KATEGORİLER

23 Aralık 2016 Cuma

CB

22/12/2016 Perşembe, Tire

Birkaç gündür şehirde kalıyorum. Eşim oğlumun yanında hala. Sabah çok erken kalkmama gerek yok. Meteoroloji hava sıcaklığının mevsim normallerinin altında seyrettiğini söylüyor. Gelecek beş günlük hava tahmin raporlarında yağış beklenmiyor. Dün bir öykü yazmak geçti içimden. Ankara'yı hatırladım. Defalarca okudum yazdığımı. Her okuduğumda bir şeyler değiştirdim. Çok zamanımı aldı. Yazı yazmak da şiir yazmak gibi, ilham meselesi. Bir yandan çok istekli görünürken diğer yandan yazmak zorundaymışım gibi geldi bana. Aklımın bir köşesine Jack London gelip kuruldu. Bir romanında hapishane hayatından bahsediyordu. Kendisinden başka sadece bir sineğin bulunduğu tek kişilik hücresinde. O sinek hakkındaki gözlemlerini, onunla kurduğu ilişkiyi ustalıkla kağıda dökmüştü. Ne yazayım diyenlere güzel bir örnek olabileceğini düşündüm. Sırası geldiğinde havada uçuşan küçük bir karasinek bile yazara ilham verebiliyordu demek. Ondan rahatsızlık duymak yerine detaylı bir şekilde hareketlerini izlemek, hücresinde onu bir kader arkadaşı olarak görmek, onunla oyun oynamak kimin aklına gelirdi ki?

Tepemizde rüzgar tribünleri kuruluyor. Ben kısaca pervane diyorum onlara. Öğleden sonra bakım ekibinden iki kişi misafirimiz oldu. Genel olarak sakin bir gün. Amacım böyle günleri yazıp okuyarak değerlendirmek. Şömine sobayı yaktı Hüseyin. Birbiri arkasına koca ceviz odunlarını yutan soba salonu ısıtmaya başladı. Müzik yokken salonun sessizliği kulağımı tırmalıyor. Vivaldi'nin dört mevsimini çalmaya başlıyorum. Okumaya yeni başladığım kitap ile bitirmeye çalıştığım öykü arasında öncelik konusundaki kararsızlığım rahatsız edici.

İlçemiz CB nin OSB'de yapacağı açılış nedeniyle hareketleniyor. Sütaş tesislerini açacakmış beyefendi. Bazı kesimlerde bir telaş bir telaş. Tarihi bir gün olacakmış yarın. Mutlaka Orta Park'a getirmek şerefine nail olmalıymışız. Selçuk-Belevi yolunun kaderi bu gelişe bağlıymış. Kendi aramızda şakalaşıyoruz. "Öğlen yemeğini Taş Ev'de yiyecekmiş." diyorum. Hüseyin'in o meşhur kahkahası gecikmiyor.

Akşama doğru matbaadan arıyorlar. Yılbaşı için hazırlattığım afişler gelmiş ama yanlışlıkla Ödemiş'e götürmüş kargo onları. Bir saat sonra arayıp alabileceğimi söylüyorlar. Hüseyin'i yanıma alıp iniyorum aşağı. Şehrin kritik yerlerindeki mağazaların camlarına, duraklara, AVM önlerindeki direklere yapıştırıyoruz.

Facebook sayfasına bir mesaj geliyor. "Kalacak yeriniz varsa yeni yıla Taş Ev'de girmek isteriz."  Henüz konaklama imkanımız olmadığını yazıyorum özür dileyerek. Öğretmen Evi'nde yer bulabildikleri takdirde gelmeyi düşündüklerini bildiriyorlar.

Sözcü gazetesi yazarları Bekir Coşkun ve Yılmaz Özdil'i okuyorum. Hislerime tercüman oluyorlar. Yılmaz Özdil, 2016 yılını özetlediği makalesinde 15 Temmuz'u öyle güzel anlatıyor ki, görmeyen gözlere parmak sokuyor. Usta kalem şöyle anlatıyor olayı: F-16 lar meclisi bombaladı, genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanları esir alındı, TSK bile kendini savunmak için organize olmazken, MİT'in bile haberi yokken, her şeyi bilen CB bile durumu ancak eniştesinden öğrenirken memleketin 85.000 camisinden senkronize sala okunmuş, devlet komadayken nasıl olduysa memleketin en ücra köyündeki imamlar, müezzinler organize olmuştu (!) Siz hala bunun bir darbe olduğuna mı inanıyorsunuz? Eğer bunun darbe olduğunu düşünüyorsanız, o tankları dize getiren demokrasi aşığı bacılar neden Pkk'ye Işid'e karşı evlerinden çıkmıyor hala. Eğer haberleri yoksa ben söyleyeyim o zaman. Reisleri seferberlik ilan etti. Haydi çıksanız ya sokaklara. Çıkmazlar, çıkmazlar elbet.

Mehmet'ler can veriyor. Şehitlik derecesine yükseliyor hepsi. Ben değil CB dahil herkes öyle diyor. Ne mutlu onlara, ailelerine. CB'miz başbakanımız, bakanlarımız mağdur. O büyük gururdan mahrumlar. Kendi çocuklarına şehit olma fırsatını vermediler. Ne denir ki başka, Mehmetler şehit, vatan sağ olsun. Uyan artık aklını kullanamayan zavallı halkım...  

22 Aralık 2016 Perşembe

ANKARA'NIN BUZLU YOLLARI

Yılbaşına bu gün olduğu gibi tamı tamına dokuz gün kalmıştı. Hayatında ilk kez gördüğü kar, yayalar için tahsis edilmiş dar yürüyüş yolunda, üzerine basıla basıla camsı bir yüzey oluşturmuştu. Karda, hem de buz üstünde nasıl yürünür bilmiyordu. Bilene kolay bilmeyene zor diyorlardı buzda yürümek. Gözlerini yerden ayırmıyor, ayağını basabilecek ufacık buzsuz bir yer arıyordu. Yollar, duvar kenarları, ağaç gövdelerinin etrafı, kaldırım taşları, her taraf buzla kaplıydı. Bacaklarının titremesinin soğukla bir ilgisi olmadığını adı gibi biliyordu. Attığı her ürkek adımda kayıp düşerim korkusuydu onu titreten.

Isıtmayan kış güneşi solgun yüzünü gösterirken var gücüyle günü aydınlatmaya çalışıyor. Hafiften esen soğuk rüzgar, boğazına kadar iliklediği gocuğundan içeri girmesin diye çözülmüş atkısını yeniden doluyor boynuna. İşte bu hareketi pahalıya mal oluyor ona. Ayağı kayıyor, dengesini kaybetmesiyle kendini yerde buluyor. Buzun üzerinde birkaç kez debelendikten sonra güçlükle kalkıyor ayağa. Üstü kirlenmiyor. "Buzda düşmenin iyi tarafı bu olmalı." diye söyleniyor kendi kendine. Bu buzda ilk düşüşü. Elini ayağını kontrol ediyor. Evet, hiç bir tarafı ağrımıyor.

Uzun saçları gocuğunun siyah kürkü üzerine dökülmüş. Soğuktan ürperip gül kurusu renkli boğazlı kazağının içine çekiyor kafasını. Yaka kürkünü atkısının üzerine kaldırıp üşüyen boynunu ısıtmaya çalışıyor. Gökten inen seyrek kar taneleri nazlı nazlı süzülürken rüzgarın etkisiyle hızlanıp yön değiştiriyor. Rüzgarın soğuk esintisi olmasa o kadar üşümeyecek belki de. Sadece elleri üşüyor, özellikle parmak uçlarının donduğunu hissediyor. Oldum olası eldiven kullanmayı sevmiyor.  

Sol tarafında yol boyu uzayan beton parapet üzerinde yirmi santim kalınlığında kar birikmiş. Duvara tutunmak istiyor. Sol elinin kara gömülmesiyle birlikte bileklerinden soğuk sular süzülmeye başlıyor. Üzerine basılmadığı sürece kar yumuşak kalıyormuş meğer. Sağ elinde kitaplarını tutuyor sıkıca. Sanki emanet verilmişler kendine. Gözü gibi koruyor onları. Yavaşça doğrulurken etraftaki genç insan kalabalığına bakıyor. Nasıl da rahat yürüyorlar buzun üstünde. "Gideceğin yer soğuk olur, iyi koruyasın kendini." demişti tanıdık tanımadık herkes. Ayakkabılarının altı lastik olsun kaymazsın o karda buzda. Altı kauçuk ayakkabısıyla bile kayıp düşmeyi başarmıştı ya. Ama öğrenecekti bir gün diğerleri gibi buz üstünde yürümeyi. Bir püf noktası olmalıydı bu işin. Nasıl soracaktı arkadaşlarına. Henüz doğru dürüst arkadaşı bile olmamıştı ki daha. Olsun yine de birileri yol gösterebilirdi belki.

Elinde taşıdığı kitaplar mı bozuyordu dengesini. Düşerken son bir refleksle elini havada tutmayı başarmış, bir tarafını kırmak pahasına kitapların yere dağılmasını önlemişti. Birkaç adım daha attı. İlk adımında sorun yoktu ama ikinci adımında yine dengesini kaybedermiş gibi oldu. Kontrolsüz birkaç hareketten sonra ayakları üzerinde durmayı başardı. Kamburu çıkmış kedi pozisyonunda kıpırdamadan öylece kala kalmıştı. Nefes alması bile yeniden dengesini kaybettirecekmiş gibi geldi. Neyse ki başkalarının ona baktığı yoktu. Oysa buz üstünde yaptığı komik dansı gören herkes katıla katıla gülebilirdi onun bu haline. Kitaplarını bırakmamıştı elinden. Çaresizlik içinde etrafına bakındı. Bir ara kendini komik buldu. Hatta sessizce güldü içine düştüğü bu duruma. Topu topu üç yüz metre yolu kalmıştı ama bu mesafede kim bilir kaç defa düşer kalkardı. Her düşüşünde ilkinde olduğu kadar şans güler miydi yüzüne? Yoksa düşüp bir yerlerini mi sakatlardı?

Memleketini hatırladı. Hiç kar düşmezdi oraya. Yollar buz tutmazdı. Sadece küçük su birikintilerinin üzerinde incecik bir buz tabakası oluşurdu. O da her zaman değil, sadece çok soğuk havalarda. Çocukken ayakkabısıyla o ince buz tabakasını kırmak en büyük eğlencesiydi. Bu merakı yüzünden bazen ayakkabısının içi buz gibi soğuk suyla dolardı. Su çamurla karışmış olurdu her zaman. Kirli su kirletirdi çoraplarını. Pişman olurdu sonra yaptığına.  Ama her seferinde bunu unutur yine kırmaya can atardı ince buz tabakalarını.  Yerdeki buzlara dikkatle baktı bir kez daha. Çocukluğunu hatırladı. Burada buzların altında su yok. Dondu mu dibine kadar donuyor.

Yanından kızlı erkekli bir sürü insan geçerken elinde kitapları olduğu halde kıpırdamadan durduğunu hatırladı. Ne zamana kadar böyle durabilirdi ki. Hafifçe belini doğrulttu. Her iki ayağı buz üzerinde olmasına rağmen kaymadığından cesaret alıp bir adım daha atmayı denedi. Bir kez daha kaydı ayağı. Hem kitap tutan eliyle, hem de diğer eliyle boşlukta halkalar çizerek dengesini bulmaya çalıştı. Şans eseri düşmeden toparladı kendini. İyice korkmuştu gözü. Eğer düşseydi kafasını yere çarpacaktı. "Ne zor şeymiş buz üzerinde yürümek." diye söylendi biraz öfkelenerek.

Arkasına baktı. İki genç yürüyordu ondan tarafa. Gelenlerin doğulu olduğunu düşündü her nedense. Belki giyimlerinden belki de buz üzerinde rahat yürümelerinden. Sanki ayaklarından yere bağlanmış gibi komik bir halde dikilirken seslendi gençlere. "Hocam, bi bakar mısınız?" Hocam demeye çabuk alışmıştı. Herkesin adı hocaydı burada. Bakkalı, çakkalı, şöförü, arkadaşı, işçisi, öğretim üyesi... Hiç kimsenin adını öğrenmek zorunda olmaması hoşuna gitmişti. Gençler durdu yanında. "Hocam" dedi yaşıtı gençlere, utana sıkıla, "Bana yardım edin buzda yürüyemiyorum." Gençler birbirlerine bakıp hafiften gülümsediler. O buna aldırmadan devam etti. "Bizim oralarda kar buz yok, o yüzden yürümeyi beceremiyorum." 

"Kasma kendini rahat ol." dedi gençlerden biri. "Düşme korkusuyla yürüyemezsin." Elinde miydi sanki bu? Düşmekten korkmasa çağırıp yardım ister miydi hiç, tanımadığı insanlardan? Şivelerine bakıp doğulu olduklarından emin olmuştu artık. Onların yardımdan anladıkları sadece sözlü taktik vermek miydi yoksa? "Taktik böyle verilir." dedi içinden. "Biriniz sağıma, diğeriniz soluma geçin." İki gencin arasına girip kollarıyla sağlı sollu yapıştı onlara. Sağ elinde kitapları vardı. Olmuyor, yine olmuyordu. Yoldan çevirdiği gençler zorlukla önlediler düşmesini daha ilk adımında. Birkaç başarısız denemeden sonra daha iyi hissetti kendini. "Telaş etme, yere rahat bas." diyordu yanındakiler. Yavaş yavaş küçük adımlar atmaya başladı. Kendini yeni yürümeye başlamış çocuklara benzetti. Utanılacak durumdu bu ama yapacak bir şey de yoktu hani. Artık yalnız başına bir adım atacak cesareti göremiyordu kendinde.

Hafiften eğimli bir yere geldiler. Her taraf buzla kaplıydı yine. İki adımda geçilebilecek bir yerdi aslında ama bu tümseği aşmak   hiç de kolay bir şey değildi onun için. Yanındakiler koltuk altlarından sıkıca tuttular. İlk adımında kayarken aralarından, gocuğunun kolları kaldı gençlerin ellerinde. Eğilip kaldırmaya çalıştılar. "Tamam, ben hallederim." dedi utanarak. Sökülmüş kolları uzattılar aynı anda. Hala yerde yatıyordu. Uzanıp aldı ellerinden gocuğunun sökük kollarını. Teşekkür etti her ikisine birden. "Kendim hallederim gerisini artık." dedi. Ne kalmıştı ki geriye. İki sökük kollu bir gocuktan başka. Kalçasında hafif bir ağrı duysa da önemsemedi.

Şehre inip diktirmek lazım kolları yerine. Tek kışlık giyeceğiydi bu gocuk. Amerikan pasajındaki terzilerden birine gitmek üzere otobüse bindi elinde gocuğu ve sökük kollarıyla. Hava soğuktu ama üşümüyordu artık. Düşe kalka öğrenmişti buz üstünde yürümeyi de soğukta üşümemeyi de...

21 Aralık 2016 Çarşamba

KIŞ BAŞLIYOR MUYMUŞ?

21/12/216 Çarşamba, Tire

Google'ın Doodle'ı ile açtım gözümüzü bu sabah. Kışın başlangıcıymış bugün. Ne yani şimdiye kadar boşuna mı üşüdük o kadar? Güya iki üç derece ısınacaktı havalar. Bu önyargı ile rahat çıktım evden. Öğleye doğru yaylaya geldik. Bütün ağaçlar elbiselerinden arınmış çırılçıplak geldi gözüme. Koca koca ağaçlar kuru insan figürleri gibi ellerini apış aralarına sokmuş soğuktan titriyorlar adeta. Şömine sobamızı yaktı Hüseyin. Kestane odunları ısıtmıyor hiç. Yandığında kapı pencere açtıran sobamıza ne oldu. Bütün hüner ağacın cinsinde miymiş? İki ceviz odunu atınca biraz daha canlanıyor alevler.

Yerler siliniyor, paspaslanıyor. İçeri girmek yasak. Bahçeyi dolaşıp mıntıka temizliği yapıyorum. Bu hafta toplantı yok. Ne söyleyeceğim ki toplantıda. Hüseyin'in yaptıklarında sonra. Elimde kocaman bir çuval. Naylon poşetler, sebze kartonları, kömür kutuları, çuvallar, kağıtlar, plastik kaplar ne gördüysem topluyorum. Topladıklarımın bir kısmını fırtına diğer kısmını Zeytin taşımış olmalı. Yukarı çıkarken Hüseyin'le karşılaşıyorum. Sobaya odun hazırlıyor. "Son toplantıda mıntıka temizliği yapılacağından söz etmiştim ya, işte onu yapıyorum." diyorum. Utanıyor mu biraz, bilmiyorum. Elimde topladığım atık malzemeleri dışarıdaki çöp konteynırına taşıyorum.

İçeri giremiyorum daha yerler kurumamış. Yukarıdaki salon da öyle. Bir kaç fotoğraf daha çekiyorum. Yaprakları dökülmüş kestane, ceviz, elma ve kiraz ağaçlarının dayandığı çam ormanı adeta onlara yeşil bir fon oluşturuyor. Ağaçların dallarında yaprak kalmayınca avludaki yaprak temizleme işi de olmuyor. Taş Ev'in fotoğrafını çekiyorum bu sefer. Yapraklar önünü kapatıyordu önceleri. Bundan ötürü karşıdan tamamı görünmezdi hiç.   

Elimde adını dahi unuttuğum bitmeyen kitabımı bırakacağım artık. Daha önce Glenn Meade'nin "Buz Kapanı" adındaki macera türündeki bir roman okumuş çok hoşuma gitmişti. Şimdi aynı yazarın aynı türdeki bir başka kitabı "Brandenburg" isimli roman geçiyor elime. Muhtemelen oğlum almıştır. O sever böyle gerilim macera türü şeyleri. 

Yayladan aşağı doğru bakınca bütün şehir evlerine kapanmış hissini uyandırıyor. Çevre yolunda trafik bile işlemiyor doğru dürüst. Kapının yanı başındaki havuza doğru yürüyorum. Havuzu dolduran boru donmuş. Su akışı kesilince havuzun içindeki su da donmuş. Deponun üzerinden taşan sular da öyle. Geçen hafta aldığımız önlemler sayesinde Taş Ev'in suyu kesilmiyor.

Dün boş vaktim vardı biraz ya. Yaşamı sorguladım kendi kendime. Şu Rus Elçisinin vurulmasından sonra. Olayın geçtiği binayı biliyorum. Kim bilir kaç kez geçtim önünden. Birkaç resim sergisini de gezmiştik orada yanlış hatırlamıyorsam. Karlov, yani Rusya'nın elçisi, bize emanet edilen. Suikasta uğramasından bir saat önce. Bilebilir miydi başına gelecek olanı? Merak ettiğim şey, bir saat önce vurulma anından, neler vardı acaba aklında. Google Amcaya müracaat ettim. Yaşamın anlamı, neden geldik dünyaya nev'inden bir kaç sözcük sıraladım. Çıkan yazıların büyük kısmı İslam dini adına yapılan açıklamalar, yorumlar. Bir kaç tane de yaradılışı baba, oğul ve kutsal ruh üçlemesine dayandıranlar. Dini, imanı bir tarafa bırakıp bilimsel bir açıklama, bir görüştü aradığım. Bulamadım. Zaten bilimin bilinmezlerini bildirmekte bire birdir dini açıklamalar. Çünkü bilimsel ispat gerektirmez. Ol dedi oldu. İnternette bir şey bulamayınca canım sıkılıyor. Madem bir şey yok ben yazayım dedim. Vakit geç oldu, vaz geçtim.

Oturduğum yerden başımı sağa çeviriyorum. Pencereden bakınca yolun sağına dizilmiş bir çift konteynır ilişiyor gözüme. Gelen misafirlerin en büyük merakı bu konteynırlar. Ne işe yaradıklarını soruyorlar. Biri ardiye diğeri yaşam ünitesi deyip başlıyorum anlatmaya. Bahar gelince bu şantiye görüntüsünü bir şekilde kamufle etmemiz şart.

20 Aralık 2016 Salı

SALI TATİLİ

20/12/2016 Salı, Tire

Kapalıyız bugün. Tam anlamıyla tatil yaptım sonunda. Erkenden yolcu ettim eşimle oğlumu. Pazar alışverişine çıkmadan önce hale gittim. Soğuktan korumak için bütün sebze ve meyvelerin üzerine branda çekilmiş. Arabanın bagaj kapısını açınca koca ceviz kütüğünü görüp Ünal Ustaya gitmem gerektiğini hatırladım.

Ünal'a telefon ettim. Uzun uzun çaldıktan sonra açtı telefonu. Çayı hazırla geliyorum dedim. Az sonra kapıda karşıladı beni. Epeydir görüşmediğimiz için birbirimize sitem ettik şaka yollu. "Güzel haberlerini alıyoruz." Taş Ev'in dedi. Arabanın arkasındaki ceviz kütüğünü göstererek bunu dilim dilim keserek peynir ya da et servisi için kullanmak istediğimi söyledim. Kütüğü biraz inceledikten sonra biraz ilerideki büyük atölyelerine götürmemi istedi. Çok zaman kaybetmeden Selim Ustanın bulunduğu diğer atölyeye gittim. Bütün ortaklar oradaydı. Ağacın kesildikten sonra üç dört hafta kuruması gerekiyormuş. "Aksi halde eğilir bükülür kullanamazsın." dediler.

Kütüğü bırakıp pazara gitmek üzere hareket ettim. Her zaman yer bulabildiğim tarihi camilerin yer aldığı dar sokaklara çıkan arka tarafta park edecek yer bulamadım. Dönüp stadın yakınlarında yer aradım yine yok. Bu nasıl akıldır bilmiyorum. Herkes için mi bu sıkıntı yoksa sadece ben mi çekiyorum. Yolda Kaymakamlık, Mal Müdürlüğü vs. kamu kurumlarının park yerleri var. Oralarda yakını olanlar bir şekilde park ediyor olmalılar. Kimin görevi şu park sorununu çözmek? Kendi açısından bunu problem görmeyen birinin olmalı.

Neyse ki sağ taraftaki aracın hareket etmesi sayesinde bana gün doğdu.  Oradan bir dakika geç ya da erken geçsem bu şansım olmayacaktı. Hemen boşalan yere soktum arabamı. Pazara oldukça uzak mesafe ama bunu bulduğuma şükrettim.

Geçen seneden beri pazarcılardan biri Selçuk ayvası getiriyor. Aynı yerden biraz ayva aldım. Aldıklarımı yaylaya çıkarırken yolun sağında ve solundaki zeytinlikleri seyrediyordum. Yamaçlara geniş yaygılar serilmiş, zeytinler silkeleniyor. Bazıları klasik yöntemle, yani sırıkla ağaçları silkelerken tek tük de olsa zeytin silkme makineleri kullanılıyor.

Bahçe kapısını açıp içeri girerken Zeytin havlayarak selamlıyor beni. Gelişim onu sevindirmiş olmalı. Pazar alışverişimi dolaplara yerleştirirken Zeytin'e de yiyecek bir şeyler hazırladım. Yanına gidip sevdim biraz. Yemeğini verdim. Çok acıkmış olmalı ama kötü huyu yine nüksetti. Yemeğini önüne verince geri alacağımı düşünüp hırlamaya bana göz dağı vermeye başladı. Arkamı dönüp uzaklaştım. Zira zincirinin kilit kısmını çeke çeke bozmuştu. O sinirli haliyle ne yapacağı belli olmaz.  

Dönüş yolunda şehre hakim bir genişlikte durup şehri seyrettim. Birkaç poz alıp yoluma devam ettim. Canım bir şeyler yazmak istiyor. Ama istemekle olmuyor. Birkaç gündür Azra Kohen'e takıldı kafam. Eşimin okuduğu gazetenin pazar ekinde Ayşe Arman'la bir röportajı çıkmış. Bazı fikirlerini kendime yakın bulsam da çoğu deli saçması geldi. Yanlış anlaşılmasın delileri sever ve sayarım. Amacım hakaret değil asla. Şu meşhur kitap dizisi Fi, Çi ve Pi yi okumadan bir şey söylemek zaten haksızlık olur. Benim değerlendirmem bahsettiğim röportaj ve çok sayıda yoruma dayalı. Helal olsun kadına. Eğer başarının bir ölçüsü çok satmak ise bu işi güzel kotarmış. Kitabın içinde özellikle öne çıkan seks temalı bölümler okuyucuyu fena sarmış olmalı. Bir zamanlar güldürü tiyatrosu ve parodilerde fazlasıyla prim yapan bel altı konularını hatırlattı bana. Blog dünyasında şu kitap dizisini okuyan varsa yorumlarına bakayım hemen.

Az önce oğlum aradı. Kocaeli'ne varmış ve otellerine yerleşmişler. Şehir hakkında ilk intibaları kalabalık ve dar sokaklar... Park yeri deseniz orada da durum buradan farksızmış.

19 Aralık 2016 Pazartesi

MENÜNÜN AĞIR ABİSİ

19/12/2016 Pazartesi, Tire


Yayladan daha yaman şehrin soğuğu. Arabaların camları donmuş, üstlerine kırağı yağmış. Camdaki buzları eritmek için her iki aracı da çalıştırıyoruz. Eşimin arabasının kliması arızalanmış. Sabah erkenden ustaya götürmek istiyoruz ancak buzlar çözülmüyor bir türlü. Tırnaklarımızla camın üzerindeki buzdan film tabakasını çizerek açtığımız pencereyi büyütüyoruz. Nihayet önümüzü zar zor görebilecek hale geliyor. Olgun Usta kısa bir kontrolden sonra bizi oto elektrikçisine gönderiyor. Oto elektrikçisi de işin içinden çıkamıyor. Gösterge panelinde problem olduğunu söyledikten sonra arabayı kendi servisine ya da Ödemiş'e götürmemizi salık veriyor. Olgun Usta'ya dönüyoruz. "Benim bir elektronikçim var." diyor, "Akşama hallederim." Olgun Usta işini iyi bilir ama parayı sever diyorlar. Yarın yola çıkılacağı için çaresiz kabul ediyoruz.

Adnan Şefi alıp birlikte yaylaya çıkıyoruz. Yayla yolları kırağıyla bezenmiş. Bahçe kapısı kapalı. Hüseyin ağaç kesim motorunu alıp yukarı yaylaya çıkmış olmalı. Öğlene doğru arıyor, Hızara benzin ve bıçkı yağı aldığımı söylüyorum. Yemeğini yedikten sonra yukarı yayladaki ağaç kesim işine devam ediyor.

Öğlen bir fırsatını bulup şehre iniyorum. Ne zamandır ihmal ettiğim Aşkın Şefin siparişi kireci almak ve Hüseyin'in baltasına sap yaptırmak için değil sadece. Gitmişken unuttuğum bilgisayarımı da alıyorum. Toplu konut pazarına uğruyorum ama almaya değecek bir şey yok. Soğuk hava bütün yeşilliklerin tazeliğini kaybettirmiş.

Gani Ustayı aradım. Yukarı yaylada Hüseyin'in kestiği kocaman bir ceviz ağacını aşağı çekmek için traktörünü getirmesini söyledim. Az sonra geliyor. Ben yaylaya döndüğümde bütün odunlar aşağıya indirilmiş bahçenin uygun bir köşesine yığılmış bile. Gani Usta ile Hüseyin avluda yorgunluk çayı içiyorlar.

İzmir'den dayımız arıyor. Çeşme'deki evin sözleşme taslaklarına bakıp bakmadığımı soruyor. Bana gönderdikleri sözleşme üzerinde konuşuyoruz biraz. Lafın arasında sıradan bir şeymiş gibi bir vefat haberi veriyor yakınlardan. İnsanlar yaptıklarıyla birlikte gidiyorlar eninde sonunda. Gidenler can yakıyor bazen. Bazen doğal karşılıyoruz. İyi ya da kötü izler bırakıyorlar arkalarından.

Akşam siparişlerinden biri çoktandır fotoğrafını çekmek isteyip bir türlü denk getiremediğim Taş Evin ağır abisi "Kaşarlı Mantarlı Bonfile". Aşkın Şefi uyarıyorum "Bu sefer yukarı göndermeden fotoğrafını çekeyim artık."

Sabahtan akşama kadar Türkçe Pop Müziği çaldık . Kafam şişti desem yeridir. Listedekilerin çoğu ismini bilmediğim hatta ilk kez dinlediğim şarkıcılara ait. Sessizce inip müziğin sesini kıstım önce. Sonra Yann Tiersen'in Amelie'sini başlattım. Ruhum dinlendi... 

18 Aralık 2016 Pazar

ORİGAMİ

18/12/2016 Pazar, Tire

Kış kışlığını yapıyor. Yerler yer yer buz tutmuş. Çeşmeden akan kaynak suyu ellerimi donduruyor. Hüseyin erkenden gelip işe koyulmuş. Adnan Şefi almaya gidiyorum. Bu soğukta acaba kim çıkar evinden?

Aşağı inerken yol kenarında toplanan işçi kadınları görüyorum. Bayır araziye sağlı sollu yayılmış zeytin ağaçları silkinip toplanmayı bekliyor. Arabanın sıcaklık göstergesi dışarıda havanın sıfırın altında iki olduğunu gösteriyor. O eller zeytini nasıl tutacak bu soğukta bilinmez.

Yaylaya döndüğümde henüz gelen giden yok.  Salonu ısıtmak için o muhteşem şömine sobamız bile zorlanıyor. Hüseyin'in hazırlamış olduğu odun dev bir kestane ağacının parçaları. Henüz gövde tam manasıyla kurumadığından zorlukla ateş alıyor. Yukarı yaylanın kuru ceviz ağaçlarından hazırlık yapmayı öneriyor Hüseyin. Eğer böyle giderse bugün doğru dürüst ısınamayacak bu salon. Depoya stokladığımız kuru odunlardan getiriyor. İki parça atınca şömine canlanıp eski haline dönüyor.

Sabah misafirlerimiz bugün için beklentilerimizin altında. Hava ve yol durumu etken buna tabii. Vardır her işte bir hayır diyoruz. Yine de akşama doğru hareketlenme başlıyor. Gelen misafirlerden bir hanımefendinin merdiven çıkması mümkün gözükmüyor. Yanındakilere "Siz yukarı çıkın, ben aşağıda bir yerde otururum." diyor. Aşağısı soğuk, bütün yerlerimiz yukarıda. Geri dönmek zorunda kalıyorlar. Ben de engelli olmanın yarattığı eksikliği içimde hissediyorum.

Uzun zamandır haberlerden bihaberim. Çok şey kaybettiğimi düşünmüyorum aslında. Buna karşın terör olaylarından öyle ya da böyle haberdar oluyoruz. Terörü bu ülkede normal yaşantımızın bir parçası haline getirenlerin kitabi söylemlerinden en az teröristler kadar nefret ediyorum.


Kızım arıyor, uzun uzun konuşuyoruz. Origami yapmış Taş Ev'i süslemek için. "Gelirken yanımda getireceğim." diyor. Akşam hava kararıyor "Genel tuvaletlerin ışığı yanmıyor." diyor Hüseyin. Hemen koşup panodaki anahtarı gösteriyorum ona. Birkaç gündür hidroforu devre dışı bırakıyorum, kazanı donup çatlamasın diye. Tuvaletlerin aydınlatmasına da aynı anahtar kumanda ettiğinden kapalı kalmış. İki üç gün evvelki suların donmasından sonra bir daha aynı durumun tekrarlanmaması sevindirici.

17 Aralık 2016 Cumartesi

GERİ SAYIM BAŞLADI

17/12/2016 Cumartesi, Tire

Hava soğuk mu soğuk. Kapının önünde uzayan hortumun içindeki su buz tutmuş. Eşimi hummalı bir şekilde kahvaltı hazırlığına girişmiş halde bırakıp sabahın seher vaktinden hallice düştüm şehrin yollarına. "Acaba açmış mıdır?" sorusu kafamda dolanırken uğradım matbaaya. Matbaanın çalışanları salonun orta yerindeki yakmaya çalıştıkları sobanın başına toplanmışlar. Yeni basılan kartvizitlerimi teslim ediyorlar. Yılbaşı program afişini soruyorum. Bugün hazırlanacağını söylüyorlar.Onları sobanın başında bırakıp alışverişime devam ediyorum. Planladığım saatte Adnan Şef'i aldığım yerde oluyorum. Adnan Şef'le birlikte fırından ekmeğimizi alıp yaylaya çıkıyoruz.

Zeytin'i bana doğru koşarken görüyorum. Bahçe kapısı açık. Belli ki Hüseyin gelmiş. Gelmese  şaşırmazdım.

"Günaydın" diyor. Soğuk bir "Günaydın" dökülüyor dudaklarımdan.

Açılış saati ile birlikte kahvaltı misafirleri birbiri arkasına gelmeye başlıyor. Daha dün eşime "Bunca hazırlığa ne gerek var, bu soğuk havada kim gelir dağ başına ." demiştim. Onun cevabı her zamanki gibi hazır. "Ya gelirlerse." Eşimden gelecek "Gördün mü, haklı mıymışım?" tepkisine hazırladım kendimi. Neyse ki fazla bekletmeden ağırladık sabah misafirlerimizi.

Öğleden sonra matbaacı yılbaşı programı afiş dizaynını gönderdi. Salonda terasa açılan kapının yanındaki masayı kendimize ayırdım. Dışarının soğuğundan sonra şöminenin sıcaklığı iyi geliyor.

Bu geceki misafirlerimiz Taş Ev'e ilk kez konuk oluyor ve ilk kez dışarıdan konuk getiriyor. Gelenler hakkımızda iyi şeyler duymuşlar. Yolumuzdan şikayet etmelerine rağmen çok memnun ayrılıyorlar. Yol konusu gerçekten önemli ama şimdilik yapacak bir şey yok. En fazla bir dilekçe yazıp iyice derinleşen çukurları doldurtmak lazım. Eskiden yerel belediyelerin işiyken bu, şimdi Büyükşehir Belediyelerine kaldı. Saçma sapan bir yönetim anlayışı işte.

Bugün ilk yazdığım günlüğün sene-i devriyesi. Geçen sene bu zamanlar Taş Ev'in daha camları bile takılmamış. Yağmur yemesin diye kocaman çerçevelere gerilmiş kalın naylonlarla korumaya çalışıyoruz. Bir kestane gömüsü açmışız tam 1.700 kg. Bu sene çıkan bütün kestane bile o kadar yoktu. Ferforje işleri için ustalarla cebelleşiyorum. Yakup Usta giriş kapısının yan duvarlarını örmeye başlamış. Hepsi bir film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden...