KATEGORİLER

18 Aralık 2020 Cuma

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 8


Zeynepaçi'nin evinin bulunduğu çıkmaz sokağa nedense Dere Sokağı denirdi. Oysa oradaki yosun kaplı kayaların çatlaklarından sızıp yaklaşık otuz metre sonra sokağımızın mazgalında kaybolan cılız sular dere tanımını asla hak etmiyordu. Bu suları sebil kabul edip üzerine üşüşen mahallenin bütün arıları, eşek arıları bizim korkulu rüyamızdı. Dere sokağındaki evlerden birinde mahallemizin tek Çingene ailesi otururdu. Örme taştan evlerinin yanına atlarını koymak için derme çatma bir ahır ilave etmişlerdi. Gebe olup olmadığını hiçbir zaman ayırt edemediğim kocaman göbekli bir kadındı olan evin hanımı hemen her yıl bir çocuk doğururdu. Boy boy çocuk arasından aklımda kalan Ali'ydi sadece. Onu her zaman dört tekerlekli arabalarına atını koşarken görürdük. Daha sonra babasıyla birlikte işe giderlerdi. 

Dere sokağının diğer köşesinde iki katlı evin üstünde Bakkal Teyze'ler otururdu. Alt katlarında işlettikleri küçük bakkal dükkanlarını hayal meyal hatırlıyorum. Kocası ölünce dükkanı kapattılar fakat gerçek adını hiçbir zaman bilmediğim Bakkal Teyze'nin adında bir değişiklik olmadı. Bakkal dükkanını boşaltıp kiraya verdiler. Oraya dedemlerin bir ahbabının karısı Kübra Teyze geldi. En az elli yıl elli beş yıl evli kaldıktan sonra şiddetli geçimsizlik nedeniyle eşi Hüseyin Amca'dan boşanmıştı! Yeni yaşam yeri tek göz bir odaydı ama kafası dinçti artık. Ömrünün son günlerinde Hüseyin Amca'nın dırdırından kurtulduğu için gayet mutlu görünüyordu. Eski tip gaz ocağında pişirirdi yemeklerini. Odada eşya olarak ne dolap ne karyola vardı. Sadece bir yatak, bir yorgan ve birkaç parça kap kacak, hepsi o. Komşular arasında yemek alışverişi bir tür gelenek ve bağlılık göstergesiydi. Pişen yemekten bir tabak da sevilen komşulara gönderilirdi. Bir gün Kübra Teyze pişirdiği zeytinyağlı bamya yemeğini bir melamin tabağa koyup eve götürmemi istemişti. Her biri yedi sekiz santim uzunluğundaki bamya boğazıma takılmış, boğulmaktan zor kurtulmuştum. O gün bugündür bamya yemeğini ağzıma sürmedim. Bir yıl falan sonra Hüseyin Amca ağırlaşıp hastaneye kaldırıldı. Öldüğü güne kadar yaklaşık kırk gün boyunca boşandığı eşi Kübra Teyze, yanında ona refakat etmişti.

Bakkal Teyze'lerin bitişinde hala görüştüğüm eski çocukluk arkadaşım Mustafa'lar otururdu. Babası Niyazi Abi'nin alt katta işlettiği küçük bakkal dükkanında çok vakit geçirmiştim. Annesi Hüsniye Hanım Teyze dedikodusu olmayan, kendi halinde, temiz ve çalışkan bir kadındı. Dükkanın yanındaki giriş holünde, tuvaletin yanında, her zaman dört beş keçi beslerlerdi. Bazen keçiler yavrular, oğlaklar sütü emmesin diye memelerine kumaş torba geçirirlerdi. Gündüzleri hayvanları kapının önündeki dut ağacına bağlarlardı. Üst katta bir kuş odası, bir oturma odası ve oradan camekanlı bir bölmeyle ayrılan bir de odası vardı. Bu bir buçuk odada karı koca altı çocuğu nasıl büyütülür, aklım almaz hala. En büyükleri Hüseyin Abi, terziydi. Evlendikten sonra bakkal dükkanının deposunu düzenleyerek ona terzi dükkanı yapmışlardı. Kömür ateşiyle çalışan dökümden ağır ütüler kullanırdı. Ne zaman halini hatırını sorsalar, bezgin bir ifadeyle "İğneyle kuyu kazıyoruz." olurdu cevabı. Büyük kızları Elful, daha önceden bir boyacıyla evlenmişti. Mehmet, sanayide tamirciydi. Hasan, kısa boyuna rağmen diğer kardeşlerine göre içlerinde en güçlü kuvvetli olandı. Belediyeye girdi ve oradan emekli oldu. Küçük kızları Nigar, doğru dürüst işi olmayan bir adamla evlendi, bir sürü çocuk yaptıktan sonra boşanıp baba evine geri döndü. En küçükleri Mustafa benden bir yaş küçüktü. Liseyi bitirene kadar hemen hemen her günümüzü birlikte geçirirdik. Küçükken her akşam rulmanlı arabayla sokak sokak gezip keçilerine karpuz kabuğu toplardık. Bakkal dükkanında, babasının olmadığı zamanlarda, bir yandan sohbet eder, bir yandan gelen müşterilerle ilgilenirdik. Lise çağına geldiğimizde taraçalarında arkadaşlarla toplanıp sazlı sözlü eğlenceler tertip ederdik. Mustafa, Atatürk Lisesini bitirdikten sonra üniversite sınavını kazanamadı, muhtelif sektörlerde çalıştıktan sonra şimdi bir market işletiyor.  

17 Aralık 2020 Perşembe

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 7


Hayat asla adil değil. Tatar Necla, hayatın bu adaletsizliğinden fazlasıyla nasibini almış bir komşumuzdu. Annem yaşlarındaydı ama ona nedense hep "Necla Abla" derdik. Daha önce bahsettiğim Saime Teyzenin büyük kızı,  bahçelerinde bizleri sazıyla eğlendiren Sedat abinin ablasıydı. Akraba evliliği yapmıştı Ali Amca'yla. Mahallemizin en zengin ailesi olduğunu düşünürdüm eskiden, fakat altlarında bir arabaları bile yoktu. Sahiden ya, şimdi hafızamı iyice zorluyorum, evet, çocukluğumun sokağında araba sahibi hiçbir komşumuz yoktu. Üç çocukları vardı. En büyükleri Gülnur Abla, sonradan genetik olduğu anlaşılan epilepsi türü bir hastalıktan mustaripti, çocukken kendini belli etmeyen, yaş ilerledikçe elden ayaktan düşüren ve yirmili yaşlarda ölümle sonuçlanan kötü bir hastalık... Arada bir tedavi için Almanya'ya giderlerdi. İkinci çocukları Tatar Mustafa ile aynı yaştaydık. Çevik, cin gibi bir çocuktu. Birlikte çok haşarılık yapardık. Bir keresinde, sanırım henüz ilkokula başlamamıştık, oyun olsun diye alt caddede yoldan geçen arabalara küçük taşlar fırlatıyorduk. Bunu fark eden arabalar yavaşlıyor, bizi görünce çocukluğumuza verip yollarına devam ediyorlardı. Bu durum bizi daha çok neşelendiriyor, cesaretimizi arttırıyordu. Bir süre sonra arabalardan biri durdu, geri manevra yaparak ara sokağa girip park etti. İçinden hırsla çıkan sürücüyü görünce ödümüz kopmuş, tabana kuvvet kaçmaya başlamıştık. Mustafa çoktan gözden kaybolmuştu ama ben iyice gerilerde kalmıştım. Korkudan altıma yaptığımı net olarak hatırlıyorum. Adam kısa sürede beni yakalamış ve koltuk altlarımdan tutup yolun kenarına bıraktıktan sonra Mustafa'nın peşinden koşmaya devam etmişti. Neyse ki ona yetişmeyi başaramamış, arkadaşımın annesini pek de nazik olmayan bir üslupla çocuğuna terbiye vermesi hususunda ikaz etmekle yetinmişti. 

Gülnur, yirmili yaşların başında vefat etmiş, Mustafa'da hastalığın belirtileri başlamıştı. Sokakta oyun oynarken aniden yere yığılır, gözleri kayar ve titreyerek kasılırdı. Durumu gören mahalleli etrafında toplanır, başından aşağıya soğuk su dökerler ayılmasını beklerlerdi. Annesi, gözlerinin önünde ablası gibi günden güne eriyen evladının bu haline çok üzülürdü. Akıbeti bir süreliğine geciktirmek için tedavi amaçlı Almanya ziyaretlerinin yanı sıra çocuklarının kullanmak zorunda oldukları pahalı ilaçlar aileye ciddi bir maddi külfet oluşturuyordu. Ortaokula giderken mahallemizde ilk siyah beyaz televizyon onların evine alınmıştı. Mustafa'yla olan samimiyetim sayesinde diğer çocuklar pencerenin önünde, birbirlerinin üzerine yığılarak ucundan kenarından televizyon ekranını görmeye çalışırken ben her akşam Mustafa'yla birlikte o zaman bizler için muhteşem bir yenilik olan beyaz camı büyük bir keyifle izlerdik. Sonraki yıllarda Mustafa'nın durumu da aynı ablası gibi günden güne kötüleşti. Otuzlu yaşların başında ömrünü tamamladığında kullandığı ilaçlar onun acılı yaşamını ancak on yıl uzatabilmişti. Ailenin küçük kızları Saime sarışın, mavi gözlü bir çocuktu. Hiç olmazsa ona bir şey olmasın diye üzerine titriyorlardı. Neyse ki Saime'de hastalık kendini göstermemiş, bu durum zavallı ailenin en büyük tesellisi olmuştu.

Tatar Mustafa'ların evinin yan tarafı çıkmaz sokağa açılıyordu. Sokağın sonunda etrafı kocaman kayalarla çevrili geniş bir meydan vardı ve taştan bir merdiven vasıtasıyla üst sokağa çıkılırdı. Buradaki evlere ev demek için epey bir şahit isterdi. Çoğu tek göz oda ile küçük bir tuvaletten ibaret sığınaklar işte. Girit göçmeni ihtiyar dul kadınların ömürlerinin son günlerini geçirdikleri yerlerdi buraları. Onlardan birini hiç unutamam. "Zeynepaçi" derlerdi. Akşamları mahalleli çiğdem çitlemek için kapı önlerine döküldüğünde Zeynepaçi elinde bastonu, sokak boyunca bütün komşuları ayak üstü ziyaret eder, her gün bir başka yerde kendisi için çıkarılan sandalyeye oturur, sohbete ortak olurdu. Kısacık boyu, tıknaz vücudu ile adeta bir topu andıran Zeynepaçi, çok az Türkçe bilir, mecbur kalmadıkça Giritçe konuşurdu. "İde kanis, kala?"* ile başlayan sohbetler akşam ezanına değin sürerdi. Anne dedem Giresunlu olduğu için Giritliler arasında yaşamasında rağmen dillerinden pek anlamazdı. Zeynapaçi, yine kapımıza konuk olduğu bir akşam vakti, bilinen kırık Türkçesiyle dedeme derdini anlatmaya koyulmuştu. "Ah, Osman Efendi, karnımın alt tarafı bir fena ağrıyor ki, sorma" Annemin neden güldüğünü anlamamıştım önce. Sonra sordum kendisine, neden güldün diye. "Kadın karnımın altı dedi, dedene. Çok komik, orası neresi oluyor bir düşün." O zaman kahkahayı patlattığımı hatırlıyorum.       

 *İde kanis, kala? : Giritçe, Nasılsınız, iyi misiniz?

16 Aralık 2020 Çarşamba

KELİME OYUNU # 3

Kelime Oyunu etkinliğimizin bu haftaki kelimelerini sevgili Kendi Dünyasında belirledi. Haftanın kelimeleri ZAMBAK, HAYAL, DİYAR, ÖZGÜRLÜK ve DİLEK 

HAYALLER ve GERÇEKLER

İngilizce öğretmeni olduktan sonra doğduğu topraklardan kopup uzak DİYARLARA sürüklenmişti. Bahçeli bir ev tutmuş, yeni bir düzen kurmuştu kendine. Günün birinde, çalıştığı lisede ders verdiği sırada yere yuvarlandı, güçlükle nefes alıyordu. Önceleri fazla önemsemedi ama sonraki günlerde gittikçe güçsüzleştiğini, okulun merdivenlerini çıkarken nefes nefese kaldığını fark etti. Önemli bir rahatsızlığı olmalıydı. Bulunduğu şehrin devlet hastanesine gitti ve korkunç gerçekle yüzleşti. Kalbi delikti ve kendisine akciğer tansiyonunun yükselmesine bağlı kan dolaşımının tersine döndüğü Einsenmenger sendromu teşhisi konulmuştu. Milyonda bir görülen bu hastalık onca insan arasından gelip onu bulmuş, ÖZGÜRLÜĞÜNÜ kısıtlamıştı. Artık istediği gibi yürüyemeyecek, koşamayacak, hatta evlenip bir yuva bile kuramayacaktı. Gelecekle ilgili bütün HAYALLERİ yıkılmıştı. 

Kesin kararını verdi, hastalığından kimseye bahsetmeyecekti. Ne uzaktaki ailesine, ne arkadaşlarına, ne de öğrencilerine. Kimsenin ona acıyan gözlerle bakmasını istemiyordu. On yıl ömür biçmişlerdi doktorlar, o da ilaçlarını düzenli kullanırsa. Doktorun verdiği ilaçlara başladı, aylık kontrollerini aksatmadı. Artık kendini daha iyi hissediyordu. Kalan sayılı günlerinin tadını çıkarmaktı tek arzusu. Bahçesinde yetiştirdiği mis kokulu ZAMBAKLAR, güller, yaseminlerle avutuyordu kendini. Ta ki Şebnem'le karşılaşıncaya kadar. 

Güzel, sevecen bir kızdı Şebnem. Alışveriş için uğradığı marketin camındaki ilan dikkatini çekmişti. "İngilizce Ders Verilir." Telefonuna numarayı kaydetti. Eve gider gitmez ilan sahibini aradı.

- İyi günler, adım Şebnem. İlanda ders verdiğinizi gördüm. Yabancı Dil Seviye Tespit Sınavına hazırlanıyorum, bana yardımcı olabileceğinizi düşündüm. 

- Merhaba Şebnem Hanım, adım Metin, elbette size yardımcı olmak isterim.

- Saatlik ücretiniz ne kadar? 

- Herhangi bir ücret almıyorum, eğer size bir faydam olursa bu bana yeterli.

"Tuhaf," dedi kendi kendine genç kız. Kimsenin karşılıksız günahını bile vermediği günümüz toplumunda bedava ders veren bir öğretmen!

Tam saatinde kapısını çaldı. Sade döşenmiş, temiz bir bekar eviydi. Şebnem kendinden bahsetti önce. Tıp fakültesini yeni bitirmiş TUS sınavlarına hazırlanıyordu. Metin de ona çalıştığı liseyi, öğrencilerini, arkadaşlarını, bahçesinde yetiştirdiği çiçekleri anlattı. Sohbet esnasında, yakın arkadaşı tarih öğretmeni Hazım'ın, Şebnem'in ağabeyi olduğu çıktı ortaya. Ziyaretler sıklaştı, ders saatlerinden sonra birbirleriyle daha fazla ilgilenmeye başladılar. Şebnem evin dekorasyonuyla ilgili önerilerde bulunurken, Metin onun geleceği günlerde çayın yanında ikram etmek için özenle pasta, kurabiye gibi atıştırmalıklar hazırlıyordu. Üç ay kadar sürdü bu dostluk, her geçen gün biraz daha yakınlaşarak.

Dil sınavını yüksek puan alarak geçmişti Şebnem. Bir şişe şampanya alıp yanına gitti genç adamın. Kafası karışıktı. Bir kutlama mı, yoksa bir veda mı olacaktı bu ziyaret? Doğrusu, ondan hiç ayrılmak istemiyor, onun yanında huzur buluyordu. Metin de sevmişti ama verdiği karardan dönmeye, kalbinin sesini dinleyip büyük sırrını paylaşmaya yanaşmıyordu. Sevdiği insanı üzmeye, onun hayatını mahvetmeye hakkı olmadığını düşünüyordu. İçi alev alev yansa da kendi hayallerinin yıkıldığı gibi sevdiği insanın hayallerini de yıkmayı göze alıp ona ümit vermekten uzak tutuyordu kendini. 

İkinci kadehten sonra hiç beklemedikleri bir anda elleri buluştu, uzun süre bir şey söylemeden öylesine bakıştılar. Sanki gözleriyle birbirlerini anlamaya çalışıyorlardı. Metin daha fazla dayanamadı, elini çekip çevirdi başını. Sonunda tutamadı kendini, Şebnem.

"Neden benden kaçıyorsun Metin? Hoşlandığını biliyorum ama benden gizlediğin bir şey var sanki."

Metin kızararak gülümsedi,

"Biliyorsun Şebnem, eğer biriyle hayatımı birleştirmeyi düşünsem, bu senden başkası olamaz."

"Öyleyse neden? ... Neden korkuyorsun?"

"Sen çok iyisin Şebnem. Mutsuz olmanı, üzülmeni istemem. Evlilik yapıma uygun değil, evlenmem mümkün değil benim." 

"Nasıl yani? Yoksa ...?"

"Tek DİLEĞİM kendine uygun birini bulup mutlu olman. Bir sürü çocukların olsun ama yalvarırım bunu benden isteme."

"Anlıyorum..." 

Yıkılmıştı Şebnem. Büyük bir hayal kırıklığı içinde sessizce kapıyı çekip çıktı dışarı. Yağan yağmura aldırmadan saatlerce yürüdü, Metin'in söylediklerini düşündü. "Evlilik yapıma uygun değil." Ne demek oluyordu bu şimdi? Demek kalbini çalan bu insan, kadınlardan hoşlanmıyordu! Etrafında kendisinden başka karşı cinsten birini görmemesi bu durumu açıklıyordu. Aslında çok şey borçluydu ona. Hayatında ilk kez bir erkeği sevmişti, o da...  

Başka bir şehrin üniversite hastanesinde asistanlığa başladı. Her şeye rağmen Metin'den ayrı geçen üç yıl bir ömür kadar uzun gelmişti. Uzman olmuş, bu arada kısa süren mutsuz bir evlilik geçirmişti fakat bir an olsun Metin'i aklından çıkaramıyordu. Uzun bir aradan sonra bayram nedeniyle baba evine dönmüştü. Ağabeyi Hazım, Metin'in hasta olduğunu ve kendisini ziyarete gideceğini söyledi. Şebnem, "Beraber gidelim." dedi.

Açık kapıyı itip içeri girdiler. Ev dağınıktı. Şebnem, dekore ettiği evin aynen bıraktığı şekliyle korunduğunu görünce sevindi. Genç adam kanepede bitkin şekilde yatıyordu. Onun sakallı halini hiç görmemişti. Yüzü bembeyazdı. Hafiften gözlerini araladı, karşısında Şebnem'i görünce belli belirsiz gülümsedi. Bir şeyler söylemek istedi ama kuruyan dudaklarını kıpırdatacak takati bulamadı kendinde. 

"Su," dedi Hazım. "Hemen su getir, içirelim biraz."

Şebnem panikle fırladı mutfağa. Bir bardak bulurum umuduyla seri hareketlerle karşısındaki dolabın kapağını açtı. Dolap ilaç doluydu. İlaç kutularını aldı, heyecan içinde incelemeye koyuldu. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Elinde su dolu bardakla, kendinden geçmiş bir halde girdi salona.

Metin'in gözleri kapandı, bir daha açılmamacasına. Şebnem'in gözünden akan yaşlar sel olmuştu. 

"Nasıl da anlamadım, neden, neden söylemedin bana?" diyerek dövünürken Hazım, kardeşinin neden kendini böylesine paraladığını anlamaya çalışıyordu.  



15 Aralık 2020 Salı

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 6


Bir üstteki komşumuz Nedime Hanım'lardı. Sokağımızın düzgün ailelerinden birinin hanımı. Misafirlik ziyaretlerinden önce kapısını çalıp "Eğer bir maniniz yoksa, öğleden sonra annemler gelmek istiyor." dediklerimizden. Altın günleri falan yoktu bizim zamanımızda. Öyle hanımların hünerlerini göstermek için birbirleriyle yarışırcasına enem konam hazırladıkları pastalar, kurabiyeler falan da yoktu. Çoğu zaman aldığımız karşılık "Buyursunlar, gelsinler." olurdu. Çünkü fazla hazırlığa hiç gerek yoktu. Konuklara ilk önce limon kolonyası tutulur, cam şekerlik içinde birer ucuz şeker uzatılırdı. Çayın yanında ikram edilen ikişer pötibör bisküvi fazlasıyla yeterliydi. Nedime Hanımın kocası Haydar Bey bir devlet dairesinden emekliydi. Misafir geldiğinde evden çıkar bir yerlerde vakit geçirir, akşam saatlerinde evine geri dönerdi. İki oğullarından büyüğü Fehmi, yaşça benden epey büyüktü. Geçten sonra bir evlilik yapıp aileden ayrılmıştı. Fehmi'nin küçüğü Erdal, benden üç dört yaş büyük, içten pazarlıklı bir tipti. Liseyi çift dikişlerle bitirdikten sonra o da ailesine bir bisiklet aldırdı. Muhtemelen komşuları Bekir'e alınan Bisan bisikleti kıskanmıştı. Zaten Bekir'le birbirlerini hep kıskanırlardı. Erdal, Bekir'in aksine koca popolu cüsseli bir çocuktu. Bisikleti daha ufak ve spordu, üzerine binince bisikletine acırdım. Mahallede herkes ona kızınca "lapass" derdi. Öyle demezlerdi de, ben biraz daha kibarını yazmak zorunda kaldım diyelim. Bekir gibi o da bisikletini bizim gibi bisikleti olmayan çocuklara kiralamaya başlamıştı. Bekir'le rekabete giriştiler. Aynı fiyata eskiden bir tur atarken iki tur atıyorduk. Bu rekabet bizim işimize yaramıştı. Liseden sonra o da belediyede bir iş buldu. Hiç evlenmedi. Son zamanlarında emekli olmuş, kapısının önünde bütün zamanını kedilerle geçiriyormuş. Geçen yıl annem sormuştu bana, "Erdal'ı hatırlıyor musun?" diye. Cevabımı beklemeden vermişti haberi, "Öldü." İşte hayat!

Biraz ileride sola açılan bir sokağı hatırlıyorum. O sokakla ilgili iki şey kalmış hafızamda. Biri Orhan Bakkal. Caddenin köşesinde ufak bir bakkal dükkanı. O zaman benim gözümde koca market! Her şeyi bulabilirdik orada, ya da bana öyle gelirdi. Bazen evimizin karşısındaki daha sonra bahsedeceğim bakkal Niyazi amcayı gücendirmek pahasına gider ondan alışveriş etmek zorunda kalırdım. Çünkü en iyi pirinç ondaydı. Bir de orta yaşlı kalfası vardı. Hay Allah, adını unuttum. Oysa onun adı vardı aklımda Orhan Amca'dan önce. Dilimin ucunda ama çıkmıyor, her neyse. İkincisi çok acılı bir hikaye. Aslında kısacık bir an. Küçük bir evde yaşayan henüz yirmi yaşına varmamış esmer, öksüz ve yetim bir kız. Adını net hatırlamıyorum ama "Acule" gibi bir şeydi. Sık sık görürdüm kapısının önünde, yüzünde hep bir yılgınlık, hüzün. Elinde süpürgesi, yerleri yıkar süpürürdü. Tek varlığı anne baba bildiği yaşlı ninesi ve büyükbabasıydı. Sonra bir gün babasını kaybetti, kara kazan kuruldu, çığlıkları yeri göğü inletti. Aradan bir ay geçmeden annesini kaybetti, kara kazan kuruldu, çığlıkları yüreğimi dağladı. Sonra ne oldu, nereye gitti, hangi yolu çizdi kendine, bilmiyorum. O çığlıkları bıraktı bende, onca yıldır aklımdan çıkmayan. 

Peki, karşı sıraya geçelim. Köşede küçük bir taş ev. İçinde yaşlı bir nine. Zülfiyanım Teyze. Yine yıllar önce kocasını göndermiş sonu bilinmez bir yolculuğa. Kendi halinde, güleç yüzlü, gözlüklü. Çıkamazdı evinden, hep biz giderdik ziyaretine. Hemen yanında, iki katlı yeni bir bina. Memnune Hanım Teyzelerin oturduğu ev. İki kızları vardı bizim yaşlarda, belki biraz daha küçüklerdi. Birinin adı Özgül, diğerinin adı hafızamın karanlığına gömülmüş. Sessiz, sakin komşularımızdan biriydi. Annemizin misafir olarak gidip geldiği, görüştüğü insanlardan. Kocası hakkında hiçbir fikrim yok. Zaten bir süre sonra taşınıp ayrılmışlardı sokağımızdan.  

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 5


Yine aynı sıradan devam edelim. Horoz Nuri'nin yanındaki evde Tireli bir ana kız yaşardı. Adını hatırlamadığım yaşlı kadın, kara kuru, altında çiçekli bir pijama, ayağında terlikle dolaşan biriydi, genellikle kapı önünde dikilir, bazen evlerinin önünü süpürürdü. Kızını akşam saatlerinde gelen taksiye binerken görürdük. Tombul, aşırı makyajlı, siyaha boyanmış saçlarıyla orta yaşlarda bir kadındı. İşten dönüş zamanını hiç hatırlamıyorum, muhtemelen bizim uykuda olduğumuz saatlere denk gelirdi. O zamanlar pavyon denilen gece kulüplerinden birinde çalışırmış. Ara sıra yabancı adamlar da gelirdi evlerine. Mahalleli ile bir iletişimleri yoktu. Kimse kimsenin işine de karışmazdı bizim mahallede.

Bir üstteki ev tipik dulhane evlerinden biriydi. Bahçesine merdivenle inilen bu evde Raym'anım (Rahime Hanım) Teyze otururdu. Onun da kocası çok önceden ölmüştü. Yalnız yaşardı ama çocukları sık sık ziyaretine gelirdi. Sessiz, sakin, sevilen komşularımızdan biriydi. 

Raym'anım Teyzenin yukarısında lakabı adını bastırmış neşeli teyzeyi hatırlıyorum. "Elma Şekeri" diye bilinirdi. Elmacık kemiklerine bolca sürdüğü allıktı bunun sebebi. Sessiz bir kocası ve artık evlenme yaşını geçmeye başlamış, devlet dairesinde çalışan kara kuru bir kızları vardı. Mini etek modasının başladığı yıllarda etek boyunu kısaltması ona bakış açımızı değiştirmemişti. İki kuru bacağının hiçbir albenisi yoktu. Fakat ara sıra onu ziyarete gelen bir arkadaşı vardı ki, mankenlere taş çıkartacak cinstendi, onu unutamam. İnce naylon çorap giymiş bacaklarını sergileyen süper minisiyle sokağın başından göründüğü andan itibaren bütün mahallelinin bakışlarını bir mıknatıs gibi üzerine çekerdi. 

Çocukken çok yemek seçerdim, annem bu huysuzluğuma karşı çoktan teslim bayrağını çekmişti. Özellikle yaz aylarında hiçbir sebze yemeğini ağzıma koymaz, öğünleri sana yağında pişirilen yumurtayla geçirirdim. Fakat abur cubura çok düşkün olduğumu söylemeliyim. Midem şerbetlenmişti bu pisboğaz beslenme şeklime. Mesela elime para geçtiğinde gider şambali dediğimiz, üzerinde bir sıra yer fıstığı monte edilmiş şerbetli hamur tatlısını alır, onu yedikten hemen sonra sokağımıza giren Turşucu Yaşar Ustaya kayıtsız kalmazdım. Dört bisiklet tekerlek üzerine oturan camekanlı el arabasında, biri lahana, diğeri badem dediğimiz körpe salatalığın (İstanbullular buna hıyar der) olduğu içi turşu suyu dolu iki plastik kovayı yerleştirmiş beyaz önlük giyen bir seyyar satıcıydı Yaşar Usta. Kovaların içinde birer plastik torba içine koyduğu buz kalıpları turşu suyunu iyice soğuturdu. "Yaşar Ustanın Florya Turşusu geliyoooor." dediğinde gözlerim parlardı. Genellikle lahana turşusunu tercih ederdim ama lahana parçalarıyla tıka basa doldurulmuş cam bardağın içine kepçeyle ilave ettiği turşu suyu miktarı azaldığı için üzülürdüm. Bu yüzden hızımı alamayıp, üstüne cila niyetine turşu ücretinin yarısını ödeyip bol acılı bir bardak sade turşu suyu içerdim. Mahallemizin seyyar satıcıları da bir nevi komşularımız sayılırdı.

Biraz daha yukarı çıkalım. Elma Şekeri teyzeye komşu Bekir'lerin ailesi sokağımızın düzgün nitelikli ailelerindendi. Nedense sık sık mevlut okuttukları kalmış aklımda. Bekir'in annesinin adı şu an geldi aklıma. Evet, Nimet Teyze, ufak tefek, güler yüzlü biriydi. Babası da sakin bir beydi, kavga ve gürültülerinin olmadığı nadir komşularımızdan biriydi onlar. Büyük kızları Kevser evlenmiş ve hemen ardından bir çocuk doğurmuştu. Bekir'e gelince... Bizden birkaç yaş büyüktü. Eşrefpaşa Lisesine giderdi ancak yıllarca dikiş üzerine dikiş atardı. Aynı sınıfı iki kez okuyan öğrencilere çift dikiş yaptı denirdi o zamanlar. Alaycı bir ifadeyle de "Sağlamcı gidiyor" denip kafa bulunurdu. Yine onun gibi lisede tekleyen bir üst sıradaki komşumuz Erdal yüzünden Eşrefpaşa Lisesine göndermek istememişti annem. Adı haşarılıkta kötüye çıkmış bir liseydi o zamanlar. Oturulan semtteki okullarda okuma zorunluluğu, okul aile birliklerine yardım yapıp ayrıcalık elde edebilecek kadar mali durumumuzun müsait olmaması sebebiyle ne Atatürk Lisesi, ne de Namık Kemal beni kabul etmemiş, burnumuzu sürte sürte Eşrefpaşa Lisesinin yolunu tutmuştuk. Sonunda gecikmeli de olsa liseyi bitirmişti bizim Bekir. Ödül olarak kendisine bir Bisan bisiklet alındı. Tip itibarıyla ufak tefek bir çocuktu. Bisikletin selesine dahi oturamıyordu ama onu sürmesini iyi öğrenmişti. Bisikleti olmayan bizim gibi çocuklara turu yirmi beş kuruş kiraya verir harçlığını çıkarırdı.    

14 Aralık 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 69


Ağaç Ev Sohbetlerinin 69. Hafta konusunu Uçun Kuşlar / Makbule Abalı belirlemiş. Sevgili Deeptone tarafından organize edilen bu etkinlikte bu hafta iyi başlayıp kötü biten ilişkilere, evlilikte ayrılık ve boşanmalara değineceğiz. Bu konuda benim düşüncelerimi aşağıda okuyabilirsiniz, diyecek sözü olanların fikirlerini özgürce ifade edebileceği Ağaç Ev Sohbetlerine katılımlarınızı bekliyoruz.

*** Evlilikte Boşanma ve Ayrılıklar ***

Çok sayıda düşünür ve yazar evlilik üzerine bir çok özlü sözler sarf etmiştir ama içlerinde bana en anlamlı geleni Jane Austen'in

"Evlilikte mutluluk, tamamen bir şans işidir."

sözüdür. Bazı çiftler evleninceye kadar kendilerini olduklarından farklı gösterirler. Önceleri kaybetmek kaygısıyla birbirlerine karşı son derece saygılı, ilgili ve dikkatli davranırken evlilik cüzdanını ceplerine koyduktan sonra gerçek yüzlerini çıkartırlar ortaya. Ruh ikizimi buldum diyerek rüya aleminde gezen bu insanlar, geçim derdine düşüp üzerlerine aldıkları sorumluluklarla yüzleştikleri vakit, büyük hayal kırıklığına uğramakta ve kısa bir süre sonra yollarını ayırmak zorunda kalmaktadırlar. Bu yüzden doğru bir beraberliğin tesisi için ilk şart dürüstlük ve karşılıklı güvendir.  

Evliliğin sürdürülmesinde diğer bir husus çiftlerin bu kurumdan ne beklediğidir. Eskiden beri toplumun kadına ve erkeğe yüklediği, aynı zamanda bütün dini inançlar tarafından da desteklenen bazı sorumluklar var. Erkek evin geçimini ve güvenliğini sağlar, kadın ev işlerini ve çocukların bakımını üstlenir. Ne yazık ki aynı düşünce birçok kesimin zihninde hala büyük yer işgal ediyor. Bu tür köhneleşmiş algıların esiri olan toplum kesimlerinde taraflardan birinin sorumluluğunu yerine getirmedeki yetersizliği doğrudan ya da dolaylı yollardan boşanma nedeni olabilmekte. Çağdaş toplumlarda eşler evin idaresinde iş bölümünü kendi aralarında yaparken bunu bir görev anlayışı içinde sürdürmeksizin karşılaşılan sorunlara el birliğiyle katkı sunmaktadırlar.

Ayrılık ya da boşanmayla sonuçlanan evliliklerin muhtelif nedenleri vardır. Ataerkil aile düzeninde özellikle kadının ekonomik özgürlüğe sahip olmadığı hallerde evlilik kurumu devam etse de kadın için bu birliktelik işkenceye dönüşmekte. Toplumun eğitim seviyesinin yükselmesiyle birlikte kadının iş hayatına daha büyük oranlarda katılması, kadına kendi malı gözüyle bakan cahil erkeğin gurunu kırmakta ve bu durum, kadına şiddet olaylarına, cinayetlere sebebiyet vermektedir. "Davul dengi dengine" diye bir sözümüz vardır. Eğitimli bir kız eğitimsiz ağanın oğluyla evlenmemelidir. Evlenseler bile bu evlilikten hayır gelmez. 

Evlilik teraziye vurulduğunda artısıyla eksisiyle, her şeye rağmen iyi bir şeydir. Yeter ki çok fazla beklenti içine girilmesin. Çiftler bu kurumda aynı karakter yapısında olmak zorunda değil. Hatta farklı becerilere sahip olmaları birbirlerini tamamlamak adına daha iyi sonuç verir. Büyüklerimden birine sormuştum, bunca yıllık evliliğinizin sırrı nedir, diye. Birimiz sinirlenip söylendiğinde diğerimiz susar onu dinlerdi, demişti. Gerçekten ilişkilerde önemli bir noktadır bu. Günlük hayatımızda işimize, arkadaşımıza ya da kendimize kızarız bazen. Evde eşimizden acısını çıkartmaya kalkar, durduk yere huzursuzluk çıkarırız. İşte böyle bir durumda karşılık vermek yerine susmak, alttan almak altın değerindedir. Bir süre sonra hatasını anlayan eş yaptığı yanlışı fark edecek gidip karşısındakinin gönlünü alacaktır.

Sonuç olarak ayrılma ve boşanmaya sebebiyet veren daha pek çok nedenden söz edilebilir. Bunlardan biri de aile büyüklerinin çiftler arasındaki ilişkinin içine burnunu sokmasıdır.  Sanılanın aksine evlilikte aşkın önemi yoktur. Çocuk sahibi olmak evlilikte çiftleri birbirine bağlarken aşk dediğimiz şey bir saman alevi gibi yanar, ve kısa bir süre sonra sönüp gider. Evliliğin temelinde güven, saygı ve sevgi vardır. Bunlardan en az biri zedelenmişse kurum hasar görmüştür. Depremde hasar görmüş binaları güçlendirebilirsiniz ama dışarıdan gelen hiçbir kuvvet yara almış bir ilişkiyi düzeltemez. İyi bir evlilik mutluluk getirir, doğru kişiyi bulduğunuza inanıyorsanız ilişkiyi koruyabilmek için ona güveniniz, saygınız, sevgi ve hoşgörünüz eksik olmasın.

13 Aralık 2020 Pazar

ÇOCUKLUĞUMUN KOMŞULARI # 4

Bir üstteki ev bizimkilerden biraz farklıydı. Bahçesine fazladan bir, iki oda ilave edilmişti. Muhtemelen daha fazla kişi yaşıyordu bir zamanlar. Ama ben çocukken Nuriye, oğlu ve torunu yaşardı sadece. Nuriye'den bahsetmeye başlarken gülümsememe engel olamıyorum. Değişik bir tipti. Seksen yaşlarında falandı yanılmıyorsam. Zayıf, uzun boylu, yüzü ve elleri kırışıktı ama yürüyüşü dimdikti. Elinde bir değnekle dolaşmayı severdi. Genellikle onu sokakta, üzerindeki pejmürde bir pardösü ile hatırlıyorum. Gevezeydi, yoldan geçen herkese laf atardı, argo, kaba ve küfürlü bir ağzı vardı. Hayır, aslında kadının kötü bir niyeti yoktu, hayatı tiye alan, öylesine eğlenceli bir tipti. Önüne gelene ayıp kelimelerle lakap takardı ama kimse aldırış etmezdi ona. Sataştığı kişilere şöyle bir bakar, tepkisini ölçer, herhangi bir karşılık almadığı zaman muzipçe gülerdi gözlerinin içi. Ben uslu, öyle kavgaya dövüşe karışmayan kendi halimde bir çocuktum. Beni her gördüğünde "kibar ..." diyerek takıldığında utancımdan yerin dibine girerdim. Torunu Horoz Nuri, kavgacı, zayıflıktan neredeyse kemikleri sayılabilen bizim yaşlarda bir çocuktu. Pek arkadaşlık etmezdim onunla. Annesi ya ölmüştü ya da eşinden boşanmıştı. Ailenin geçimini sağlayan babası sessiz, sakin bir adamdı, sabah gider, akşam gelirdi. Nuriye öldükten sonra bahçedeki odayı iki delikanlıya, kiraya verdiler. Liseye başladığım yıllar çevrem hep devrimci gençlerden oluşuyordu. Bu yeni kiracı gençler ise ilk tanıdığım ülkücülerdi, diyebilirim. İşten döndükleri vakit, takıldıkları mahalle bakkalının önünde ara sıra sohbet ederdik. Sağ sol çatışmaları iyice artmıştı. Her gün sağdan soldan birçok kişi öldürülüyordu. Hilal bıyıklı olanı, bir gün, "Süleyman'ı denedik, Ecevit'i denedik, bir de Türkeş Babamızı deneyelim bakalım ne olacak?" dediğinde bu sözleri bize küfür gibi gelmişti.  

İkindi vakti, güneş çekilir çekilmez rahle ya da tokmak dediğimiz ahşap oturaklar kapıların önüne dizilirdi. Bütün kadınlar, çocuklar yerlerini alıp heyecanla çiğdemciyi beklerdik. Çok geçmeden sesi duyulurdu. "Çiğdem çekirdek, çuvalı yirmi beş" Sokağın başında üç bisiklet tekerleği üzerine bir camekanın monte edildiği arabayı süren orta yaşlı adamı görür görmez annelerimizden aldığımız bozuk paralarla onu beklemeye koyulurduk. Satıcı, kapımızın önüne geldiğinde, yirmi beş kuruşa bir küçük çay bardağı çiğdem çekirdeğini önceden eski gazeteleri bükerek hazırlamış olduğu külah ya da fişek dediğimiz kağıtlara doldururdu. En sevdiğim saatlerdi günün o saatleri. Bütün mahalleli anlaşmış gibi kapılarının önünde bir yandan çekirdek çitlerken gelen geçeni seyreder, tanıdık birini gördüklerinde ayaküstü sohbete dalar ya da komşular karşılıklı birbirlerine laf atardı. Önceleri tamamen Giritçe yapılan bu sohbetler, yaşlılar birer birer ölünce zaman içinde Türkçe' ye dönüşmüştü. Fakat yine de çocukların duymasını istemedikleri konularda Giritçe konuşmak büyüklerin iyi bir kaçış yoluydu. Bir gün ısrarla ağızlarından çıkan "mimilis" sözcüğünün anlamını sormuştum anneme. O da sonunda pes edip, "sus, duymasınlar" demek, dedi. O vakitten sonra artık başlarına musallat olacak, ne zaman "mimilis" çıkarsa ağızlarından, bizden sakladıkları şeyin ne olduğunu inatla öğrenmeye çalışacaktım.

Akşam ezanı okunduğunda evlere kapanma vaktinin geldiğini anlardık. Özellikle yaz akşamları yapılan bu çiğdem seremonilerinin son aşamasında, herkes oturduğu rahlesini evlere taşır, kadınlar ellerine aldıkları çalı süpürgeleriyle çekirdek kabuklarını yerde bir tane bırakmayacak şekilde süpürür, temizlerlerdi.