KATEGORİLER

25 Nisan 2017 Salı

FİFİ: KARA TAVUKLARIN BEKÇİSİ

24/04/2017 Pazartesi, Tire

Sabah TV haberlerini izliyorum. Hava durumu hakkında verilen bilgi şaşırtıcı. Düne göre tam sekiz derece artmış hava sıcaklığı (!) Ankara'da kar yağıyor ve ilk kez İzmir ile arasında bu denli sıcaklık farkı olduğunu görüyorum.

Kasap'ta bonfile kalmamış yine. Derin dondurucuya attığımız yedek işe yarayacak. Yaylada pırıl pırıl bir güneş karşılıyor bizi. Yerler ve ağaçlar bir anda yeşillendi.

Öğleden sonra hava serinlemeye başlıyor. Genç bir çift yemeklerini terasta yemeyi tercih ediyor. Daha önce geldiklerinde kapalı olduğumuzu söylüyorlar. Mutlaka salı günü gelmiş olmalılar. Diğer bir çift verandada oturmak hususunda ısrarcı. Yazın en güzel yeri olan verandada oturmak henüz erken aslında. Misafirlerimizin ısrarını anlamakta zorlanıyorum. Teras güneşli ve rüzgar esmiyor. Sigara içmek istiyorlarsa orada da içebilirler. "Hayır" diyorlar, "Biz manzara seyretmek istiyoruz." Çaresiz kabul etmek zorunda kalıyorum. Servisler açıldıktan hemen sonra ellerinde tabakları, mahcup bir edayla merdivenden yukarı çıkarken görüyorum onları. "Haklısınız, üşüyeceğiz verandada." Salonun camlarını açıyoruz. Burada manzara verandadan daha güzel.

Facebook'tan aldığım bir geçmiş olsun mesajına şaşırıyorum. Mesajın sahibi iki ay kadar önce yollarımızı ayırmaya karar verdiğimiz eski elemanlarımızdan biri. Son derece sıcak bir şekilde Kuşadası'na davet ediyor. Geçmişte yapmış olduğu hatalarına haklı sebepler uyduruyoruz eşimle, gençliğine veriyoruz bütün yaptıklarını. Ancak gösterdiği nezaket kendinden daha tecrübeli olanlara ders verici nitelikte.

Kara tavuklarımız bahçenin demirbaşı oldu. Her gün kümesin kapıları açılır açılmaz bahçeye yayılıyorlar. Görüntüleri ve çıkardığı seslerle Taş Ev'e değişik bir hava veriyorlar. Bir aya kalmaz yumurtalarını toplarız artık. Fifi peşlerinden koşunca gıdaklama sesleri kanat seslerine karışıp bir patırtı kopuyor. Onlara zarar vermek değil niyeti. Bilakis çoban köpeğinin sürüyü koruyup kolladığı gibi o da tavukları gözetiyor, uzaklara yayılmalarına müsaade etmiyor.   

24 Nisan 2017 Pazartesi

BUGÜN 23 NİSAN NEŞ'E DOLUYOR İNSAN

23/04/2017 Pazar, Tire

Bugün 23 Nisan, neş'e doluyor insan. Özellikle kesme işareti kullanıyorum. Kulaklarımda çınlıyor çocukluğumun neş'esi çünkü. Çocukluğumuz neş'eliydi. Birileri çıktı kesmeyi kaldırdı. Neş'emiz kalmadı. Neş'e Arapça kökenli bir kelime. Sözlük anlamı mutlu olmaktan doğan ve dışa vurulan sevinç, hafif sarhoşluk, çakırkeyif olma hali. Birileri çıkıyor neş'emizin içine ediyor. Her işe siyaset karıştı. Muhafazakar gelir kesme işaretleri koyar, devrimci gelir kaldırır. Madem "neş'e" Arapça bir kelime, ne diye garip bir şekilde Türkçeye çevirmeye çalışıyoruz? Muhafazakar değilim ama dşlde yapılan zorlamalar ve uydurmalar da benim için fazlasıyla rahatsız edici. Şanlı Türk Bayrağımızı terastan aşağı sarkıtıyoruz. Taş Ev daha da güzelleşiyor.

Yılbaşında, ya da milli günlerimizde alternatif programlar servis ediliyor artık. Mesela kutlu doğum haftaları. Yapılan şaibeli referandum sonucunda millet olarak diktatörlüğü tercih etmiş olsak da kağıt üzerinde yönetim sistemimiz hala cumhuriyet. Kullanılan takvim farkından dolayı bazen bugün olduğu gibi dini günler ve milli günler çakışıyor. Egemenliğin millete geçtiği günün yıl dönümü olan 23 Nisan bu yıl Miraç Kandiline denk düştü. Miraç kandili Müslümanların önem verdiği bir gün aslında. Peygamberin göğe yükseldiği gün olduğu rivayet edilir. Kabe'deki Mescid-i Haram'dan başlayıp Burak adındaki deve üzerinde Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya doğru devam eden yolculuk göğün en üst katında Allah ile aracısız yapılan görüşme ile son bulmuş. Bir inanışa göre görüşme esnasında kendisine sunulan şarap, bal ve süt dolu bardaklardan içinde süt olanı tercih etmiş İslam peygamberi. Bir başka inanış da şöyle: Miraç'tan önce elli vakit olarak bildirilen namaz, Peygamber Muhammed'in göğün katlarında yükselmesi esnasında Musa peygamberin bunun insanlara ağır geleceği şeklindeki ikazları üzerine bir kaç kez Allah'ın huzuruna geri dönüp bu şartı hafifletmesini istemesinden sonra beş vakite indirilmiş. Beş vakit namaz, farzı ve sünnetiyle kırk rekat üzerinden hakkını vererek kılınmaya kalksa 1,5 saati bulacağına göre bunun on katı yani elli vakit namaz için 15 saat zaman harcanması gerekir. Uyku, yemek ve zorunlu ihtiyaçları düşünüldüğünde normal bir Müslüman Musa peygamberin ikazı olmasa çalışmaya fırsat bulamayacaktı. Belki de Musa Peygamber araya girerek insanların boş kalmasına yol açıp dolaylı yoldan huzurumuzu bozdu ne dersiniz? 

Akşam üzeri gün batımında eşimle birlikte terasta kahvelerimizi yudumluyoruz. Misafirlerimizle yaptığımız sıcak sohbetler bizleri illa ki ortak noktalarımızdan biri ile buluşturuyor. Tesadüfen levhamızı gören bir konuğumuz eşiyle birlikte geldiği Taş Ev'de büyük bir suçluluk duygusuna kapılıyor. "Nasıl burayı keşfetmedim, şimdiye kadar? Burayı dostlarıma tanıtmak başlıca görevim artık." diyor. Çalıştığı firmalardan birisi benim eski işverenlerimin akrabalarından. Hemen çeviriyor numarayı. Belki de hiç bir araya gelemeyeceğimiz bir dostun sesi doluyor kulaklarıma. Emeklilik yaşıma daha zaman olduğunu belki de mesleğime geri döndürmek için ilk fırsatta gelip ziyaret edeceğini söylüyor.

Bugün özel günlerin günüydü Taş Ev'de. Tamı tamına üç masa doğum günü ve özel gün kutlamaları için rezerve edildi. Eşimle birlikte olduğum hafta sonları daha güzel geçiyor. Gece geç vakitlere kadar eğleniyor misafirler. Eşimin Fifi'yle olan muhabbeti ise gerçekten görülmeye değer. 

22 Nisan 2017 Cumartesi

STRES ÇARKI

22/07/2017 Cumartesi, Tire

Bir türlü durmak bilmeyen yağmurla birlikte çıkıyoruz yola. Havanın hiç tadı yok, sanki kış geri geldi. Yılların verdiği alışkanlık, sektörü değiştirmekle birlikte ters yüz oluyor. Pazar günlerini müjdeleyen cumartesi en sevdiğim gündü eskiden. Pazar akşamları, bütün servetini tüketmiş bir mirasyedi gibi hüzün çökerdi üstüme. Şimdi öyle mi ya. Cumartesi sabahları erkenden kolları sıvıyor, kahvaltılarını keyifli bir hale getirmek isteyen misafirlerimize hizmet ediyoruz.


Bu sabah ilk işimiz şömine sobayı yakmak. Erkenden gelen konuklar sobanın salonu ısıtmasını beklemiyor. Onlara elektrikli sobayı çıkarıyoruz. Yağmur aynı şiddette yağmaya devam ederken hava üşütüyor. Sobayı yaktıktan sonra şehre inip iki haftadır bir türlü denk getiremediğim berber işini hallediyorum. Fazla saçım olmadığı için uzun sürmüyor. 

Tarkan'ın elinde bir pervane mütemadiyen döndürüp duruyor. "Ne o elindeki?" diye soruyorum. "Stres çarkı diyorlar buna." diyor. İçinde bilyeler bulunan üç kollu bir pervane. Bir kenarından hızla çevriliyor. Aynı anda kronometre tutuyor saatinde. Rekoru bir dakika elli saniye imiş. Bu çocuğun ne stresi olur ayrı konu, o stresi bu pervane nasıl alır ayrı konu. Şaşırıp kalıyorum.

Akşama yeni misafirlerimiz var. Tesadüfen levhamızı görüp gelmişler. Bayılıyorlar Taş Ev'e. Küçük kızları hem akıllı, hem de adı gibi güzel. Eşimle birlikte misafirlerimiz sanki ailedenmiş gibi sohbet ediyoruz. Şömine sobamız "Daha bana muhtaçsınız." der gibi karşıdan bize gülüyor için için. 

Taş Ev'in önüne çıkıyorum. Yağmur, sis birbirine karışmış. Misafirlerimizi erken uğurlayıp yarını karşılamak üzere Fifi'yle vedalaşıyoruz.

DEPREM

21/04/2017 Cuma, Tire

Küçük pazardan mantar ve yeşillik alacağım sadece. Izgara için kömürü unutmamam lazım. Evden çıkıp Ayşe Hanım'ı yeni buluşma yerinden alıyorum. Her zaman saatinden önce yerinde olması takdire şayan. Biraz geç kalmış olsa orada arabayla bekleme yapılacak bir yer olmadığından sıkıntı yaşayabilirim. 

Alacaklarımızı alıp yaylaya çıkıyoruz birlikte. Fifi her zamanki gibi karşılıyor bizi. Yok, her zamankinden de farklı. Çok özlemiş sanki. Üzerime atlamaya çalışıyor, ayaklarını uzatıyor, kalçasını sallıyor. Acıkmış olabilir diye bir şeyler hazırlıyor Ayşe Hanım. Aynı sevecenlikle etrafımızda gün boyu dolaşıyor. Baharın kötü havalarından birini yaşıyoruz. Hava bir yağıyor, bir duruyor, her daim kapalı ve iç karartıcı. Şehrin üzerine koyu bir sis tabakası çökmüş. 

Hafta sonu hazırlıklarını tamamlayan eşimi almak üzere aşağı inmeyi planlıyorum. Büyük bankalardan birinin müdürü olan misafirimiz bir arkadaşıyla birlikte bize ilk kez konuk oluyor. Hava iyice serin. Şömine sobayı akşama doğru yakmak zorunda kalabiliriz. Oğlum atıyor. Onunla hayatımızın en uzun konuşmasını yapıyoruz. Ağzı kulaklarında. Nasıl olmasın? En sonunda dediğine gelmişler. Projeler tamamlanmadan götürü bedel ihaleye çıkılır mı hiç?

Günün ilk misafirlerini uğurladıktan sonra şehirdeki işini görmek üzere beş dakikalığına izin istiyor Aşkın Şef. Hemen gidip gelmesini söylüyorum. Sanki ayarlanmış gibi telefonum çalıyor. "Beş on dakikalık yolumuz kaldı." diyor misafirimiz, "Geliyoruz." Şefi arıyorum. "Beş dakika içinde oradayım." diyor.

Ayşe Hanım ile birlikte soğuk tabaklarını ve içki servisini hazırladıktan sonra yetişen şefimiz son rötuşları yapıyor. Artık benim gidip eşimi almanın zamanı geldi derken Taş Ev sarsılmaya başlıyor. Telefonum çalıyor hemen arkasından. Arayanın kim olduğunu kolaylıkla tahmin ediyorum. Tabii ki eşim. "Deprem oldu, duydun mu?" Duydum elbette. "Kandilli Rasathane Müdürlüğü sitesinden depremin merkezi neresiymiş, büyüklüğü neymiş öğrenip sana söylerim." 

Merkez üssü Manisa merkez olan 5,1 büyüklüğündeki depremi sadece Manisa değil çevresindeki tam 11 il hissetmiş. Yukarı çıkıp misafirlere rahat olmalarını, binanın depreme son derece dayanıklı olduğunu söylüyorum.

20 Nisan 2017 Perşembe

... HİSSEDİYORMUŞ

20/04/2017 Perşembe, Tire

Biraz erken çıkmam gerekti sabah. Halden ucuza getirmeyi düşündüğüm domatesin kilosunu beş buçuk liraya almak zorunda kalmam hiç hoşuma gitmedi. Pahallılıkta son on günün şampiyonu domates olmalı. Bir ara Rusya kabul etmeyince kilosu bir buçuk lirayı gören domates gerçekten el yakıyor. Salı günü hali bırakıp pazardan almak daha akıllıca olacak. Patlıcan, salatalık  epey ucuzladı. Kasap, mandıra alışverişlerinden sonra çıkıyorum yaylaya. 

Rüzgar terastaki sandalyeleri her bir tarafa  savurmuş. O neyse de ağaçlar meyvelerini döküyor sapır sapır. Taş Ev'in önündeki kayısı, erik ve kiraz ağaçlarının altı henüz gelişimini tamamlamamış meyvelerle doldu. Elden gelen bir şey yok, rüzgarın kesilmesini beklemekten gayri. 

Dünkü yoğunluk sebebiyle fırsat bulamadığım arabamın tamir işini halletmek üzere şehre iniyorum. Eşimi evden alıp yapmamız gereken işleri de aradan çıkarmak niyetim. İşler uzayınca geriliyorum. Oldum olası bürokrasiyi sevmem zaten. Beklemek en can sıkıcı iş benim için. Bir de olmadık zamanlarda çalan banka telefonları. Yok efendim, şu telefonu kazandınızlar, cazip koşullarda şu miktara kadar nakit ihtiyacı için sorgusuz sualsiz kredi teklif edenler, pos cihazından yapacağım işlem şu tutarı aşarsa komisyon oranında yapacakları indirimlerden bahsedenler... Yeter artık bir son verilsin bu işe yoksa hasta edecekler beni. Bankalar bu işi taşerona vermiş, kendileri fırça yemekten bıkmış olmalı. İlgilenmiyorum diyorum nafile, anlatmaya devam ediyor metalik bir ses. "Bir daha dinlemek istiyorsan bire..." Aman Allah korusun. "İlgileniyorsanız, ikiye..." Hayır ilgilenmiyorum kardeşim diye bağırırken içimden sabırla sona iteledikleri seçeneği bekliyorum. Nihayet en sevdiğim bölüm geliyor. "Eğer ilgilenmiyorum diyorsanız, üçe..." Yıldırım hızıyla basıyorum üç numaralı tuşa, ağzını kapatacağını umarak. Telefonun diğer ucundaki ses beni kolay kolay bırakacağa benzemiyor. "Eğer ileride ilgilenmeyi düşünürseniz..." Lanet olsun deyip kapatma tuşuna basıyorum. Nedir bu edepsizlik. Araba kullanırken ararlar, önemli bir görüşme yaparken ya da en acil durumlarda işinizi gücünüzü bırakır, saçma sapan işlerle uğraşırsınız. Tuvaletteyken mesela. Yarım keser fırlarsınız dışarı. 

Madem sinir bozucu işleri konuşuyoruz. Aklıma gıcık kaptığım bir başka konu geliyor. Facebook mesajlarından bahsedeceğim. Konumunu bildir diyor, paylaş, okey. Hadi nerede olduğunu bilsin millet. O değil de adamın karnı ağrısa hemen bir emoji tutturuyor. "Falanca karın ağrısından muzdarip." Haydi arkasından onlarca mesaj. "Ah canım, geçmiş olsun, karabaş yağı sür geçer." veya "Geçen sefer eltimin de aynı yeri ağrıdı, sonra geçti. Geçmiş olsun canım." Böyle giderse iyiden iyiye robota döneceğiz. Ne istediğimizi ikonlarla anlatacağız. Yüzümüzün ifadesinden üzüldük mü, sevindik mi anlaşılmayacak. "Neriman çok yalnız hissediyor." Vah vah, e bulsun o zaman bir koca, vakti geçer. "Kamil Urla'da bunalmış hissediyor." E Kamil, pes doğrusu, bunalacak ne var şimdi, git deniz kenarına rakı balık yap, bunalman geçer, sonra yazarsın yine. "Kamil kendini mutlu hissediyor." Koca koca beyefendiler, koca koca hanımefendiler ellerinde akıllı telefonlar ne hissettiklerini ilan ediyorlar millete. Bu çağın yeni eğlencesi garip geliyor bana, sinir oluyorum, gıcık kapmış hissediyorum. 

Arabamı Ali Ustaya bırakıp onun arabasını alıyorum. Akşam Taş Ev'e benim arabamı getirip kendi arabasını geri alacak. Yaylaya dönüş yolunda akşam rezervasyonları geliyor. Cuma akşamı ya, öyle fazla kalabalık değiliz. Cuma akşamı dışında istediğiniz kadar içebilirsiniz demiş kutsal kitabımız (!). Şu şeytan var ya insanoğlundan ders almalı. 

SARI GÜL

19/04/2017 Çarşamba, Tire

Hiç dinlenmeden başlıyorum yeni bir haftaya. İlk iş olarak dün şefin pazardan aldığı malzemeleri emanet bıraktığı yere gidip onları teslim alıyorum. Mandıraya uğruyor, siparişleri tamamlıyorum. Daha fazla zaman kaybetmeden yaylaya çıkıyoruz. Temizlik devam ederken çalıştığımız bankalardan birinin müdürü az sonra misafirlerini getirmek üzere yola çıktıklarını söylüyor.

Hava bu saatlerde çok güzel, dışarısı dururken içeride oturulmaz bu havada. Misafirler gölgedeki verandada oturmayıp terası seçiyorlar. Menüdeki nefis mezelerimizden güzel bir sofra hazırlıyoruz onlara. Bankanın misafirleri Organize Sanayi'de yerleşik tanınmış bir firmanın temsilcileri. "Bundan sonra yemekli toplantılarımızı burada yapalım." diye konuşuyorlar aralarında.

Ağaçların meyveleri irileştikçe dalları eğiliyor. Yemyeşil yapraklarla bezendi hepsi. Onları nasıl korumak lazım bilemiyorum. Her gelen o güzel kayısı çağlalarından, izin bile istemeye gerek duymadan hoyratça koparıyor avuç avuç. Bilmiyorlar ki o çağlalar kocaman lezzetli birer meyveye dönüşüp kahvaltı sofralarının en güzel reçeli olarak önlerine gelecek.

Fifi dün bir darbe yemiş görünüyor. Boynunun alt tarafında tüyler dökülmüş, eti morarmış. Yabani bir hayvanla boğuşmuş gibi. Kim bilir belki tavukları korumak için mücadele etmiştir. Belki de dar bir yere sıkışıp kendini kurtarırken yaralanmıştır kim bilir?

Akşamları gün batımı güzel oluyor. Bu saatlerde çıkan hafif rüzgar yağmur bulutlarını peşinden sürükleyebilir. Taş Ev'in solunda terastan aşağı atılan sigara izmariti, kolonyalı mendil kağıtlarını toplarken senenin ilk gülü dikkatimi çekiyor. Sarı bir gül bu. Biri koparana dek bütün alımıyla gülümseyecek insanlara. Eğitimin önemi büyük.. Yapılan anket sonucuna göre seçmenler sadece ilkokul mezunu olsaymış referandum sonucu % 75 "Evet" çıkarmış. Üniversite mezunu olmak asgari seçmen olmanın şartı olsaymış, bu sefer sonuç % 65 "Hayır" a gidermiş. Zaten iktidarın eğitimsiz insanı seviyor olmasının sebebi bu. Zira daha kolay oluyor gütmek.

Akşam haberleri yeni bir aldatma olayından bahsediyor. Bizim cumhurbaşkanı yine aldatıldığından bahsediyor. Donald Trump'a derdini dökmüş telefonda. "Ya senin şu Obama var ya, çok namussuz bir adam, PKK konusunda beni fena aldattı." Bana dünyada en çok aldanan ve aynı zamanda en çok aldatan kim derseniz tek geçerim. Milli kültürümüz de böyle ama. Akıllanmıyoruz. Yiyoruz kazığı, oturuyoruz aşağı. Bir kilo şekere satıyoruz vatanı yeri geldiğinde...

Ana muhalefet lideri farklı mı ya? Şimdi kalkmış "Referandum seçimini tanımıyoruz." diyor. Tanırsınız, tanırsınız. "Büyük lokma ye, büyük söz söyleme." derler adama. Bir zamanlar "Başbakan da olsam Ak Saray'a gitmem." derken hemen arkasından ülkenin çıkarları için giderim deyip tıpış tıpış gitmedin mi? Şimdi ülke çıkarları için referandum sonuçlarını tanıdığını söylemeyeceğin ne malum. Diyorum işte, ciğer yok bunların hiç birinde. Siyaset kurumu her türlü pisliğin yalanın, aldatmanın cirit attığı bir oluşum benim gözümde. İktidar ve para uğruna her şeyin göze alındığı iğrenç bir kurum. İçlerine kazara yolunu şaşırıp girebilen üç beş düzgün insanı  bile türlü ayak oyunları ile hemen uzaklaştırırlar yanlarından. Başkana itaat partide yükselmenin tek şartı.  

Mayıs ayındaki önemli grup rezervasyonlarının teyitleri geliyor ardı ardına. Yoğun bir gün yaşıyoruz.  İyi spor oluyor bu bana. Gelenlerin memnun ayrılması yetiyor.    

19 Nisan 2017 Çarşamba

ZİYARET

18/04/2017 Salı, İzmir

Geçen hafta olduğu gibi bu hafta da büyük pazar alışverişini şefimiz yapıyor. Eşimle birlikte servisten çıkan kızımın arabasıyla İzmir'e doğru yola koyuluyoruz. Esas gidiş nedenimiz hastanede tedavi gören babamı ziyaret edip durumunu anlamak. Karşı hastanede görev yapan kızım günde üç sefer uğruyormuş yanına. İşin başından ayrılamadığım için bu tatil günümüzü fırsat biliyorum.

Kızımla telefonda görüşüp anlaşıyoruz. İşi bitince evinde buluşacağız, arabaları değiştirip benim arabamla birlikte gideceğiz hastaneye. Arada kalan zamanda Metro'ya uğrayıp alışveriş yapıyoruz. Kızımın arabasına zor bela sığdırıyoruz aldıklarımızı. 

Canım sıkkın, iyi düşünmeye çalışıyorum. Yaş ilerleyince daha zor oluyor bu işler. Modeli düşük arabalar gibi sık sık arıza veriyor. Dün genel durumunun iyi olması ümit verici. 

Kızımdan önce varıyoruz evin önüne. Biraz bekledikten sonra o da geliyor. Önce arabaları, daha sonra anahtarları ve ruhsatları değiştiriyoruz. Trafiğin yoğun olduğu saatler. Ziyaret saatlerinden haberimiz yok. "Belki sizi almazlar." diyor kızım. Doğru mu söylüyor yoksa espri mi yapıyor belli değil. "Doktor değil misin? Bizi sokarsın içeri artık." diyorum ümitle. "Ben karşı hastanenin doktoruyum." diyor. 

Park yerine giriyoruz. İlk gördüğüm boş yere bırakıyoruz arabayı. Yürünecek yolumuz var hastanenin bahçesinde. Binaların arasından babamın kaldığı bölüme ilerliyoruz. Kapıda sabah ve akşam ziyaretçi saatleri yazıyor. Şans eseri on beş dakika sonra ziyaret başlıyor. Eşimle birlikte hızlı adımlarla danışmanın önünden geçiyoruz. Başını çeviren olmuyor. Beşinci kata eşim asansörle çıkıyor. Asansörde başka yer kalmadığından kızımla birlikte merdivenleri hızlı adımlarla çıkıyoruz. Kata gelmemiz asansörle aynı anda oluyor. Hemen sağdan üçüncü odaya giriyoruz. Hastane ortamını oldum olası sevmem. Annem lavaboda bir şeyler yıkıyor. Bizi fark etmeden giriyoruz içeri. Aniden görünce seviniyorlar. Komşu yatakta yatan hasta yakınları ile samimi bir ortam yaratılmış. 

Babamın morali iyi değil. Göz çukurları dudakları iyice kararmış. Kızım yanımızdan kayboluyor. Doktorundan bilgi almaya gittiğini sanıyorum. Uzun uzun anlatmaya gerek yok bu nahoş halleri. Anneme bir iş bırakmıyor komşu hastanın yakınları. Kızım geliyor yanımıza. Akciğer enfeksiyonu dese rahatlayacağım. Enfeksiyon antibiyotikle kurutulur en nihayetinde. "Durum kötü." diyor. Şimdi içtiği ilaçları kullanmış hastaneye gelmeden önce. Faydası olsaydı olurdu zaten. Olayın enfeksiyonla alakası yokmuş. O bir ümitti sadece bizim için. Esas rahatsızlığı kalp yetmezliği. Bu durum akciğerlerin su toplamasına neden olmuş. Akciğer dokusu diye bir şey kalmamış. Bundan böyle devamlı oksijen tüpüne bağlı kalacak. Günde 18 - 20 saat oksijen alması gerekiyormuş. Bu kadarına da razı olduk. Pazartesi günü hastalığının son durumunu görebilmek için ilaçlı tomografi denilen bir cihaza sokacaklar. İlaç dedikleri zehir. Böbrekleri mahvediyor. Böbreklerinden zaten hasta. Bu kez bir de böbreklerle uğraşılacak. 

Yapacak bir şey yok beklemekten başka. Düşünmemeye çalışıyorum ama aklımın bir köşesinde duruyor...