KATEGORİLER

31 Ekim 2016 Pazartesi

YAPRAK DENİZİ

31/10/2016 Pazartesi, Tire


Dün gecenin uykusu iyi geliyor. Dinlendiğimi hissediyorum. Hemen çıkıp alışverişlerimizi yapalım ki Hüseyin kapıda beklemesin. Soğuk bir hava. Bulutlu. İnsanın içini daraltan. İnsanların neşe kaynağı güneş olmalı. Güneş gidince yüzler de asılıyor. Dün gece yazamadığım günlüğü yazdım yaylada. Ara sıra böyle gecikmeler oluyor elde olmayan.  

Zeytin ortalarda dolaşıyor. Ağaçların yaprakları konfeti gibi dökülüyor yerlere. Sarının bin bir tonunu görmek mümkün. Bazı yapraklar kırmızıya dönmüş. Eşim üşüyor, odasına kapanmış. Gelen giden yok erken saatlerde. Bunu fırsat bilip dip temel temizlik yapılıyor.

Akşamın ilk rezervasyonu tanınmış bir markanın yönetici asistanından geliyor. Geçen hafta merak edip keşfe gelmiş, sadece çay içmişti de "Bu kadar güzel bir yer açılmış, nasıl benim haberim olmaz." diye kendini yiyip bitirmişti. Sıcak bir konuşma geçiyor aramızda. Bana "... Bey' ciğim" diye hitap ediyor. Bu samimiyet hoşuma gidiyor. "En güzel masayı size ayırıyorum." diyorum. "Harikasınız" diye cevap veriyor. Dünkü yoğunlukta müzikle ilgilenecek zaman kalmamıştı. Hatta bazı misafirlerimiz hatırlatmıştı bize "Müziğiniz yok galiba".  diyerek. Bu yüzden sakinliği kalabalıktan daha çok seviyorum. Misafirlerimizin pek çoğu terası, verandayı kapatmayı ya da geniş arazide ek tesisler yapmayı öneriyor. Bana göre on masa fazla bile. Klasik müzik çalacağım akşam dostlara. Şömine sobanın ateşi ısıtacak içlerini. Tire'ye tepeden bakacaklar kuş bakışı.

Aşkın Şef harikalar yaratıyor. En sevmediğiniz yemeği söyleyin ona. O sihirli elleriyle beş dakikada en sevdiğiniz yemek haline getirsin. Bu gidişle formumu korumak daha güç olacak. Öğlen yemeklerini kaldıralı çok olmuştu ama bu öğlen yumurtalı ot kavurma yaptı bana. Hayatımda yediğim en lezzetli ot kavurmaydı. Adam resmen yemek cambazı.

Akşam saatleri... Şömine sobamız çıtır çıtır yanıyor. Salonumuz sıcacık.

Telefon geliyor. Köşe masalardan birini rezerve etmek istiyor daha önce gelen misafirlerden biri. "İkisi de rezerve edilmiş maalesef. Size manzaraya hakim cepheden bir masa verelim." diyorum. "Konuşayım, size sonra dönerim." diyor, dönmüyor. Köşe masaların hikmetini anlamakta zorlanıyorum.

Akşam saatleri tam istediğim gibi. Misafirlerimiz nezih. Her masayla rahat rahat ilgileniyoruz. Sabah arayıp en güzel masayı ayırdığım (Evde Yazar'ın masası) hanımefendi iki bayan arkadaşıyla tam vaktinde geliyor. Kırmızı şarap sipariş ediyorlar. Bir saat sonra Polonyalı iş arkadaşları katılıyor masaya. Yabancılarla muhabbeti özlemişim. Öyle güzel olurdu ki onlarla yapılan sofra muhabbetleri. Kaplan yokuşunu çıkarken taksiyle döne döne dar yollardan feleğini şaşırmış adamcağız karanlıkta. "Ama," diyor, Ama gelip de şu manzarayı gördüğümde yolu unuttum tamamen. Şarap güzel, yemekler güzel, yanımdaki hanımlar güzel..." Masayı şen şakrak bırakıyorum.

Hangi masaya uğrasak tanıdık birileri çıkıyor. Şömine soba nefis bir mobilyası oldu salonumuzun. Salonu tek parça kapatan ve tamamen ahşap çatı her zaman ilgi topluyor. Soruyorlar kimin yaptığını. Tire'de var mı bunu yapan usta? Var elbette. Bazen işler yolunda gidiyor, doktor ayağına geliyor. Her şey harika... 

İNSANLAR, İNSANCIKLAR...

30/10/2016 Pazar, Tire
Pazar günleri bizim kabul günümüz. Sabah kalkar kalkmaz telefonuma baktım, arayan var mı diye. Arayan yoktu ama biri mesaj göndermiş. Bahar'dan geliyor. Hani dün havamızı değiştiren, birbirimizden pek bir memnun kaldığımız yüksekokul öğrencisi. Gece saat iki buçukta çekilen mesaj aynen şöyle "Acil İzmir'e gitmem gerekiyor, bilginiz olsun."

Kız kardeşi ile birlikte geleceklerdi sözde. Var mı böyle şey? Bu insanlar hayatta nasıl başarılı olacaklar? Ben şimdi bir daha nasıl güvenirim bu insanlara? Sabah dokuz oluyor, telefon ediyorum, "Yerine birini bulsaydın bari" demek için. Telefon çalıyor, açan yok. Geçen gün aradıktan hemen sonra kalp krizi geçiren arkadaşı arıyorum. O da açmıyor telefonu. Bu pazar da servis bakımından sıkıntı çekeceğiz.

Dün dört kişilik bir doktor aile gelmişti kahvaltıya. Kısa bir süre sonra rezervasyonlu bir aileyi de hemen yanındaki masaya aldık. İlk gelenler ısıtıcı istiyorlar. Şömine sobayı yakmasını istiyorum Hüseyin'den. İkinci gelen aile, "Çok açız, çok acıktık." diyerek aklımızı çeliyor. Bu arada kızım Ankara'da katıldığı kongreden mesaj gönderiyor. Gelenler facebook 'ta yer bildiriminde bulununca onların  hastaneden tanıdığı mesai arkadaşları olduğunu ve alaka göstermemizi istiyor. İkinci aile, ilk gelenlerin aksine güler yüzlü. Daha önce her iki aileyi de görmediğimizden ikinci ailenin kızımın güzel ağırlayın dedikleri olduğunu düşünüyoruz. Yine yanlışlıkla ilk servis ikinci gelenlere yapılıyor. İlk gelenler doğal olarak bozuluyorlar bu işe. Biz farkına vardığımızda iş işten çoktan geçmiş. Muhtemelen iki aile birbirini tanıyor ve birbirlerinden pek hoşlanmıyor. Bu durum da tuz biber ekiyor üstüne. Ben ayrı, eşim ayrı defalarca özür diliyoruz. Beyefendi biraz insafa gelip hafifçe gülümsese de. Eşi hanımefendi bu olayı öyle bir gurur yapıyor ki, gözlerinden ateş fışkırıyor. Biz özür diledikçe daha fazla asıyor suratını.

Akşam Kaystros Taş Ev Restaurant'ın sayfasına bakıyorum. Kadıncağız yememiş içmemiş, gece yarısından sonra oturmuş bizim facebook sayfasına beş üzerinden üç yıldız vermiş. O ana kadar yirmi sekiz kişi beş üzerinden beş yıldız verirken ortalama yıldız puanımız beş yıldız üzerinden beşti. Ancak bir kişinin üç yıldız vermesi büyüyü bozuyor ve ortalama ilk kez 4,9 a düşüyor. Eminim hanımefendi biraz olsun rahatlamıştır bu eylemiyle...

Bu gelişmenin üzerine garson kızların gelmemesi günün zor geçeceği konusunda endişelerimizi daha da arttırıyor. Hava serin. Sabah kahvaltısına geçen haftalara göre daha geç saatte geliyor misafirlerimiz. İleri saat uygulamasından vazgeçilmesi bunun nedeni olabilir mi diye tartışıyoruz. Gerçekten bir saat sonrasında sökün ediyor insanlar. Favori mekan yine teras. Üşüyenler için içeride şömine soba yanıyor. Kahvaltı sonrası yemek servisi başlıyor. Bir ara telefonum art arda çalıyor. Çoğu yola çıkmış, on dakikaya ya da yarım saat sonra gelecek olanlar. Bu haftanın genel karakteri içki satışının geçen haftalara göre azalmış olması. Ancak yine de mezelere rağbet büyük. Izgaralar da çok beğeniliyor. Servis sıkıntılı. Dışarıdan bir kişi buluyoruz son anda ama o da ancak boş tabak ve bardakları taşıyor. Servis sıkıntısını ilgimizle kapatmaya çalışıyoruz. Bugün gelenler doktorların tam aksine o kadar hoşgörülüler ki anlatamam. Ödemiş'ten tavsiye üzerine gelen kalabalık bir grup. Usulünce serviste yaşadığımız problemleri aktarıyor. "Bir bira söyledik 45 dakika sonra geldi." diyor. Olgunlukla karşılıyorlar bu durumu ama biz yerin dibine batıyoruz mahcubiyetimizden ve onların gösterdiği toleranstan. Devam ediyorlar. "Izgaralar yediğimiz en leziz olanları. Mezeler, harika, hele kabak çiçeği dolması, hayatımda yediğim en güzel kabak çiçeği dolması." diyor içlerinden biri.  

Sabah kahvaltısına kızlarını getiren dünyalar iyisi bir bey, öğlene iş arkadaşlarıyla geliyor yemeğe. Ağzından çıkan her kelime bize ilerisi için hem ümit hem de moral veriyor.

Öneriler geliyor. Mesela yayık tabaklara biraz zeytinyağı ve kekik, bir ucuna yöresel çamur peyniri koyun diyor. Bunu ikram olarak verirseniz hem yemekleri beklerken açlıkları diner insanların hem de güzel bir jest olur. "Güzel bir fikir, değerlendireceğiz." diyorum. Bir başkası veranda için UFO cinsi elektrikli ısıtıcılar konmasını istiyor. Hem içkisini içecek hem de sigarasını tüttürecek insanlar için.  Şarap için eski kaşar isteyenler oluyor.

İçki içen az olunca pazar olmasına rağmen servis de erken bitiyor. Elemanların maaş ödemelerini yapıyorum. Tip box açılıyor. İçinde biriken bahşişler özenle sayılıyor ve elemanlara dağıtılıyor. Oğlum, ben de garsonluk yaptım ben de payımı isterim diyor şakasına.

Kapıyı, pencereyi kapatıp düşüyoruz yola. Bu gece Tire'de taş olmayan evimizde kalacağız. Bilgisayarımı alıyorum yanıma, günlüğümü yazıp blogları okurum diye. Uyku teslim alıyor hemen. İyi bir uyku çekiyorum sabah dokuz buçuğa kadar. Sabah yedi buçukta içmem gereken antibiyotik zamanı geçeli iki saat olmuş. Akşamları da geciktiriyorum nasıl olsa. Aç karnına içiyorum bir tane.

30 Ekim 2016 Pazar

TAŞ EV'DE EVLİLİK YIL DÖNÜMÜ

29/10/2016 Cumartesi, Tire

Sabah saatin alarmını duyan eşimin ikazıyla uyandım. Alarm saat 7.30'a kurulu ancak benim ilacı içmem sekiz buçuğu buluyor. Sabahları hava serin. Geceleri taş fırının iki yanında yanık bıraktığımız ışıkları söndürmekle başlıyor günüm. Hüseyin kapıda beklemesin diye hemen gidip bahçenin demir kapısını açıyorum.

Açılış saatimize daha bir buçuk saat var. Arabayla iki genç giriyor açtığım kapıdan. "Açık mısınız?" diye soruyorlar. Geri çevrilir mi misafir? "Henüz açılmadık ama siz buyurun yine." Ne çay hazır ne garson gelmiş. Eşimle birlikte hazırlıyoruz kahvaltıyı. Aynı çocuklarımıza hazırlar gibi. Çok küçük geliyorlar gözüme. Genç kız mimarmış. Söylemese lise öğrencisi derim.

Sabah serinliği... Kış güneşi aratıyor kendini. Peş peşe kahvaltıya gelenler dolduruyor masaları. En rağbet gören yer teras bu kez. Yazın sıcaktan durulmayan teras şimdi en gözde oturulacak yer oldu. Güneş arıyor insanlar bu mevsimde.

Bir taksi giriyor bahçeye. İçinden iki genç kız iniyor. Beklediğim servis elemanları. İkisi de gençlik enerjisiyle dolu. Saf ve sempatikler. Hemen kaynaşıyoruz. Üniversite öğrencisi iki kardeş. Onlar ortamı, biz onları seviyoruz.

Kahvaltı servisi bittikten sonra eşimle şehre inip buzdolabı bakıyoruz. Sadece et ürünleri olacak bu dolapta. Aradığımız özellikte olanı bulup ödemeyi yapıyoruz. Öğleden sonra dolap bizde olacak. Birkaç şey daha alıp hemen dönüyoruz. Bu kadarcık değişiklik bile eşime iyi geliyor.

Rezervasyonlar yapılıyor ardı arkasına, akşam yemeğine, yarınki sabah kahvaltısına. Rezervasyon defteri tutmak lazım karıştırmamak için. Ödemişten arıyor bir beyefendi. Evlilik yıldönümleriymiş. Şöyle mumlar, çiçekler falan, güzel bir karşılama istiyor. Canlı müzik var mı diye soruyor. "Hayır, müziğimiz az önce can verdi maalesef." diyesim geliyor. Sonra gülüyorum bu düşünceme.

Yeni elemanımız Bahar ile oğlum gidip cicili biçili mumlar kuru çiçek yaprakları alıyor. Gelin gibi süslüyorlar rezerve ettiğimiz masayı. Tek sorun onlar gelmeden hemen önce mumların yakılması. Üç beş tane değil, en az yirmi beş, otuz mum yanacak. Taş Ev taş ve ahşap. Bir hata yaparlarsa cayır cayır yanarız. Telefon et diyor çocuklar, gelmeden beş dakika önce haber versin beyefendi. Yok bu şık kaçmaz. Telefon numarası var ama ismini yazmamışım yanına. O yüzden karıştırma ihtimalim de var. Aramıyorum. Aramayıp iyi de ediyorum. Tezgahı kuruyoruz. Ben önce arabaya gidip gelenin doğru kişi olduğundan emin olacağım. Daha sonra işaret verip gelen çifti dışarıda oyalayacağım. O arada mumlar yakılacak. Plan güzel işliyor. Elemanlar bile bu romantik karşılama karşısında heyecanlanıyorlar. Gelgelelim ne beyefendiden ne de hanımefendiden bir teşekkür alamıyoruz. Heyecandan olsa gerek. Ancak giderken yüklü bir bahşiş bırakarak memnuniyetlerini gösteriyorlar.

Gökçen'den gelen misafirlerimiz var. İki masayı birleştiriyoruz. Sabahtan beri klasik ve İspanyol müzikleri çalıyor fonda. Gökçen'li misafirlerimizin masasından bir soru geliyor. "Başka müziğiniz yok mu?" Masalar Hüseyin, Bahar ve oğlum arasında paylaşıldı. Oğlumun baktığı masa bu. Oğlum "Var" diyor ve devam ediyor. Ama o da Fransızca. "Tamam" diyorlar. "Fransızca olsun." Geliyor bana, "Y3 numaralı masa Edith Piaf çalmamızı istiyor." İnanamıyorum. Derhal diyorum, derhal.

Güzel bir gün. Bahar'ın gelmesi Taş Ev'in havasını değiştirdi. Cumhuriyet kutlamaları nedeniyle son rezervasyonu yaptıran Müze Müdürü ve eşi ile İstanbul'dan misafirleri geç geliyorlar. Sırasıyla Hüseyin'i, oğlumla birlikte Bahar'ı onlardan sonra da Aşkın Şef ve eşini gönderiyorum. Yukarıda üç masa eşimle bana kalıyor.  

Müze Müdürü Edip Bey, İzmir Atatürk Lisesi dönem mezunlarını Taş Ev'de verilecek bir yemek organizasyonunda buluşturmak istiyor. "Eşleriyle birlikte yaklaşık yirmi kişiyi bulur." diyor. İki de profesör varmış aralarında.    

Gecenin geç yatanı olarak ben kaldım yine. Son pazar günlerine bakılırsa yarın da hareketli bir gün olacak muhtemelen. Bahar, kardeşiyle birlikte destek verecek bize. 

29 Ekim 2016 Cumartesi

KARIŞIK BİR GÜN

28/10/2016 Cuma, TİRE

Sanırım taşlar yavaş yavaş oturacak yerine. Erken yazmaya başlıyor, sıcağı sıcağına paylaşıyorum yazdıklarımı. Hafta sonu dışında fazla hareketlilik olmuyor gündüz saatlerinde. Alışveriş için fırsat yaratıyor bu bana. Gündüzden itibaren başladım artık yazmaya. Dün yazdıklarım noksan kalmıştı. Onu da yarın paylaşırım demiştim.

Yakışıklı bir delikanlı geliyor kız arkadaşıyla dün geç vakitlerde. Hava soğuk ama verandada oturuyorlar. Birer şal veriyorum üzerlerine. Delikanlı önce gerek yok dese de soğuğa teslim olunca o da şala sarınıyor. "Dağlar benden sorulur." diyor. Doğa tutkunu. Çevrenin korunması için elinden geleninin fazlasını yapıyor. Yöreyi çok iyi tanıyor ayrıca. "Gelin Kayalıkları" nın hikayesini anlatıyor bana. Güzeller güzeli bir kızı sevdiğiyle değil bir başkasıyla evlendiriyorlar. Develer yüklenmiş çeyizlerle birlikte yola koyuluyorlar düğün evine doğru. Yol üzerinde bir fırsatını bulup kayalıklara doğru koşuyor ve kendini boşluğa bırakıyor genç kız. O günden beri "Gelin Kayalıkları" adıyla anılır oluyor o kayalıklar. 

Bugün küçük pazar. Bol bol ot istedi şefimiz.  Dün Cahit Bey'in tarif ettiklerini aktardım Ali'ye sabah beni aradığında. 200'lük fan değil 250'lik fan kullanılacakmış. "Tamam" deyip adamları birazdan yola çıkaracağını söylemişti.

Kapıdan çıkarken Elektrikçi Ali'nin adamları ile karşılaştık. Kamil ve yanında ufak tefek bir çocuk geldi. Kamil'in bu işi kıvıracağını hiç sanmıyorum. Yanlarına iki de çek valf almışlar, pis su borularına takacaklar kokuyu önlemek için. Kamil'e fanın takılacağı yeri gösteriyorum. Patronunu arayıp bu işi kendisinin yapamayacağını söylüyor. Yarım saat sonra iki demirci ustası geliyor. Elektrikçi Ali hiç işlerimi böyle şipşak halleden biri değil ama bu kez beni mahcup ediyor. Üstelik telaş içinde. Pazar günü oğlunu evlendiriyor.

Pazar alışverişi için Derekahve üzerinden gidiyor, fırından ekmek alıyorum. Arabayı park ettiğim yer kimseyi rahatsız etmez görünüyor. Tam da pazar yerinin ucu. Fazla bir şey de almayacağım nasıl olsa. Ekmekleri arabaya koyup pazar yerine dönüyorum. Otların  bollanması için daha zaman var. Bol bol cibez almak istiyorum ama ona da daha vakit var diyorlar. Sadece bir yerde gördüm, onun da yapraklarının çoğu kartlaşmış. Bol bol hardal otu alıyorum. Tatlı biber soruyorum pazarcı kadınının birine. "Dört lira vereyim kilosunu." diyor. "En fazla üç veririm." diyorum. Omuz silkiyor. Çok değil, birkaç tezgah aşağıda kurulu tezgahlardan birinin başında duran köylü kadına soruyorum biberin kilosunu kaça verdiğini. İki lira diyor. Biberler biraz daha küçük ama taze görünüyor. Hemen alıyorum oradan.

Dar sokak aralarından çıkıp mandıraya gidiyorum. Hafta sonu kahvaltısı için sipariş ettiğim peynirleri alıyorum. Oradan aldığım esmer renkli yumurtalardan bir kısmı bozuk çıkmış, beyazlarla değiştirmiştim. Başka müşterilerinden de gelmiş şikayet. Hata götürmüyor bu işler. Misafirlerimiz yüzümüze vurmadı bu durumu, "Sizin suçunuz yok bunda." dediler ama oldu bir kere. Ben de bundan sonra tavuk aldığım yerden alacağım yumurtayı. Aslında alışveriş ettiğimiz mandıra da buranın en tanınmışı. Onun da suçu yok. Mağaza yetkilisi şikayetler üzerine "Bir daha oradan yumurta almayacağız." dedi. Tavuk çiftliği mi sorumlu bu işten yoksa toptancı mı bilmiyorum ama başta biz sonra mandıra mağdur olduk.

Park cezası uygulaması gözümü korkuttu. Her zaman aldığım yerden patates alıp kasaba çevirdim yönümü. Oradan vakit kaybetmeden döndüm yaylaya. Fanın montajı epeyce ilerlemiş. İyi ki yarına ertelemedim misafir gelir endişesiyle. Onlar montajı bitirip çıkana dek gelen giden olmadı. Bu fan gerçekten ihtiyaçtı. Artık ızgara dumanı ne mutfağı boğacak ne salona çıkacak. Fazla ses de çıkarmaması sevindirici.

Gün boyunca dişim ağrıdı. Doktorumla konuştum. Antibiyotik bitsin sonra bakarız dedi. Ağrı kesici kullanmamak için direniyorum. Bir ara neredeyse teslim olup yutacaktım ağrı kesiciyi. Neyse ki, hafifledi biraz.

Akşam rezervasyonları gelmeye başlıyor. Hüseyin boşluktan istifade bol bol odun hazırladı şömine sobada yakmak için. Yarın için dışarıdan ilave garson ayarladım. Bu işleri organize eden birileri var. Pamuk tarlalarında bu görevi yapanlara dayıbaşı dendiğini biliyorum. Ama bu batı versiyonu. İşi hiç karşılık beklemeden yaparken arkadaşlarının hayır duasını alması yetiyormuş. İki sınıf garson varmış. Birisi profesyonel, diğeri amatör. Ücretler  birbirinin neredeyse iki katı. "Yarın kahvaltı için amatör iki eleman gelsin." diyorum elemanları ayarlayacak kişiye. Saat kaçta gelecekler söylememişim. Telefon ediyorum yeniden. Uzun uzun çalıyor telefon. Son anda cevap veriyor. Fakat cevap veren aradığım kişi değil onun iş arkadaşı. Benle konuştuktan az sonra kalp krizi geçirmiş adam, ambulansla İzmir'e götürmüşler. Telefonunu bile alamamış yanına. Geç vakit yine arıyorum. Hastanede olduğu bilgisini veriyor arkadaşı.

27 Ekim 2016 Perşembe

ZANAAT

27/10/2016 Perşembe, Tire

Güzel bir uyku çektim dün gece. Sabah antibiyotik saati için kurduğum alarmı duymamışım. Eşimin seslenmesiyle uyandım. Dünden söylemişti Aşkın Şef alınacakları. Artık hemen hemen hergün kasap işi çıkıyor. Hergün satın almaya çıkmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Koca şantiyelerde dahi mubayaa (satın alma) için haftada bir kez çıkılırdı alış verişe.

İlacı tok karnına içmem gerek. Öyle kahvaltıyı falan bekleyecek zamanım yok. Aşağıda işlerim çok. Öğlene bir grup rezervasyonu var. O zamana kadar dönüp bizimkilere destek versem iyi olacak. Dün geç vakit servisten gelen arabam yağ gibi kayıyor. Olgun Usta güzelce temizletip yıkatmış.

Önce nohut mayalı ekmeğime biraz peynir katık edip ilacıma altlık yapıyorum. İlacı içiş zamanın içmem gereken zamana göre bir saat rötarlı. Eğer doktorların dedikleri doğru ise bana bu antibiyotiğin hiç faydası olmayacak. İlk olarak yolum üzerindeki fırından ekmekleri alıyorum. Sonra sırasıyla mandıra, kasap alışverişini yapıyorum. Meslek Yüksekokuluna uğrayıp müdür ile tanışmak ve öğrencilerinden ihtiyacı olanları part-time servis elemanı olarak çalıştırmak isteğimi iletmek arzusundayım.  

Bir kırtasiyeci bulup ayak üstü dilekçe yazıyor yüksekokulun ilan panosuna duyurumu asmak için bir şeyler karalıyorum. Öğle arası müdür yemeğe çıkmış. Bu süre zarfında gidip sanayide demirci arıyorum. Şömine sobada yakılacak odunları küçültmek üzere aldığım baltayı küçük bulmuştu Hüseyin. Bu sefer ona harbisinden bir oduncu baltası aldım. Baltanın ve sapının hazırlanması yarım saati buldu. Ateşte çeliğe su verilmesi, demirin tavında dövülmesi yıllardır süregelen bir zanaat. Beklerken demirci ustasının kömür ateşinde orak imalatını izledim. Yılların birikimi ile kendinden son derece emin usta eller, ne ölçeğe ne reçeteye bakıyor. Ne zaman ne yapacağını adeta içgüdüsel olarak hissediyor. Ateşin sıcaklığı yüzüne vurunca anlıyor ısının yeterli olduğunu. Derecesine bakıp karar vermiyor.

Dönüş yolumda Taş Ev'in siparişleri bitmek bilmiyor. "Gelirken bir kasa da domates alıver." "Kahve de azalmış." Öğle tatili sona erdi. Meslek Yüksekokuluna uğruyorum. Özel Kalem Meltem hanım yerinde yok. Bahçede oturan müdür yardımcısını işaret ediyorlar. Gidip tanışıyorum. "Öğrencilere bir imkan sunduğu için teklifim duyurulmasında sakınca yok." diyor. Yanında oturan gençten biri aklını çeliyor. "Efendim Gökhan halleder, sizin için sıkıntı doğurabilir." Tartışıyorlar aralarında kısa bir süre. Müdür Yardımcısı iyi niyetli. "Eğer sorun çözülmezse, haftaya asarız duyuruyu." diyor. Yukarıdan Hüseyin arıyor. "Amca ekmek bitti, ne zaman geliyorsun." "Az sonra geliyorum Hüseyin, senin kahveni alır almaz geleceğim."

Hava iyice kapandı. Salonun penceresinden karşı dağların eteklerine bakınca Bayındır görünmüyor. Güneş olmayınca soğuk kendini iyice hissettiriyor. Döner dönmez malzemeleri indiriyorlar arabadan. Ben de Taş Ev'in üst kat salonuna çıkıp misafirlere hoş geldiniz diyorum. Eşimin en yakın dostları gelenler. Yeni trend, günlerin dışarıda yapılması. Telefonum çalıyor. Haftaya perşembe gününe yirmi kişilik bir gün rezervasyonu daha. Genelde akşam yemekleri kalabalık oluyor. Bu şekilde bir denge sağlanacak belki. Çalışan için öğle yemeğini Taş Ev'de yemek zor. Yarım saat geliş, yarım saat dönüş gitti öğlen tatili.

Genç bir çift bu akşam misafirimiz. Daha önce defalarca geldi. Tam bir doğa tutkunu, çevre bilinci dorukta. Rembetiko çalıyorum istekleri üzerine...

HAVALAR SOĞUDU

26/10/2016 Çarşamba, Tire

Arabanın ikaz ışıklarından biri yanıp sönüyor. Partikül filtresi tıkandığını söylemişti Olgun Usta dün akşam kapıdan gösterdiğimde. "Bir an önce bakmamızda yarar var." demişti ayrıca. "İstersen yaylaya adam gönderir, oradan arabayı aldırırım." bile demişti. İşte bu yüzden sabah erken çıktık evden. Olgun Ustaya arabayı aldırması için telefon ettim.  

Belediye'den denetime geldiler. Tuvaletlere engelliler için iki tarafa korkuluk istediler. Baca çıkışına dumanı önleyecek bir çözüm getirmemiz gerekiyormuş. Dün hep bu konuyla ilgilenmiştim zaten. Haşereye karşı hizmet veren bir şirket ile sözleşme yapmalıymışız. İlaçlamayı biz yapsak ya da dışarıya yaptırtsak olmaz mı? Sözleşme neyin nesi? Sözleşmeyi görünce "Tamam, haşere kontrolü yapıldı." denecek. Bu zorunlu tutmalar aklıma hep belediye ile ilaçlama şirketi arasında bir ilişki mi var sorusunu aklıma getirir. Çok mu kötü niyetliyim? Ama böyle düşünmemin bir sebebi var.

Yıllar önce kendi çapımda müteahhitlik yapmıştım. Köy Hizmetleri adında bir kamu kurumu vardı. Bu kurumdan çok sayıda içme suyu ve köprü ihalesi almıştık. Kuruma işveren manasına gelen "İdare" derdik. Sözleşmeler yapıldı, işe başlandı. Hakediş zamanı gelince İdarenin kontrol elemanı hakedişimizi dışarıda falanca bürodaki teknikerlere belli bir ücret karşılığında yaptırabileceğimi söyledi. Ben mühendisim, hakedişimi istediğiniz formatta kendim hazırlayabilirim desem de nafile. Anladım ki onları dinlemezsem zorluk çıkaracaklar. İşaret ettikleri büroya gidip tekniker çocuklarla tanıştım. Meğer onlar Köy Hizmetlerinin mevsimlik işçileriymiş. Sözleşmelerinin süresi bittiğinden işsiz kalmışlar. Arkadaşları da onlara bir şekilde iş yaratmış. Baktım çocuklar ekmek parası peşinde. "Tamam" dedim. "Ben size paranızı vereceğim ama hakedişleri kendim düzenleyeceğim." Düzgün çocuklarmış, diğer müteahhitlerden aldıklarının yarısını aldılar benden. Aslında diğer müteahhitler için bunlar biçilmiş kaftandı. Bir hakediş mühendisi çalıştıracaklarına bu büroyu kullanmaları onlar için daha avantajlı oluyordu.

Hava soğuk bugün. Güneş bulutların arkasında. Olgun Usta birini göndermiş arabayı almak üzere. Öğlen yemeğine bir masa rezervasyonumuz var. Üşümesinler diye şömine sobayı yakıyoruz. Gelecek olanlar eşimin yakınları. İstanbul'da yaşıyorlar. Beyefendi ile meslektaş olduğumuzu öğreniyorum. Aynı okul mezunuymuşuz üstelik. Sadece o benden on iki yaş büyük. Aşkın Şef'i arıyor durumu özetliyorum. Belediye denetime geldi, mezeler yapılacak, öğlene misafirimiz var. Ondan erken gelmesini istiyorum.

Misafirlerimiz biraz geç geliyor. Bir bakıma iyi de oluyor. Geldiklerinde mezelerin çoğu hazırlanmış durumda. Beyefendi ile ortak arkadaşlarımız varmış. Konularımız da ortak olduğu için uzun uzun sohbet ediyoruz.

Misafirlerimizi uğurladıktan sonra Zeytin'le oynuyorum biraz. Aşırı hareketli, sürekli üzerime sıçrıyor. Ceviz ağaçlarının altında avuç avuç ceviz topluyorum yerden. İyi silkilmedi bu sene. Ağaç üzerinde bırakılanlar düşüyor yere teker teker. Yukarı yayladaki ceviz ağaçlarının altı da doludur ama kim çıkacak onları toplamaya.

Akşama doğru hareketleniyoruz. Misafirlerin çoğu ilk kez gelenlerden oluşuyor. Her masa ile ayrı ayrı ilgileniyoruz. Salondaki şömine sobamız yanarken harika görünüyor. Sigara bağımlısı olan bazı misafirlerimiz ise veranda ve terasta oturmayı tercih ediyorlar.

Bugün de güzel insanlar tanıyoruz, güzel dostluklar kuruyoruz. Geç vakit Olgun Usta'nın kendisi getiriyor arabamı. Verandada bir çay içiyoruz. Hüseyin iyi çalıştı bugün. Beş altı masaya tek başına yettiğini gördüm. Gelenler kahvaltımızı soruyorlar. Sadece hafta sonları kahvaltı verebildiğimizi söylüyoruz.

Gelen misafirlerden bazıları haftanın bir günü canlı müzik koymamızı istiyorlar. Daha erken diyorum, parasını çıkartması lazım saz heyetinin. Ne parası deyip şaşırıyorlar. "Saz ekibine sakın para vereyim deme. Onlar gelir çalarlar, sen sadece yemesini içmesini karşılarsan yeter. İstek şarkılardan toplanan bahşişler yeter." diyor. Böylelikle bir şey daha öğreniyorum.

Son misafirlerimizi de uğurlayınca kapıyı pencereyi kapatıyorum.

26 Ekim 2016 Çarşamba

KAPALIYIZ

25/10/2016 Salı, Tire

Dün bir ara gittiğim diş hekimine dişimin ağrıdığını ancak sorunlu dişimi göstermemin mümkün olmadığını söyledim. Sağ tarafım olduğu kesin ama alt çene mi yoksa üst çene mi, onu bile ayırt edemiyorum. Hafta sonunu diş ağrısı ile geçirdim, hep sol tarafımla çiğnedim. Doktorum antibiyotik ve ağrı kesici verdi. Ağrı kesici kullanmadım yine. Dün gece saat 19.30'da başladım antibiyotiğe. Bu sabah yedi buçukta içmem lazımdı ama nerdeee. Cep telefonumun alarmını bile kurmuştum. Diğer odada kaldığı için telefonum, duyamadım. Uyandığımda ilaç saatim çoktan geçmişti. Antibiyotiğin faydasını görebilmek için saatlerin şaşmaması gerekiyormuş. Henüz başında şaşırdım saatleri.

Bugün tatil günümüz. Aşkın Şef bir alışveriş listesi hazırlamıştı. Dün gece çıkarken her şeyi aldım, onun listesini unuttum. Gerçi dün listeye yazdıklarını tekrarlayıp durduğu için çoğu aklımda kalmış ama tam emin olamıyorum. Alacaklarımın çoğu yeşillik. Fazla ağırlık tutan şeyler değil. Evden çıkıyorum.

Arabayı her zaman park ettiğim tarihi camilerin yer aldığı sokak üzerinde tesadüfen bir yer buluyorum. Kabak çiçeği alacaklarımın arasında en önemlisi. Bazen erkenden bitiyor pazarda. Bir de "Ne kadar ot bulursan al." demişti şef. Pazarın kurulduğu dar sokakların en başından başlıyorum alışverişe. İlk gördüğüm köylü kadından tanesi bir liraya on paket alıyorum. Ankara'dayken tanesine beş lira vermeye razıydık eskiden. Köylüler uyanık. Yabancı gördüklerine fiyat çekiyorlar. Benim görüntüm de hala onlara yabancı olmalı. Geçen hafta eşim köy salçası istemişti. "Sakın on iki liradan fazla verme kilosuna." diye de tembihlemişti. Köylü kadına sormuştum kilosu ne kadar diye. Yirmi lira kilosu derken başlamıştı salçasını övmeye. "Yok, almam." demiştim. "Hanımdan fırça yemeye hiç niyetim yok. "On iki liradan fazla verme." dedi bana. "Hadi, ver on beş lira." demişti. Henüz "lokantaya alıyorum" kozumu elimde tutuyorum. "Yok vermem." diyor ve sihirli cümle çıkıyor ağzımdan. "Lokantaya alacağım, on ikiden vereceksen ver alayım." Kadın, "Kaplan'daki lokantaya verdim sabah on kilosunu on beşten." diyor. "Bir de kavanoz parası var." Ben kavanozu ne yapayım, içi lazım. "Koyarsın bir naylon poşete. Razı oluyor sonunda on ikiden vermeye. Şöyle bir düşününce neredeyse yarı fiyatına almış oluyorum.

Bazı facebook sayfalarında görüyorum. "Köylü amcaları, köylü teyzeleri üzmeyin. İki lira dediklerini bir lira almaya çalışmayın. Bu para onların emeklerinin karşılığı..." İlk bakışta makul hatta haklı bir çağrı gibi gelmişti bana da. Ancak, insanları tanıyınca durumun hiç de öyle olmadığını gördüm. Köylü şehirliden daha kurnaz. Tamam, ucuza sattıkları doğru. Emeklerinin de karşılığı bu olmamalı. En iyi bilenlerden biri oldum bunu. Ama bir de şu durum var: Yerliye bir fiyat, yabancıya başka bir fiyat çıkarmak ne oluyor? Bir de pazarcılığın bir kuralı var sıkıca uydukları. Sağlamları gözüne sokup çürük çarığı kaşla göz arasında sokuşturmak. Genelleme yapmak doğru olmaz elbette ama köylü vatandaşlar hiç de göründüğü kadar saf değiller burada. Hele bozuk köy yumurtalarını satıp beni misafirlere rezil etmelerini hiç unutmayacağım.

Pazarda dün misafirimiz olan hanımefendi ile karşılaşıyoruz. Hoş bir tesadüf. İktisat mezunu olduğunu söylemişti. Facebook sayfasını ziyaret edeceğim. Yazmasını takdire şayan bulmuştum. Eşini tanıştırmak istedi ama beyefendinin elinde telefon, fazlasıyla meşgul. Bir sonraki sefere kalıyor tanışmamız, zira elimde yük var ve yapacağım çok şey.

Hardal, semizotu, turp otu ne bulursam alıyorum. Aklım elemanda. Bu işleri bitirip eleman arayışına girmem lazım. Hem sürekli çalışacak bir garson, hem de hafta sonları destek elemanları. Her karşıma çıkana soruyorum. Bu memlekette işsizlik yok.Çalışmayan halinden memnun. Çiftçi ailesinin çocukları bazen tarlada, bahçede çalışıyorlar, özellikle hasat zamanı yoğunlaşıyor işleri. Fabrikaya kapağı atmış olanlar geceleri ek iş peşinde. Yevmiye usulü çalışıyorlar. Garson, bulaşıkçı için dayı başılar gibi bir kısım insanlar varmış. Bunlardan biri de bana söz verip kestane işinde ortada bırakan. Nasıl güvenirim bu insanlara? Ödemişten gelirmiş insanlar burada çalışmaya. Tire'de çalışacak insan yok çünkü. Garip bir memleket. Dayı başı bir otobüse bindiriyormuş talep edilen sayıdaki işçiyi. Akşam saatlerinde de geri götürüyormuş.

Pazar alışverişinden sonra yaylaya götürüyorum aldıklarımı. Zeytin havlıyor, karnı açıkmış olmalı. Kahvaltıdan kalan haşlanmış yumurtalara bayılıyor. Onun da pis bir huyu var. Kemik olsun, yumurta olsun ona sevdiği bir şey verdiğimde dişlerini gösterip saldırmaya çalışıyor. Bilmiyor ki onları getiren benim. O önce verip sonra önünden alacağımı sanıyor olmalı. Zincirini öyle bir zorluyor ki dişlerini gösterirken beni bile korkutuyor.

Soğutucu dolaplara yerleştiriyorum pazardan aldıklarımı. Sabah telefon edip sonra yanına uğradığım Elektrikçi Ali telefon ediyor davlumbazın tepesine taktırmayı düşündüğüm fanla ilgili. Izgaradan çıkan duman bazen salona doluyor. Mutfak duman içinde kalıyor. Acil olarak önlem almalıyız. İzmir'den bir numara veriyor bana. Bazı teknik sorular soracakmış, fanı gönderecek yetkili. Davlumbaz baca bağlantısı hakkında bilgi alıp fotoğrafını çekip göndermemi istiyor. Fotoğrafını çekiyorum çekmesine ancak şarjım bitiyor birden. Halbuki yüzde on dördü gösteriyordu doluluk oranı. Pilin ömrü bitmiş olmalı. Hemen dönüp eve gitmem lazım, telefonun şarjını doldurmalıyım.

Evde bir süre şarja bağlıyorum telefonu. Fancı Cahit'i arıyorum. Meşgul çalıyor. Yukarıya, yaylaya çıktığımda Zeytin'i beslemiş, onun suyunu tazelemiş ve unuttuğum Aşkın Şefin alışveriş listesini yanıma almıştım. Listeye bakınca pazardan almadığımın sadece yeşil biber olduğunu görüyorum. Bir kez daha pazara dönüp tatlı köy biberi alıyorum. Renkleri daha koyu. "Tatlı mı bunlar?" diye soruyorum emin olmak için. "Dene bak." diyor pazarcı. En koyu renklilerden birini ortadan kırıp ağzıma götürüyorum. Adam haklı, dış görünüşe aldanmamalı. Biberler tatlı.

Yanımda götürdüğüm yeni nesil pos cihazını gösteriyorum Ozan'a. Sabahtan uğradığım muhasebeci korkutmuştu gözümü. "Bunu bir kontrol ettir yoksa ceza ödersin." Kafasına göre z raporu, çıkarıyor, kafasına göre detay ya da toplu rapor. Telefonun şarj edilebilir pilinin değişmesi gerektiğini söylüyorum. Yokmuş kendilerinde. Bir adres veriyor Gümüşpala caddesinde. Gittiğim yerde telefonun şarj tutmadığını anlatıyorum. Bir saat zaman istiyor değişim için. O kadar zaman alıcı olmasını düşünmemiştim. Bu arada kalan alışverişimi tamamlıyorum.

Fancı Cahit dönüyor bana. Önemli bir iş görüşmesi yaptığından dolayı açamamış telefonu. İki tane farklı çapta fan gönderecek elektrikçi Ali'ye. Bir an öne kurtulmak lazım şu dumandan.

Birkaç gün önce Çeşme'den gelen ustayı arıyorum. Belki de garson konusunda yardımcı olur diye. Ustanın şivesi doğulu. Düzgün birine benziyor. Yardımcı oluyor elinden geldiğince. Karşılaştığım insanlardan pek çoğu Aşkın Şefin beni yolda bırakabileceğini söylüyor. Ben ona güveniyorum ama tedbiri de elden bırakmamak lazım. Bu usta ona iyi bir alternatif olabilir. Hem Türk hem de yabancı mutfak kültürünü biliyormuş. Ailesiyle birlikte Taş Ev'i ziyaret edeceklerini söylüyor önümüzdeki günlerden birinde.

Bugün tatil günüm. İleride alışveriş işi dışında kendime ayırmak istiyorum bu günü. Haftada bir gün dinlenmek ihtiyaç. Telefon ediyorlar rezervasyon için. "Kapalıyız bugün maalesef." diyorum. İlk kez geleceklerini söyleyip yol tarifi istiyorlar. Reklama ihtiyaç var sanırım. Henüz bizden haberdar olmayan önemli bir kitle var daha. Hemen tabelacı geliyor aklıma. Yakınlarındayım. Uğrayıp bir tabela siparişi daha veriyorum. Kaystros Taş Ev'e 250 metre kala son virajın bulunduğu Nihat Efendi ve Cambaz Ali'nin bahçeleri arasına koymayı düşünüyorum bu levhayı. Çok sayıda misafir buradan geri dönmüş daha ileride bir şey yoktur diye.