KATEGORİLER

31 Mart 2020 Salı

KARANTİNA KORONA - 5

SUS OLRIC! DÜŞÜNÜYORUM.
Sanırım alışmak gerekecek Cavit Efendiyle birlikte yaşamaya. O da bu birlikteliğe razı olur muhtemelen. Çünkü bizsiz o da yaşayamaz.

İçimizdeki kötülükleri atsam da aklıma gelenleri kolay kolay atamıyorum. Caddeler, meydanlar bomboş, herkes evinde. Tanrı esirgesin, bu aralar bir deprem olsa, düşünmek dahi istemiyorum. Madem Cavit Efendi ile yaşamayı öğreneceğiz dedik, moralimizi bozmadan yaşantımızda ve yeni dünya düzeninde muhtemel değişiklikler üzerine biraz kafa yoralım o zaman. Blog yorumlarımdan birinde geleceğin gözde olacak mesleklerini sıralamıştım. Bu listenin başına sağlıkçıları eklemek gerek. Özellikle genetik mühendislerini elbette. Cavit Efendi yakamızı bırakmayacağına göre olur da bu sınavdan geçersek, ona efendilik edebilmemiz için yeni dünya düzeninde ne tür değişikliklere hazır olmamız, hangi alışkanlıklarımızı değiştirmemiz lazım? Falcı olmaya gerek yok, sadece düşünmek yeter. Hep birlikte düşünelim öyleyse:

Önce şu Cavit Efendiyi (Covid-19) tanıyalım. Bu zat tesadüfen bir hayvandan mı bulaştı insanlara, yoksa bir insanın eseri mi? 1.400.000.000 nüfuslu dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin'in 50 milyon nüfusa sahip Wuhan eyaletinde dünyaya gözlerini açan Cavit-19 insanlarca bilinen Cavitgiller familyasının son üyesi. Acayip sırnaşık, bulaşıcı bir özelliği olan 0,1 mikron büyüklüğünde bu yarı canlı Çin gibi yoğun nüfusa sahip bir ülkede bu kadar kısa zamanda kontrol altına alınabilir mi? Basit bir hesap. Deniyor ki, virüsü kapan her kişi ortalama 5 kişiye daha bulaştırıyor. Hadi bu kadar da olmasın, diyelim ki ortalama 3 kişiye bulaştı. 26 gün içinde bu virüs bütün Çin nüfusuyla tanışmış olur. Çin'de bugün itibarıyla tespit edilen toplam vaka sayısı 81.966. Enfekte olduğu tespit edilen kişi sayısının toplam nüfusa oranla ihmal edilecek düzeyde. Çünkü yapılan test sayısı ne olursa olsun virüsün yayılma hızını azaltmak konusunda pek bir işe yaramaz. 

- Bu düşüncelerimde kendimi çok yalnız hissediyorum Olric...
- Yalnızlık iyidir efendimiz.
- O zaman ben iyi miyim şimdi?
- Hayır efendim, yalnızsınız.
- Beni bırakmayacaksın, değil mi Olric? 
- Sizi ne zaman yalnız bıraktım, efendimiz?

Bu işin içinde bir iş var. Ya virüs söylendiği kadar bulaşıcı değil, ya da başka bir durumla karşı karşıyayız. Hayır tabii ki bulaşıcı, İngiltere Veliaht Prensi Charles Philip Arthur George'un ne işi olabilirdi Cavit Efendiyle! O halde sanki bir casus bu Cavit. Öyle değil mi? Üşenmedim, bilimsel bir araştırmaya giriştim. Aldığım bilgiler Covid-19 Küresel Yayılım Panelinden. İşte referansım. Bilimsel dedim, ya referans vermeden olmaz. Aşağıdaki Excel tablosu hazırladım. Yalnız bir şeyi hatırlatayım. Bu tablodaki sayılar her saniye artan vaka ve ölüm sayılarıyla değişiyor. 31.03.2020 tarihi itibarıyla durumumuz aşağıda:


COUNTRY
POPULATION
DEATH #
EVENT #
DEATH RATE
DEATH # PER MILLION

1.
IT
60.243.406
11.591
101.739
11,39%
192,40

2.
SPN
46.733.038
8.189
94.417
8,67%
175,23

3.
B
11.449.656
705
12.775
5,52%
61,57

4.
NL
17.302.923
865
11.817
7,32%
49,99

5.
FR
67.076.000
3.030
45.171
6,71%
45,17

6.
SW
8.508.904
373
16.176
2,31%
43,84

7.
IRAN
83.721.115
2.898
44.605
6,50%
34,61

8.
BR
67.796.627
1.412
22.465
6,29%
20,83

9.
USA
330.515.693
3.170
164.610
1,93%
9,59

10.
D
83.149.300
650
67.051
0,97%
7,82

11.
CHN
1.437.932.539
3.309
82.276
4,02%
2,30
969.112  
12.
TR
83.154.997
168
10.827
1,55%
2,02

13.
RUS
145.918.862
17
2.337
0,73%
0,12

14.
PAK
219.799.303
25
1.865
1,34%
0,11

15.
IND
1.376.584.858
32
1.251
2,56%
0,02

51,96%
SUM
4.039.887.221
36.434
679.382
5,36%
9,02
93,36%

WORLD
7.774.402.198
39.025
802.967
4,86%
5,02


 
Listeye alınan ülkeler dünya toplam nüfusunun yaklaşık yüzde 52'sini kapsıyor. Ancak dünya genelinde Cavit Efendiye bağlı ölümlerin % 93'ten fazlası bu ülkelerde vuku bulmuş! Açıkça görülüyor ki pembeye boyadığım ülkeler çoğunlukla Avrupa geni taşıyan insan toplulukları. Yani Cavit Efendi'nin kendine en yakın bulduğu insan ırkı. Falan ülke önce önlem almış, yok efendim halkı bilinçliymiş, sağlık sistemleri iyiymiş, bırakalım bunları. Sadece bir mukayese!

Eğer Cavit-19 Beyefendi İtalya'daki yayılma enerjisinin Çin'de göstermiş olsaydı, Çin'de virüsten ölen toplam kişi sayısı 3.309 değil tamı tamına 969.112 olacaktı. Yani neredeyse bir milyon kişi hayatını kaybedecekti. Oysa Çin, virüsün sebep olduğu düşünülen vahşi hayvan pazarını dün açtı yeniden!  Asya ırkından pek hoşlanmadığı açık Cavit Efendinin. Yukarıdaki tablo gösteriyor ki, yeşile boyalı ülkelerin tamamı Asya ülkeleri. Hem o kadar yoğun nüfus olacak, hem de Cavit Efendi rahat duracak, inanılır gibi değil. 

Burada iki ülke sırıtıyor tabloda. Bunlardan ilki İran. Asya'nın batı kenarında hemen hemen Türkiye ile yakın bir coğrafyada olmasına rağmen Avrupa ırkının Cavit Efendiye gösterdiği konukseverliği göstermiş. Bunun nedeni yine ırksal özelliklerde aranabilir. Aryan ırkını duymuşsunuzdur. İran'a adını veren bu ırk saf, soylu anlamında yıllarca ırkının özelliklerini korumuş ve diğer ırklara fazla karışmamış. Belli ki Cavit Efendi bu ırktan da epey hoşlanmış. 

Diğer ülke Türkiye. Orta Asya'dan geliyoruz bize de bir şey olmaz diye hiç heveslenmeyin. Yapılan genetik araştırmalarda en çok % 3-5 oranında Orta Asya geni bulmuşlar Anadolu insanında. Peki biz Türklerin taşıdığı risk nedir? Bunu anlatmadan önce kısa bir bilgi vereyim.

Canlıları oluşturan hücrelerde genetik materyal görevini üstlenen iki nükleik asit bulunmaktadır. Lise bilgilerinden hatırladığımız üzere bunlar deosiribonükleik asit yani (DNA) ve ribonükleik asit ya da diğer bir deyişle (RNA). Çift sarmal zincire sahip DNA'nın görevi genetik bilgilerin depolanması, nesiller arasında aktarılması ve hücrenin metabolizma faaliyetlerinin yönetimini sağlamak. tek zincirden oluşan RNA'nın görevi ise protein sentezi ve genetik bilgilerin taşınmasından ibaret. Cavit Efendi çeperi bir protein yağ tabakasıyla sarılı içinde sadece RNA'nın bulunduğu ve hiçbir metabolizma faaliyeti bulunmadığı için canlı sınıfına bile girmeyen garip bir varlık. İnsan vücuduna girince gideceği yapışacağı hücreleri biliyor. Doğrudan akciğer broşlarındaki hücrelerimize yapışıp kendinde olmayan DNA'larımızla hayat buluyor ve süratle onları değiştirip mitoz bölünmeyle çoğalmaya başlıyor. Yani görüldüğü üzere genlerle yakın bir ilişkisi var bu Cavit Efendi'nin.

Şimdi dönelim kendi durumumuza. Evet, Vikipedi'den aldığım bilgilere göre Hodoğlu&Mahley tarafından 2012 yılında yapılan çalışmada;
Aydınlı ve İstanbullu Türklerin genetik kökeni sırasıyla aşağıdaki gibidir:
Batı Asya: % 37 ; % 47,9, ortalama diyelim % 42,5
Atlantik ve Baltık: % 25,2 ; % 18,5, ortalama diyelim % 22,0
Akdeniz: % 24,5 ; % 24,7, ortalama diyelim % 24,6
Sibirya: % 8,1 ; % 3,5, ortalama diyelim % 5,8
Doğu Asya: % 4,4 ; % 3,7, ortalama diyelim % 4,0
Diğerleri: % 0,8 ; % 1,7 ve diğerleri ortalama: % 1,1

Özetle bu teori doğruysa Türklerin Cavit Efendi'den etkilenme oranı yukarıda renklerle ifade ettiğim üzere % 24,6 oranında ciddi, % 64,5 orta derecede ve % 9,8 oranında hafif derecede olacak. Buna göre dünya genelinde virüsten dolayı tespit edilen vaka sayısının toplam olarak iki katına çıkacağını düşündüğümüzde ülkemizde vuku bulacak can kaybı sayısı tahminen 1.932'ye ulaşmaktadır. 

Elbette Cavit Efendi'ye bir insan eli değmiş olması muhtemeldir. Teknolojinin genom haritasını tamamen deşifre ettiğini biliyoruz. Söz konusu gelişmeler tesadüf eseri ya da inananlar tarafından Tanrı'nın bazı toplumlara cezası gibi de görülebilir. Sebebi her ne olursa olsun, bundan sonra değişen dünya düzeni hakkında fikir yürütmeyi bir sonraki yazımıza bırakalım.

KARTPOSTAL MİMİ

Sadece C.'nin ilk mim'ine katılmaya çalışacağımı söylemiştim. Arkadaşımız,  üzerinde ufacık notların yazıldığı birer kartpostal hazırlayıp ister kişiye özel, ister genele açık paylaşmamızı önermiş.
Manxcat/Kuyruksuz Kedi'nin blogunda verdiği bir sitenin yardımıyla bir şeyler yapmaya çalıştım. Evlere kapandığımız bugünlerde en çok ihtiyacımız olan moral desteğini veren bütün blog arkadaşlarıma gönderiyorum hazırladığım yandaki kartpostalı. Ellerimizi dezenfekte edelim, sadece bu günlerde değil, her zaman sağlıkçılarımızın kıymetini bilip onlara sahip çıkalım. Kartpostalın üzerine tıkladığınız zaman bana içinde bulunduğum ruhsal durumu çağrıştıran güzel bir müzik çıkacak karşınıza. İsteyen arkadaşlar bu etkinliğe katılıp yaratıcılıklarını paylaşabilir ve bu eğlenceye katılabilirler. 

29 Mart 2020 Pazar

KARANTİNA KORONA - 4

Hiç sevmediğim griliğin dibine vuruyorum bugünlerde. Bir ümit bir karamsarlık, bir heves bir bezginlik sarıyor her yanımı. Eşimin yemem için sadece günde bir taneyle sınırlandırdığı o güzel kurabiyeler mi buna sebep, bilmiyorum. Bunun küçük bir payı olsa da daha pek çok sebep sayabilirim sersemlemiş halime.

Sonuncusundan başlayayım mesela. Saat dokuz sularında her akşam olduğu gibi çevre cami hoparlörlerinden bangır bangır arşa yükselen dualarla çınlıyor ortalık. Çok geçmeden ülkemizi saran yeni tip koronavirüs salgınını def etmek üzere Tanrıya yakaran müezzin sesleri, balkonlardan gittikçe yükselen alkış sesleri arasında kayboluyor. Ortalığı kasıp kavuran kara veba karşısında, Tanrı'nın lanetli kullarının da, değerli kullarının da felaketten eşit ölçüde nasibini aldığı ve bundan dolayı kilisenin ipliğinin pazara çıktığı Orta Çağ dönemi ile çağımız insanının can korkusuyla takındığı riyakarlık geliyor aklıma.

Tam üçüncü gün bugün, kapı dışarı çıkmadığım. Hiçbir kuvvet kitabımın kapağını açtıramaz bana, Korona korkusu bile. En yoğun zamanlarımda bir fırsatını bulup okuduğum kitaplar adeta kaçıyor benden. Korkumun kaynağı düştüğüm can derdim değil, sevdiklerim sadece. Duyacağım yeni haberler peşindeyim. Bu işin sonu nereye varacak? Merak işte! 

Yazmaktan da korkar oldum ayrıca. Çünkü yazdıklarım hep moral bozacak. Ne hakkım var başkalarının moralini bozmaya? Sosyal medya ile iç içe değilim ama yine bir şekilde takılıyor gözüme bazı şeyler. Mesela bir video görüntüsü; yüzlerce açılmış mezar, Koronavirüs kurbanları için hazırlanmış! İtalya'da bir gündeki can kaybı 969 olmuş! Bir başkası geliyor gözümün önüne. Korona, korona diye halay çekiyor insanlar neşeyle!

Çin, Hindistan, Pakistan... Karınca sürüsü gibi birbiri üstünde yaşayan insanlar... İster istemez komplo teorilerine takılıyorum. Çin'in tehlikeli bir oyunu mu bu? Sahi, ne kadar sürecek bu karantina? Bundan kurtulmadan yeni bir virüs sarar mı dünyayı? Nasıl ki depremle yaşamayı öğrenmeliyiz diyorlar haklı olarak, virüslerle de yaşamayı öğrenmek zorunda mıyız?

Eşimle birlikte dün bir film izledik uzun bir aradan sonra. Yusuf Ağa adında, 2011 yapımı bir İran filmi. Tek kız çocuğu ile yaşamaya çalışan ve eşi beş yıl önce vefat etmiş yaşlı, kızı için canını dahi verebilecek olan bir adam Yusuf Ağa. Bir yanlış anlama sonucu farklı bir mecraya giriyor ilişkileri. Tipik Türk filmlerinden oldukça farklı. Biraz olsun havamızı değiştiriyor.

Uyku düzenimiz yok, gecenin üçünde ya da dördünde ayaktayız. Bazen gün ışığı havayı aydınlatmadan balkona çıkıp martıların çığlıklarını dinliyorum. Caddeden boş geçen belediye otobüsünün motor sesi, sokak köpeklerinin havlamalarına karışıyor. Dönüp bilgisayarımın başına geçiyorum. Yabancı bir kaynak tarafından hazırlanan dünya haritasının il bazında Koronavirüs vaka ve can kaybı sayısı takılıyor ekrana. İzmir'de dört, İstanbul'da on iki, Ankara'da on kişi vefat etmiş. İnandırıcı bulmuyorum, yok bunun çok üzerinde olmalı!

27 Mart 2020 Cuma

KARANTİNA KORONA - 3

RAHMET, RAHMAN, RAHİM
Yağmur başladı, sıkıntılı hava ağırlığını atıyor biraz üzerinden. Eskiler "Rahmet yağıyor." derlerdi yağmur yağıyor yerine. Güncel hayatta kullandığımız kelimelerden çoğunun anlamını bilmiyoruz. Mesela hiç sözlüğe bakmadan rahmet kelimesinin karşılığını "bereket" olarak verirdim. Bunun nedeni yağmur yağışına bazen "bereket yağıyor" denmesinden dolayı olsa gerek. Oysa Arapça kökenli bu sözcüğün dini ve halk ağzında iki anlamı varmış. Dini anlamı, merhamet etmek fiil kökünün mastarı. Diğer taraftan "ana rahmi" kökünden türetilip "birinin suçunu bağışlama, merhamet etme" anlamına gelen bu sözcük, halk ağzında "yağmur" yerine kullanılmakta. Aslında yine Arapça "ana rahmi" kökünden gelen "rihma", "ince ve sürekli yağan yağmur" anlamıyla halk ağzında kullanılan "yağmur" un karşılığı. Hadi diyelim "rihma" dilimize yanlışlıkla "rahmet" olarak geçmiş. Yağmur da halk ağzında bereket olarak kullanılıyor. Aristo mantığıyla, yağmur=bereket; yağmur=rihma/rahmet, o halde rahmet=bereket der, aaa, doğru biliyormuşum deyip sevinebilirim.

Bir de "Rahman" sözcüğüne değinelim. Hatta hem besmelede geçen hem de Kur'anda ayrı bir sureye adını veren bu sözcükle birlikte ilk bakışta aynı anlamı içeren "Rahim" sözcüğünü birlikte inceleyelim. Bu konuya ilişkin yeterince kaynak var, hemen hepsinde üç aşağı beş yukarı aynı açıklamalar yapılmış. Rahman daha kapsayıcı bir anlama sahip. Allah'ın sıfatlarından biri olan bu sözcük bütün insanlık alemine mümin ya da kafir ayırt etmeksizin onları esirgeyen, bağışlayan ve fark gözetmeden ihsan, lütuf ve ikramlarını sunan anlamına gelmekte. Rahim ise sadece müminlere yani iman etmiş kişilere özel olarak maddi ve manevi imkanlar sunan, onları şefkatle koruyup kucaklayan manasında. 
  
Peki, bu sözcüklerin ortak kökeni, "rhm" sözcüğünün karşılığı olan "ana rahmi, döl yatağı" anlamıyla nasıl bir ilişkisi olabilir? İşte bu konuya değinen güvenilir fazla bir kaynak bulamadım. Sadece adını önceden duymadığım bir yazar olan Ayhan Özcimbit'in Milliyet Blog sitesinde kaleme aldığı 12 Eylül 2012 tarihli  bir yazı çıktı karşıma. Görüşlerinin çoğuna katılmadığım bu zat Said-i Nursi'ye hayranlık duymakta. Bu beni ilgilendiren bir husus değil.  Esas merak ettiğim konuya en azından kendi penceresinden ele alıp "Rahim, neden hem Allah'ın hem de kadın cinsel organının ismidir?" sorusuna cevap aradığı için ilgimi çekti. Özcimbit kelimelerin sözcük anlamlarının dışına çıkarak "Rahman" olan Allah'ın, bu isminin tecellisi ile uzayın sonsuz yokluk ve soğuk boşluğunu varlığa dönüştürdüğünü ileri sürüyor. Özetle bu süreç ve işleyişte kaynağın "Rahman" sözcüğüyle, varoluş sürecini yapan Allah'ın ise "Rahim" sözcüğü ile sıfatlandırıldığından bahsetmekte. Yokluğa varlık tohumunun "Rahman" la atıldığı, varlık sürecinin ise "Rahim" in bir yansıması olduğunu ifade eden yazar, bu bedensel varoluş sürecimizde başlangıç noktasının "Ana rahmi" olduğunu iddia ediyor. Bir adım daha da ileri gidiyor yazar; Rahman "1" dir diyor ve devam ediyor. "Rahim'se "0". Bir olan Rahman, sıfır olan Rahim'i gebe bırakır. Zira, sıfır olan Rahim, merhametle (acıyarak, şefkatle) var edildiğimiz analarımızın rahmiyle aynı adı taşıması tesadüf değildir." 

Bu durumda Rahman, yaratıcının iradesi, Rahim ise dişinin üreme organı ise, erkeğin rolünü merak etmekten kendimi alamıyorum doğal olarak. Ki, bu düşünce İsa'nın Tanrı'nın oğlu olduğu iddiasını da epey güçlendiriyor aynı zamanda. Yok, buna olmaz dersek, erkeğin yaratıcı rolünü üstlendiğini, kadının bir hiç olduğunu kabul etmek durumunda kalacağız.

Sahi, ölülerimizin arkasından saygıyla "Rahmetli" sözcüğünü kullanarak ne demek istiyoruz? Sayın Özcimbit'in yorumuna göre, ölen şahsın "doğurgan" olduğuna mı işaret ediyoruz, yoksa onu "yaratıcı özelliğe sahip olan" biri olarak mı görüyoruz? Yazarın düşüncelerine katılmayıp kelime anlamına bakacak olursak, önceden bilme imkanımız olmamasına rağmen, ölen yakınlarımızın otomatikman Tanrı'nın şefkat ve korumasına hak kazanmış olduğunu mu düşünüyoruz?  

26 Mart 2020 Perşembe

KARANTİNA KORONA - 2

Note trés importante:
Cet article a été préparé selon l'idée de défi de Kanatlı Kedi

Dün gece sabahın erken saatlerine kadar oturdum ve nihayet oturduğum yerde uyku gelip teslim aldı beni. Gözümü açar açmaz yakamı bir türlü  bırakmayan lanet olası sigaramı tüttürmek için kendimi ön balkona attım. Mithatpaşa Caddesi oldukça ıssız görünüyor. Yeni bir günün başladığını hissetmeme neden olan belediye otobüsü, içinde birkaç yolcu olduğu halde çift taraflı park etmiş araçlar arasından ağır aksak ilerlemeye çalışırken karşıdan hızla gelen irice bir midibüsü görünce yavaşladı ve ona ister istemez yol verdi. Bir anda aklımı sardı yine tuhaf düşünceler, gülmeye başladım sessizce. Hadi diyerek harekete geçirdim mahmur halimi. Bildiğim yerlerden sınava çekip kendimi, sordum ilk sualimi. "Bilimin inanç karşısında en kuvvetli yanı nedir?" Eşimle birlikte zevkle izlediğimiz yegane program olan tv2'deki "Kelime Oyunu" ndaki soruyu hatırladım. Cevabı yedi harften oluşan bir soruydu, "Değişmeyen tek şey nedir?" Cevabını anında yapıştırmıştım. "Değişim", evet. Bilimsel bulguların değişme özelliği bilimin en güçlü yönüydü. Bunun tam aksine, her şeyin değişme özelliği inancın en yumuşak karnıydı. Daha sonra fikir yolculuğuma buradan devam ettim. Şimdi bilim adamları çıkıp dese ki; "Sigaranın, Covid-19 (bir arkadaşımızın deyişiyle Cavit) üzerinde öldürücü özelliği tespit edildi." Halkımızın market, bakkal ve tekel bayilerine hücum edip sigaraları yağmaladığı sahneler geçmeye başlıyor gözümün önünden hemen. Sonra aklıma pek muhterem cumhurbaşkanımız düşüyor, basın toplantısı düzenlemiş, sosyal mesafeli. Elinde bir sigara, "Sevgili vatandaşlarım," diyor, "Allah affedicidir, bizi bu seferlik de affetsin. Bütün vatandaşlarımdan şahsen özür diliyorum." Sigarasından derin bir nefes çekip, dumanını keyifle basın mensuplarının üzerine üfledikten sonra konuşmasına şöyle devam ettiğini hayal ediyorum. "Şu cehape zihniyeti var ya, onlar beni düşürdü bu tuzağa. Bir kez daha yanıldım. Meğer içtiğimiz sigara ne mübarek bir nimetmiş de kıymetini anlayamamışız. Görünen o ki, Korona denilen baş belasından ancak o kurtarabilir bizi. Hayatta kalmak için her gün bir paket içmenizi önemle rica ediyorum sizden. Tekel'i de sattık ama olsun varsın, ben özel sektör temsilcileri ile konuştum. Onlar üretimi artıracaklarına dair bana söz verdiler, sözlerini tutmadıkları takdirde biz devlet olarak gereğini yapmak hususunda kararlıyız, gerekirse sigara ithalatını da teşvik edeceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın. Devletimiz güçlüdür, her zaman vatandaşlarını doğru bilgilendirmek, ihtiyaçlarını gidermek hususunda 24 saat görev başındadır. Şimdi size müjdeli haberimizi buradan açıklıyorum. Ay sonuna kadar bütün vatandaşlarımıza birer karton sigara yardımı yapılacaktır." Alkışlar, alkışlar...

Şaka bir yana dün annem aradı. Kadıncağız sinir krizi geçirip ağlamış. Azerbaycan dışında hiçbir ülkede uygulanmayan 65 yaş yasağı hiç iyi olmadı. Güya onları korumak niyeti var bu uygulamada fakat psikolojik olarak bir yıkım ve pek fayda sağlayacağını da beklemiyorum. Zira Türk tipi ailelerde büyükler genellikle çocuklarından birinin yanında geçiriyorlar hayatlarını. Nadiren tek başlarına yaşayanlar da var. Dolayısıyla ev sakinlerinden biri kolaylıkla virüsü dışarıdan alıp babasına, annesine, dedesine ya da ninesine bulaştırabilir. Yapacaksan bir hayır önlemini alarak herkese kontrollü bir şekilde uygula şu sokağa çıkma yasağını. Ölüm korkusu sarmış kadıncağızı. Hastalanırsam yalnız başıma nasıl dayanırım hastane şartlarına diyor. Beni de endişelendiren bir durum aslında. Hani hastaneyi bırak bu sıralar ölmek bile akıl karı değil. Dört kişiyi bulup tabutuna bile el atan olmaz. Sana bir şey soracağım diyor titrek bir sesle. Benim düşüncelerimden az çok bilgi sahibi. Hadi sor bakalım diyorum. "Sen, öldükten sonra yeniden dirileceğimize inanmıyor musun?" Biliyorum ki cevabım onu şaşırtmayacak. Yine de küçücük bir umut var içinde benden alacak cevaba yönelik. Net bir şekilde düşüncemi söylüyorum. "Aaa, peki ne olacak o zaman öldüğümüzde?" diye bir soru daha yöneltiyor. 83 yaşındaki anamın hayal dünyasının yıkılmasına el vermiyor gönlüm. Hiçlik felsefesine girip bir şeyler anlatmanın anlamı yok. Konuyu biraz eğlenceli bir mecraya sürüklemek istiyorum. "Size huri muri de yok, boşuna bekleme" diyorum gülerek. O da gülmeye başlıyor. Bak bu iyiye işaret. Dünden beri içim kan ağlıyordu, ne iyi geldi seninle konuşmak diyor. Gülerken bir soru daha sıkıştırıyor araya "Ama kadınlara da var diyorlar, neydi adı eee" Biliyor ama o an çıkmış aklından. "Gilman mı?" diyorum. Gülmeler kahkahaya dönüşüyor aramızda. "Yok diyorum, kadınlara bir şey yok, o da biz erkekler için. "Nasıl söyleyeyim bilmem ki, hani tüysüz, sürmeli oğlanlar var ya... Sevabı yüksek olanlara hizmette sınır yok cennette!" Gülüşüyoruz devamlı. Canın ne zaman sıkılırsa ara, ben de ararım. Bugünler geçecek, hayırlısıyla her şey düzelecek diyorum sohbetimiz sona ererken.

Evde yaşamın zorluklarıyla yüzleşmeye başlıyorum. Covid-19 (Bundan böyle Cavit Efendi demek geliyor içimden) varlığını her an hissettiriyor ensemde. Eşim zaten hastalık derecesinde titiz bir insandı, gelin şimdiki halini görün. Dakikada bir elleri sabunla yıkamalar, olmadı bir daha. Öyle suya tutmakla olmaz, iyice sabunla. Sigara almak için dışarı çıkacağım dediğimde,
"Git kaç paket alırsan al zırt pırt dışarı çıkıp virüs getirme eve." Fakat ben kendimi ayarlıyorum, fazla bulunursa elimin altında, daha çok tüketirim. Neyse izin çıkıyor. Bu arada
"Hazır çıkmışken biraz daha portakal, eczaneden Kalsiyum Sandoz al bari" diyor. Ne demek, emrin olur.
"Ayakkabılarını kapının dışında giy." Olur.
"Döndüğünde de girme içeri ayakkabınla." Elbette. Alışverişimi yapıp eve dönüyorum.
"Dur o poşetleri koyma oraya." Her gün koyacağım yer bir başka, şaşırmış durumdayım.
"Şimdi üzerinde ne varsa çıkar hepsini kirliliğe at." Ama daha dün giymiştim bunları.
"Olsun virüs bulaşmıştır onlara. Şimdi doğru banyoya, iyice köpürt her yerini." Ya elimi, yüzümü sabunlasam olmaz mı.
"Olmaz, dediğimi yap." Yok bu işin kaçarı. Dışarı çıkmanın faturası ağır.

Banyodan çıkıp koltuğa atıyorum kendimi. Tv'de zapping yaparken Kanal 24'e takılıyor gözüm. İtalya'dan bir mimar hanım ile canlı bağlantı kurmuşlar. Aldığımız haberlere göre her aileden en az bir kişi hayatını kaybetmiş, bu doğru mu diye soruyor sunucu. Oha diyorum içimden. Ne bu? Hesapsız kitapsız nasıl konuşuyor bu insanlar? Nüfus 60 milyon. Her aile ortalama beş nüfus barındırsa 12 milyon aile ve her aileden de bir kayıp olsa toplam ölümle sonuçlanan vaka sayısı 12 milyonu bulur en azından. Oysa açıklanan rakam 7.500. Elbette bu rakam da çok korkutucu fakat bu kadar abartmak niye. Mimar hanım şaşkın, "Valla diyor ben burada yalnız başıma yaşıyorum. Dışarıyla bağlantım yok denecek kadar az. Öyle bir şeyden haberim yok ama çok kötü haberler geliyor kulağımıza. İki doktor yaşadıklarını kaldıramamış ve intihar etmiş." Anlaşılan İtalya'da Papa'ya epey iş düşecek bu aralar.

Bugün er ya da geç bir kitap alacağım elime, kararlıyım. Ayşe Kulin'in "Son" adlı kitabı göz kırpıyor komodinin üzerinde. Eşim okumuş, boşuna zaman kaybı dediğine bakılırsa muhtemelen benim hoşuma gidecek. Zira bağlantılarımız ters biraz. Kitabın içinde topladığımız kır çiçeklerini koymuş ütülemek için. Epoksi işine hazırlık. Önce onları başka bir kitaba taşımak gerek. Dün nefis bir mantarlı kremalı tagliatelle yaptım. Kilo alacağım, kalorisi yüksek onun diyerek ağzına koymadı eşim. İradesine hayranım. Oturup tek başıma büyük bir zevkle yedim, yaşama bağlandım.  

KARANTİNA KORONA - 1

Kanatlı Kedi bir etkinlik başlatmış ve blog dostlarını Koronavirüs karantina günlerinde her gün bir yazı yazmaya davet etmiş. Yazının kısa ya da uzun olması veya konusu ile ilgili herhangi bir kısıtlama yok. İster her gün izlediğiniz bir filmi, okuduğunuz bir kitabı ya da gezmiş olduğunuz bir yeri anlatın. İster bilgi paylaşın ya da sadece o gün ne yaptığınızı, ne yapmayı hayal edip yapamadığınızı, içinizden geçenleri anlatın, fark etmez demiş. Amacın bir şeyler yazıp paylaşmak olduğunu belirtmiş ve ilk yazısını da burada paylaşmış. Yeni takibe aldığım arkadaşımızın challenge'ına ben de elimden geldiğince katılmak istiyorum. Siz de bu etkinliğe katılıp dünyamızı etkisi altına alan Koronavirüs felaketi nedeniyle kapandığımız evlerimizden sesimizi duyurabilir, yeni blog dostları edinebiliriz

Eşimin ve Aile Hekimi Uzmanı olan kızımın ısrarı üzerine dün dükkanı kapatmış ve eve kapanmaya karar vermiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse benim için henüz erken bir tarihti bu. Kararımda etkili olan bir yakınımızın eşime söylediği söz oldu diyebilirim. Eşim beni şikayet ederken onun "Seni sevseydi dükkanı kapatmamak için bu kadar ısrarcı olmazdı" demesi gerçekten de tam isabet kaydetmişti. Bunu bana söyler söylemez "Tamam, dedim kapatıyoruz." 

Kendi açımdan bir sorun görmüyordum aslında. Çünkü madem ki bu Korona nüfusun yüzde seksenini eninde sonunda ziyaret edecek. Buyursun, şu anda sağlığım yerindeyken gelsin ki yeneyim onu rahatlıkla diyordum. Ama virüsü kapıp eşime bulaştırmam halinde kendimi affedemezdim.  "Ben soğuk algınlığını tam atlatamadım, ciğerlerimden hırıltı geliyor. Sen kendini düşünüyorsun sadece."  diyordu eşim. Şimdi o mutlu kararımdan. Böylelikle zorunlu karantina günlerim başlamış oldu. 

Emekli olduğumuzdan tuzumuz kuru sayılır. Gençlerin çoğu sahip olduğumuz şansa sahip değil, çalışmak zorundalar. Koronavirüsün bunca yıllık yaşamımda dünya gündemine oturmuş en önemli olay olduğunu düşünüyorum. Buna ABD'nin ikiz kulelerine yapılan saldırı dahil. Hayatımızı daha ne kadar süre etkileyecek hiç kimse bir fikir yürütemiyor. TV'lerde, sosyal medyada tek konu Korona. Ne sınıra yığılan Suriyeliler, ne İdlib, ne de ülkenin ekonomik durumu konuşuluyor artık. 

Açıkçası bugün sudan çıkmış balık gibiyim. Kitap okumak, yazmak, film seyretmek için bir fırsat bu değerlendirmek lazım. Yok öyle olmuyor. Sanki biri silah dayamış kafama, bana bunları yaptırmak istiyor. Ya da hepsini bir anda yapmak istiyorum. Üniversitede aldığım seçmeli dersim olan psikoloji "Introduction to Human Behavior" dan öğrendiğim bir konu geliyor aklıma: Eğer birden fazla şeyi aynı anda aynı şiddette isterse insan, çakılıp kalır hiçbirini yapamaz. İşte aynı bu haldeyim şimdi ben.

Sabah balkona çıktım caddedeki hareketi gözlüyorum. Eskiden olduğu kadar kalabalık değil. Bazıları maske, eldiven takmış, kendince önlem almışlar. Bir kısmı ise son derece rahat görünüyor. Binanın önüne kamyonete yüklediği zerzevatı satan bir gezici manav yanaşıp hoparlörle bağırmaya başlıyor. "Enginar, havuç, domates, bakla, manav geldiiiii." Bir müddet sonra aracından iniyor aşağı. Bu kez hoparlörsüz aynı şeyleri tekrarlıyor. Kimse ilgilenmiyor. Acımaya başlıyorum adama. Şimdi herkes virüs bulaşmasın diye adama yaklaşmıyor diyorum içimden. Bezgin bir şekilde kamyonetin üzerine yerleştirdiği sebze meyve kasaları arasından litrelik bir pet su şişesi çıkarıyor, dikiyor kafasına. Hangi akla hizmet ettiğini bilmiyorum, şaşkın bakışlarım altında, kalan suyu kırmızı elmaların üzerine serpiyor. Az sonra altımızdaki bilardo salonundan çıkan adamın biri yanaşıyor, eline aldığı naylon poşetin içine önce sarı sonra az önce sulanan kırmızı elmalardan koyup tartması için manava veriyor. Manavın şansı açılıyor bir anda. Sonra düzgün giyimli bir hanım aynı elmalardan koyuyor poşetine. Bir başkası daha geliyor. Şimdi sorarım size, bu adam virüsü taşıyorsa eğer, elmalara bulaştırmaması mümkün mü? Bu bizzat gördüğüm, ya görmediklerimiz...

Yazmak gelmiyor son günlerde içimden. Ne aşktan ne sevgiden bahsetmek istiyorum yazılarımda. Felsefi tartışmalar bile Korona gündemdeyken yavan geliyor. Blogların çoğuna virüs bulaşmış, onları daha bir merakla okuyorum. Merak ettiğim konular var bu işte. Çin mesela, nüfusu 1.400.000.000'dan fazla. Koronavirüs'ten bir günde ölen sayısı 200'ü bulmamış. Bugün itibarıyla toplam vaka sayısı 81.661, can kaybı 3.285. İtalya'nın nüfusu 60.000.000'un biraz üzerinde. Bugün itibarıyla toplam vaka sayısı 74.386, can kaybı 7.503. Son 24 saat içinde ölüm vakası 683. İspanya'nın nüfusu  ise 46.750.000. Bugün itibarıyla toplam vaka sayısı 49.515, can kaybı 3.647. Son 24 saat içinde ölüm vakası 738.  Türkiye'nin nüfusu 83.000.000. Bugün itibarıyla toplam vaka sayısı 2.433, can kaybı 59. Son 24 saat içinde ölüm vakası 15. Bütün dünyayı esir alan Covid-19'un marifetlerini ülkeler arasında mukayese ediyorum sürekli. Henüz yolun başında mıyız, yoksa treni kaçırdık mı? Nüfusa ve tespit edilen vaka sayısına bakılırsa Çin Koronavirüsle mücadelede en başarılı ülke görünüyor. Türkiye'de test sayısı yeterli olmadığı için mi vaka sayısı düşük bilmiyoruz. Umarım bu mücadelede performansımız İtalya ve İspanya'ya benzemez.