KATEGORİLER

2 Mayıs 2017 Salı

ZOR GÜNLER

02/05/2017 Salı, Tire

Büyük pazar günü. Alışveriş uzun sürüyor. Eskisi kadar ot yok pazarda. Domatesin yanına yaklaşılmıyor. Yaylaya çıkıp aldıklarımı dolaplara yerleştiriyorum.

Aklım babamda. Aksilikler başlayınca birbirinin peşi sıra geliyor. Şimdi de annem. Kızım ilgileniyor onlarla benim adıma. Onlara benden daha çok faydası olacağı kesin. Yapılması gereken ne varsa yapmaya hazırım. Ama öyle durumlar var ki hiçbir şey gelmiyor insanın elinden. Sadece bekliyorum ümitle. Karamsar senaryoları zihninden kovmaya çalışıyorum. Kötü bir dönemden geçiriyorum. Kendimi kahretmenin kime ne faydası var? Kızımdan duyacağım küçük bir haberle umutlanıyorum. Kötü haberler uyuşturuyor beni, çaresizlik içinde. Bu anları yaşamak varmış kaderde. Hayat koşturmaca. Nereye koşuyoruz belli değil.  

Yazacak çok şey var ama yazmak gelmiyor içimden. Ne yazma havasındayım ne de okuma. Kızımdan haber bekliyorum, hayatın iğrenç akışında.

YAZIK OLDU SÜLEYMAN EFENDİYE

01/05/2017 Pazartesi, Tire

Dünkü yorgunluğu üzerimden atmaya fırsat bulamadan haftamızın son çalışma gününe başlıyoruz. Elimizde ne var ne yoksa tükenmiş durumda. Bugünün sıradan bir pazartesi günü olmadığını yaylaya çıkar çıkmaz fark ediyorum. İlk iş olarak verandanın süpürülüp yıkanması, masalarının titiz bir şekilde silinmesi lazım. Buradaki işim biter bitmez yukarıdaki salona geçeceğim. Henüz çay suyu ısınmadan İzmir'den, Söke'den arabalar dolusu insan akıyor Taş Ev'de kahvaltı etmek için. Sadece hafta sonları kahvaltı servisimiz olduğunu söylüyorum. "O kadar yoldan geldik, arkamızdan Belediye Başkanı da geliyor." diyorlar. Bir anda kapıdan girip çıkan araçlar dolduruyor bahçeyi. Hafta sonu değil ama bugün tatil olduğundan kahvaltı vereceğimizi tahmin etmişler. Bunu hiç düşünmediğimi fark ediyorum. Belki de dünkü yoğunluktan sonra bünyemin kaldıramayacağını hesaplayan beynim bu düşünceyi kafamdan siliyor (!)

Eşimi arıyorum. O da dünün yorgunu. Oğlumla kızım koşuyorlar imdadıma. Onlar geldikten sonra şehre dönüp eksik alışverişlerimi tamamlıyorum. Bahçe içinde park yeri bulunmadığını ya da Taş Ev'in restoran değil de özel bir malikane olduğunu zanneden misafirler kapıdan dönüyor. "Kapıya bir levha koyun park yerinin içerde olduğunu gösteren." diyerek kibarca öneride bulunan bir misafirimize "Çok kalabalık olursa yorulurum. Burası gelen misafirlerimiz için olduğu kadar benim için de bir keyif yeri." diye karşılık veriyorum.

Çocuklar avluda Venüs ve Fifi'yi yıkıyorlar. Venüs yerinde durmuyor. Fifi tam aksine uslu uslu yıkatıyor kendini.

İşlerin içinde bugünün özel bir gün olduğu çıkıyor aklımdan. Sosyal medyada bir cümle ilgimi çekiyor. "1 Mayıs madem işçi bayramı, o zaman neden memurlar tatil yaparken işçiler çalışıyor?" Her şeyin bir kandırmaca olduğunu düşündürüyor bu bana. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Dışarı yansımayan bir iktidar savaşı var her yerde. Hak hukuk kimsenin umurunda değil. Ülkenin genelinde de durum aynı, ailede de, mutfakta da. Biri milli irade kılıfını kullanır tükenmek bilmez hayallerine, biri son sözü kendisinin söyleyeceğini söyler, bir diğeri kendisinin bulunmaz kaftan olduğunu zanneder. Sonunda su yolunu bulur, hak tecelli eder. Olan olup biteni anlamayan ahmaklara olur.

Misafirlerimiz akıl vermeye devam ediyor bütün iyi niyetleriyle. Manzara tarafına geniş bir balkon ne de güzel olurmuş? Bir diğeri bayılmış Taş Ev'e, reklamımızı yapacağını söylüyor. "Bu güzel mekana gelip şereflendirdik." diyor. Hayır, kendimi tutmam, gülmemem lazım. İyi niyetle söylenmiş bir söz aslında, bilmeden, cahilane. Cumhurbaşkanı gelse, "Ben gelip mekanınızı şereflendirdim." der mi hiç? Yok, yanlış örnek verdim, bizimkisi diyebilir belki... Neyse konu o değil. Ben işyeri sahibi olarak, "Geldiniz, şeref verdiniz." diyebilirim. O nezaketen benim hakkım. Yoksa kim olursa olsun "Ben geldim sizi şereflendirdim." diyemez. Türkçe'nin katiliyiz millet olarak. Yerel bir haber sitesi ölümlü bir trafik kazasından bahsediyor. Haberin altındaki yorumlar kazadan daha feci. İşte bir örnek: " Abicim o kadar hızlı gelinirmi ya en az azami hızı 150 km var." Var mı böyle bir şey? Tiye almak geliyor içimden herkesi. Azami hızlar ikiye ayrılır: En az azami olanlar, en çok azami olanlar. Anlı şanlı büyük TV kanallarında meşhur spikerlerin "geri iade" ettikleri zaman onlara "ileri iade" yi sormak isteyişim gibi. Kelimelerin anlamını bilmeden konuşuyor, sonra niye bizi kimse anlamıyor diye dertleniyoruz.

Bir de başını kaldırmadan anlıyor görünüp anlamayanlar var. Hata üstüne hata yapıp ödül bekleyenler, kananlar, kandırılanlar... Şehit oldu evladın ne mutlu sana deyip kendi çocuklarını askerden kaçıranlar, 1 Mayıs İşçi Bayramı deyince eline bayrağı alıp horon tepmek zannedenler var bu memlekette. Ne işçiler gördüm ben, yemek yediği kaba pisleyen. Ne işverenler gördüm çalışanını yerlerde süründüren. İşçi de oldum, işveren de. İyi insan da gördü bu gözler kötüsünü de. Her dinden her milletten, her memleketten. Bir çürük domatesin bir kasa sağlam domatesi nasıl bozduğunu da. Ama er ya da geç o çürük domates layık olduğu yeri bulacak sağlam olanlar ayakta kalacak.

Kıssalarımın hisseleri vardır, isteyen buyurup alabilir hissesine düşeni. Adam vardır ağzından bir laf çıkar, dolaşır herkesin dilinde. Adam vardır hep boş konuşur. Değişik olsun bugünkü finalim, Orhan Veli'nin anlamlı şiiriyle...

KİTABE-İ SENG-İ MEZAR
I
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah´ın adını,
Günahkar da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendiye
II
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa öldüğünü alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince...
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
III
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rüzgar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigar.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yaz işiyle:
´Ölüm Allah´ın emri,
´Ayrılık olmasaydı.´

İNSAN MANZARALARI

30/04/2017 Pazar, Tire

Sıcak bir yaz havası karşılıyor bizi. Giritli Köyündeki festivalin bize etkisi nasıl olacak merak ediyorum. Geçen yıl yurt dışında olduğumuz için festivale katılamamıştık ama evvelki yıl yaptığımız ziyaret uğurlu gelmiş, gelen ziyaretçilerle köy dolup taşmıştı . Taş Ev'e bağlandığımızdan dolayı festivale bu sene de gidemiyoruz. Giritli bir aileye mensup olmam sebebiyle benim kalbim de onlarla birlikte atıyor. Eminim her şey güzel olacaktır. Dışarıdan gelmesi beklenen binlerce ziyaretçinin birinci adresinin törenlerin yapılacağı Turgutlu Köyü olacağı, bizim Taş Ev'e çok fazla misafir gelmeyeceğini düşünüyorum. Kahvaltı için ayırtılan birkaç masa dışında rezervasyon olmaması düşüncemi doğrular yönde.

Bugünün diğer bir özelliği doğduğumuz günden beri arkadaşım olan ve yaklaşık altmış yıldır ilişkimizin devam ettiği yakın dostum Mustafa ile çocuklarımızın kocaman dayıları, onların çocukları gelinler damatlar, torunlardan oluşan kalabalık aile bireylerini ağırlayacak olmamız. Ailenin ilk göz ağrısı Metin Efe ile Prenses Ayliz ilk kez şereflendirecekleri Taş Ev'i beğenecekler mi acaba?

Hava sıcaklığı artınca favori mekanlarımız değişiyor. Terasın pabucunun dama atılıp misafirlerin verandaya yayılmaları beklediğim bir şeydi zaten. Elbirliğiyle hazırlıklarımız tamamlanıyor. Erkenden kahvaltı misafirleri gelmeye başlıyor. Bu kadar kısa sürede verandanın dolması güzel bir sürpriz. Kahvaltı etmek için fırsat bulamadan hızlı başlıyoruz güne.

Kalabalık bir grup geliyor. Daha önce görmediğim insanlar. Kendi başlarının çaresine bakıyorlar. Masaları uzun kenarları korkuluğa dayanacak şekilde manzaraya yönüne çeviriyorlar. Dört kişilik masalar iki kişilik masaya dönüşüyor, hem de en manzaralı yerinden. Bozuluyorum. "Yine bizim restoranı kır bahçesine çevirdiler." diyorum kızgınlıkla içimden. Gelenlerin tavır ve kıyafetleri bu tür davranışlarına ters düşmüyor. Söylemek istediklerimin yarısını tutuyorum içimde. "Rezervasyonunuz var mı efendim?" diyorum yanlarına yanaşıp. "Hayır, yok" diyor biri. "Peki, kim bu masaların yerini değiştirdi böyle?" diye soruyorum. Cevap beklediğim gibi, "Biz değiştirdik." Ne yapsam, ne desem ki. Aklıma bir fikir geliyor. "Bu masalar rezerve." diyorum. Onların vereceği cevap da hazır. "Üzerinde rezerve yazmıyordu ama." Benim teslim olmaya niyetim yok. "Siz de kimseye sormadan masaların yerini değiştirdiniz." Beyefendiler kendi aralarında sözüm ona bana göz dağı vermek için konuşuyorlar. "O zaman başka yere gidelim." İçimden "Allah rızası için gidin başka yere, sizlere hizmet etmek gelmiyor içimden." demek geçiyor, susuyorum. Yanlarında taşıdıkları tesettüre bürünmüş kadınların ayrılmaya hiç niyetleri yok. "Yukarıda yeriniz var mı?" diye soruyorlar. Yukarıda yerimiz var deyip önlerine düşüyorum. "Burada manzara daha güzelmiş." diyor biri. Bir diğeri "Açık havada terasta oturalım." diyor. Beyler benden pek hoşlanmıyor, gurur yapıyorlar. "Burası güneşli, başka yere gidelim." diyor diğerlerine. "Durun durun, en güzel yeri size vereceğim, ne olur gitmeyin, siz giderseniz ben ne yaparım?" demiyorum elbette. Yüzümde güller açıyor. "Siz bilirsiniz efendim, maalesef sizin istediğiniz gibi şu an için gölgede, manzaralı ve havalı yerimiz yok"

Venüs ve Fifi bahçemize tamamen uyum sağladılar. Birbirlerinden hiç ayrılmıyorlar. Kahvaltıdan sonra yoğunluk hız kesmiyor. Beklentimin çok üzerinde misafir ağırlıyoruz. Bugün yeni tecrübeler kazanıyorum. İşte öğrendiğim bir şey daha. Telefon edip manzaralı yerden güzel bir yer ayırmamı istiyor bir misafirimiz. En güzel yeri ayırıyorum. Yalnız olarak geliyor, "Arkadaşlarım gelecek, bana bir çay getirin." diyor. İki saat oturduğu en güzel yerde sadece bir çay içtikten sonra aşağı inip hesap istiyor. "İki lira ama ben sizden bu parayı almaya utanırım şimdi." diyorum. "Ben arkadaşlarımı alıp geleceğim." diyor. Misafirimizi uğurluyorum, arkadaşları hala gelecek (!)

Önce çocukluk arkadaşlarım, daha sonra hısım akrabalar geliyor. Onlarla yeterince ilgilenemiyoruz. Tam tersine onlar bizimle ilgileniyor, ellerinde tabaklarla masaları boşaltmaya başlıyorlar. Kimler gelmiyor ki bugün. Salonda yer ayırdığımız gençler verandada boşalan bir numaralı masayı kapıyor. Hepsi ODTÜ mezunu mühendis. Doğal olarak ODTÜ'yü konuşuyoruz uzun uzun. Yaptığım işe bayılıyorlar. İçlerinden elektrik-elektronik mühendisi olan "Bizim bu işlere girmemiz için daha erken değil mi?" diye soruyor. Gülüyorum, "Daha gençsiniz, çok çalışmanız lazım çook" diyorum. Güzel bir kırmızı şarap sipariş ediyorlar. Tadım için kadehe az miktarda boşaltıp hanımefendiye uzatıyorum. Hanımefendi "Siz zahmet etmeyin, biz kadehlere koyarız, hem bu şarabı biliyoruz." diyor. "Efendim, tadasınız diye size sunum yapıyorum, hani mantardan hava almış, bozulmuş olabilir." Arkadaşları gülüşmeye başlıyor. "O anlamaz ki." Ben şarabı ve kadehi masalarına bırakıyorum. Gülerek, "Bozuk çıkarsa sorumluluk kabul etmiyorum." diyorum. Gülüyorlar hep birden. Bir müddet sonra masalarına uğruyorum. "Nasıl, şarap sağlam çıktı mı bari?" diyorum gülerek. Kahkahayı basıyorlar. "Güzel, güzel, problem yok."

Akşamın ilerleyen saatlerinde ışığa duyarlı kanatlı böcekler mesaiye başlıyor. Işıkların bir bölümünü kapatınca etkileri azalıyor. Hem salonda hem verandadaki masalarla ilgilenirken geceyi yorgun ama mutlu sonlandırıyoruz.   

1 Mayıs 2017 Pazartesi

MEHMET BEY

29/04/2017 Cumartesi, Tire

Bugün ekip kalabalık. Her zaman olduğu gibi tam saatinde bizi bekler buluyoruz Elmas'ı. Sabah kahvaltısı için Çakır'dan çıtır simitlerimizi aldıktan sonra ver elini yayla.

Kızım abisiyle birlikte bizim arkamızdan gelecek. Venüs, ilk kez konakladığı yayladan hoşnut kalmıştır umarım. Her sabah erken yemek yemeye alıştırıldığından dolayı karnı acıkmış iyiden iyiye. Kulübesinin penceresinden masum ve mahzun pozlar veriyor.

İlk konuklar İstanbul'dan. Tire'ye gelmek gibi bir niyetleri yokmuş aslında. Öylesine çıkmışlar yola. Salihli, Kuşadası derken karşılarında Tire levhasını görmüşler. İnternette yaptıkları kısa bir araştırmadan yönlerini Kaplan Köyüne çevirmeye yetmiş. Köy girişinde dikkatlerini çeken Taş Ev levhası onları bize kadar getirmiş. Gençlik yıllarımızda biz de onlar gibiydik. Bir anda karar verir, plansız, programsız düşerdik yollara. Amaç gezmek olunca gidilecek yerin ne önemi var.  Meşhur Kaplan Köyünü geçtikten sonra karşılarına çıkan muhteşem manzaraya hayran olan İstanbullu konuklarımızın kahvaltı için seçtikleri yer teras. Doğanın içinde kuş seslerini dinlemek kadar insanı dinlendiren başka ne olabilir?

Kahvaltı servisi bittikten sonra bir fırsatını bulup arabamı Ali Ustaya götürüyorum. Neyse ki yanan sarı ikaz ışığı bana bu sefer masraf çıkarmıyor, elektronik gösterge tablosu cihaza bağlanıp sıfırlanmasından (reset) sonra düzeliyor.

Gün boyu Venüs ile Fifi'nin yeşillikler arasında oynaşmalarını ilgiyle izliyoruz. Akşam rezervasyonları gelmeye başlıyor. Taş Ev'in en müstesna konuklarından biri olan meslektaşım İstanbul'dan misafirlerini getireceğini söylüyor. Adının Mehmet olduğunu söyleyen diğer bir konuğumuz uzun yoldan gelecekleri için gecikebileceklerini, mümkünse cam kenarından iki kişilik rezervasyon yaptırmak istediğini belirtiyor. Konuğumuz için cam kenarında istediği yeri ayırıyoruz. İlerleyen saatlerde teras ve salonda masalar doluyor. Kapanış saatine yaklaştığımız halde rezerve ettiğimiz Mehmet Bey'in masası hala boş. Tam o sıralar neşeli bir çift geliyor, tereddüt etmeden cam kenarındaki rezerve masaya yöneliyor. "Mehmet Bey?" şeklinde seslenişim, aslında rezervasyon yaptıran kişinin doğru kişi olup olmadığını öğrenmek. Beklediğim cevabı alıyorum "Evet" deyip gülümsüyor. "O zaman buyurun efendim, sizin için ayırdığımız masa bu. Tam istediğiniz gibi manzara tarafından." Misafirimiz ve yanındaki genç eşine gösterilen böylesine yakın bir ilgi çok hoşlarına gidiyor gitmesine ama garip bir durum seziyorlar. Servisleri açılırken "Bir yanlışlık olmasın, biz rezervasyon yaptırmadık." diyorlar. "Adınız Mehmet, değil mi?" Onaylıyor beni genç arkadaş, "Evet". "İki kişi geldiniz ve saat tam 21.30." Bu kadar tesadüf nasıl bir araya gelebilir. Durum anlaşılınca misafirlerimiz oturdukları yerden kalkıp manzarasız bir masaya geçmek zorunda kalıyorlar. Hem isim, hem saat hem de kişi sayısının tesadüf eseri aynı olması ilginç bir tesadüf.

Saat 22.00 yi geçtiği halde rezervasyon yaptıran asıl Mehmet Beylerden haber çıkmıyor. Telefon ediyorum. Arabalarının arıza yaptığını, bu nedenle gelemeyeceklerini söylüyor telefonun diğer ucundaki ses. "Keşke bunu bize bildirseydiniz." diyorum. "Haklısınız, kusura bakmayın." diye cevap veriyor. Yerinden kaldırdığım Mehmet Beye bu durumu izah etmek zorunda hissediyorum.

Bugünün misafir profili doktor, mühendis ve öğretmenlerden oluşuyor. Konuklarımızın memnuniyeti yüzlerine yansıyor. Avluda Fifi ve Venüs'e yakın alaka gösteren konuklarımızla yapılan sohbetlerin konusu genellikle hayvan dostlarımız oluyor. Hayvanları konuşmak siyaset konuşmaktan daha fazla rahatlatıyor insanı.   
                                             

29 Nisan 2017 Cumartesi

LA CASA DE VENUS

28/04/2017 Cuma, Tire

Eşimin dün ısmarladığı yufkaları almakla başlıyor günüm. Venüs'ün kulübesini alıp yaylaya getirmek yapmam gereken en önemli işlerden biri. Küçük pazardan alacağım fazla bir şey yok aslında ama şöyle bir dolaşıp havasını koklasam iyi olacak. En çok merak ettiğim husus domatesin fiyatı. Daha bir iki ay öncesine kadar kilosu dokuz liraya fırlayan biber bile pazarda iki liraya kadar düşerken domates çıldırmış. Beş, altı hatta daha yüksek fiyatlar etiketlenmiş tezgahlara. Köylü kadınlardan biriyle kilosu dörtten anlaşıyoruz, ama domatesleri koyacak kasa ararken tezgaha gelen kocası o fiyattan vermeye razı olmuyor. Hal kollarını açmış, beni bekliyor.

Yolumun üzerinde kulübeyi alacağım yere uğruyorum. Koca kulübe arabama sığmıyor. Bir pikap ayarlıyoruz hemen. Oradan ayrılıp hale gidiyorum. Pazar fiyatlarından pek farkı yok buradaki fiyatların. Hiç olmazsa kasa derdim olmayacak. Büyük bir kasa domates alıp attırıyorum arabanın arkasına. Mandıraya uğrayıp peynir, süt gibi ihtiyaçları alıyorum. Tam işlerim bitti diye sevinirken eşimin telefonu evden trileçe'yi almayı unuttuğumu söylüyor. Yaylada için hazırladığım zeytinyağı tenekesini iyi ki akşamdan koymuşum arabaya. İlk kez bu kadar gecikiyorum. Bu gecikme Ayşe Hanım'a yarıyor. Nüfus müdürlüğündeki işini hallediyor bu arada. Nihayet yaylaya çıkıyoruz. Tahmin ettiğim gibi Aşkın Şef kapıda bizi bekliyor. 


Bugün kararlıyım, şehre inmeyeceğim. Bunun için gecikmeyi bile göze aldım. Temizlik işleri bittikten hemen sonra Fifi havlayarak birinin geldiğini haber veriyor. Gelen Venüs'ün kulübesi. Fifi'ye de bir tane gerekecek. Şimdiye kadar horoz kafesinde idare etti gariban. Kulübeyi avlunun uzak bir köşesine indiriyoruz. 

Şefe kremalı mantarlı spagetti hazırlamasını söylüyorum. Bu sayede kremamızın kalmadığı çıkıyor ortaya. Ne var ki bugün şehre inmemeye kesin kararlıyım. Bu durumda misafirlerimiz menümüzdeki krema soslu tavuk sipariş etmesin diye dua etmekten başka çarem kalmıyor. 

Öğleden sonra gelen misafirler henüz masalarına oturmadan meşhur tatlımız trileçeyi soruyorlar. Eşimin ısrarla yolumdan geri döndürüp evden almamı istediği tatlı bu. "Nasibinizde varmış." diyorum misafirlerimize.




Akşama doğru misafir trafiği yoğunlaşıyor. Üstelik veranda, salon ve teras olmak üzere toplam üç farklı mekanda hizmet veriyoruz. Kızım arıyor, Venüs'ü alıp yola çıkmışlar bile. Oğlum da uzun bir gece yolculuğundan sonra sabah bize katılacak.

Misafirlerimizle sıcak ilişkiler kuruyorum. Taş Ev'i ilk kez yeşillikler arasında gören hayranlıklarını gizlemiyor. Nihayet kızım geliyor. Venüs ne kadar çok büyümüş görmeyeli. Geceyi ilk kez yeni kulübesinde geçirecek. Misafirlerimizi ağırladıktan sonra Taş Ev'i Venüs ve Fifi'ye emanet edip ayrılıyoruz.

28 Nisan 2017 Cuma

GAZİNO

27/04/2017 Perşembe, Tire

Havalar iyice ısındı. Çok geçmeden sıcaklardan şikayet etmeye başlarız artık (!) Bugün de geç çıktım evden. Venüs'ün kulübesini almaya kalksam yaylaya geç kalacağım. Çaresiz tekrar şehre inmem gerekecek. Madem durum böyle, kasap mandıra alışverişlerini de o zaman yaparım.  

Dün gece boyunca açık pencerelerden girip ışığa doğru yönelen onlarca kanatlı böcek salonu doldurmuş. Çoğu cansız ama aralarında hala kanat çırpanlar var. Terasta da durum aynı. İsmini bilmediğim sert kabuklu böcek sürüsü ışığa doğru hücum ediyor, birkaç tur attıktan sonra yere çakılıp can çekişiyor. Temizlik biter bitmez şehirdeki işlerimi halletmeyi düşünürken planlarım suya düşüyor. Önce eski bir aile dostu misafirleriyle birlikte Taş Ev'e geliyor. Hemen arkasından dış görünüşleri mesleklerini ortaya koyan mimarlar grubu onları takip ediyor. Verandada bugün fazla esinti yok. İki masayı birleştirip üzerine projeler açılıyor. Bir taraftan yemekler yenirken diğer taraftan proje detayları tartışılıyor. Yeni bir konaklama tesisi projesine başlayacaklarmış. Gerçekten de kaliteli bir konaklama tesisinin olmayışı bu bölgenin en büyük eksikliklerinden biri.

Avluya çıkıyorum. Beyaz bir jeep ağaçların arasında manevra yapıp yönünü kapıya doğru çeviriyor. Arkasından araca doğru yaklaşıyorum. Yanına geldiğimi görünce sürücü koltuğunda oturan adam camı indiriyor. Garip bir soruya muhatap oluyorum. "Burası gazino mu yoksa restoran mı?" Soru şaşırtıyor beni. "Gazino derken..." deyip anlamaya çalışıyorum. Arabayı kullanan şahıs kısa bir süre ne söyleyeceğini bilemiyor.

Gazino, İtalyancadan dilimize girmiş bir kelime. Türkçe sözlükte iki anlamı var. Birincisi, "Yemek yenilen, gösteri izlenilen, bazen de özel bölümlerinde kumar oynanan eğlence yeri.", ikincisi ise "Büyük kahvehane, birahane." Bu tanımlar arasında Taş Ev'e uyan sadece "yemek yenilen yer" olması. Diğer taraftan buralarda restoran ve kafe tarzı yerlere köylüler gazino tabirini kullanıyor. Erkek müşterilere yönelik, genç bayanların içki servisi yaptıkları bar olarak bilinen eğlence yerlerine burada yine restoran denilmesi Konyalı misafirimizin şaşkınlığının sebebi aslında. Hangi sözcüğü anlamına uygun kullanıyoruz ki..

Las Vegas'ta gazino, sadece kumar oynanan lüks yerleri akla getirse de  Kaliforniya Los Angeles açıklarındaki Santa Catalina adasında gazino, kumarın oynanmadığı, büyük modern binalarda sinema, tiyatro ve balo salonlarının hatta tarih müzesinin yer aldığı sanatsal bir hüviyete bürünüyor.

"Hani" diyor, Konyalı dostum, pot kırmaktan çekinircesine, "Hani aşağıda yolun sol tarafında, bayanların çalıştığı bir yer değil, de' mi?" Bozulduğumu hissettirmemeye çalışıyorum ama gayri ihtiyari sesim bozuk çıkıyor. Hayır öyle bir yer değil, burası ailelerin rahatça yemek yiyebileceği bir yer. İkna olup geri dönüyor, yeniden ağaçların arasına park ediyor arabasını. Ailesiyle birlikte Konya'dan yeni gelmişler buraya. Bundan sonraki  yaşamlarını Ege bölgesinde geçirmek yönünde karar vermişler. Genç yaşında emekli etmiş kendini. Ovadaki köylerden birinde dört beş dönüm yer almış, orada toprak işleri ile oyalanıyormuş. Binanın yan tarafındaki boş bira kasalarını görünce gazino sanmış Taş Ev'i. Uzun uzun sohbet ediyoruz. Konya benim meslek hayatına başladığım şehir olma özelliğine sahip. Eski yıllara gidiyor aklım. Meram'dan, Alâeddin Tepesinden bahsediyorum. Konyalı olması ve bira kasalarına karşı verdiği tepki alkol kullanmadığı hissini uyandırıyor bende. Dayanamayıp soruyorum sohbet esnasında. Manzaraya bakıyor gülümseyerek. "Bu manzarada insan içmez mi hiç?"


Verandaya çıkıyoruz birlikte, çaylarımızı içiyoruz. Kurumuş, budanmayı bekleyen yaşlı kestane ağaçlarının dalları arasında zıplayıp duran sincapları seyrederek söyleşimize devam ediyoruz. Ağaçların fotoğrafını çekiyorum, sincaplar son anda çıkmayı başarıyorlar kareden. Biraz daha geciksem şehre inmem mümkün olmayacak. Oysa kasaba uğramam şart. Nihayet Konyalı dostum hesabı istiyor. "Tam zamanı." diyorum içimden. Ayşe Hanım mor renkli çiçeklerden bir buket yapmış bana gösteriyor.



Akşam misafirleri de terasta oturmayı tercih ediyor. Karanlık basınca ışığa doğru böcek akını başlıyor yeniden. Salonun terasa açılan kapısını ve pencerelerini kapatıyorum. Taş fırının yanındaki apliklerin ışığına üşüşüyor kanatlı canlılar. Fifi de koşuyor oraya. Böcekler ışığın etrafında dönerken Fifi onları yakalamakla meşgul. 

Dünün aksine erken uğurluyoruz misafirlerimizi bu gece.
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   

27 Nisan 2017 Perşembe

SARI GÜL, GÜZEL İNSANLAR

26/04/2017 Çarşamba, Tire

Dünden kalan işlerimi tamamlamak için biraz erken çıkmaya hazırlandığım sırada eşim birbiri ardına siparişleri saymaya başlayınca bir kez daha şehre inmek zaruri hale geliyor. Öyle ya da böyle sabah gidiş, akşam dönüşleri hariç en az bir kez şehre merhaba diyorum zaten.

Yayladaki işlerimi halleder halletmez şehre iniyorum. Ahşap köpek kulübeleri yapan bir imalathaneye uğrayacağım. Sırayla muhasebe, banka, toptancı, kasap oldukça fazla zamanımı alıyor. Nihayet bütün işlerimi tamamladıktan sonra sıra kulübelere bakmaya geliyor. İşyeri sahibi kendisinin İstanbullu olduğunu, pazar günü misafirlerini Taş Ev'de ağırlamak istediğini söylüyor. Sergilediği kulübeler pek alımlı görünüyor. Venüs'ün erişkin yaşını karşılayabilecek büyüklüğe sahip olanlar da var, Fifi gibi daha minyon tipteki köpekler için olanlar da... En büyüklerden bir tanesini gözüme kestiriyorum. Arka koltuklarını yatırınca arabama sığar mı acaba? Bugün bagaj ağzına kadar dolu, yarın tekrar uğrayacağımı söylüyorum.

Yaylaya döndüğümde elemanlar başlarının çaresine bakmış, karınlarını doyurmuşlar. Karnımı doyurup geleceğimi düşünmüşler her nedense. Ayşe Hanım benim için yiyecek bir şeyler hazırlıyor.

Yaylada her taraf yemyeşil. Taş Ev'in önündeki sarı gül ikinci çiçeğini vermiş. Gün batımı ile gülün güzelliğini aynı kareye sığdırmak istiyorum. Işık istediğim gibi değil. Güle dönüyorum, "Ben her zaman güzelim tan doğarken de gün batımında da." dercesine poz veriyor bana. Ayşe Hanım bahçede bir demet kır çiçeği toplayıp kavanoza koymuş. Hemen elim telefonuma gidiyor.

Çok geçmeden siyah renkli kocaman bir araba yanaşıyor Taş Ev'in önüne. Plakadan gelenlerin Ödemişli olduklarını tahmin etmek zor değil. Fakat arabalarından inen orta yaşlı çiftin tavırları daha ziyade İstanbulluları hatırlatıyor. Anlattıklarına göre levhamızı görüp gelmişler. Karı koca son derece sıcak tavırlarıyla Taş Ev'i tanımaya çalışıyorlar. Oturmak için tercih ettikleri mekan teras oluyor. Hanımefendi kendisinin yükseklik korkusu olduğunu söylüyor. Önceleri yolu gözlerinde büyütmüş olsalar da karşılaştıkları mekan ve yemeklerin lezzeti baskın çıkıyor. Güzel bir sohbet başlıyor aramızda. Hayat görüşlerimiz birbirine çok yakın. Israrla "Ne olur müşteri olarak görmeyin bizi." deyip masalarına davet ediyorlar. Her ikisi de doktor olan misafirlerimiz tabiatın içinde keyifli saatler geçiriyor, gün batımını izlerken aradıkları yeri bulduklarını söylüyorlar. Bayılarak yedikleri çiğ köftenin tarifini soruyorlar, bu konuda eşimin ihtisas sahibi olduğunu aktarıyorum. Sohbetin koyulaştığı bir anda araçlarıyla bahçeye giren misafirleri karşılamak amacıyla yanlarından ayrılmak istiyorum. Hanımefendi niyetimin farkında değil. Uzun cümlelerini kesmek istemiyorum. Aslında anlattıkları oturup dinlenecek şeyler. Misafirleri karşılamak da önemli diğer taraftan. Sabırla nefes almasını bekliyorum. İlk fırsatta yüzümde çaresiz bir gülümseme ile yanlarından ayrılıp aşağıya iniyorum. 

Yeni gelenler iki gün önce rezervasyon yaptıran misafirlerimizin ilk bölümü. Israrla verandada oturmak istediklerini söylemişlerdi yer ayırtırken. Veranda sezonu için henüz erken. Teras veya salonu öneriyorum. Sonunda salonda karar kılınıyor.

Kızım arıyor, babam hakkında son gelişmeleri aktarıyor. Bu konuda yazmamı istemiyor üzülmeyeyim diye. Benim için üzülebilecek olanları da üzmek istemiyorum. Dedesiyle can-ı gönülden ilgileniyor. Geçen gün gelen misafirlerimizden birinin küçük kızı geliyor aklıma. Büyüyünce ne olacaksın diye sorduğumda verdiği cevap beni derinden etkilemişti. "İnsan olacağım." demişti ne dediğini bilen bir pozda. Ne doktor olacağım demişti, ne mühendis ne de başka bir şey. Bu cevap üzerinde çok düşündüm. Kızım gerçekten "İnsan" olmuş. İnsanın iyisi kötüsü olmaz. Ya insandır, ya da değil. Kötü olan kişi insanlık sıfatından sıyrılmıştır.

Bir de insanların güzeli vardır. Hayranlık duyduğum iki aile. Sık sık ziyaret ederler bizleri. Her ikisi de esnaflık yaparak geçimini sağlar. Çok çalışırlar, çalıştıklarının karşılığını alırlar. Onlardan biri yine almış eşini çocuğunu, gelmişler Taş Ev'e. Şehrin diğer insanlarından farklı bu güzel insanlar. Aile kurumuna verdikleri önem çocukları büyüdükçe büyümüş. Birbirlerine karşı saygı ve sevgi dolu. Gözlerinin içinde birbirlerine bakarken sevgi pırıltıları uçuşuyor gözlerinde. Bana yardım olsun diye servis tabaklarını elimden alıyorlar. Tabakları boşalınca kolaylık olsun diye bir araya topluyorlar. Ben de onlara karşı duyduğum hayranlığı saklamıyor onları ağırlamaktan ne kadar büyük zevk aldığımı paylaşıyorum. 

Servisimiz neredeyse sona erecek. Telefonum çalıyor, açık olup olmadığımızı soruyor telefonun ucundaki ses. "Acele ederseniz yetişebilirsiniz, on dakika zamanınız var." diyorum. On dakika sonra bahçeye giren arabadan iki kişi çıkacak diye beklerken tam altı genç çıkıyor. Dördü bayan ikisi erkek bir arkadaş grubu. Geç geldikleri için soğuk sıcak siparişlerini birlikte alıyoruz. Oldukça geç vakte kadar oturup güzel bir gece geçiriyorlar.