KATEGORİLER

26 Aralık 2016 Pazartesi

PAZARTESİ PAZARI

26/12/2016 Pazartesi, Tire


Ne kadar ilginç... Genel olarak pazartesi günü insanların hafta başıyken bizim hafta sonumuz oluyor. Bu garip duruma tam olarak uyum sağladığımı söyleyemem. Günler baş döndürücü bir hızla geçiyor. Bu sabah evden çıkıp Toplu Konut pazarına uğradım. Manzara şaşırtıcı. Bütün pazarcı ve köylülerin getirdiği ürünler araçlarının üzerinde bekliyor...  Bir tek tezgah açılmamış daha. Saate baktım, dokuz buçuğa geliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse "Nasıl böyle rahat olabiliyor bu insanlar? Bu saate kadar pazar kurulmaz mı?" soruları uçuşmaya başladı kafamda. Diğer taraftan ortalarda dolaşan zabıta memurları, polisler olağanüstü bir durumun olduğuna işaret ediyordu. 

Zerzevat yüklü bir kamyonetin yanında duran köylü kadınlardan birine sorup meseleyi öğrendim. Meğerse pazar yerinin ortasından doğal gaz borusu geçiyormuş. Bu konuyla ilgili muhtarlık ile belediye arasında bir ihtilaf doğmuş. Pazar kurulması yasaklanmış. Eğer tezgah açarlarsa 200 TL para cezasına çarptırılacakları söylenmiş pazarcılara.

Önümdeki kamyonetin üzerinde ihtiyacım olan yeşillikler görünüyordu örtülerin altında. Köylü kadın belediye zabıtalarından korka korka istediklerimi verdi.

Alışverişimi tamamladıktan sonra önce Adnan Şefi, daha sonra yeni elemanımız Yakup'u alıyor ve yayla yoluna koyuluyoruz. Hüseyin her zamanki gibi önceden gelmiş temizliğe başlamış. Zeytin bahçenin içinde oradan oraya koşuyor.

Sabah haberlerinde Rus uçağının düştüğünü ve meşhur Kızıl Ordu korosunun yaşamını yitirdiğini öğrendim. Suriye'deki Rus birliklerine moral vermeye gidiyorlarmış. Neye niyet neye kısmet. Öyle bir dünyada yaşıyoruz işte. Buna benzer haberler çok duyuyoruz. "Can kurtarmaya giderken canından oldu." sözü sıklıkla kullanılıyor. Kızıl ordu belki can kurtarmaya gitmiyordu ama cephedeki askerin en fazla ihtiyaç duyduğu moral desteği vermeye gidiyordu. Bu gözle bakarsanız onlar da vatanlarına hizmet yolundayken bir kaza sonucu can vermiş oldular. Aynı çerçeveden bakılırsa şehit oldular diyebiliriz. Şimdi birileri çıkıp gavurdan şehit olur mu sorusunu sorabilir. Evet, bana göre olur. Neden derseniz, şehidin TDK sözlük anlamı "Kutsal bir ülkü ve inanç uğrunda ölen kimse" olarak açıklanıyor. Aynı sözcüğün karşılığı İngilizcede "martyr" olarak geçiyor. Yunanca çıkışlı bu kelime şahitlik anlamında kullanılıyor. Bilindiği gibi şehit de aynı kökten yani şehadetten (tanıklık) geliyor.  

Hava düne göre daha soğuk geldi bana. Çarşambaya kadar yağış yokmuş. Yağmur duasına mı çıksak acaba?

YILBAŞI PASTASI

25/12/2016 Pazar, Tire
Akşam saat bire kadar oturdu dünün misafirleri. Bir ilki gerçekleştirerek Taş Ev'i misafirlere emanet ettim. Kendilerini evlerinde hissetmelerini söyleyip bütün personeli şehre bıraktım. Döndükten sonra birlikte epey oturduk daha. Sanki kendi yerim değil de dışarıda başka bir restorana eğlenmeye, sohbet etmeye gitmişiz gibi geldi. Kalkmalarını istemediğim altı kişilik misafir grubu bana özel bir gece yaşattı. Özellikle İstanbul'dan gelen gönül gözü açılmış hanımefendinin anlattıklarını ağzımız açık dinledik. Onları yolcu ettikten sonra geceyi Taş Ev'de geçirdim.

Bu sabah saat dokuzda şehirdeki bütün personeli toplayıp yaylaya çıktım. Eşim hala oğlumun yanında. O burada olsaydı kahvaltı hazırlıklarını birlikte yapacak, personeli bu kadar erken almaya gerek kalmayacaktı. Hüseyin'e erken gelmesini, gelir gelmez sobayı yakmasını söylemiştim ancak ben çıkana kadar gelmemişti daha.

Yaylaya döner dönmez kahvaltı hazırlıklarına başladık. Hüseyin gelmiş, gelir gelmez hemen sobayı yakmış. Havanın güzel olması sayesinde halkımızın yoğun ilgisine mazhar oluyor bugün Taş Ev. Özellikle Kuşadası, İzmir, Karşıyaka, Torbalı'dan çok sayıda konuğumuz oluyor. Açıkçası nispeten sakin geçirdiğimiz haftanın ardından hiçbirimiz bu kadarını beklemiyorduk. Son hafta salonda kendime tahsis ettiğim masada  geç vakitlere kalmadan günlüğümü yazıyordum. Bugün o masayı bile misafirlere bırakmak zorunda kaldım. Öğlen saatlerinde güneş yüzünü iyice gösterdi. Yaylanın temiz havasını solumak isteyen misafirlerimizden bazıları terasta oturmayı tercih etti. Küçük çocukların olduğu salonumuz Hüseyin'in devamlı odunla beslediği şömine soba sayesinde sıcak.

Gelen misafirlerimizin hepsi kaliteli insanlar. Bir ara bahçeye çıkıyorum. İki kız çocuğu kendi hayal dünyalarına dalmış, buldukları kısa ağaç dallarını toprağa gömüyor. Sözde ağaç dikiyor ufaklıklar. Bir diğeri dallardan yılbaşı pastası hazırlamış. Fotoğraflarını çekiyorum. Kendilerini işe o kadar kaptırmışlar ki hiç oralı olmuyorlar. Taş Ev'e dönüyorum. Kapıda Milli Piyangocu personelle sohbet ediyor. Bu dağ başına nasıl gelmiş anlamakta zorluk çekiyorum. Bir yandan Taş Ev'den sebeplenmiş olması güzel bir şey. Aşağı inip çıkan misafirler şanslarını denemek için onu masalarına davet ediyor.  

Günlüğümün çok sayıda takipçisi olduğunu bir kez daha anladım. Özellikle facebook sayfama yaptığım paylaşımlardan sonra arkadaşlık teklifleri arttı. Bana arkadaşlık teklif edenlere kimin nesiymiş diye bakıyor, sayfalarını ziyaret ediyorum. İçlerinden bazıları ile ortak arkadaşlarımızın olması onlara güven duymamı sağlıyor. Siyasi görüşleri, hayata bakış açıları, arkadaşları, paylaşımları o kişi hakkında önemli ip uçları veriyor. Halen arkadaş listemin yarısı karşılaştığım kişilerden değil. Onlardan biri, veterinerlik görevini sürdüren bir arkadaş, ilk kez ziyaret etti Taş Ev'i geç saatlerde. Bu tanışmada beni mutlu eden sahip olduğu hayat görüşü, çalışkanlığı ve onun Giritli bir aileden olması. Diğer taraftan, ilçemizde geçen yıl üçüncüsü yapılan Giritliler Festivalini organize eden kişi kendisi.

Dün gecenin üstüne bu gece. yoruyor ve uykusuz bırakıyor. Önemli bir olumsuzluk yaşamamış olmamız sevindirici. Bugün ilk kez ziyaret edenlerin yanı sıra daha önce defalarca bizi şereflendiren misafirlerimizle doldu Taş Ev. Bugünün diğer bir özelliği de Taş Ev tarihine ikinci personel değişikliği kaydının düşülmesi. Mutfakta görevli bir elemanımızla kendi arzusu üzerine yollarımızı ayırdık. Ona teşekkür edip bundan sonraki hayatında başarılar diledik. Mutfağın temizlik ve bulaşık işlerine yeni bir çalışma arkadaşı katılacak yarın.

Izgara yoğun çalışınca fan dumanı atmaya yetmiyor. Pencereye bir aspiratör takmak çözüm olabilir. Gece Aşkın Şefe vurdu piyango. Hüseyin'i gönderdikten sonra diğer personeli şehre bıraktım. Taş Evi Aşkın Şefle birlikte kapatırken saat gece yarısını geçiyordu.
  

24 Aralık 2016 Cumartesi

ROMEO ve SİYASET

Sabah gelince Zeytin'le oynaştık biraz. Sonra kahvaltıya hazırlık yaptık.

Sabah sabah Dire Straits dinliyorum, Romeo ve Jüliyet. Eski günleri hatırlattı bana. Önce grubun lideri Mark Knopfler ne alemde, merak edip araştırdım. Malum, internet sayesinde kolaylaştı bu işler. Gençliğimizde zevkle dinlediğimiz müzikleri yapan sanatçı bugün 67 yaşında. Şarkının sözlerini inceledim. Bir kaç kötü çeviri çıktı karşıma. Orijinal sözlerine baktım daha iyi çevrilebilir mi diye. Bana da bölük pörçük konusu anlaşılmaz geldi. Böyle olunca Türkçesi de anlaşılmaz oluyor doğal olarak.  İki gencin arasında geçen romantik ilişki konu edilen ama beklenen duyguyu vermekten uzak. Hikaye tam olarak anlaşılmıyor. Gel gelelim orijinalini dinlemek güzel geliyor. Mark Knopfler'e ait bu şarkının sözlerinde bilinen Romeo Jüliyet aşkı yok.

Dire Straits'den yola çıkarken gerçek Romeo ve Jülyet'i merak ettim. Yüzyıllarca dilden dile dolaşan  bu aşkın kahramanları kimlermiş? Onları asıl meşhur eden İngilizlerin ünlü oyun yazarı William Shakespeare elbette. Biraz araştırınca Shakespeare'in bu öyküyü kendi kafasından uydurmadığını öğreniyorum. Bu bahtsız aşk hikayesinin ortaya çıktığı ülkenin İtalya olduğu çıkıyor ortaya. İtiraf etmek gerekirse bu duruma fazlasıyla şaşırıyorum.

Küçük yaşlarımdan itibaren Avrupa ülkelerini sınıflardım kafamda. Güç, kültür ve büyüklük (toprak büyüklüğü değil) olarak İngiltere, Fransa ve Almanya başı çekerdi. İkinci grupta İtalya, İspanya, Portekiz ve Avusturya yer alırken, üçüncü gruba Balkan ve Benelüks ülkeleri girerdi. İskandinav ülkeleri ve İsviçre'yi özel kategoriye sokardım. İtalyanların bize benzediğini söylerlerdi. Her ikisi de Akdeniz ülkesiydi sonuçta. Böyle olunca bizim ülkemizde ikinci kategorideydi çocuk aklımda. Zaman içinde daha çok bilgi ve tecrübe sahibi oldum. Düşüncelerimin bazıları değişti ve bu arada. Bana en büyük değişikliği yaşatan ülke İtalya oldu. İngiltere, Almanya ve Fransa'dan neyi eksik. Tarihse tarih, kültürse kültür. İlk olarak birinci lige çıkarttım onu. Hemen arkasından kendimizi küme düşürdüm. İtalya'nın bir savcısı vardı hatırlarsınız. 1992 yılında Temiz Eller Operasyonu adı altında 300'ün üzerinde siyasetçi, iş adamı, polis ve hakimi mahkum ettirmişti hani. 2014 yılı başlarında verdiği beyanatta "Bizde de para dolu kutular bulunmuştu ama polis hırsızdan hızlıydı." demişti.

Biz ne yaptık? Ülkenin askerini, polisini, yargısını çetelere teslim ettik. Sadece siyasetçilerimizi koruyabildik çetelerden. Siyasetçilerimiz akıllı, içlerine hiç çete, örgüt mensubunu almadılar. Ama o anlı şanlı Türk Ordusu, yüce yargı, namusumuzu emanet etmekten gurur duyduğumuz emniyet teşkilatı, ilim irfan yuvası üniversitelerimiz pek bi kofti çıktılar.

Yok siyaset yapmayacağım. Siyaset yapılmaz bu ülkede zaten. Ancak bakın söyleyeyim size, bende her geçen gün yabancı hayranlığı artıyor. Özellikle de İtalyan hayranlığı. Roma'ya gittim defalarca. Tarihlerini nasıl da özenle koruyorlar. O tarihe ve kültürel zenginliğe yeter demeden sonu gelmeyen restorasyon çalışmaları... Bütün dünya akıyor Roma'ya, dünya kadar para bırakıyor orada. Petrol fiyatı artmış, paranın değeri düşmüş ne gam. Turizm geliri yeter onlara, hayatları garanti. Bizde bir anayasa kitabını fırlatmak ekonomiyi, bir uçak düşürmek turizmi batırmaya yetiyor. Tamam, tamam sustum, konuşmayacağım.

Shakespeare'de kalmıştık. Shakespeare dedim de aklıma geldi. İngilizler bizi ağırlamak için bir tane restoran bile bulamamışlardı düşünebiliyor musunuz? Bize Londra'da bir İtalyan restoranında (!) akşam yemeği vermişlerdi. Siz hiç İngiliz Mutfağı diye bir şey duydunuz mu? Shakespeare, Romeo ve Jüliyet' in tarihi ünsüz İtalyan şair ve kısa öykü yazarı Masuccio Salernitano (1410-1475) kadar gidiyor. Masuccio Bey, 50 öykülük serisinin 33.üncüsü, Mariotto ve Ganozza adlı öyküde işlemiş konuyu. Daha sonra Sinyor Luigi da Porto (1485-1529) "Giulietta e Romeo" adlı öyküsünde aynı konuyu ele alıyor. Luigi bey herkesin dilinden düşürmediği Romeo ve Jüliyet isminden sıkılmış olacak ki, bir süre sonra bazı eklemeler yaparak öyküyü "İki Soylu Aşığın Hikayesi" adında yeniden piyasaya sürüyor. Tam dört öyküsü Shakespeare eserlerine konu olan İtalyan yazar Matteo Bandello (1480-1562), konuya bir de ben el atayım diyor ve öykünün son sürümünü hazırlıyor. Fransız Hümanist yazar Pierre Boaistuau tarafından Fransızcaya çevrilen dört Bandello öyküsünden biri olan "Romeo ve Jüliyet", son olarak 1562 yılında İngiliz şair Arthur Brooke (?-1563) tarafından kaleme alınan "Romeo ve Jüliyet' in Trajik Öyküsü" adlı şiire konu oluyor. William Shakespeare yukarıda saydığım yazarlardan faydalanıyor meşhur Romeo ve Jüliyet eserini sahneye koyarken.

Esasen öykü biraz da bizim Türk filmlerini andırıyor. Birbirine düşman iki soylu ailenin çocukları olan Romeo ve Jülyet'i ilk görüşte aşk ateşi sarar. Bu ilişki ailelerinden habersiz alevlenirken aralarını rahip Laurance yapar ve onları evlendirir. Romeo karıştığı bir olay nedeniyle yaşadığı Verona vilayetinin prensi tarafından Mantua'ya sürülür. Jüliyet istemediği Kont Paris ile evlendirilmeye zorlanır. Rahip durumu kurtarmak için 40 saat onu cansız gösterecek bir iksir hazırlayıp Jüliyet'e içirir. Ailesi tarafından öldü sanılıp mezara defnedilir. Olaydan habersiz Romeo durumu öğrenir öğrenmez Verona'ya gelir. Kont Paris'i öldürür ve ardından Jüliyet'in mezarına gider. Onu öldü zannedip yanına aldığı zehri içer ve canına kıyar. Rahip Jüliyet'i uyandırmaya gelince cansız yatan Romeo'yu görür. Jüliyet'i uyandırır. Bu manzara karşısında dehşete düşen Jüliyet, Romeo'nun hançerini kapıp kendini öldürür. Baştan sona olayın tek şahidi rahip Laurance olanları anlatınca aileler arasındaki düşmanlık sona erer.

Biraz havadan sudan bahsedeyim. Taş Ev'e doğru son virajdan sonra yerdeki kar erimedi hala. Bugün İzmir'den gelen misafirler patinaj çekmiş. Akşama doğru yoldaki karlar biraz daha eridi. Akşam saatlerinde İstanbul'dan gelen misafirlerimizle Sivas'ı konuştuk. Türkü istediler. Muammer Ketencoğlu dışında çalacağım türkü yok. O bitti Zeki Müren dinliyoruz. Güzel insanlar...   

23 Aralık 2016 Cuma

YAYLA YOLLARI KARLI

23/12/2016 Cuma, Tire

Küçük pazardan alacaklarım var. Evden ne kadar erken çıkarsam o kadar rahat park yeri bulurum. Caddelerin tenha olması şaşırtıcı. Sadece bir polis aracı çıkıyor karşıma. CB gelmekten vaz mı geçti yoksa? 

Zat-ı muhteremin önce Aliağa'ya oradan Tire'ye geçeceğini haber verdi bültenler. Saat 16.30 da açılış yapacakmış OSB'de. Pazarda dolaşırken belediye hoparlörlerinden anonslar başlıyor. Kaymakam adına yapılan açıklamada CB ve onun yardımcısı (!) Başbakan'ın ziyaretleri münasebetiyle şehirden otobüs kaldırılacağı, saygıdeğer halkımızın açılış törenine davetli olduğu duyuruluyor. Açılışını yapacağı Sütaş tesislerine ait araçlar köy köy dolaşıp şakşakçı topluyor. Katılımın yüksek olması bakımından çevre il ve ilçe yöneticilerinin gerekli önlemleri (!) alması da istenmiştir .

İyi bilirim bu işleri. Şimdiye kadar kimse kıramadı rekorumu. Çine Barajı açılışında BB'di şimdinin CB'si. Çevre il ve ilçelerden ne kadar otobüs, midibüs, minibüs varsa kiralamıştık müteahhit firma olarak. Bu yetmemiş, taksiler bile kiralanmıştı. Binecek vasıta kalmayınca yollara dökülmüştü halkımız. Kilometrelerce uzayan bir araç ve yaya kuyruğu meydana gelmişti. Büyük bir insan seli baraja doğru akıyordu. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği her yaşta bir sürü insan. Neler gördü bu gözler... Araç bulamayıp koltuk değnekleriyle yürümeye çalışan nineler, tekerlekli sandalye üzerinde engelli vatandaşlar daha ne diyeyim size. Bu insanları çeken neydi oraya. Dağıtılan bir küçük kumanya mı? bir kutu ayran mı, yoksa bir küçük pet şişe suyu mu? Sevmesem de kabul etmiştim karizmasını muhteremin. O gün, eski BB, yeni CB'yi dinlemeye tam otuz bin kişinin geldiği söylendi. Sadece Çine'den değildi gelenler. Adeta bütün Ege Bölgesi akmıştı baraja.

Pazar işini planladığımdan önce bitiriyorum. Patlıcanın, biberin kilosu altı liraya çıkmış. Arapsaçını sekiz liradan aldım. O yerden biten otların kilosu bile dört lira olmuş. Soğuk havaya kabahat buluyor pazarcılar. Kuzu kulağı çıkmamış hava muhalefetinden dolayı. Yer elmasını yapamayacak yine bizim Şef. İşim bitiyor ama Adnan Şefi almaya bir buçuk saat var daha. Uzun zamandır yapmadığım bir şey geliyor aklıma. Şehrin en meşhur kuyu tandırcısına gidiyorum. Kapıdan girer girmez tanıyorlar beni. Şu tanınma olayı hem iyi hem kötü. Bugün pazarda da bir sürü insan selam verip hatırımı sordu. "İşler nasıl gidiyor?" diyenler bile vardı aralarında. Bense pek çoğunu hatırlayamadım. Tanınmak güzel de tanıyanı hatırlamamak kötü. Tandırcının küçük dükkanına oturup az çorba söyledim. Tandır çorbası dedikleri içine tandır etinin sularının aktığı bildiğimiz pirinç çorbası ama öyle bir lezzeti oluyor ki yağla ıslatılmış pide ile birlikte, sormayın. Arkasından yağsız tarafından bir tandır yedim, kendime geldim. Eskiden ameleler işe çıkmadan önce bu tandırdan yer, akşama kadar hiç acıkmazlarmış.

Tandırcıdan çıktıktan sonra pazarda birkaç tur daha atıyorum. Biraz vakit geçirdikten sonra Adnan Şef'i alıyorum. Yayla yollarında yerler ıslak.  "Buralara kar yağmış." diyorum. Adnan Şef inanmıyor. Yukarı tırmandıkça yol kenarlarında yer yer kar birikintileri görünmeye başlıyor. Taş Ev'e bir kilometre kala yolun tamamen karla örtüldüğünü görünce şaşırıyoruz. Hava sıcaklığı düne göre biraz daha yüksek. Güneş çıkınca akşama kadar erir muhtemelen. Aksi takdirde dönüşümüz sıkıntı yaratacak.

Yolun bu halini gören nasıl gelir Taş Ev'e diye düşünürken öğleden sonra bir misafir çalıyor kapımızı. Tasavvufla uğraştığını söyleyen bu gençle biraz sohbet ediyorum. Tire'den bir arkadaşı tavsiye etmiş bizim burayı. Şehirden yola çıkıp yürüyerek gelmiş hem de. "En az iki saat sürmüştür." diyorum. "Evet, sürdü o kadar." diyor. Sipariş ettiği Tire Şiş Köfte geliyor önüne. Soğutmadan yemesi için "Afiyet olsun" deyip ayrılıyorum yanından.

Hüseyin şömineye odun hazırlarken geliyor yanıma, "Amca motorda sorun var." "Ne olmuş motora?" diye soruyorum. "Çalışmıyor, çalışırken de takır tukur sesler geliyor." diyor. Ağaç kesim motorunu yanımıza alıp şehre iniyoruz. Tamirci motoru söküp bakıyor. "Bujisi arızalı, gidin parçacıdan alın aynısını." diyor. Bir sürü parçacıya bakıyoruz. Aynı tipte buji yok. Tam ümidimizi kesmek üzereyken son uğradığımız yerden ona yakın bir tane buluyoruz. Buji yerine takılınca eski haline dönüyor motor. Hemen dönüyoruz geri.

Akşama doğru hava soğumaya, yerdeki karlar donmaya başlıyor. Taş Ev'in en soğuk günleri bunlar diyorlar. Sadece bu sene biraz erken teşrif buyurdular.

CB

22/12/2016 Perşembe, Tire

Birkaç gündür şehirde kalıyorum. Eşim oğlumun yanında hala. Sabah çok erken kalkmama gerek yok. Meteoroloji hava sıcaklığının mevsim normallerinin altında seyrettiğini söylüyor. Gelecek beş günlük hava tahmin raporlarında yağış beklenmiyor. Dün bir öykü yazmak geçti içimden. Ankara'yı hatırladım. Defalarca okudum yazdığımı. Her okuduğumda bir şeyler değiştirdim. Çok zamanımı aldı. Yazı yazmak da şiir yazmak gibi, ilham meselesi. Bir yandan çok istekli görünürken diğer yandan yazmak zorundaymışım gibi geldi bana. Aklımın bir köşesine Jack London gelip kuruldu. Bir romanında hapishane hayatından bahsediyordu. Kendisinden başka sadece bir sineğin bulunduğu tek kişilik hücresinde. O sinek hakkındaki gözlemlerini, onunla kurduğu ilişkiyi ustalıkla kağıda dökmüştü. Ne yazayım diyenlere güzel bir örnek olabileceğini düşündüm. Sırası geldiğinde havada uçuşan küçük bir karasinek bile yazara ilham verebiliyordu demek. Ondan rahatsızlık duymak yerine detaylı bir şekilde hareketlerini izlemek, hücresinde onu bir kader arkadaşı olarak görmek, onunla oyun oynamak kimin aklına gelirdi ki?

Tepemizde rüzgar tribünleri kuruluyor. Ben kısaca pervane diyorum onlara. Öğleden sonra bakım ekibinden iki kişi misafirimiz oldu. Genel olarak sakin bir gün. Amacım böyle günleri yazıp okuyarak değerlendirmek. Şömine sobayı yaktı Hüseyin. Birbiri arkasına koca ceviz odunlarını yutan soba salonu ısıtmaya başladı. Müzik yokken salonun sessizliği kulağımı tırmalıyor. Vivaldi'nin dört mevsimini çalmaya başlıyorum. Okumaya yeni başladığım kitap ile bitirmeye çalıştığım öykü arasında öncelik konusundaki kararsızlığım rahatsız edici.

İlçemiz CB nin OSB'de yapacağı açılış nedeniyle hareketleniyor. Sütaş tesislerini açacakmış beyefendi. Bazı kesimlerde bir telaş bir telaş. Tarihi bir gün olacakmış yarın. Mutlaka Orta Park'a getirmek şerefine nail olmalıymışız. Selçuk-Belevi yolunun kaderi bu gelişe bağlıymış. Kendi aramızda şakalaşıyoruz. "Öğlen yemeğini Taş Ev'de yiyecekmiş." diyorum. Hüseyin'in o meşhur kahkahası gecikmiyor.

Akşama doğru matbaadan arıyorlar. Yılbaşı için hazırlattığım afişler gelmiş ama yanlışlıkla Ödemiş'e götürmüş kargo onları. Bir saat sonra arayıp alabileceğimi söylüyorlar. Hüseyin'i yanıma alıp iniyorum aşağı. Şehrin kritik yerlerindeki mağazaların camlarına, duraklara, AVM önlerindeki direklere yapıştırıyoruz.

Facebook sayfasına bir mesaj geliyor. "Kalacak yeriniz varsa yeni yıla Taş Ev'de girmek isteriz."  Henüz konaklama imkanımız olmadığını yazıyorum özür dileyerek. Öğretmen Evi'nde yer bulabildikleri takdirde gelmeyi düşündüklerini bildiriyorlar.

Sözcü gazetesi yazarları Bekir Coşkun ve Yılmaz Özdil'i okuyorum. Hislerime tercüman oluyorlar. Yılmaz Özdil, 2016 yılını özetlediği makalesinde 15 Temmuz'u öyle güzel anlatıyor ki, görmeyen gözlere parmak sokuyor. Usta kalem şöyle anlatıyor olayı: F-16 lar meclisi bombaladı, genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanları esir alındı, TSK bile kendini savunmak için organize olmazken, MİT'in bile haberi yokken, her şeyi bilen CB bile durumu ancak eniştesinden öğrenirken memleketin 85.000 camisinden senkronize sala okunmuş, devlet komadayken nasıl olduysa memleketin en ücra köyündeki imamlar, müezzinler organize olmuştu (!) Siz hala bunun bir darbe olduğuna mı inanıyorsunuz? Eğer bunun darbe olduğunu düşünüyorsanız, o tankları dize getiren demokrasi aşığı bacılar neden Pkk'ye Işid'e karşı evlerinden çıkmıyor hala. Eğer haberleri yoksa ben söyleyeyim o zaman. Reisleri seferberlik ilan etti. Haydi çıksanız ya sokaklara. Çıkmazlar, çıkmazlar elbet.

Mehmet'ler can veriyor. Şehitlik derecesine yükseliyor hepsi. Ben değil CB dahil herkes öyle diyor. Ne mutlu onlara, ailelerine. CB'miz başbakanımız, bakanlarımız mağdur. O büyük gururdan mahrumlar. Kendi çocuklarına şehit olma fırsatını vermediler. Ne denir ki başka, Mehmetler şehit, vatan sağ olsun. Uyan artık aklını kullanamayan zavallı halkım...  

22 Aralık 2016 Perşembe

ANKARA'NIN BUZLU YOLLARI

Yılbaşına bu gün olduğu gibi tamı tamına dokuz gün kalmıştı. Hayatında ilk kez gördüğü kar, yayalar için tahsis edilmiş dar yürüyüş yolunda, üzerine basıla basıla camsı bir yüzey oluşturmuştu. Karda, hem de buz üstünde nasıl yürünür bilmiyordu. Bilene kolay bilmeyene zor diyorlardı buzda yürümek. Gözlerini yerden ayırmıyor, ayağını basabilecek ufacık buzsuz bir yer arıyordu. Yollar, duvar kenarları, ağaç gövdelerinin etrafı, kaldırım taşları, her taraf buzla kaplıydı. Bacaklarının titremesinin soğukla bir ilgisi olmadığını adı gibi biliyordu. Attığı her ürkek adımda kayıp düşerim korkusuydu onu titreten.

Isıtmayan kış güneşi solgun yüzünü gösterirken var gücüyle günü aydınlatmaya çalışıyor. Hafiften esen soğuk rüzgar, boğazına kadar iliklediği gocuğundan içeri girmesin diye çözülmüş atkısını yeniden doluyor boynuna. İşte bu hareketi pahalıya mal oluyor ona. Ayağı kayıyor, dengesini kaybetmesiyle kendini yerde buluyor. Buzun üzerinde birkaç kez debelendikten sonra güçlükle kalkıyor ayağa. Üstü kirlenmiyor. "Buzda düşmenin iyi tarafı bu olmalı." diye söyleniyor kendi kendine. Bu buzda ilk düşüşü. Elini ayağını kontrol ediyor. Evet, hiç bir tarafı ağrımıyor.

Uzun saçları gocuğunun siyah kürkü üzerine dökülmüş. Soğuktan ürperip gül kurusu renkli boğazlı kazağının içine çekiyor kafasını. Yaka kürkünü atkısının üzerine kaldırıp üşüyen boynunu ısıtmaya çalışıyor. Gökten inen seyrek kar taneleri nazlı nazlı süzülürken rüzgarın etkisiyle hızlanıp yön değiştiriyor. Rüzgarın soğuk esintisi olmasa o kadar üşümeyecek belki de. Sadece elleri üşüyor, özellikle parmak uçlarının donduğunu hissediyor. Oldum olası eldiven kullanmayı sevmiyor.  

Sol tarafında yol boyu uzayan beton parapet üzerinde yirmi santim kalınlığında kar birikmiş. Duvara tutunmak istiyor. Sol elinin kara gömülmesiyle birlikte bileklerinden soğuk sular süzülmeye başlıyor. Üzerine basılmadığı sürece kar yumuşak kalıyormuş meğer. Sağ elinde kitaplarını tutuyor sıkıca. Sanki emanet verilmişler kendine. Gözü gibi koruyor onları. Yavaşça doğrulurken etraftaki genç insan kalabalığına bakıyor. Nasıl da rahat yürüyorlar buzun üstünde. "Gideceğin yer soğuk olur, iyi koruyasın kendini." demişti tanıdık tanımadık herkes. Ayakkabılarının altı lastik olsun kaymazsın o karda buzda. Altı kauçuk ayakkabısıyla bile kayıp düşmeyi başarmıştı ya. Ama öğrenecekti bir gün diğerleri gibi buz üstünde yürümeyi. Bir püf noktası olmalıydı bu işin. Nasıl soracaktı arkadaşlarına. Henüz doğru dürüst arkadaşı bile olmamıştı ki daha. Olsun yine de birileri yol gösterebilirdi belki.

Elinde taşıdığı kitaplar mı bozuyordu dengesini. Düşerken son bir refleksle elini havada tutmayı başarmış, bir tarafını kırmak pahasına kitapların yere dağılmasını önlemişti. Birkaç adım daha attı. İlk adımında sorun yoktu ama ikinci adımında yine dengesini kaybedermiş gibi oldu. Kontrolsüz birkaç hareketten sonra ayakları üzerinde durmayı başardı. Kamburu çıkmış kedi pozisyonunda kıpırdamadan öylece kala kalmıştı. Nefes alması bile yeniden dengesini kaybettirecekmiş gibi geldi. Neyse ki başkalarının ona baktığı yoktu. Oysa buz üstünde yaptığı komik dansı gören herkes katıla katıla gülebilirdi onun bu haline. Kitaplarını bırakmamıştı elinden. Çaresizlik içinde etrafına bakındı. Bir ara kendini komik buldu. Hatta sessizce güldü içine düştüğü bu duruma. Topu topu üç yüz metre yolu kalmıştı ama bu mesafede kim bilir kaç defa düşer kalkardı. Her düşüşünde ilkinde olduğu kadar şans güler miydi yüzüne? Yoksa düşüp bir yerlerini mi sakatlardı?

Memleketini hatırladı. Hiç kar düşmezdi oraya. Yollar buz tutmazdı. Sadece küçük su birikintilerinin üzerinde incecik bir buz tabakası oluşurdu. O da her zaman değil, sadece çok soğuk havalarda. Çocukken ayakkabısıyla o ince buz tabakasını kırmak en büyük eğlencesiydi. Bu merakı yüzünden bazen ayakkabısının içi buz gibi soğuk suyla dolardı. Su çamurla karışmış olurdu her zaman. Kirli su kirletirdi çoraplarını. Pişman olurdu sonra yaptığına.  Ama her seferinde bunu unutur yine kırmaya can atardı ince buz tabakalarını.  Yerdeki buzlara dikkatle baktı bir kez daha. Çocukluğunu hatırladı. Burada buzların altında su yok. Dondu mu dibine kadar donuyor.

Yanından kızlı erkekli bir sürü insan geçerken elinde kitapları olduğu halde kıpırdamadan durduğunu hatırladı. Ne zamana kadar böyle durabilirdi ki. Hafifçe belini doğrulttu. Her iki ayağı buz üzerinde olmasına rağmen kaymadığından cesaret alıp bir adım daha atmayı denedi. Bir kez daha kaydı ayağı. Hem kitap tutan eliyle, hem de diğer eliyle boşlukta halkalar çizerek dengesini bulmaya çalıştı. Şans eseri düşmeden toparladı kendini. İyice korkmuştu gözü. Eğer düşseydi kafasını yere çarpacaktı. "Ne zor şeymiş buz üzerinde yürümek." diye söylendi biraz öfkelenerek.

Arkasına baktı. İki genç yürüyordu ondan tarafa. Gelenlerin doğulu olduğunu düşündü her nedense. Belki giyimlerinden belki de buz üzerinde rahat yürümelerinden. Sanki ayaklarından yere bağlanmış gibi komik bir halde dikilirken seslendi gençlere. "Hocam, bi bakar mısınız?" Hocam demeye çabuk alışmıştı. Herkesin adı hocaydı burada. Bakkalı, çakkalı, şöförü, arkadaşı, işçisi, öğretim üyesi... Hiç kimsenin adını öğrenmek zorunda olmaması hoşuna gitmişti. Gençler durdu yanında. "Hocam" dedi yaşıtı gençlere, utana sıkıla, "Bana yardım edin buzda yürüyemiyorum." Gençler birbirlerine bakıp hafiften gülümsediler. O buna aldırmadan devam etti. "Bizim oralarda kar buz yok, o yüzden yürümeyi beceremiyorum." 

"Kasma kendini rahat ol." dedi gençlerden biri. "Düşme korkusuyla yürüyemezsin." Elinde miydi sanki bu? Düşmekten korkmasa çağırıp yardım ister miydi hiç, tanımadığı insanlardan? Şivelerine bakıp doğulu olduklarından emin olmuştu artık. Onların yardımdan anladıkları sadece sözlü taktik vermek miydi yoksa? "Taktik böyle verilir." dedi içinden. "Biriniz sağıma, diğeriniz soluma geçin." İki gencin arasına girip kollarıyla sağlı sollu yapıştı onlara. Sağ elinde kitapları vardı. Olmuyor, yine olmuyordu. Yoldan çevirdiği gençler zorlukla önlediler düşmesini daha ilk adımında. Birkaç başarısız denemeden sonra daha iyi hissetti kendini. "Telaş etme, yere rahat bas." diyordu yanındakiler. Yavaş yavaş küçük adımlar atmaya başladı. Kendini yeni yürümeye başlamış çocuklara benzetti. Utanılacak durumdu bu ama yapacak bir şey de yoktu hani. Artık yalnız başına bir adım atacak cesareti göremiyordu kendinde.

Hafiften eğimli bir yere geldiler. Her taraf buzla kaplıydı yine. İki adımda geçilebilecek bir yerdi aslında ama bu tümseği aşmak   hiç de kolay bir şey değildi onun için. Yanındakiler koltuk altlarından sıkıca tuttular. İlk adımında kayarken aralarından, gocuğunun kolları kaldı gençlerin ellerinde. Eğilip kaldırmaya çalıştılar. "Tamam, ben hallederim." dedi utanarak. Sökülmüş kolları uzattılar aynı anda. Hala yerde yatıyordu. Uzanıp aldı ellerinden gocuğunun sökük kollarını. Teşekkür etti her ikisine birden. "Kendim hallederim gerisini artık." dedi. Ne kalmıştı ki geriye. İki sökük kollu bir gocuktan başka. Kalçasında hafif bir ağrı duysa da önemsemedi.

Şehre inip diktirmek lazım kolları yerine. Tek kışlık giyeceğiydi bu gocuk. Amerikan pasajındaki terzilerden birine gitmek üzere otobüse bindi elinde gocuğu ve sökük kollarıyla. Hava soğuktu ama üşümüyordu artık. Düşe kalka öğrenmişti buz üstünde yürümeyi de soğukta üşümemeyi de...

21 Aralık 2016 Çarşamba

KIŞ BAŞLIYOR MUYMUŞ?

21/12/216 Çarşamba, Tire

Google'ın Doodle'ı ile açtım gözümüzü bu sabah. Kışın başlangıcıymış bugün. Ne yani şimdiye kadar boşuna mı üşüdük o kadar? Güya iki üç derece ısınacaktı havalar. Bu önyargı ile rahat çıktım evden. Öğleye doğru yaylaya geldik. Bütün ağaçlar elbiselerinden arınmış çırılçıplak geldi gözüme. Koca koca ağaçlar kuru insan figürleri gibi ellerini apış aralarına sokmuş soğuktan titriyorlar adeta. Şömine sobamızı yaktı Hüseyin. Kestane odunları ısıtmıyor hiç. Yandığında kapı pencere açtıran sobamıza ne oldu. Bütün hüner ağacın cinsinde miymiş? İki ceviz odunu atınca biraz daha canlanıyor alevler.

Yerler siliniyor, paspaslanıyor. İçeri girmek yasak. Bahçeyi dolaşıp mıntıka temizliği yapıyorum. Bu hafta toplantı yok. Ne söyleyeceğim ki toplantıda. Hüseyin'in yaptıklarında sonra. Elimde kocaman bir çuval. Naylon poşetler, sebze kartonları, kömür kutuları, çuvallar, kağıtlar, plastik kaplar ne gördüysem topluyorum. Topladıklarımın bir kısmını fırtına diğer kısmını Zeytin taşımış olmalı. Yukarı çıkarken Hüseyin'le karşılaşıyorum. Sobaya odun hazırlıyor. "Son toplantıda mıntıka temizliği yapılacağından söz etmiştim ya, işte onu yapıyorum." diyorum. Utanıyor mu biraz, bilmiyorum. Elimde topladığım atık malzemeleri dışarıdaki çöp konteynırına taşıyorum.

İçeri giremiyorum daha yerler kurumamış. Yukarıdaki salon da öyle. Bir kaç fotoğraf daha çekiyorum. Yaprakları dökülmüş kestane, ceviz, elma ve kiraz ağaçlarının dayandığı çam ormanı adeta onlara yeşil bir fon oluşturuyor. Ağaçların dallarında yaprak kalmayınca avludaki yaprak temizleme işi de olmuyor. Taş Ev'in fotoğrafını çekiyorum bu sefer. Yapraklar önünü kapatıyordu önceleri. Bundan ötürü karşıdan tamamı görünmezdi hiç.   

Elimde adını dahi unuttuğum bitmeyen kitabımı bırakacağım artık. Daha önce Glenn Meade'nin "Buz Kapanı" adındaki macera türündeki bir roman okumuş çok hoşuma gitmişti. Şimdi aynı yazarın aynı türdeki bir başka kitabı "Brandenburg" isimli roman geçiyor elime. Muhtemelen oğlum almıştır. O sever böyle gerilim macera türü şeyleri. 

Yayladan aşağı doğru bakınca bütün şehir evlerine kapanmış hissini uyandırıyor. Çevre yolunda trafik bile işlemiyor doğru dürüst. Kapının yanı başındaki havuza doğru yürüyorum. Havuzu dolduran boru donmuş. Su akışı kesilince havuzun içindeki su da donmuş. Deponun üzerinden taşan sular da öyle. Geçen hafta aldığımız önlemler sayesinde Taş Ev'in suyu kesilmiyor.

Dün boş vaktim vardı biraz ya. Yaşamı sorguladım kendi kendime. Şu Rus Elçisinin vurulmasından sonra. Olayın geçtiği binayı biliyorum. Kim bilir kaç kez geçtim önünden. Birkaç resim sergisini de gezmiştik orada yanlış hatırlamıyorsam. Karlov, yani Rusya'nın elçisi, bize emanet edilen. Suikasta uğramasından bir saat önce. Bilebilir miydi başına gelecek olanı? Merak ettiğim şey, bir saat önce vurulma anından, neler vardı acaba aklında. Google Amcaya müracaat ettim. Yaşamın anlamı, neden geldik dünyaya nev'inden bir kaç sözcük sıraladım. Çıkan yazıların büyük kısmı İslam dini adına yapılan açıklamalar, yorumlar. Bir kaç tane de yaradılışı baba, oğul ve kutsal ruh üçlemesine dayandıranlar. Dini, imanı bir tarafa bırakıp bilimsel bir açıklama, bir görüştü aradığım. Bulamadım. Zaten bilimin bilinmezlerini bildirmekte bire birdir dini açıklamalar. Çünkü bilimsel ispat gerektirmez. Ol dedi oldu. İnternette bir şey bulamayınca canım sıkılıyor. Madem bir şey yok ben yazayım dedim. Vakit geç oldu, vaz geçtim.

Oturduğum yerden başımı sağa çeviriyorum. Pencereden bakınca yolun sağına dizilmiş bir çift konteynır ilişiyor gözüme. Gelen misafirlerin en büyük merakı bu konteynırlar. Ne işe yaradıklarını soruyorlar. Biri ardiye diğeri yaşam ünitesi deyip başlıyorum anlatmaya. Bahar gelince bu şantiye görüntüsünü bir şekilde kamufle etmemiz şart.