KATEGORİLER

11 Temmuz 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 71/4


Romantik maceramız başladıktan birkaç ay sonra, La Ventana'nın ulusal bir dergiden aldığı sıradan eleştiri canımı sıkmıştı. Tieresse yanıma oturdu ve

“Bakalım düzeltmemiz gereken neler varmış.” dedi.

“Hiçbir şey.” dedim.

“Gerçekten mi?” dedi.

“Evet, hiçbir şey yok. Zaten bu yüzden sinir bozucu. Adam mekânın renk tonunu, servis takımını falan beğenmemiş, bir de Fransız şarabı satmadığımızdan bahsetmiş. Yemeklerle ilgili şikâyetleri, patates üzerindeki sarımsağın ezilmesi yerine dilimlenmiş olması ve kavrulmuş limonun servis öncesi balıktan çıkarılmamasından ibaret. Sadece bunlar yüzünden bir yıldızımı silmiş." dedim. Tieresse dergiyi elimden aldı,

“Bunu fırlatıp atıyorum. Kafanın içinde kime yer vereceğine sen karar ver, aşkım. Kıymet bilmeyen birine değerli mülk bırakılmaz.” dedi.


“Bu stratejin, senin neden daima mutlu olduğunu açıklıyor.” dedim.

“Sana öyle geliyor. Düşün bakalım, ne demek istediğimi anlayabilecek misin?" diye sordu.


Moss'u beynimden çıkarmam gerekiyordu ve bunu yapmak için mükemmel bir yer biliyordum. Tieresse ve benim en sevdiğimiz rotalardan biriydi, Mark Twain Ulusal Ormanı'nda, Blue Spring yürüyüş parkuru. Yemyeşil ve sessizdi ve eski bir dereye yatağına paralel olarak uzayıp gidiyordu. Çadırımı ve kamp eşyalarımı pikaba yükledikten sonra Missouri’nin güneyine doğru yola çıktım. Bu yolculuk, kaderimi belirleyecekti.


Pilotluk lisansımın geçerli olabilmesi için, iki yılda bir kez, sağlık durumumu sertifikalı bir havacılık tıp uzmanına kontrol ettirmem gerekiyordu. Bu tür muayeneleri, aile hekiminizle halledemiyorsunuz. Aslında bunlar on beş dakikadan daha az süren formaliteden muayeneler. Görme yeteneğinizi ve kilonuzu kontrol edip kalbinizi dinliyorlar. Missouri yolunda bir AME* buldum ve mola verip muayene olmaya karar verdim. Yaşlı bir doktor gözlerimi inceledi ve tansiyonumu ölçtü. Boyumu yazdı ve BMI'mı** hesapladı. Bana hangi ilaçları kullandığımı sordu. Ne kadar alkol ve kafein içtiğime ve kaç saat uyuduğuma dair notlar aldı. Bilgisayarının başına geçti ve bilgilerimi FAA*** web sitesine girip güncelledi. Sonra yerinden kalktı, stetoskopu kulaklarına taktı, kalbimi ve ciğerlerimi dinledi.

“En son ne zaman tam bir sağlık kontrolünden geçtiniz?” diye sordu.

Hatırlamadığımı söyledim.

“Bence bir check-up yaptırmalısın.” dedi. Ona sorunumun ne olduğunu sordum.

“Muhtemelen bir şey yoktur ama bazı hırıltılar duydum. Bir miktar sıvı birikmesi olabilir. Son zamanlarda öksürük nöbetleriniz oldu mu ya da nefes almakta zorluk çektiniz mi?” diye sordu.

Doğru cevap evetti ama inkâr etmiştim. Reinhardt ziyaretime geldiğinde, o da neden öksürdüğümü sormuştu. Ona omuz silkmiştim. Daha kolay gribe yakalanıyordum, çünkü artık genç bir adam değildim. Doktoru biraz daha iyi tanıyabilmiş olsaydım, hastalığımın ciddiyetini onun ses tonundan anlayabilirdim fakat sadece birkaç küçük soru sorması yine de bana umut vermişti. Zatürre ya da benzeri bir enfeksiyonum olsaydı, yatak istirahati ve ilaçla asla kurtulamayacağımı biliyordum.


“Testleri neden burada yapamıyorsunuz?” diye sordum.

“Evladım, artık emekli oldum sayılır. Senin gibi insanlara yardımcı olmak için AME lisansımı kullanıyorum. Uzman bir doktora testleri yaptırmanız lazım. Bu çok önemli.” dedi.


Doktorun dediğini yaptım. Ormanda üç gün geçirmiş olmam kendimi oldukça iyi hissetmemi sağlamıştı. Dönüş yolumda, Wolf River'daki bir halk sağlığı kliniğinde durdum. Öksürdüğümü ve nefes darlığı şikayetimi anlattım. Bir hemşire detaylı tıbbi öykümü aldı. On yıldan fazla bir süre içinde hiç check-up yaptırmadığım için herhangi bir karşılaştırma yapma imkânları yoktu. Tansiyonumu ölçtü ve EKG'mi çekti. Sonuçlar normaldi. Doktor geldiğinde, ona iyi uyuduğumu, hiç sigara içmediğimi, ölçülü bir şekilde alkol aldığımı, fast food'tan kaçındığımı ve üniversiteden beri aynı ölçülerde kot pantolon ve tişört giydiğimi söyledim. Spor yapıp yapmadığımı sordu. Ona, uzun yürüyüşler yaptığımı fakat son zamanlarda spora daha az vakit ayırdığımı söyledim.

Doktora, mahkûmları ziyaret ettikten sonra merdivenleri çıkarken nefes nefese kaldığımı söyleyemezdim. Nefes darlığımın nedenini biliyordum, tıbbi açıklamaya gerek yoktu. Hapishanede olmanın yarattığı stresten dolayı beklediğim bir şeydi. Irene Johnson ile yaptığım kısa sohbetler, stresle başa çıkmam konusunda son derece yetersizdi. Yargıç Moss'u hücresine kilitlediğim ilk günü hatırladım, ona hiçbir şeyin umurumda olmadığını söylemiştim. Şimdi geriye dönüp baktığımda, kendimi, sandığım kadar iyi tanımamış olduğumu düşünüyorum.

İç çamaşırıma kadar soyundum, doktor beni inceledi. Çekiçle diz kapağıma vurup Patellar reflekslerimi ve ayaklarımın tabanlarımı kontrol etti. Eğilip ayak parmaklarıma dokunmamı istedi. Kulaklarımı, burnumu ve boğazımı muayene etti. Küçük bir sohbet başlattı, bana ne iş yaptığımı sordu, emekli olduğumu söyledim. Onun iyi bir poker oyuncusu olmadığını, başka oyunlarda da iyi olmadığını öğrendim. Göğüs kafesimin arkasına stetoskopla bastırırken derin nefes almamı istedi, parmaklarının sertliğini hissettim.

Bunun bir enfeksiyon olabileceğini söyledi. Zatürre veya bronşit, belki de nefes yollarımda küçük bir tıkanıklık söz konusu olabilirdi. Birçok olasılık vardı, bu yüzden  ilk olarak kan vermem ve göğüs röntgeni çektirmem gerektiğini belirtti. Kansas City'deki üniversite kliniğinde bana bir doktorun adını verdi.

“Yerinde olsaydım, hiç zaman kaybetmezdim.” dedi.

Röntgenden sonra beni tomografi çekimine gönderdiler ve daha sonra bir bardağa balgam tükürmemi istediler. İki gün sonra bana, kısa sürede etkili olan bir anestezi verdiler ve bronkoskopi yaptılar: Doktor, ışıklı bir tüpü boğazımdan akciğerlerime doğru kaydırdı. Bir yandan da tomografi görüntülerini kullanarak göğüs duvarıma bir iğne sapladı ve ciğerlerimden numune aldı. Üç gün sonra bana IV. aşama akciğer kanseri olduğumu söylediğinde, ofisindeki deri sandalyeye çuval gibi yığıldım.

“Hayatımda bir gün bile sigara içmedim.” dedim.

“Biliyorum, üzgünüm.” dedi.

Bana ciğerlerimi saran sıvıyı boşaltabileceklerini ve bunun nefes almamı biraz daha kolaylaştıracağını söyledi. Kemoterapi hayatımı uzatabilirdi ancak hastalığın bilinen kesin bir tedavisi yoktu.

Sözlerimi tekrarladım, “Ama ben sigara içmiyorum.”

“Akciğer kanseri hastalarının yaklaşık yüzde yirmisinin yaşamları boyunca hiç sigara içmediği biliniyor.”dedi.

*AME: Havacılık Tıp Uzmanı

**BMI: Vücut Kütle Endeksi

***FAA: Federal Havacılık İdaresi

(Devam edecek)

10 Temmuz 2020 Cuma

ŞİNASİ BEY 5


Kazablanka Hava Alanına indiğimiz andan itibaren gözümüz kulağımız Şinasi Bey olmuştu. Üç mühendis onun peşine takılıp taksi durağına doğru yürümeye başladık. Şinasi Bey'e sürücüyle pazarlık yapmasını söyledik.

"Ayıp ettiniz, o iş bende." dedi. Sıradaki  esmer bir taksi şoförüyle Fransızca konuşmaya başladılar. Adam bir yandan valizlerimizi bagaja yerleştirirken diğer yandan Şinasi Bey'e lâf yetiştiriyordu. Tamam, dedik, Şinasi Bey şoförü kafaya aldı. Şinasi Bey, konuşuyor, adam birkaç sözcükle cevap veriyor, sonra arkadan kahkahayı basıyordu. 

Yola çıktık, biraz gittikten sonra bir köprü altından geçip çevre yoluna girdik. Dayanamayıp sordum.
"Şinasi Bey, ne anlatıyorsunuz adama, adam ne diyor, biz iyice Fransız kaldık. Hem, anlaştınız mı, kaça götürecek bizi." dedim. 

Şinasi Bey, şoföre dönüp yine bir şeyler söyledi. Onların konuşmalarında ilk kez gideceğimiz Sheraton Hotel'in adını duyduk. Çok geçmeden adamın suratı asıldı ve sert bir manevrayla otoyolun kenarına çekip arabayı durdurdu. Ne oluyor diye birbirimizin yüzüne baktık. 

"Şinasi Bey, neler oluyor?"

Adam normal ücretin tam üç katı fiyat istemiş. Şinasi Bey talep ettiğin ücret yüksek deyince, "Fiyatım bu, kabul etmezseniz inin arabadan o zaman." demiş.

"Şinasi Bey, adamla yarım saattir ne konuşuyordunuz Allah aşkına? Yola çıkmadan anlaşmak gerekmez miydi? Ne yapacağız şimdi otobanın ortasında? Burada başka taksi bulma imkânımız yok ki artık." dedim.

Meğerse Şinasi Bey, o yıl Avrupa şampiyonu olan Galatasaray muhabbetine girmiş şoförle, pazarlığı falan unutmuş tabii. Çaresiz, şoförün istediği ücreti kabul ettik fakat yol boyunca kimsenin ağzını bıçak açmadı.


Şinasi Bey'in gevezeliği bize pahalıya mal olmuştu. Ama hata bizdeydi, bunun böyle olacağını tahmin etmeliydik. Şirkette gevezelik konusunda onunla yarışan tek kişi, şantiyelerimizin birinde, kalite kontrol mühendisi olarak çalışan Serdar Bey'di. Şinasi Bey, küçük bir konuda bilgi almak için Serdar Bey'e telefon ettiğinde konuşmaları üç saati bulur, sonunda bize dönüp "O da bilmiyormuş." derdi.

Bazen ben de ona telefon etmek, bir şeyler sormak zorunda kalır, huyunu bildiğim için en kısa yoldan cevabı almak isterdim. Konu uzamaya başlayınca,

"Şinasi Bey'ciğim, sizi çok iyi anlıyorum, bak çok işim var, ne olur sadece benim soruma cevap verin lütfen." derdim.

Şinasi Bey, ne huyundan vazgeçerdi, ne de kibarlığından,

"İstirham ederim efendim, haklısınız, haklısınız ama ben size bu olayı baştan anlatmak mecburiyetindeyim. Size sadece sonucu söylersem meramımı hakkıyla anlatmam mümkün olamayacak. Siz bana beş dakika daha müsaade edin, hemen toparlamaya çalışacağım."

Hangi beş dakika? Aradan yarım saat geçerdi en azından, telefon geldi, randevuma yetişmem lâzım nevinden bir bahane uydurur, iznini ister, konuşmayı kesmek zorunda kalırdım. 

Fakat o akşamı hiç birimiz unutamazdık. Sheraton Hotel'in danışmasından Fas'ın geleneksel yemeklerinin tadına bakabileceğimiz güzel bir restaurant önermelerini istedik. Danışmadaki görevlinin İngilizce bilmesi en büyük şansımızdı. Zira bu işi yine Şinasi Bey'e bırakmaya kalksak, akşam yemeğine değil, kahvaltıya ancak yetişebilirdik. Danışmadaki genç hanım, taksiyle on beş dakika mesafede Atlas Okyanusunun kenarında harika bir yerden bahsetti ve yazıcıdan sözünü ettiği yerin adres bilgilerini çıkarıp bize uzattı. Teşekkür edip dışarı çıktık. Hava yeni yeni kararmaya başlıyordu.

Bu kez işi sıkı tutup taksi şoförüyle pazarlık yaptık. Adamın istediği ücret o kadar azdı ki, hiçbirimiz inanamamıştık. Bu yetmezmiş gibi, istediğiniz saatte gelip aynı fiyata sizi geri götürebilirim demişti. 

Neşe içinde Osmanlı saraylarını andıran süslemelerle dekore edilmiş restorana girdik. Önceden rezervasyon yaptırmış olduğumuz için salonun en güzel köşesi bize tahsis edilmişti. Kırmızı renkli alçak koltuklara kurulduk. Gün batımı ve okyanus manzarası muhteşemdi. 

Hemen yanımızdaki platformda keman, kanun, ut ve klarnetten oluşan dörtlü saz heyeti, programına başlamadan önce son hazırlıklarını yapıyordu. Erken gelmiştik, masaların çoğu boştu. Bizim oturduğumuz yer, şark köşesi gibi düzenlenmiş özel bir locaydı. Uzaktan kulağımıza Arap müziği ezgileri geliyordu.

Yöresel, şık giyimli bir garson, bize sormadan türlü mezelerle masayı donattı. Gelen tabakların hepsi damak tadımıza uygun şeylerdi. Elimize verilen büyük menü listesinden yemeklerimizi seçtik. 

Bir süre sonra yemekler kalaylı baķır sahanların içinde servis edilmeye başlandı. Saz heyeti, kulağımıza hiç de yabancı gelmeyen makamlarda hünerlerini gösteriyor, hem çalıyor, hem de söylüyorlardı. İlginç bir şekilde, Şinasi Bey, icra edilen her şarkının makamına göre Türk Sanat  Müziğinden uygun bir parça buluyor, onlara Türkçe sözlerle eşlik ediyordu. Aynı makamların Arap müziğinde de olması ve bu kadar eşleşmesi hepimizi şaşırtmıştı.

Salonda artık bütün masalar hınca hınç dolmuştu. Şinasi Bey, her şarkı bitiminde saz heyeti ile Fransızca bir şeyler konuşuyordu. Bir yandan keyifle önümüze getirilen leziz yemekleri yerken eğlencenin dozu gittikçe artıyordu. Sonunda Şinasi Bey, konuk sanatçı gibi mikrofonu eline aldı, saz heyetine saba diyor, saba makamında Türk müziğinden bir şarkı okuyordu. Şedaraban makamından  diyor, saz heyeti ara bir taksim geçiyor, arkasından Şinasi Bey sözleriyle onlara eşlik ediyordu.

Görülmemiş devr-i Yusuf'tan beri hiç böyle güzel
Tavrı güzel, sesi güzel, raksı güzel, ah o güzel
Kendi yanan ateşine yaktı beni ah o güzel
Tavrı güzel, sesi güzel, raksı güzel, ah o güzel

Bütün sazlar ve Şinasi Bey, sanki günlerce prova etmişcesine, büyük bir uyum içinde eserleri icra ediyorlardı. Salon inliyordu, her şarkıdan sonra büyük bir alkış kopuyor, Arapça tezahürat sesleri yükseliyordu.

Gece yarısı, hesabı ödeyip kalktık. Taksi söz verdiği gibi kapının önünde bizi bekliyordu. Şinasi Bey o gece kendini affettirmişti bize.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 70/4


“Gelecek yıl melek pastası, sonraki yıl kırmızı kadife pasta, onun arkasından elmalı, sonra beşinci yıl dönümümüz için Hindistan cevizli pasta olabilir. Altıncı yılımız için size, benim çok sevdiğim Alman çikolatalı pasta almayı düşünüyorum. Ama bütün önerilere açık olduğumu bilmenizi isterim.” dedim.

Yine sessizlik.

“Tahliye olmanızdan birkaç ay sonra bunu kutlamak için Şeytan pastası da alabilirim. Ne kadar komik değil mi? Ha ha ha, Şeytan’ın pastası.” dedim.

Yüzlerinde en ufak bir gülümseme  yoktu. Anlaşılan, her ikisi de bugün günlerinde değildi.

Pastadan bir parça daha aldım. İkisi de aynı anda çatallarını kendi pastalarına batırdılar.

Moss, “Teşekkür ederim.” dedi.

Stream hiçbir şey söylemedi.

Bir yıl geçmesine rağmen, Stream'in bana karşı sık sık düşmanca tavır takınmasının taktik icabı mı olduğunu yoksa içinden geldiği gibi mi davrandığını hala anlamış değildim. Manik depresyon hastası olabilirdi. Kafasının gidip gelmesi bana Taylor'ı hatırlatıyordu. Ayrıca Moss'un gerçekten pişman olup olmadığını veya bunu düşünüp düşünmediğini de bilemiyordum. Dürüst olmak gerekirse, artık onları daha fazla önemsememem gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Yaptıklarıma şaşırıyordum, evet, bütün bunları nasıl göze almıştım. Artık hiçbir şey umurumda değildi.

Sonunda sessizliği bozan yine Moss oldu,

“Mektuplarımızı gönderdiğin için teşekkür ederim.” dedi.

Stream başını salladı ve pastasından bir lokma daha aldı.

“Rica ederim.” dedim.


Briket tuğladan örme duvara cıvatayla tutturulmuş metal kafes içindeki düz ekran TV’de CNN kanalı, yaklaşan Katrina Kasırgası’nın onuncu yıldönümü ile ilgili bir haber veriyordu. New Orleans’ı sel bastığında orada mahsur kalmıştım. Bu yüzden daha önce hiç görmediğim bir sahnenin videosuna dikkat kesildim. Fransız mahallesinde yüzen tekneler, terk edilmiş bir parkın fotoğrafları ile mülteci kampı haline getirilmiş spor salonunun içinde toplanmış insanları gösteriyordu.

“Dehşet bir olaydı!” dedim. Program sona erdi.

“Görüşürüz, Sayın Yargıçlar.” dedim.

İkisi de gülmedi, ama ben güldüm, belli belirsiz kıkırdadım. Sayın Yargıçlar! Bu lafım beni hala güldürüyordu.

Yukarı çıktığımda alnımda ince bir ter tabakası birikmişti. Nefes alıp verişim sıklaşmıştı ve yine başım dönüyordu. On yıldır hiç doktor yüzü görmemiştim. Muhtemelen doktora gitme zamanım gelmişti.

Üniversite birinci sınıfa giderken, oda arkadaşım, Connecticut'ta lise son sınıfa giden Mississippi’li bir askerin çocuğuydu. Güneyde, kimlerin ırkçı olduğunun kolay anlaşıldığını söylerdi. "Onlar kendilerini hemen belli ederler." diyordu. Ne var ki, kuzeyde işin inceliklerini öğrenmek zorundasınız. Bu konuda asla becerikli biri değildim ya da en azından yeterince iyi değildim ama yine de Moss’un tarzıyla ilgili bir takım şeyler beni şüpheye düşürmüştü. Sanki benden bir şeyler öğrenmek için teşekkür ediyordu, hüzünlü hali, aniden minnettarlığa dönüşüyordu.

Bütün bunları ne için yapıyordum? Mektuplarını postalamak zorunda mıydım?
Farkında olmadan gizli bir kod iletmiş olabilir miydim? Pişman olacağım bir şeyi yapmam için beni kandırmış olabilirler miydi? Çizmeyi aşıp işleri tam bir paranoyaya dönüştürdüğümün farkındaydım. Heller’ın Madde 22 romanında geçen bir cümleyi hatırladım. “Biri beni almaya gelebilir.


Masama oturdum, kablolu yayın ve uydu şirketlerinin izlediğim şovları takip edip etmediklerini öğrenmek için bir araştırma yaptım. Net bir cevabını bulamadım. Aslında kalkıştığım şeyle beni suçlamaya neden olabileceklerinden endişelenmeye başlamıştım, Moss kanıma girmişti, hata yapmamak için direnç gösterememiştim.


Pazar sabahı, Moss’un kocasının, cemaatine verdiği son üç vaazı arka arkaya izledim. Adam çok yakışıklıydı. İstese manken bile olabilirdi. Komik, kendini küçümseyen bir hikâye ile başladı, sonra motiflerle bezenmiş İncil’i açtı ve kasıla kasıla kürsüye doğru yürüdü. Konuşma tarzı kolaylıkla anlaşılır cinstendi. İlk önce, kendisini dinleyen cemaate, başkalarının yargılarıyla hırslarını sınırlamamalarını söyledi. Sonra şöyle devam etti,

“Başkalarının sizi istedikleri şekle sokmasına izin vermeyin, ne olacağınıza kendiniz karar verin. Yüce Tanrımız, ona inandığınız ve güvendiğiniz sürece, size istediğiniz her şeyi verdi. Bunun karşılığında, kullarını rahat bir hayat ve zevk-i sefa sürmekten alıkoydu. Her zaman kendi rahatımızı düşünürsek, Tanrı'ya olan vazifelerimizi yerine getiremeyiz. Nuh, tehlikeyi göze aldı ve bir gemi yaptı, onun nasıl yüzeceğini bile bilmiyordu. İbrahim tehlikeyi göze aldı, babasını ve rahat bir yaşamı elinin tersiyle itti. Yusuf, Firavun'un evinde yaşadı. İsa'nın sizden istediği bu. Dilencinin kupasına sadece bir dolar atmakla vazifeniz bitmiyor. Size verilen görevlere sahip çıkın. Evsiz annelerle ve kimsesiz yaşlılarla ilgilenin. Muhacirlere yardımcı olun. Tanrı, İsraillilere de yabancı bir ülkede muhacir olduklarını söyledi. Belki şanslarına küssünler diyebilirsiniz, onlara söyleyecek bir şeyiniz bulunmadığını, açlarla veya fakirlerle paylaşacak hiçbir şeyiniz olmadığını düşünebilirsiniz. Fakat böyle yapmayın. Böyle bir duruma kapıldığımızda kim olduğumuzu hatırlayalım.” dedi ve arkasından cemaat gürledi,

“Hepimiz Tanrı'nın çocuklarıyız.”

Papaz, izlediğim son vaazında, Musa'nın çocukları kurtarma öyküsünü, bizim nasıl Tanrının çocukları olduğumuzun hikâyesini anlattı. Sonuçta, vaazlarında bütün anlattıkları, Norman Vincent Peale'den, İsa'nın sözlerinden ya da Eski Ahit'ten alıntıydı. Onun söyledikleriyle değil, nasıl söylediğiyle ilgileniyordum. Ve eğer bu acı veya kederini içinde saklayan bir adamsa, kilisenin Laurence Olivier'iydi.

Moss'a  “Kocanın vaazlarını izledim.” dedim.

“Ne halt etmeye?” dedi.

“Onunla gurur duymuyor musun?” diye sordum.

“Vaazını izlerken ona aşık olmuştum.” dedi.

Stream, “Sarah, ne demek şimdi bu, iyi bir Hıristiyan’a bu sözü yakıştıramadım.” dedi.

Onu görmezden gelerek yeniden Moss'a döndüm.

“Son vaazlarında onu inceledim. Fazla üzgün ya da perişan görünmüyordu.” dedim.

“Siz Bay Zhettah, siz de hiç masum görünmüyorsunuz.” dedi.

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 69/4


Tuvaleti kullanmak ve elimi yüzümü yıkamak için kalktım. Kayıt cihazlarının açık olmasını umuyordum. Başım belaya girerse, onlar benim sigortam olabilir ve belki bu sayede kendimi kurtarabilirdim. Çorabımda sakladığım kalemi çıkarıp kâğıt havlu üzerine bir not yazdım. Ziyaret kabinine döndüğümde, gardiyanın beni izleyip izlemediğini kontrol ettim, sonra onu cama tuttum. Kağıdın üzerine şunları yazmıştım,

“Bana lütfen bir iyilik yap ve sonra gelen üç cümleyi yüksek sesle oku.”

Sonraki üç cümle şöyleydi:

“Eğer senin için de sorun olmazsa Fransa'daki iki arkadaşıma birer mektup yazar ve benim durumumla ilgili bilgi verebilir misin? Onlara kendim yazmaya çalıştım ama buradaki posta ofisi sanırım bana takmış, mektuplarımı göndermiyor. Bunu yapmak istemiyorsan, seni anlayışla karşılarım.”


Sargent, istediğimi yapacağını söyledi.

“O zaman ben de senin istediğini yapacağım.” dedim.

Başını eğdi ve “Inocente, gerçekten sen iyi misin?” diye sordu.

“Bomba gibiyim, dostum.” dedim.

İki saattir konuşuyorduk. Ziyaret alanındaki gardiyanla göz göze geldik, bana eliyle saatini gösterdi. Ayağa kalktım ve elimi cama koydum.

“Yemin ederim, iyiyim. Sana bazı şeyler anlatmak için kısa zamanda döneceğim, tamam mı? Bu arada, dikkatli ol, seviyenin dışında kal.” dedim.

“O, sözü sana veremeyeceğimi biliyorsun.” dedi.

Çıkarken, otomatik makineden bir şişe su aldım ve notu yazdığım kağıt havluyu tuvalette yıkadım. Koridorda, bir trustee yan tarafa geçip bana yol verdi ve ben geçene kadar ayakkabılarına baktı. Bina girişine geri döndüm. Ziyaretçi kartımı sürücü belgemle takas ettiğimde, kapıda yeni bir gardiyanla karşılaştım. O beni hemen tanıdı,

“Tanrı’ya şükret. İsa'ya dua et.” dedi.

“Dua etmem gereken kişinin adı Olvido.” dedim.

Gardiyan şaşırmıştı. Onun yanıt vermesini beklemedim. Dışarı çıktım ve otobanı geçtim ama uçağa binmek yerine Farm Road 350 yolunun kenarına çıkıp otostop yapmak için başparmağımı havaya kaldırdım. Kasasında tulum giyen, saman kokulu dört Meksikalının bulunduğu bir pikap yanımda durdu ve beni alıp belediye binasının bulunduğu caddenin sonunda, fast-food restoranlarının olduğu yerde bıraktı. Onlara birer hamburger ve patates cipsi aldım, gracias* dedim ve caddenin karşı tarafına geçtim. Sarı renkli bir altlığın üzerinde, sol elimi kullanarak keçeli kalemle şunları yazdım,

“Papaz Efendi, eşinizin bir ilişkisi olduğuna dair duyduğunuz şeyler gerçeği yansıtmıyor. O size her zaman sadık kaldı.”


Notumun altına “Bir Bilen” yazıp imzaladım. Sayfayı üç kez katladım ve Moss'un kendi eliyle adresini yazdığı zarfa koydum. Altlığa yeni bir boş sayfa yerleştirdim,

“Sevgili Lucian, baban her zaman seninle arasını düzeltmek istedi. Sen ne düşünürsen düşün, o seni seviyor ve seninle gurur duyuyor.”

İlkinde olduğu gibi aynı şekilde yazıp imzaladım. Satış makinesinden bir pul seti aldım ve gerekenden daha fazla pul yapıştırdım. Onları yapıştırmak için parmağımı suyla ıslattım ve olası parmak izlerimi silmek için kâğıt bir mendil kullandım. Bu sayede DNA taşıyan cilt hücrelerimi ortadan kaldırmış olmayı ümit ediyordum. Başka bir mendil kullanarak, her bir zarfın köşesinden tuttum ve onları ABD Posta Servisi'nin otoparktaki mavi posta kutusuna attım.

O akşam, eve döndüğümde, barbeküyü yaktım, Stream ve Moss'un yazdığı mektupları ateşe attım. Kömürler grileşmeye başladığında, yarım tavuk ızgara yaptım ve bir tencere fasulye pişirdim. Hepsini alıp iki şişe Meksika birası ile birlikte aşağı, yanlarına götürdüm. O an bana sorsanız, size kesinlikle zengin bir adam olduğumu söyleyebilirdim. Kısa bir süre sonra neden kızgınlığımdan eser kalmadığını merak ettim.

Tieresse’in petrol işinde servet yapan üniversiteden oda arkadaşı Tulsa'nın, adını unuttuğum bir kasabadaki göl evinde bir hafta geçirmiştik. Sabah saat onda uykuya yenik düşen bir traktör sürücüsü iki şeritli bir yolda virajı alamayınca Tulsa’nın SUV'una büyük bir süratle çarparak onun ölümüne sebep olmuştu. Önceden Tieresse’nin kafasında bana su kayağı öğretmek vardı ama öğleden sonra bundan vazgeçmişti,

“Burada yelkenli de var, hadi bunu öğrenmeyi deneyelim.” demişti.

Alçaktan uçup o evi bulmayı planlıyordum.

Sabah karnımda yanma hissi ve müthiş bir baş ağrısıyla uyandım, gözlerim kararmaya başlamıştı. Biraz olsun rahatlamak için dört aspirin birden yuttum ve bir süre sonra uyuyakaldım. Öğleden sonra uyandığımda evde kalmamın iyi olacağına karar vermiştim. Seradan birkaç marul ve olgun domates topladım, kasabadan yiyecek bir şeylerin yanı sıra pasta malzemeleri aldım.


Aldıklarımın ödemesini yaparken, kasadaki görevli Margaret, hasta olup olmadığımı sordu. Az önce biraz ateşimin olduğunu söyledim. Başım dönüyordu ve öne doğru eğildim. Elimdeki malzemelerin düşmesini önlemek için poşete koymak yerine konveyör bandın üzerine bırakmak zorunda kaldım. Eve döner dönmez, eşyaları yerleştirmeden kendimi doğruca yatağa attım.

Akşam kendimi biraz daha iyi hissediyordum. Akşam yemeğini erkenden yedim ve daha sonra keki pişirdim. Ertesi gün pastayı aşağı indirdim.

Geri sayımdaki dijital saate baktım. 49896: 00: 00'ı gösterdiği anda, vakit tamam dedim, aşağı yukarı bir yıl olmuştu. Bir yılın dolmasına tam olarak beş buçuk dakika vardı.

"Bakın size pasta getirdim." dedim. Oralı olmadılar.

“Mektuplarınızı da gönderdim.” dedim.

En azından bir teşekkür etmelerini beklerdim fakat ikisi de bana dönüp bakmamıştı bile. 

“Mutlu yıllar Jane,” dedim. Moss ağzını açmadı.

“Sana da, John” dedim. Stream de bir cevap vermedi.

Pastayı üçe bölüp iki parçasını iki ayrı kâğıt tabağa koydum. Her dilimin üzerine doğum günü mumu yerine birer plastik çatal sapladım.

"Hadi, şimdi tadını çıkarın." dedim ve tabakları parmaklıkların altından hücrelerine doğru kaydırdım.


“Kutsal Kitap, kendinizden önce hayvanlarınızı besleyin diyor.” dedim.

Onların paylarına düşeni verdikten sonra kendi pastamdan bir parça ısırdım. Kreması fazla şekerli değildi. Zaten tatlıyla fazla aram yoktu. Üzerindeki siyah benekler Madagaskar vanilyasıydı, hiçbir masraftan kaçınmamıştım. Gülümseyerek,

“Bu tür pastalara Hindistan cevizi çok yakışır ama ben bu sefer kullanmadım. Herhangi bir şeyi saplantı haline getirmek benim tarzım değil.” dedim.

*gracias: İspanyolca, teşekkür ederim.

(Devam edecek)




9 Temmuz 2020 Perşembe

ŞİNASİ BEY 4

Öğleden sonra Rauf Bey telefon edip beni yanına çağırmıştı. Kapısını tıklatıp içeri girdim. Şinasi Bey, masanın önündeki koltuklardan pencere tarafında oturmuş, hararetle Genel Müdür'e bir şeyler söylüyordu.

Bana işle ilgili bir şeyler soracağını sanmıştım. "Gel, otur bak Şinasi Bey neler anlatıyor" deyince durumu hemen anlamıştım. 

Şinasi Beyin kendi odası olmadığı için, onu şirkette çalışan herhangi birinin odasında bulabilirdiniz. Fakat en çok Rauf Bey'in odasına takılırdı. Rauf Bey de onu konuşturmaktan büyük zevk alır, bu yetmezmiş gibi zevkine beni de ortak ederdi.

Sohbete kaldıkları yerden devam ettiler. Şinasi Bey'in ağzı kulaklarındaydı. Rauf Bey sohbeti daha fazla tatlandırmak için Şinasi Bey'e ve bana bir şey içmek isteyip istemediğimizi sordu. Şinasi Bey açık bir çay istedi. Çay içmediğimi bildiği için sana kola söylüyorum dedi ve sekreteri aramak için yanındaki telefona uzandı. Aklıma son anda geldi,

"Zero olsun" dedim. Rauf Bey hemen iki çay ve bir tane kola zero getirmelerini söyleyip ahizeyi yerine bıraktı. 

"Anlat bakalım Şinasi Bey, sonra ne oldu?"

"Ya, Rauf Bey'ciğim, bildiğin gibi değil. Kadın bir afet. Sarışın, yeşil gözlü, mihrap yerinde. Benim gibi pörsümüş, çirkin bir adamı ne yapsın? Buna rağmen resmen asılıyor, bu işe şaştım doğrusu."

"Ne ballı adammışsın sen Şinasi Bey, bize düşmez ki öyleleri. Hem sen kendine haksızlık etme, müsteşarlık yapmış adamsın, senin konuşmana, kültürüne vurulmuştur. Gerisini merak etme, gerekirse o yeni çıkan haplardan birini alır çalarsın kapısını. Sahi ya, neydi o hapın adı?"

Şinasi Bey, mahcup bir şekilde bıyık altından gülümseyerek,

"Viagra" dedi.

"Ha yaşa, bak nasıl da bildin."

"Feriha Hanım, duysa bunları, beni kör testere ile keser. Hem ben o konuları düşünmüyorum. Fakat ne yalan söyleyeyim, Şazende hanımla sohbet etmek beni rahatlatıyor. Feriha Hanımla artık uzun uzadıya sohbet edemiyoruz. Benim konuşmamdan çabuk sıkılıyor. Oysa Şazende Hanım'la sabaha kadar konuşabiliriz."

Rauf Bey, sohbetin istediği güzergâhtan sapmasına asla razı olmazdı. Garson içecekleri servis edip odadan çıktı.

"Yapma şimdi, Şinasi Bey, Feriha Hanım nereden duyacak neler karıştırdığını. Sen istediğin kadar onunla sohbetten hoşlandığını söyle, kadın sana kafayı takmış bir kere. Biliyorsun, kadınlar için iki şey önemli, birincisi para, ikincisi makam. E, bunların ikisi de sende fazlasıyla var."


Bir gün Şinasi Bey'i mühendislerin bulunduğu geniş bir salonda, panik içinde ordan oraya koştururken buldular. O gün izinli genç bir mühendisin masasına oturmuştu. Yardım, yardım edin diye ortalığı birbirine katıyordu. Birkaç kişi yanına koştu. Salonda çalışan tekniker bir genç kız da meraklanıp masasından kalktı. Şinasi Bey heyecanla ona doğru hamle yaptı kollarını duvara yaslarmış gibi havaya kaldırmıştı.

"Hayır, hayır sen gelme!" diyordu.

Yanına gelen mühendislerden mahcubiyetini gizleyemedi. Masa üstü bilgisayarın ekranında birbiri ardına açılmış bir sürü pencerede porno resim kaynıyordu. 

"Vallahi, bilmiyorum nereden çıktı bunlar, bir tuşa bastım böyle oldu, ben kapattıkça yenileri çıkıyor. Biri görse rezil olacağım, ne olur ortadan kaldırın şunları." dedi.

Zıpır gençlerden biri Şinasi Bey'e baktı, muzipçe gülümseyerek,

"Şinasi Bey, kendiliğinden çıkmaz bunlar, siz ne arıyorsanız bana söyleyin ben size onların en alâsını bulurum." dedi. Şinasi Bey utancından diyecek bir şey bulamamıştı.

Bir 29 Ekim sabahı, nasıl olduysa erkenden ofise gelmiş odamda ayak üstü çayını yudumlarken pencereden dışarı seyrediyordu. Kapıdaki görevli binanın önündeki direklerden birine Türk bayrağı çekiyordu. Şinasi Bey, büyülenmiş gibi bayrağın göndere çekilişini izlerken içini hüzün kaplamıştı.

"Şinasi Bey, derinlere daldınız, hayırdır?" dedim.

"Bayrağa bakınca aklıma düştü." dedi ve anlatmaya başladı.

"Yıllar önce görev icabı Feriha Hanım'la birlikte Ankara'ya gelmiştik. Güzel günlerimiz oldu. Feriha Hanım, Ulus'taki Çıkrıkçılar yokuşunu çok severdi. Hem o sokağın dokusundan hem de esnafın bozulmamış halinden hoşlanırdı. Her gittiğinde incik boncuk bir şeyler almadan rahat etmezdi. Yaş gününde ben de ona oradan bir şeyler alır, sevindiririm diye düşünmüştüm. Hediye almak ne zor şeymiş, o dükkân senin bu dükkân benim dolaşırken hava kararmaya başlamış ama ben hâlâ bir şey almaya karar verememiştim. Dükkânlar teker teker kapanmaya başlamıştı. Tam o sırada bir bayrakçı, dışarıdaki malzemelerini içeri alıyordu. Düşündüm, olur mu olur dedim kendi kendime. Eli boş dönmektense. Dükkân sahibinden kalteli yün bir bayrak istedim. Kırmızısı tam bayrak rengi dediklerinden, ay yıldızı süt beyazıydı. Hemen güzel bir hediye paketi yapmasını istedim satıcıdan. Adam özene bezene bayrağı katlayıp güzel bir karton kutuya yerleştirdi. Sonra üzerini fiyakalı parlak bir kağıtla kapladı. Beyaz kadife bir şeritle bağlayıp, üstüne bir de güzel fiyonk yaptı. Paket çok güzel olmuştu ama içindekini görünce Feriha Hanım'ın vereceği tepkiyi merak ediyordum. Eve vardığımda yaş gününü kutlayıp paketi kendisine takdim ettim. Hemen açtı, bayrağı görür görmez gözleri buğulandı. Bana sarıldı ve "Şimdiye kadar aldığım en anlamlı hediye bu" dedi. Şaşırmıştım. O gün bu gündür, o bayrak kutusunun içinde en kıymetli mücevher gibi komodinin çekmesinde saklanır. Dini ve milli bayramlarda özenle balkona asılır ve işi bitince tekrar itinayla yerine konulur."

Anlatırken gözleri dolmuştu. Şinasi Bey'i hiç böyle görmemiştim.

Çok iyi Fransızca bilirdi Şinasi Bey.  Özellikle Fransızca konuşulan Kuzey Afrika ülkelerindeki ihale dokümanlarının incelenmesi ve teklif dosyalarının düzenlenmesinde bize epey yardımcı olurdu. Bazen işin yapılacağı yurt dışı yer görme ziyaretlerine tercüman olarak yanımızda onu da alırdık. Onun olduğu yerde neşemiz hiç eksik olmazdı.


MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 68/4


Bu ziyaret, iki eski dostun birbirine kavuşmasıydı. Bana tanıdığım mahkûmların neler yaptıklarından bahsetti. Ona neler okuduğunu sordum. O da bana, kuzeni Charice'den hala haber alamadığını anlattı. Reinhardt'ı, nerede yaşadığımı sordu. Ona bütün gezdiğim yerlerden -Austin'dekiler hariç- söz ettim. Okuması için yanımda getirdiğim "Haham Hikâyeleri" kitabını verdim.


“Tanıdıklarım arasında okumayı en çok seven kişi olduğun için, sana bunu getirdim. Ayrıca, kitabı sende bırakabilmem için gereken izni aldım.” dedim.


Ona kitabın asıl adının “Pirkei Avot” olduğunu söyledim.


“Bana onun ne anlama geldiğini de söyler misin?” diye sordu.

“Babaların Etiği anlamına geliyor, Talmud’taki etik öykülerin derlemesi” dedim.

“Vay canına, Inocente. Nasıl desem bilmem ki, ben senin kafası karışık bir Musevi olduğunu düşünüyordum.” dedi.


“Bu, annemi defalarca okurken gördüğüm tek kitaptı. Evimin mutfağında buldum. Onun hâlâ bende olduğunu bilmiyordum. Evrende, her zaman bir bilgelik kırıntısının saklı olduğunu anlatıyor.” dedim.


Sargent gülümsedi. O sözlerin gerçekte kime ait olduğunun bilinmediğini söyledi. Yıllar önce, yine bana aynı şeylerden bahsetmişti.


“Her kiliseden bazı akıllı o. çocukları çıkar, anlıyor musun? Onların mucize dedikleri hokus pokusları görmezden gelmeli ve kendini sadece aklına yatan zırvalıklarına odaklamalısın. Bak sana işin doğrusunu anlatayım, din, tanrıya ve onun mucizelerine inanmayı gerektirir.”

"Şimdi, karşımda oturan, tanıdığım, akıllı bir adam, bana bir zamanlar bunları öğretmişti.” dedim.


“Tanıdığın akıllı adamın ne demek istediğini tam olarak anladığını sanmıyorum.” dedi.

Eliyle ağzını sildi, ona verdiğim kitaba bakarken,

“Beni düşündüğün için teşekkür ederim, Inocente. Sana bunu bütün samimiyetimle söylüyorum.” dedi.

Ona, annemin akşam yemeklerinde babama ve bana epigramları okuduğunu ve anında İspanyolcaya çevirdiğini anlattım. Babamın favorisi, Ben Zoma adındaki bir hahamın -zengin kişi, sahip olduklarından mutlu olan kişidir.- sözüydü. Bu sözü çok sevmişti, çünkü o, hiçbir şeye sahip olmadığı halde, mutlu olduğunu düşünüyordu.


Sargent, “Bu kadar aptalca bir sözü söyleyebilmenin tek nedeni, Inocente, onun bir çocuğunun olmamasıdır.” dedi.


“Belki de.” dedim. “Kitabı sana bırakıyorum çünkü onu benden daha iyi anlayacağını biliyorum.”


Ölüm hücresine nakledilmeden önce, birkaç gün arayla suçsuz oldukları anlaşılmış Lucas ve Antonio adında iki adam vardı. Onları haberlerde izlemiştim. Sargent'a hahamların, kutsal kitabın bir bölümünde, -güçlü insan, duygularına hâkim olan insandır.- dediklerinden bahsettim ve ona adamları tanıyıp tanımadığını sordum.

"Evet, onları tanıyorum." dedi.


“Peki, onları öfkelerinden alıkoyan ne?” diye sordum.


“Öfkelenmediklerini nereden biliyorsun? Bu iş, yüzündeki gülümsemeye bağlı olarak kardeşinin içinde ne fırtınalar koptuğunu tahmin etmene benzemez. Hahamların bazı saçma sapan sözleri mantıklı olsa da, bu, söyledikleri her şeyin doğru olduğu anlamına gelmez. Senin öfkeyi küçümsediğini sanıyorum. Eğer daha fazla insan sinirlenirse daha iyi bir dünya olur ve bu, patronların endişelenmeleri için ciddi bir durum yaratır." dedi.


Ayrıca serbest bırakıldığını bildiğim iki mahkûm daha vardı. Özgürlüklerini kazandıktan aylar sonra her ikisi de farklı trafik kazalarında yaşamlarını yitirmişlerdi. Sargent'a,


“Sence Toney ile Guerra’nın başına gelenler birer rastlantı mı?" diye sordum.


“Evet,” dedi. “Bu bir gerçek. Farklı bir şey söyleyen herkesin aklından zoru vardır. Kardeşlerimiz, pilav pişirmeyi unuttuklarından dolayı kaza geçirmediler ya da kendilerini öldürmediler. Buraya gelene kadar zaten şans onların yüzüne gülmemişti. Ne fark ederdi ki, zaten burada ölüme götürüleceklerdi, bunun yerine çıkıp dışarıda öldüler?” dedi.


“Hatırlarsan bana, bazı insanların gelecekleri için plân yaptığını, bazılarının ise yapmadığını söylemiştin. Belki bu adamların ölmesinin nedeni karşılarına aniden yapamayacakları bir işin çıkıp çevrelerinde bunu nasıl yapacaklarını gösterecek bir kimsenin bulunmamasıydı. Her neyse, benim içimden geçen bir şey bu işte. Babam hiçbir şeye sahip olmamasına rağmen her zaman mutluydu. Bense harcayabileceğimden daha fazlasına sahibim ama geçmişteki bazı şeylerin eksikliğini hissediyorum.” dedim.

“Evet, seni anlıyorum.” dedi. “Zavallı kadın!”

“Hayır, demek istediğim tam olarak o değil. Onun yasını tutmakla çok zaman geçirdim ama yine de benim için değişen bir şey yok.” dedim.


Sargent, “Inocente, dışarı çıktığından bu yana geçen zaman diliminden daha uzun bir süre hapiste çile çektin. Parmaklıklar arkasında bir yıl geçiren kardeşlerin var ve burada onların geri kalan hayatları berbat olacak, anlıyor musun beni? Serbest kalışının henüz altıncı ayında benimle bunları konuşuyorsun. Senin gibi biri için hayli zor bir durum, kabul ediyorum. Ancak bu durumu aşman senin için imkânsız demiyorum.” dedi.


Ben "Evet, altı ay geçti" diyene kadar birkaç dakika boyunca sessizce oturduk ve sonra biraz daha konuşmaksızın bekledik. Sonunda ona bir şey daha sordum.


SPU’nun* davasında içeri alınan adamı hatırlıyor musun?


Sargent, “Elbette hatırlıyorum. Nelson birader. Ne olmuş ona?" diye sordu.

“Burada geçirdiğim zamanlardan bahseden bir kitap yazıyorum ve onun öyküsünü anlatmak istemiştim ancak detayları hatırlayamadım.” dedim.


Yalan söylediğim için kendimi kötü hissetmiştim. “Hey, uçak kazasında kaybolan o iki yargıcı hatırlıyor musun? Şimdi var ya ben onları rehin tutuyorum.” diyebilseydim benim için daha kolay olurdu.


Sargent bana Nelson'ı anlattı.

“Dört yıldır ölüm hücresindeydi ve temyiz başvurusu reddedilmişti. Avukatları görevlerini üstünkörü yaptıkları için Nelson çaresizdi, bu yüzden Ağır Ceza Mahkemesinin üç üyesine, masum olduğunu ısrarla dile getiren birer mektup yazıp idamına izin vermeleri durumunda birer katil olacaklarını ve bu yüzden Tanrı'ya hesap vermeleri gerekeceğini hatırlattı. Moss kendisinin tehdit edildiğini öne sürüp hapiste yatan kişilerin işlediği suçları araştıran Özel Savcılık Birimi ile temasa geçti.” dedi.


“Nasıl yani, mektup yazmak suç mu?” diye sordum.


Sargent, “Suç değil. Fakat olay şu ki, hücresine gelip ona birkaç soru sormuşlar ve hâkimlerin ev adreslerini ve çocuklarının isimlerini nereden bulduklarını öğrenmek istemişler. İlginçtir, Nelson'ın bununla hiçbir ilgisi yoktu. Sanırım, Letonyalı dilberlerden biri, neredeyse her gün ona yazıyor ve mektubuyla birlikte kendisinin ve lanet olası kızının porno resimlerini gönderiyormuş. Tabii, eğer bu saçmalığa inanıyorsan, en azından McKenzie'nin  bana söylediği buydu. Duyduğuma göre, kadın, sonuçlanan davalarla ilgili internetten bir sürü çıktı almış ve buradan hâkimlerin nerede oturduklarına dair bilgiler edinmiş. Nelson birader bunuları okuyamamıştı bile. SPU işleri yine bilinen yollarla halletmişti. Adamı önce seviye 3’e çıkardılar, karısını ve çocuklarını tehdit ettiler, ona kimin yardım ettiğini açıklamadığı takdirde başının iyice belaya gireceğini söylediler.” dedi.

“Sonra?” dedim.

“Sonrası yok." dedi. Ağzını açıp hiçbir şey diyemedi. "Kardeşimiz iki ay sonra idam edildi.”

“İlçede iletişim kurmasına izin verilmeyen kişilere para karşılığında mektup gönderen bir gardiyan biliyorum.” dedim.

“Sargent, “Evet.” dedi.

Sormak istemiyordu, bunu anlıyordum, ama yerli yersiz konuşmalarımdan bir şeyler sakladığımı tahmin edebiliyordu.


“Sakladığım hiçbir şey yok, dostum. Dediğim gibi, sadece bir kitap yazmayı düşünüyorum.” dedim.

*SPU: Özel Savcılık Birimi

(Devam edecek)