluşan bir model var. Aradığımızı bulamasak da bir kaç modeli beğeniyoruz. Arabamızın hem bagajı hem de arka koltuğu klozet, lavabo, musluk gibi malzemelerle dolu. Koca avizeye yer yok. Uğradığımız yerlerin birer kartvizitlerin alıyoruz. Geçen sene Kısıkköy taraflarında bahçe mobilyası ve prefabrik ev satan bir yerde eski at arabası tekerlekleri gördüğümüz geliyor aklıma.

Bugün trafik çıldırmış olmalı. Bir bakıyoruz caddenin ortası boydan boya kazılmış, sokak aralarında bir sürü araç ilerlemek için yoğun çaba harcıyor. Dönüş yolu da öyle. Yoğunluk alışılmışın ötesinde. Sanki Ramazan gelmiş iftara yetişiyor bu millet. On beş dakika sonra Kısıkköy'e varıyoruz. Aradığımız araba tekerini oldukça uygun fiyata buluyoruz. Ancak arabada yer olmadığı için alamıyoruz. Bir sonraki gelişimizde kaçırmayacağız bu tekeri. Üzerini urganla sarıp süsleyebiliriz belki de.         

31 Mayıs 2016 Salı

YAYLANIN HALLERİ

30/05/2016 Pazartesi, Tire

Emekli olduğumdan bu yana sabah kahvaltısı benden sorulur. Eşim evin en erken kalkanı olduğu için o uyandırır beni. Oğlumu yarın yolcu edeceğiz. Saat dokuza geliyor. İlk olarak çay suyunu koyuyorum. Kulağım telefonda. Henüz arayan yok. Eğer Elektrikçi bugün de aramazsa bir daha onlarla çalışmamayı koydum kafama. En azından anın zevkine varayım, güzel bir kahvaltı edelim bari. Reçeller, peynirler, masaya çıkıyor. Oğlum sabahları sucuklu tost yer. Ekmeğini tost makinesine koyuyorum. Üç tane yeşil biberi yıkadıktan sonra çekirdeklerini çıkarıp ince dilimler halinde kesiyorum. Az zeytinyağı koyduğum tavaya biberleri boşaltıp düşük ateşte ölmeye bırakıyorum. Kaynayan suyu demliğe boşaltıyorum. Salatalıkları yıkayıp onları da ince ince dilimliyorum. Domates kalmamış! Telefon çalıyor.

Arayan elektrikçiler. Yaylaya çıkmışlar, kapı kapalı olduğu için içeri giremiyorlarmış! Ben demedim mi size yola çıkmadan evvel bana haber verin gelip kapıyı açayım diye. Ocağın altını söndürüyorum. Biberler tavada, sucuk dilimlenmiş olarak kesim tahtasında. Eşime haber veriyorum. Benim çıkmam lazım, hemen. Ustalar yukarıda kapıyı açmamı bekliyorlar. Siz kahvaltıyı yaparsınız Fırat'la birlikte, beni beklemeyin!

Üç kişi gelmişler. Önce havuzun gider borusunu takıyorlar. Beş dakikalarını almıyor bu iş. Zamanında yapsalardı, havuzun cam mozaikleri de döşenmiş olacaktı. Şimdi sezonda ustayı bir işten alıp getirmek kolay mı? Hidrofor kuruluyor, hatlar çekiliyor, elektrik bağlantıları yapılıyor. Mutfakta iki tezgahın arasına, tam da tezgah ayaklarının olduğu yere denk gelmiş temiz su girişi ve pis su gideri. Yeniden kırım işi çıkıyor. Tuvaletin eksik elektrik ve tesisat işleri tamamlanıyor. Aşırı yükseğe yerleştirdikleri pisuarlar sökülüp uygun seviyeye indiriliyor. Ekip çalışırken okurum diye, yanıma almıştım kitabımı. Hiç fırsatım olmuyor. Sağ tarafta avlunu yanındaki kademede ne kadar seramik artığı varsa yığılmış. Kayrak taşları ve inşaattan kalan keresteler de orada. Tuvaletlerden çıkan molozları dışarıda toplamıştım. Onları el arabasına yükleyip uygun bir yere taşıyorum. Yine bir sürü moloz çıkacak bugünkü çalışmalarından sonra.

Öğlene doğru ekip aşağı malzeme almaya ve öğlen yemeklerini yemeye gidiyor. Kapıları açık bırakıp ayrılamıyorum. Su deposu ile hidrofor arasına 35 metre boru eksik kalıyor. Kaza geçiren arabam serviste olduğu için eksikliğini hissediyorum. Her malzemeyi ufak arabayla taşıyamıyorum. Elektrikçilere gelirken boru ve diğer eksik kalan malzemeleri getirmelerini, dönüşte parasını ödeyeceğimi söylüyorum.

Avlunun üzerindeki kademeyi molozdan arındırırken taze toprak serip tırmıkla düzeltiyorum. Güneş tepeye çıkmış. Epeydir böylesine hareket etmemişim. Terliyorum. İş ortaya çıktıkça hoşuma gidiyor. Ortancaların bulunduğu yerden kana kana kaynak suyu içiyorum.

Nihayet dönüyor elektrikçiler. Borunun bir kısmı yolu kesiyor. Öncelikler o kısmı gömmek lazım. Alıyorum kazmayı küreği elime. Büyük bloklar çıkıyor. Çok uğraşıyorum. Ellerim su topluyor. Alışkın değil ya ellerim bu şartlara. Sonunda yol boyunca derin bir hendek açıp boruyu yerleştiriyorum içine ve çıkan toprakla örtüyorum üstünü.

Ekip çalışırken onlara bir avuç kiraz getiriyorum. "Kaplan yolu üzerinde dört lokantadan ikincisi meyhane olmuş." diyor Kamil utangaç bir gülümsemeyle. "E, ne var bunda" deyince gülmeye devam ediyor. "Kadın da çalıştırıyorlarmış." "Pavyona mı dönmüş yani?" diyorum şaşırarak.
"Acayip dolu çalışıyormuş şimdi." demesi, bu bölgede ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu anlatıyor gibi.

Aradan biraz zaman geçiyor. Kamil sırıtarak yine dönüyor bana. Abi burada içki verilecek mi? "Evet, içkisiz olur mu?" diyor devam ediyorum. "Burası meyhane olacak ama aile meyhanesi!"
"O zaman hanımla geliriz biz." diyor.  "Yalnız gelirsen almam içeri." diyorum gülerek. 

Telefonumun şarjı bitti erken saatte. Ortancaların resmini çekecektim oysa. Kamil'in telefonundan haber veriyorum bizimkilere, merak etmesinler diye. Çok geç dönüyorum eve. Anlatıyorum hikayeyi. Eşim ve oğlum anlaşmış gibi "Şimdi anlaşıldı neden geç kaldığın." diyor, hep birlikte gülüyoruz.

Telefon ayarlarımla oynanmış, e-maillerim gelmiyor dünden beri telefona. Oğluma veriyorum düzeltsin diye. Rehberimde kayıtlı ne kadar isim varsa hepsi birden siliniyor. İphone yedeklemeyi yapmamış. Saatlerce uğraşıyor ama rehberimi geri getiremiyor. Önemli bir durum bu, çok sıkıntı çekeceğim. Olayın sıcaklığı içinde daha farkında değilim. 

30 Mayıs 2016 Pazartesi

METRONOM


Kafam karışık. Aklım bir metronom çubuğu gibi geçmişle gelecek arasında gidip geliyor. Tik tak, tik tak... Sabahın ezanında bitirdiğim "Alaçatılı" romanından sonra Orhan Pamuk'un "Kırmızı Saçlı Kadın" ına başlamaya gönlüm razı değil. Refique yerine koyup kendimi Angeliki'nin büyük aşkına ihanet edecekmişim gibi geliyor!


Bu kafa karışıklığında yazmaya kalksam saçmalar mıyım?  Bu düşünceler arasında kıvranırken bir güç beynime hükmediyor. Yaz ki keşfedesin kendini. Çok önceki zamanlara gidiyorum hayal aleminde. O kadar öncesine ki, varoluşumu sorguluyorum. Oradan metronomun çubuğuna sıkıca sarılıp ters köşeye savruluyor ruhum. Ölmüşüm, başka bir yerde yeniden doğmuşum, sonra tekrar ölmüşüm... Takılıyorum bu kısır döngü çemberine...

Metronomun çubuğu sola doğru yol alırken ağır ağır, çıkardığı "tak" sesinde çocukluğumu buluyorum. Henüz on yaşındayım. Dedem yatağında ağır hasta. Onun çektiği acılar küçücük kalbimi yaralamakta. Unutmak, uzaklaşmak istiyorum. Eylül ayı ama yazdan kalma bir hava var. Birkaç ev aşağıda, çatıların arasında yeşil branda çekilmiş, gölge olsun diye. Günlerden pazar. Komşumuzun sünnet düğünü. Arkadaşım güya teselli etmek için beni, yeşil brandanın altına sıra sıra dizilmiş tahta sandalyelerden birine oturtuyor. Orkestra çalıyor, ne çaldığını duymuyorum. Aklımda dedem. Davulun, çalgının sesi bastıramıyor üzüntümü... Sonra, orkestra kesiyor sesini birden. Bizim evin olduğu yerden, bir bağrış yükseliyor... Dedem...

Metronomun üzerinde sağa doğru yatıyorum tik sesiyle. İyice elden ayaktan kesilmişim. Ne çabuk geçmiş seneler. Ne kulaklar eskisi gibi duyabiliyor ne gözler eskisi kadar keskin. Yediklerimden bile tat alamıyorum artık. Daha yapacaklarım vardı benim. Ama çok geç...Yeter, artık demir almak zamanı geldi bu limandan...

Yine bir tak sesi atıyor beni geçmişin tozlu sayfalarına. Tozlarını silkeleyince,  yeşil rengin hakim olduğu bir evde buluyorum kendimi. Her taraf yeşil. Duvarlar, koltuklar, halılar...Ortaokula gittiğim yıllar... Misafirliğe gitmişiz bu yeşil eve. Evin başka bir misafiri daha var, Denizli'den. İlkokul son sınıfa gidiyormuş. Beyaz tenli, sarı saçlı bir kız... Balkonda oturmayı teklif ediyor ev sahibi. İzmir Körfezine nazır geniş bir balkon. "Ağabeyine terlik ver kızım." diyor evden birileri. O küçücük elleriyle bir çift terliği bırakıyor ayaklarımın önüne. Balkondaki masanın sandalyelerine oturuyoruz karşılıklı. Başka kimseyi görmüyor gözüm. Körfeze giren ve körfezden çıkan gemilerle oyunlar oynuyoruz onunla, ismini bilmeden. Bir ara bırakıp beni balkonda içeri giriyor. Büyük bir tabak dolusu meyve getiriyor masaya. İncecik çıplak kollarıyla  zorlukla kaldırdığı tabağı alırken elinden yardım olsun diye, elim değiyor eline... Kimler vardı ondan başka o evde misafir, kimlerdi ev sahibi. Hiç birini hatırlamıyorum. Unutamadığım sadece o gece, sabaha kadar yatağımda ateşler içinde yandığım. Aileme nasıl söylerim bu kıza aşık olduğumu. İlk aşkım... Bekler mi acaba  beni bir on yıl kadar?

Tik sesi kendime getiriyor beni. Etrafımda yaşıtlarım teker teker ayrılıyor, bırakıyor beni geride.. Dünya çok değişmiş. Olan biteni seyrediyoruz artık. Torunlar ayaklarımızın etrafında koşuşturuyor. Onlara bakıp hikayenin başını görüyoruz.

Yine bir tak başa doğru sarıyor makarayı. Lise yıllarına gelmişim. Yeni bir aşk ama ilki gibi değil. İlgi gösterdiğimi anlasın diye, neler yapmıyorum ki! Ama anlamıyor işte. Ne onun lügatinde aşk meşk işleri var ne de bende "Seni seviyorum" diyecek yürek. Lise bitiyor. Herkes yoluna gidiyor...

Tik tak, tik tak bugün geçmişle gelecek arasında bir gidiyor bir geliyorum...

29 Mayıs 2016 Pazar

YAYLADA GÜZEL BİR PAZAR GÜNÜ

29/05/2016 Pazar, Tire




Bugün çalışma yok. Ailecek birlikteyiz. Bu birliktelik bizi mutlu ederken hepimizin kiloları artıyor. Yaylaya çıkıyoruz. Bahçe girişindeki duvar dibinde biten gelincikler selamlıyor bizi.

Yanımızda yaprak sarmalar... Erik topluyoruz. Dalından koparılan her erik bizi daha mutlu ediyor.

Ağaçların tepelerine yetişmekte zorlanıyoruz. Ağaçlardan birine çıkmaya çalışıyorum. Oğlum "Aslan babam sen yaparsın." diye destek veriyor. Eşim ve kızım feryat figan düşeceksin diye ortalığı birbirine katıyor.  

Oturuyoruz havuz başına, güzel saatler geçiriyoruz yaylada.

ALAÇATILI - MEHMET CULUM


Kitabın Adı: ALAÇATILI "kökler, taş ev, yasak aşk"
Yazar: Mehmet CULUM (2005, Alaçatı/İZMİR)

Sayfa Sayısı: 329
Yayınevi: A.P.R.I.L Yayınları Basım Yılı: 3. Baskı. Mart 2007, Ankara
Türü: Roman

Kitap Hakkında: Son yıllarda okuduğum en güzel kitaplardan biri. Alaçatılı yazar Mehmet CULUM bu eseriyle ölümsüzleşmiş. Yazım ve imla hataları da yok denecek kadar az. Bana göre kapak tasarımı seçilen renk olarak kitabın hak ettiği ilgiyi uyandırmıyor. Osmanlının çöktüğü Birinci Dünya Savaşı yıllarından günümüze kadar gelen bir serüven. Nefis bir araştırma. Alaçatı ve Çeşme'nin tarihi. Balkan ve Ege halklarının birbiri içine geçmiş dramatik yaşantısı. İki ailenin zaman zaman kesişen hayatları. Bir taş ev ve onun bodrumu. Orada başlayan saf ama ümitsiz bir aşk. Hayatın gerçekleri.  Zorluklar ve dostluklar... Savaş yılları...   Yıllar sonra köklerini arayan bir yabancı. 

Yazarın tarihe ışık tutan iki eseri daha var. 2004 yılında yayımlanan Azap Ağa "Bir Ege Hikayesi" ve 2009 yılında yayımlanan Çeşme "Kalenin Gölgesinde". Her üç romanı da Çeşme ve yöresini anlatıyor. İlk okuduğum kitabı "Alaçatılı" dan sonra diğer kitaplarını da okuma arzusu uyanıyor bende.

Yazarı anlatmaya devam edeyim. 1948 Çeşme doğumlu, Bornova Anadolu Lisesinden mezun olduktan sonra A.Ü SBF İşletme Bölümünü bitirmiş. Bir otelin ön bürosunda Hollandalı Jeanne ile tanışmış ve evlenmişler. 1982 yılından itibaren Çeşme'de eşiyle birlikte  antikacılık işine giriyor. Emekli olduktan sonra da Çeşme ve Alaçatı'nın tarihini araştırıp yazmaya başlıyor. Romanın ilk bölümünde olaylar sahip oldukları bu antikacı dükkanında geçiyor. Yazar romanına misafir ettiği iki ailenin nesiller süren yaşamını basit, akıcı ve duygulu bir dille anlatıyor.

Beni derinden etkileyen bir roman. Hele son bölümlerde duygularıma yenik düşüyorum. Kitabı bitirdiğim zaman sabah ezanı okunuyor. Kaderleri, yaşamları boyunca Sakız ve Alaçatı arasında sürüklenmiş Rum aile ile gördükleri zulme dayanamayıp topraklarını terk ettikten sonra onlara katılan Boşnak ailenin dramı. Her seferinde yeniden kurulan düzenler, yaşam mücadelesi, savaş yılları. Angeliki ve Refik arasında filizlenen aşk. Refik'in çaresizliği. Angeliki'nin büyük aşkı. George Refique Armolia'nın elli küsur yıldan sonra geçmişinin nice yaşanmışlıklarına şahit olmuş "Taş Ev" de kardeşi Halil'le buluşması. Akan gözyaşları... Göz yaşlarım...

Ömer'in örnek esnaf davranışı. Amerikalı George ile doğan dostluk. Anlatımın güzelliği... Bazı filmlerin olduğu gibi kitapların da hem seveni vardır hem de sevmeyeni. Bu bakımdan kitap tavsiye etmek risklidir. Ama ben bu kitabın okuyun diyorum. Hele hele Egeli ve göçmenseniz hiç kaçırmayın. Orhan Pamuk halt etmiş yanında... Helal olsun sana Mehmet CULUM bey. Ne mutlu sana ki tarihe kalıcı notlar düşerek böyle bir eser kazandırmışsın yörene!