KATEGORİLER

3 Haziran 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 31/2


Sargent, yolculuk için hazırlandığımı duydu. Ona avukatlarımın bana önerdikleri çözüm yolunu söyledim.

“Gandhi'nin açlık grevlerine karşı olduğunu biliyorsun değil mi?” diye sordu.

“Sözü nereye getirmek istiyorsun? dedim.

“Gandhi, açlık grevleriyle hapishane koşullarının iyileştirilmesi ya da hapistekilerin erken salıverilmesi için gardiyanlara baskı yapıldığını söylüyordu. O baskının her çeşidine karşıydı.” dedi.

“Ne yani, onların taşımasını beklemektense idama götürecek tekerlekli sedyeye kendim gitmeliyim, öyle mi?” dedim.

Sargent, “Allah kahretsin Inocente, sen kendini filozof mu sanıyorsun?  Elbette lanet olası sedyeye kendin gitmemelisin. Benim sana söylemek istediğim, kendini kontrol etmen, yani kendine karşı dürüst olman, anlıyor musun?” dedi.

“Evet, anlıyorum, teşekkürler Sargent.” dedim.

Hücremden ayrılırken, “Selametle kardeşim.” dedi, “Kahverengi Gömlekliler* bizi tekrar bir araya getirince yeniden görüşürüz.”

Beni D Blok'una götürdüler. Geriye dönüp baktığımda, beni, bugün olduğum kişiye dönüştüren şeyin D-Blok'u olduğuna inanıyorum. Dünyaya bakış açım değişmişti. O zamana dek hapishanede bir ziyaretçiydim sadece. Oraya ait değildim. Ama D-Blok'a geçince mutfaktaki şefliğim, bir kadının kocası olmam, hücredeki arkadaşlığıma dair her şey son kalıntısına kadar silindi ve bütün kimliği sadece kendi ailesi olan biri oldum.


Sargent'a Gandhi'nin de böyle düşünüp düşünmediğini sormak isterdim, ancak Sargent artık yanımda değildi. Onu çok özlüyordum. Águila'yı da.

Lila, beni yeni hücreme bıraktığında, bana birkaç tane kulak tıkacı vermişti. Çok geçmeden bunun nedenini öğrendim. O gece saat dokuzda, yan hücremde kalan mahkûm anlaşılmaz bir dilde konuşmaya başlamıştı. Nezaketle "Lütfen sessiz ol kardeşim!" diyerek onu uyardım. Bana, anlamadığım bir dizi metalik tıklama sesi ile cevap verdi. Kulak tıkaçlarımı taktım ve uyumaya çalıştım. Ertesi sabah infaz memurlarının kahvaltı saatini haber verdikleri vakit uyandım. Birkaç dakika sonra üç kasklı muhafız komşumun hücresine daldı. Adam çorba kaşığıyla oyduğu gözünü yemiş. Onu helikopterle Houston'ın bir saat güneyindeki bir psikiyatri kliniğine götürdüler ve bize bir hafta boyunca hücremizde kilitli kalacağımızı söylediler.


O günün ilerleyen saatlerinde, koğuşun en yaşlı mahkumu uykusunda öldü. Dallas şehrindenmiş, yetmiş dört yaşında, iki yıl önce geçirdiği felç nedeniyle tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuş, beyaz bir adamdı. Onu salona çıkardıklarında kucağında oksijen tüpünü tutuyordu. Yüzbaşı hücrede kilitli kalma süremizi yedi gün daha uzattığını söyledi.


Kendine Vaiz Bob adını veren bir mahkûm, heyecanlı bir şekilde vaiz vermeye başladı. Yüzbaşıya, Tanrı'nın bile Sodom ve Gomore'yi yok etmeden önce dürüst davranıp haklı ve haksızı ayırdığını söyledi. Yüzbaşı,

“Bunun ne önemi var, Mahkûm.” dedi ve arkasını dönüp uzaklaştı.

Vaiz Bob kapıya bir kafa attı ve yedi saatten uzun sürecek abuk subuk bir vaaza başladı. Kulak tıkaçlarıma rağmen, onun saçma sapan lafları gece boyunca beni uyutmadı. Ona bir uçurtma gönderdim, Notuma,

Fidel Castro’nun saçma sapan konuşmaları bile ipe sapa gelmez vaazlarınızdan daha kısa. Biraz uyuyabilmemiz için, sesinizi biraz kısmaya ne dersin?” diye yazdım. Bana hemen bir cevap gönderdi ve

A-Bloktaki Meksikalı kim?” diye sordu.

Gardiyanların beni fark edip etmediklerini anlayabilmem için bir haftalığına oruç tutmaya karar verdim. Ne kadar kilo verdiğimi bilmiyordum, bir tartıya çıkıp öğrenmek mümkün değildi tabii, fakat ayağıma geçirdiğim şortumun aniden bollaştığını ve çıkan kalça kemiklerimi görebiliyor, kaburgalarımı sayabiliyordum. Kimse tek laf etmedi. Sargent'ın bana verdiği, Beccaria**’nın kitabını açtım, aklım karışmıştı ve okuduğumu anlayamıyordum. Hücrelerimize kilitlendiğimizin sekizinci gününden itibaren tıraş olmamaya karar verdim. Muhafız, sakal bırakmaya başladığımı görünce, bana tıraş olmamı emretti. Ona tıraş bıçağım olmadığını söyledim. O gün, öğleden sonra bana bir tıraş bıçağı getirdi ve sakalımı hemen kesmemi istedi. Ona kulak asmadım.

"Bu senin için son uyarı, Mahkûm. Hemen tıraşını ol." dedi. Beni izlediğini hissediyordum.

Vaiz Bob'un Yeremya' dan ayetler okuduğunu duydum.
Onlardan korkma. Size karşı savaşacaklar ama sizi yenemeyecekler, çünkü sizi kurtaracağım.

Hayal görmemek için gözlerimi sıkı bir şekilde ovuşturdum. Büyük bir sessizlik oldu. Hücremden dışarıya baktım, başına kask takmış üç muhafız gördüm. Dördüncüsü, bir elinde video kamerayı, diğer eliyle göz yaşartıcı sprey kutusunu tutuyordu.

“Bir sorun mu var?” diye sordum. Biraz düşününce durumun kötüye gittiğini zaten anlamıştım. Anlaşılan burada işler böyle yürüyordu. Biri servis penceresinin kapağını açtı ve bana göz yaşartıcı gaz sıktı. Gözlerimden yaşlar süzüldü ve boğazımda safranın yükseldiğini hissettim. Kuru kuru öğürmeye başladım. Bir tanesi kapıdan uzaklaşmam için bağırdı, sonra servis kapağı yeniden açıldı, yanağımdan sert bir darbe yedim. Bir gardiyan Üç, iki, bir diye saydıktan sonra birden kapı açıldı ve üç kasklı muhafız içeri girip beni yere yatırdı. Karnımın üstüne yatırdılar, nefes almaya çalışıyordum. Biri sırtıma dizini dayamıştı. Taşa vuran ön dişimin kırıldığını hissettim. Tulumumu yırttılar ve ellerimi kelepçelediler, sonra beni ortasında bir su gideri olan başka bir kafese koydular. Video kameralı muhafız, kayıt almaya devam ederken kadın bir gardiyan beni bir yangın hortumuyla yıkadı. Tıraş olmamı emreden gardiyan,

Son uyarı, son uyarıdır”, Mahkûm, dedi. Kelepçeler hala bileklerimdeydi ve çıplak halde ve vücudumdan sular damlarken, iki yeni muhafız beni üst katta bir hücreye götürene kadar duş alma kafesinde kıç üstü oturdum. Beni hücreye atmalarından sonra kapı arkamdan kapandı.

“Hey, eşyalarım nerede?” diye bağırdım. Ne şilte, çarşaf ne de herhangi bir giyecek vardı. Yere oturdum, dizlerimi göğsüme bastırıp ısınmaya çalıştım.


O gece servis penceresi açıldı ve McKenzie içeri bir tulum ve bolonez soslu bir sandviç fırlattı. Bir ısırık attım. Tadı bozuk para gibiydi, kalanını çöpe attım.

“Seviye 3'e hoş geldin, pislik. Lanet olası herif, burada inatçı bir deve jokeyi gibi hareket edersen, layığını bulursun.”dedi. 

Bir diş fırçası, bir kalıp sabun ve bir de tıraş bıçağı verdiler. Komodini temizledim. Bir hafta sonra ikinci gazımı yedim. Geçen sefer sırtıma çöken ayı yine iş başındaydı. Öksürük nöbetine tutulmuştum, içeri girdiler, bana saldırıp üzerimdeki kıyafetleri çıkarttılar. Bu sefer başka bir dişimin kırılmamasına dikkat ettim. Yere indirdikten sonra, beni, zemine sabitlenmiş metal bir sandalyenin bulunduğu aydınlık bir odaya sürüklediler.

“Burası eskiden kullandığınız bir gaz odası mıydı?” diye sordum.

Bir süredir görmediğim diş teli takan genç gardiyan, Teğmen’e baktı.

“Burasını gaz odası olarak kullanmış mıydık, Teğmen?” diye sordu. Gardiyan,

“Bizim görevimiz düzeni sağlamak, Çavuş, Nazi subayı değiliz.” dedi.

“Görevinizde başarılar dilerim, genç dostum.” dedim.

Çavuş, bir cevap vermek için hareketlendi ancak Teğmen ona sert bir bakış atınca vazgeçti. Ellerimi önden kelepçelediler, göbek deliğimde biriken suya yol vermek için başparmağımı kullandım.

*Kahverengi Gömlekliler : Nazilerin eli sopalı paramiliter zabıta teşkilatına benzetilen gardiyanlar
Beccaria**: Cesare Beccaria (1734-1794), İtalyan hukukçu, filozof, ekonomist, edebiyatçı

(Devam edecek) 

2 Haziran 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 41

Taha Akkurt, Edischar, İrem Can, DeepTone' tan sonra moderatörlüğü devralan Zeynep/ Kayıp Fısıltı Ağaç Ev Sohbetleri'nin bu haftaki konusu için Sessiz Gemi arkadaşımızı seçmiş, o da kendi blogunda konuya ilişkin gayet hoş bir yazı hazırlamış.

Evet, gayet güzel gidiyor,  bu hafta 41. si Ağaç Ev Sohbetlerinin yani AES' in. Kısaltma da iyi yakıştı değil mi? Hemen AES'41'in konusunu verelim o zaman.

1. Kendi çektiğin ilk fotoğrafı hatırlıyor musun? Neyi fotoğraflamıştın? 3. Bunun için bir fotoğraf makinası mı kullandın, bir telefon mu? Çektiğin o fotoğrafı ve o anı anlatır mısın?


Fotoğraf konusunda ahkâm kesecek belki de en son kişi benim sanırım. Seneler, seneler önceye gidiyorum. Şimdi durumlar nasıl bilemem ama Doğu'nun Paris'i olarak anılan G.Antep'in bir başka özelliği daha vardı eskiden. Türkiye'ye kaçak yollardan giren elektronik eşyanın çoğunu bu şehrimizin sınırları dahilinde bulabilirdiniz. Gizli saklı yapılan bir şey değildi bu aslında. Bakanı, milletvekili, valisi herkes bilirdi G.Antep'in bir kaçakçılık cenneti olduğunu.

Görevi gereği bir süre Gaziantep'te yaşayan bir yakınımızın ziyaretine giden anneannem dönerken  Philips marka transistörlü bir radyo getirmişti bana. İkinci dönüşünde civciv sarısı çift hoparlörlü Sony marka bir teyp, son dönüşünde ise Lübitel 2 marka Rus yapımı bir fotoğraf makinası! Şimdi bana sorsalar, yaşamın boyunca aldığın en güzel hediye hangisi diye, ilk üçte bunları sayarım. Havamdan geçilmezdi. Günümüzdeki fotoğraf makinalarının yanında son derece iptidai kalan fotoğraf makinem, o zamanlar pek bir el üstünde tutulurdu. "Ruslar bu işi iyi yapıyorlar canım" denilen çağlarda, Japonlar ancak fotoğraf makinelerinde kullanılan Kodak ve Fuji markalarıyla film endüstrisine girebilmişlerdi.

Çok detaya girmeden size benim o ilk fotoğraf makinemi tanıtayım. Aslında detaya girmek istesem de bunu anlatacak teknik bilgim olmadığı gibi makinemin de anlatacak çok fazla teknik bir detayı yoktu zaten. Kendinden otomatik çekim özelliği dışında ultra manuel bir aletti, zat-ı şahaneleri.

Üstte bir kapak, tırnağına basılınca bohça gibi açılıyor. Kapaklardan birinin üzerine iliştirilmiş basit bir merceği kaldırdığınızda objektife yansıyan cismi biraz daha yakından görebiliyorsunuz. Ne işe yaradığını bugün sorsanız size anlatamam. Garip bir vizörü var ama gelin biz ona vizör demeyelim. Çünkü viźörden ziyade bir delik bırakmışlar adamlar, kadrajı çerçeveye almak için. Esas özelliği gerçek vizöre elli santim kadar yukarıdan bakılması. Boynunuza geçirdiğiniz bir kayış makineyi bel hizanızda tutmanızı sağlıyor.  Bu bakımdan güvenli ayrıca, elinizden düşürme tehlikesi yok.

Makinenin arka yüzündeki kocaman kapağın altında film kartuşunun yuvası var. Tabii o zaman kullandığımız fotoğraf filmleri siyah beyaz. Doğru bir şekilde yerleştirmeniz lazım. Aksi takdirde benim yaptığım gibi filmi tersine yerleştirip on iki pozluk filmi yakarsınız. Evet, bir kartuşla on iki poz çekebilirdiniz ancak. Bu yüzden film parası, tab edilmesi, kağıda basılması derken bir sürü para. Yani öyle canınız istediğinde deklanşöre basamazsınız.  Sonradan piyasaya çıkan 36 pozlu film kullanan makineleri gördüğümüz zaman çektiğimiz eziyeti daha iyi anlamıştık.

Diyelim ki, filmi usulünce yuvaya yerleştirdiniz. Sonra bir sarma düğmesi var onu çevirip uygun konumuna getirmeniz gerekirdi. Çift mercekli objektifin üzerinde açıklık, enstantane gibi ıvır zıvır şeyler vardı ama pek oralarını kurcalamazdım. Kritik nokta şuydu. Diyelim ki, çekmek istediğiniz cismi ya da manzarayı kadraja denk getirdiniz ve arkasından deklanşöre bastınız. Bir sonraki poz için o bahsettiğim sarma düğmesini yeniden çevirmeniz gerekirdi. Ha, ben uğraşmam bununla, basar giderim diyecek olursanız, sonradan çektiğiniz fotoğraf gelip ilkinin üstüne pişti olur. Dalgınlıkla az pişti yapmamıştım o zamanlar...

Elbette uzun yıllar geçti. Akıllı telefonları bırakın en basitinden cep telefonlarının, internetin esamesi okunmuyordu o zamanlar. Tabiatıyla ilk fotoğrafımı yukarıda sözünü ettiğim Lübitel 2 fotoğraf makinesiyle çekmiştim. İlk çektiğim fotoğrafı hatırlamam çok zor ama ilklerden birkaç tanesini dün gibi hatırlıyorum. Küçük kardeşimin başına bir siperlikli şapka geçirmiştim. Eski evimizin avlusunda onun kısa pantolonlu fotoğrafını çekerken yıllar sonrasını hayal ettiğimi hatırlıyorum. O yıllardan geriye doğru, fotoğrafı çektiğim o ana bakmak, acaba nasıl bir duygu yaşatacaktı bana? Aklımda kalan bir diğeri, mutfak penceresi önündeki çiçeklerin arasında, annemin dışarı baktığı esnada çektiğim fotoğraftı. O an yine aynı duyguları  yaşamıştım. Yani her iki fotoğrafı çekerken kendimi yaşlandırıp o ana baktırmıştım. Doğal olarak gördüğüm düşündüğümden farklı olarak o andan başkası değildi.

Nerede şimdi o fotoğraflar? Annemin evindeki albümde belki... Belki de kız kardeşim aşırdı, bilemiyorum. O iki fotoğraf olmasa bile, onların siyah beyaz görüntüleri zihnime fena halde kazınmış durumda. Aklıma düşünce o enstantaneler capcanlı gelir gözümün önüne. 

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 30/2

Avrupa'da yaşayan insanlardan haftada yedi sekiz adet mektup alıyordum, bunların büyük bir kısmını kadınlar gönderiyordu. Hücredeki mahkumların çoğunun bir ya da iki mektup arkadaşı vardı, Sargent'a göre ben Ted Bundy* kadar ünlü biriydim. Bu yüzden postacılar hep bana çalışıyordu. Bazı kadınlar bana çıplak fotoğraflarını yolluyorlarmış ama ben onları hiç göremiyordum. Söylenenlere bakılırsa, gardiyanın biri benim için gönderilen fotoğrafları  alıp duvarına asıyormuş. Okuduktan sonra mektupların hepsini atıyordum.

Sargent, “Onları cevapsız bırakman zalimlik” demişti.

“Tam aksine, onlara cevap vermek benim için büyük zulüm olurdu.” diye cevap vermiştim.

“Belki, sen haklısın, Inocente.” demişti.


Macaristan'dan yazan bir kadın, cevapsız bıraktığım ilk mektubundan üç ay sonra bana, “Seni lanet olası piç, karını öldürdüğünü biliyorum.” diye çıkışmıştı. Başka biri Hollanda'dan elle çizilmiş tasvirlerle süslü İncil ayetleri göndermişti. Sargent'a Taberiye Gölü üzerinde yürüyen İsa'nın kara kalem resmini göstermiş ve ona böyle bir resim yapıp yapamayacağını sormuştum.

İngiltere'den bir kadın, neredeyse üç yıl boyunca bana, haftada bir yazdı. Gönderdiği mektupların sayfa sayısı o kadar fazlaydı ki zarfı katlamak mümkün olmuyordu. Yazdıkları günlük hayatının sıradan detayları ile doluydu; akşam yemeği için ne pişirdiğini, televizyonda izlediklerini, siyaset dünyasında neler olduğunu, yeni aldığı köpek yavrusuna ne yedirdiğini falan anlatırdı. Azmi beni hayrete düşürmesine rağmen ona bile cevap yazmadım. İlk kez, bir ayı aştığı halde ondan mektup gelmemişti. Bir süre sonra, yine aynı kalınlıkta benzer bir mektup aldım. Kadının yetişkin kızı, annesinin vefat ettiğini bana bildirmek için yazdığını söylerken onun bana bıraktığı birkaç yüz poundu, kaldığım hapishaneye nasıl transfer edebileceğini soruyordu. Cevapladığım tek mektup buydu. Kalemi elime alıp yazmaya başladım:

“Anneniz, tahmin edemeyeceğiniz bir şekilde, buradaki günlerimin iyi geçmesini sağladı. Onun mektuplarını çok özleyeceğim. Size ve ailenize en iyi dileklerimi sunuyorum.”

Kısa mektubumun sonuna, parayı gönderebilmesi için bir hesap numarası ekledim. Verdiğim hesap numarası bana ait değildi. Sargent'ın hesap numarasını yazmıştım.

Uyku, zamanımın geçmesini sağlıyordu. Hapishaneye düşmeden önce diğer normal insanlar gibi uyurdum. Burada bazen günde on dört saat uyuyorum. Yoga yapmaya başlamıştım. Bir sürü şiir kitabı sipariş ettim ve şiirleri ezberlemek için çok zaman harcadım. Tek bir soneyi ezberlemek bütün günümü alıyordu. Yetmiş üç sözcüğe kadar Pi şiiri** ezberledim. Bunları sadece kendimi düşünerek yaptım, beynimi ve vücudumu atrofiden*** uzak tutmak için. Çünkü buradan çıkmayı kafama koymuştum. Bunun nasıl ya da ne zaman olacağını bilmiyordum ama bir şekilde başaracaktım. Hapishanede ölmeyecektim.


Burada insanlara faydalı olabilecek başka şeyler de yaptım. Mahkûmların, kantinden kolaylıkla temin edebilecekleri gıda ürünleriyle yapabilecekleri yemek tariflerimden oluşan bir kitap yazdım:

Salsa soslu fasulye üzerine kabuklu patates cipsli sosis; Kung Pao usulü ton balığı salatası; çedar peynirli hindi dolması tariflerim hücreler arasında ağızdan ağza ya da ****uçurtma' lar vasıtasıyla aktarıldı. Bana dostça yaklaşan gardiyanlar arasında adım, Şef Mahkûm olarak dolaşmaya başladı.

Sargent benden yöresel bir yemek tarifi istedi, bunun üzerine, ona ıspanak yaprakları ile pişirilmiş jambon biftek ve cherry domates suyunda pişirilmiş domuz pirzolası önerdim.

Bir ara, ömür boyu hapis cezasının o kadar da kötü bir şey olmayabileceğini düşünmeye başlamıştım. Aklım başıma gelince bu düşüncem nedeniyle kendimden nefret ettim.

1,067. Gün: Avukatlarımın yasal işlemlerin ne kadar süreceği konusundaki tahminleri şaşırtıcı derecede doğru çıkmıştı. Eyalet mahkemesinin suçlu bulunduğuma dair kararıyla bu kararlarını destekleyen delilleri bildirmek üzere yanıma geldiler.

“Neymiş onlar? diye sordum.

Olvido, “Sizin cinayet mahallinde bulunduğunuza dair fiziksel kanıtlar.” dedi.

“Ama orası benim yaşadığım yer.” dedim.

Olvido, “Biliyorum.” dedi.

Avukatlarım bana Federal Mahkemeden yeni bir avukat edinme hakkımın olduğunu söylediler. Yeni avukatın, sorunları daha iyi gündeme getirebileceğini, kendilerinin bazı konularda yetersiz olabileceklerini, idam cezasına itiraz etmemekle büyük bir hata yapmış olduklarını bir kez daha dile getirdiler.

“Siz benim istediğimi yaptınız. Hepinizin kalmasını istiyorum. Buna bir engel var mı?" dedim.

Olvido bana bunun kendi açılarından sorun teşkil etmeyeceğini söyledi ve gitmek üzere hep birlikte ayağa kalktılar. Luther, başını dik tutuyordu ancak Olvido ve Laura, kıyafetleri iki beden büyükmüş gibi halsiz görünüyorlardı. Cama vurdum, Olvido geri dönüp unuttuğu telefonunu aldı.

“Bana güvenerek ruhlarınızı ateşlerken kör bir pilotla uçtuğunuzu düşünmekte haklısınız. Ama yine de sizi fazlasıyla takdir ettiğimi bilmenizi isterim. Benim burada olmam sizin hatanız değil. Ben dâhil, buradaki herkes biliyor ki bu davayı siz kazanamazsanız, hiç kimse kazanamaz. Capiche*****?"  dedim. Elimi cama dayadım.

Olvido, “Bay Zhettah, siz büyük bir adamsınız.” dedi.

“Bana Rafael demenizi rica etmiştim.” dedim.

“Evet, biliyorum. Rafael, sen büyük bir adamsın.”

Bana gülümsedi ve karşılığında ben de ona gülümsedim. Hücreme geri dönerken kaderime teslim olmuştum.


Avukatlarım ayrılmadan önce bana mahkeme kararının bir kopyasını vermişti. Aleyhime verilen karar oy birliğiyle alınmamıştı. Açıkça anlaşılıyor ki, yargıçlardan biri, beni mahkûm etmek için eldeki kanıtların yetersiz olduğunu düşünmüş.

Gerçekten de hiçbir görgü tanığı ya da fiziksel kanıt mevcut değildi. Üstüne üstlük bir de mazeretim vardı. Toplanan bütün bilgiler, Tieresse ile sıcak ve sevgi dolu bir evliliğim olduğunu ortaya koyuyordu. Evet, cinayetin bir felsefesi vardı ama aldatma cinayetin tek kanıtı kabul edilseydi, ilk önce Lord Byron’ın yargılanması gerekirdi.

Diğer iki yargıç aynı fikirde değildi. Biri, kanıt bulunamamasının, soğukkanlı ve iyi hesap yapan bir planlamacı olduğumu gösterdiğini belirtmiş, diğeri ise, Tieresse'nin ne zaman yalnız kalacağını, alarmın nasıl kapatılacağını ve ortamı temizlemeye ne kadar zaman harcamam gerektiğini bildiğimi iddia ederek, bazı durumlarda, bariz şüphelerin suçlunun ortaya çıkarılmasında yeterli olacağını yazmıştı.


Meksikalı uyuşturucu tacirleri, babamı silahla vurarak öldürdüklerinde, henüz lise birinci sınıf öğrencisiydim. Daha onun yaşadığı kadar yaşamadım. Eğer doğal yaşamım aşağı yukarı onunkiyle aynı olsaydı, kaç yıl yaşayacağımı bilmem mümkün değil. Kırk ikinci doğum günümden iki hafta sonraki gece, hayatımın en az yarısını harcadığımın farkına vardım, ranzama oturdum ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Sargent'ın 

"Konuş benimle, Inocente" dediğini duydum. Fakat çok derinlere dalmıştım.

“Belki daha sonra.” dedim. “Henüz buna hazır değilim.”

Ertesi sabah erkenden, kahvaltı saatinde, bir muhafız timi geldi ve eşyalarımı toplamamı söyledi. Şafak vakti beni başka bir yere götürmek üzere, kalmakta olduğum B Blok'tan aldılar. Gardiyanlar bunu sık sık yaparlar, laf olsun diye insanların yerlerini değiştirirlerdi. Kapınıza gelirler, eşyalarınızı toplamanızı söylerler, ellerinize kelepçe takarlar ve sizi başka bir hücreye koyarlar. Bütün bunlar sözde güvenlik adına yapılır. İşin doğrusu yaptıkları bu eziyet, gardiyanların, mahkûmları taciz etmesinin bir yolu. Hiç haber vermeden taşınmak, insanları rahatsız eder. Yeni komşuları artık onlara tanıdık gelmez; hücrelerini süslerler, her şeyi temizleyip düzenlerler, sonra her şeye yeniden başlamak zorunda kalırlar.  Yine de o kadar rahatsız olmazdım ben. Çünkü burada rahatı hissetmek istemiyordum. Hayatımı perişan etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmalarını memnuniyetle karşılıyordum. Karşımda gardiyanları görünce, onlara “Buenos días, jefe!****** Neden bu kadar geciktin?” diye sorardım.


* Ted Bundy :70’li yıllarda birçok kadını öldüren bir seri katil
** Pi şiiri : Pi sayısının basamaklarındaki rakamlara uygun sayıdaki harflerden türetilen kelimelerle yazılan serbest nazım şiiri. 
*** atrofi : Körelme, dumura uğrama
**** uçurtma : Mahkumların birbirlerinin hücrelerine kıvırarak fırlattıkları üzerinde mesaj içeren kağıt parçaları
***** Capiche? : İspanyolca, Anladınız mı?
******Buenos días, jefe. : İspanyolca, Günaydın patron!

(Devam edecek)

1 Haziran 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 29/2

Yaşamlarımızı, aylara göre değil, spor karşılaşmalarının oynandığı zamanları ölçü alarak belirliyorduk. Burada insanlar, kantinden alınabilecek eşyalarla, basketbol maçları üzerine bahse girer, daha sonra bu, beyzbol ya da futbol şeklinde devam eder. NFL*’yi kaçırmamak için hiç kimse Ağustos ayında ziyaretçi kabul etmez. Müdürün ziyaretinden sonra Águila,

“Lanet olsun, Inocente, Dünya Kupasını kaçıracağım. Como siempre, mi corazón dice México.** demişti.  Sonra bir süre duraksamış,

“Ama bizimkiler bu sene yok.” demişti. Yüzüne bir üzüntü çökmüş sonra toparlanıp bana heyecanla,

“Öyleyse yoluna devam et Inocente, banko İtalya oyna, anladın mı?” demişti.

O yılki kupa finallerinde Fransa tarafından epey zora sokulan İtalya, 1-1 berabere sonuçlanan uzatma devresinden sonra maçı, penaltı vuruşlarıyla 5-3 kazanmıştı.


Avukatlarım, düzenli bir şekilde ve yazılı olarak beni bilgilendiriyorlardı. Herhangi bir gelişme olmasa bile ayda bir kez ziyaretime geldiler. Zaman içinde bu ziyaretlere alışmıştım. Avukatlarımdan biri olan Luther'in, Birleşik Devletler Deniz Piyadelerinde çalıştığını, diğer avukatım Laura’nın profesyonel bir müzisyen olduğunu öğrendim. Sargent bana, baş avukatım Olvido'nun bizi temsil etmeye başlamadan önce, büyük çaplı bir şirketin avukatlığını yaparak çok para kazandığını söyledi. Öyleyse, neden hala avukatlık yaptığını bilip bilmediğini sordum. Sargent,

“Kadın olmasının da etkisiyle onun Mesih kompleksi***’ne sahip olduğunu düşünmek fazla cinsiyetçi bir yaklaşım değil sanırım” demişti.


Üçüncü toplantımızda Olvido,

“Ölüm hücresindeki mahkûmların masum olduğunu iddia etmesi pek sıradan bir şey değil. Bu işi yıllardır yapıyorum ve tanıdıklarım arasında bunu yapan ikinci kişi sizsiniz.” demişti.

“Ben size en baştan beri masum olduğumu söylüyorum.” dedim.

Olvido, “İşte bu yüzden size gerçekten zor bir soru sormam gerekiyor.” dedi ve anlatmaya başladı:

“Ölüm cezasına çarptırılmış mahkûmları temsil eden avukatlar, iki taktikten birini uygulamak zorunda kalır Ya jürinin sanığı suçladığı karara itiraz ederler ya da sadece ölüm cezasına karşı direnirler. Müvekkillerin neredeyse tamamı ikinci yolu tercih ederler ve çoğunlukla suçlamalara itiraz etmelerinin amacı, ölüm cezasından kurtulmak içindir. Bu strateji sanıkların işine gelir çünkü istedikleri tek şey ölüm yerine ömür boyu hapis cezasıdır.” Sonra gözlerimin içine bakarak,

“Biliyor musun, müvekkillerimin çoğunun benden istedikleri tek şey, ailelerini görmek ve arkadaşlarıyla hentbol oynarken kalp krizinden ölmektir.” dedi.

Benim davam, avukatların hiç de alışık olmadıkları bir soruna yol açmıştı. Çünkü ben hayatımı, işlemediğim bir suç için hapiste geçirmek istemiyordum. Avukatlarımın her iki taktiği uygulamaları durumunda düşecekleri ikilem, mahkemenin elinde beni cezadan kurtulmamı sağlayacak yeterli delilin olup olmayacağıydı.

Olvido, “Suçlu olduğu bilinen bir katili sokağa salıvermesinden dolayı yargıç sorumlu tutulamaz ve sadece zanlının suçu işlemediğinin anlaşılması durumunda yargıç kararın infazına izin vermez.” dedi.

Ona bunun hiç de mantıklı olmadığını söyledim.

“Yasal olarak bu böyle, ama duygusal açıdan sana mantıksız gelebilir.” dedi.

“Suç işlemeyen birine nasıl idam cezası verebilirsiniz?” diye sordum.

Olvido, şöyle izah edeyim o zaman dedi,
“Bizim bilmemiz gereken tek şey, bütün enerjimizi size yapılan suçlamaları kökünden reddetmeye harcarken, mahkûm edildiğiniz idam cezanızı müebbede çevirmeye yönelik gayretlerimizi bir tarafa bırakmamızı isteyip istemediğiniz.”

“Elbette bunu istiyorum. Ya hedefi vuracaksınız ya da bana beş kuruşluk faydanız olmayacak. Oyun oynamak istemiyorum.” dedim.

Olvido, “Ben de burada sizinle dalga geçmiyorum, sadece geri alınamayacak bir karar verdiğinizi bilmenizi istedim.” dedi.

Kırk yıl hapis yatmanın nasıl bir şey olacağını hayal etmeye çalıştım. Görüşme salonunda, kalın camın diğer tarafında, Asyalı bir mahkûm eline telefonu almış, iki küçük çocuğu dizlerinin üstünde zıplayan minyon bir kadınla konuşuyordu. Olvido yanımda bir tur attı, gözlerimi diktiğim yere baktı ve geri döndü.

Hayatta kalmak, belki de, şartları kötü hayvanat bahçesinde, bir hayvan gibi yaşamak anlamına gelse de, ölmekten daha iyiydi. Bu iki Asyalı çocuğun babalarına dokunma imkânı olmuş mudur acaba derken derin düşüncelere dalmıştım. Olvido, benim bu halimi görünce dayanamadı;

“Sonradan karşına çıkabilecek bazı sorunları şimdi gündeme getirmemek konusunda karar verdiysen, unutma ki onları daha sonra ben de gündeme getiremem. Yaşamının üzerine bahse giriyorsun. Mahkemede birinin suçlu olmadığını kanıtlamak, masum birini ölüme göndermekten daha zor olduğunu söylemek zorundayım.” dedi.

“Bu benim için kolay bir karar.” dedim.

“Benim için değil.” dedi.

“Ama bu kararı verecek olan benim, değil mi?” diye sordum.

“ Evet, öyle.” dedi.

“O zaman, benim masum olduğumu kanıtlamanı istiyorum. Eğer bunu yapamayacaksan, beni öldürmelerine izin ver."

Ayağa kalktım ve yumruğumu cama dayadım.

“Senden böylesine zor bir iş istediğim için üzgünüm ama buna mecburum.” dedim. 

Hücreme dönerken doğru bir karar vermemin iç huzurunu hissediyordum.

İdam koğuşuna iki ayda bir yeni mahkûm geliyordu. Üç haftada bir, birini alıp götürüyorlardı. İnfaz günleri hücrelerimize kapanıyorduk. Ranzamda yatarken infaz anına kadar Houston’dan yayın yapan bir radyo şovunu dinlerdim. İdamın gerçekleştirildiği açıklandıktan sonra, programcı mahkûmla bir hafta önce yapılan röportajın kaset kaydını dinletirdi. Kasetten çıkan sesler, kulağıma gerçek hayatta konuşuyorlarmış gibi gelirdi. Sunucu, mahkûmlarla konuşurken onların korkup korkmadıklarından, geçmişte nasıl bir hayat sürdürdüklerinden ve ne yapıp da buraya düştüklerinden bahsederdi. Hücre arkadaşlarımın işlediği cinayetlere ilişkin ayrıntıları ilk kez oradan öğreniyordum.

Bu şovları dinlediğim bir günün sabahında Sargent'a,

“Bu konunun mahkûmlarca konuşulmasının yasalara aykırı olduğunu biliyorum ama neden burada olduğunu sorabilir miyim? Bana hikâyesini anlatana kadar Águila'yı da epey sıkıştırmıştım.” dedim.

Sargent, “Molina” deyip beni düzeltti.

“Tamam, Molina olsun. Her neyse, infaz günlerinde Ray'i radyodan dinlerken duyduklarım beni rahatsız ediyor. Adamın yaptığı sohbetleri tekrar tekrar dinlemek, onları yeniden yorumlamak ve farklı açılardan değerlendirmek istiyorum. Bu konuda sen ne düşünüyorsun?” dedim.

Sargent, can sıkıntısıyla söylendi. “Inocente, uğraşacak başka işin yok mu senin?”

Fakat yine de dayanamadı ve bana kendini anlatmaya başladı. Uyuşturucu satıcısıymış. Polisin bildiğinden daha fazla insan öldürdüğünü söyledi. Bunu övünmek için söyleyen bir havası yoktu. “Çoğu bunu hak etmişti.” dedi.

“Çoğu mu?” diye sordum.

“Evet, çoğu bunu hak etti.” dedi.

Bir uyuşturucu satıcısının başka bir uyuşturucu satıcısını öldürdüğü için ölüm cezasına çarptırılması sıra dışı bir durumdu ancak Sargent'ın burada olmasının nedeni sadece bu değildi. O ayrıca, kız arkadaşının annesini ve kız kardeşini de öldürmüştü. Bana bunu fısıltı halinde söylediğinde ona nedenini sordum. Anlatmaya başladı:

“Allah kahretsin, hiçbir fikrim yok. İğrenç ötesi bir durum! O günü hatırlamaktan nefret ediyorum. Aslına bakarsan, o evin dışına kendimi atar atmaz her şeyi unutmaya çalışmıştım. İyi insanlardı. Kendime olan nefretim burada yatan kardeşlerim kadar değil ama yaptığım bazı şeylerden korkunç derecede iğreniyorum.” Sargent derin bir nefes aldı:

“Benimle konuşmayan bir kızım var. Beni nasıl öldüreceklerinin hiç önemi yok, hiçbiri bundan daha fazla canımı acıtamaz.”

Eğer Sargent ile başka bir yerde tanışmış olsaydım, konuşacak tek kelime bulamazdım. Muhtemelen ondan korkardım. Aynısı Águila için de geçerliydi. Onlarla kesinlikle arkadaş olamazdık. Ama burada, içeride, Sargent ile benim ortak iki noktamız vardı. Avukatımız aynıydı. Ve birbirimizi sevmiştik...

* NFL: Amerikan Futbol Ligi
** Como siempre, mi corazón dice México: İspanyolca, her zaman olduğu gibi kalbim Meksika’yla birlikte
*** Mesih kompleksi:Başkalarını kurtarmak veya onlara yardımcı olmak konusunda kendisini sorumlu hissetmek.

(Devam edecek)

31 Mayıs 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 28/2


277. Gün: Yeni bir mahkûm getirip karşımdaki hücreye koydular. Águila'nın hayatına son verdikleri günden bu yana onun yeri boş kalmıştı. Birinin Çavuş McKenzie’ye hakaret ettiği kulağıma gelmişti. Bu, o mahkûm olmalıydı. McKenzie'nin aptal, sadist biri olduğunu bildiğim için, hakkında önceden hiçbir fikrim olmadığı halde, yeni gelen komşumdan hoşlanmıştım.

İncil'den alıntılar yapıyor, Tieresse'le birlikte William F. Buckley ve Gore Vidal'in tartıştığı, altmışlı yılların eski YouTube kliplerini izlediğimden bu yana hiç duymadığım kelimeleri kullanıyordu. Yeni mahkum McKenzie'ye, "kripto-Nazi" dediğinde McKenzie, kendisine denilenden bir şey anlamayan insanların yaptığı gibi ona gülümsemekle yetinirdi. Servis pencere kapağının üzerindeki yarıktan bakarken, yeni mahkûmun bileklerinde kelepçe olduğunu ve ellerine kan gitmediğinden beyazlaştığını görebiliyordum. Tıraşlı kafası ve ince, neredeyse yarı saydam siyah derisinin altında seğiren kasları vardı.

Hücre kapısı açıldığında, McKenzie bir karate hareketiyle yeni mahkûmun sol dizinin arkasına bir tekme attı. Mahkûm zarif bir hareketle tekmeyi savuştururken hafifçe eğildi,

“Şişman, ilkokuldaki kızlar gibi tekmeliyorsun fakat bacağını yerden kaldırabilmen bile etkiledi beni doğrusu.” dedi.

McKenzie'nin "Sen bana birinci sınıfı kaç defa çift dikiş yapmak zorunda kaldığını söyle, aptal herif” dediğini duydum.

Kapı arkasından kapandı, yeni mahkûm,

“İşte yine saçmalamaya başladın, şişman adam. Öfkesiyle şişen aptal. Git sen 29. Ayeti oku.”

McKenzie'nin yanındaki gardiyanlardan biri, mahkûmun kelepçesini çıkardı ve onu hücresinde bırakıp ayrıldılar.


Gecenin ilerleyen saatlerinde kapımın altından bir uçurtma süzüldü. Açıp okudum. “Adım, Sargent,” diye başlıyordu.

Bu bir isim ya da rütbe değil. Yanında, sana komşu olan hücrede kalanın Nazi dazlağı bir o. çocuğu olduğunu biliyorsun, değil mi? Sanırım seninle avukatlarımız aynı, başlarında koca göğüslü bir Küba civcivi var. İçlerinde en zeki ve en mücadeleci olanı. Şansını döndürebilir.  Selametle.

Notun altı imzalanmamıştı. Cevabı yazdım hemen,

Adım, Zhettah. Taylor'u biliyorum. Avukatımı seviyorum ama lanet olası bu işler çok zaman alıyor.

Kapısının altına fırlattım. Bana cevabı gecikmedi.

Kim olduğunu biliyorum. Benim için uzun bir gündü. Buenas noches, compadre!*”  yazıp gönderdi.


Beş dakika sonra horlama sesleri duydum ancak saat üç civarında tuvalet için uyandığımda, hücresinden zikir sesleri geliyordu. Taylor bir yandan ona söyleniyordu,

“Kapat çeneni artık, kapat, gece yarısı.” fakat Sargent duymuyordu ya da onu umursamıyordu. Kulak tıkacımı taktım ve yeniden uykuya daldım.


290. Gün: Sonunda burada günlerimin Sargent'la sohbet ederek geçeceğini anlamıştım, nasılsa hücrelerimiz karşı karşıyaydı. Bana kendisiyle idman yapmak isteyip istemediğimi sordu. Bu işin nasıl olacağına dair hiçbir fikrim olmasa da, elbette, dedim. 

"O zaman, yere uzan ve biraz şınav çek" dedi.

O da kendi hücresinin içinde koşmaya başladı. Dört tur attı, durdu ve dedi ki,

"Hadi, sıra sende." Ben de dört tur attım. Bu şekilde kırk beş dakika boyunca dönüşümlü olarak koştuk ve şınav çektik. Ben şınav çekerken, o koşmuştu, sonra ara verdik. Benim turlarım onunkiler göre iki kat uzun sürmüştü, bu yüzden benden altı şınav daha fazla çekmiş oldu ama beş dakikada bir bana,

“Aferin, Zhettah, iyi gidiyor.” demeye devam etti.

İsmimi doğru telaffuz ediyordu. Águila hakkında konuştuk. Sargent ile Águila, uzun süreden beri birbirlerini tanıyorlarmış. Sargent ona Molina diyormuş. Bu onun gerçek adı olmalı. Bana onu anlatmaya devam etti,

Hombre** iki polisi öldürünce alıp buraya getirilmişti, evet, vakit kaybetmeden, hemen buraya getirilmişti, çünkü o, o.çocuklarını öldürmüştü. Bebek katillerini yirmi yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakırlarken, dünyayı pislikten kurtaran bir adamı idam ettiler. Ne kadar berbat bir durum değil mi, Inocente?” dedi.

“Águila da bana Inocente derdi.” dedim. “Molina, yani.”

Sargent, “Aman be Zhettah, bunu tabii ki biliyorum. Molina tanıdıkları arasında buraya ait olmayan tek kişinin sen olduğunu söylerdi devamlı bana. Ben de, en iyi şekilde sana bakacağıma dair ona söz vermiştim.” dedi.

“ Taylor’ın Aryan Biraderleri sanırım bu yüzden Molina'yı sevmezdi.” dedim.

Sargent, “Inocente, senin şu dazlak komşun gibi cahil insanlar var ya, hayatta hiç kimseyi sevmezler, sevenleri de olmaz.” dedi.


Birkaç gün sonra Sargent’ın hücre kapısı çalındı. Teğmen ona suçüstü yapıp seviye 3'e çıkarmak düşüncesindeydi. Sargent, arama esnasında gülüyordu, çünkü Teğmen’in niyetini biliyordu. Eşyaları McKenzie'den almıştı. Hepimiz ondan alıyorduk. Buraya geldiğimin üçüncü ayından beri ben de ihtiyaçlarımı ondan karşılıyordum. McKenzie, Sargent'tan nefret ediyordu ve Sargent de ondan hiç hoşlanmıyordu, ancak içerideki uyuşturucu ticaretinde bu tür duygulara yer yoktu. Bir mahkûm olarak bazı şeylere katlanmayı veya bazen de görmezden gelmeyi öğreniyorsunuz. Bir şey istiyorsanız ve onu sizin için satın alabilecek tek kişi nefret ettiğiniz bir kişiyse ve o şeyi satın almanız nefret ettiğiniz kişiye para kazandırıyorsa, ne yapabilirsiniz? Bu soruya net bir cevap verecek kimseyi burada bulamazsınız.

Giderken, Sargent arkasına dönüp bana seslendi: “Otuz gün sonra görüşürüz, Inocente.”

Sargent yanılmıştı! Dönüşü bir değil tam iki ay sürdü. Müslümanların Ramazan ayında tıraş olmadıkları gerekçesiyle subaylardan birinin tıraş olma emrini reddedince yirmi dokuz gün hapis cezasına çarptırılnıştı. Oysa muhafız Sargent'a, onun Müslüman olmadığını söylemişti. Sargent ona, "Ben neysem oyum, İncil benim rehberim." cevabını vermişti.

Tutuklandığımın 354. günü, Sargent'ı geri getirdiklerinde ona bir uçurtma gönderdim. Kâğıda,

"Yuvaya hoş geldin. Söylentileri duydum (bir gülen yüz ikonu koydum) Bana gerçeği söyle, deli misin yoksa bu yaptığın bir eylem mi?yazıp postaladım.

Bana bir göz kırpan gülen yüz gönderdi.

Sargent, “Molina ve ben, senin duruşman sırasında komşu hücrelerdeydik. Her gece Radyo Pacifica'daki davaya ilişkin güncel haberleri dinlerdik. Aramızda bahse girmiştik.  Ben kazanmıştım. Molina senin beraat edeceğini söylemişti. Lanet olsun, seni aramızda göreceğimi nereden bilebilirdim ki.” dedi.

“Sen bana karşı nasıl bahse girersin?” diye sordum.

“ Meksikalı bir göçmen, zengin, beyaz bir kadını öldürdü deniyorsa, başka bir şey sormama gerek yok.” dedi.

“ Evet, ama onu gerçekten ben öldürmedim.” dedim.


Sargent güldü. “Geri zekâlı herif, sanki bunun bir önemi var.” dedi.


Günler ve geceler boşu boşuna geçiyordu. Yaprakların renginin ne zaman değiştiğini dahi bilmiyordum. Mevsimi, güneş ışıklarının açısına bakarak anlayabilirsiniz, fakat bunu ancak güneşi görebiliyorsanız yapabilirsiniz. Uzun zamandan beri ölüm hücrelerinin bulunduğu blok çok sıcaktı ve ince yatağım nemden küflenmeye başladı. Bir süre sonra bir hafta boyunca nefesinizden çıkan buharı görebileceğiniz kadar soğuklar olur. Sonra yine bir ay boyunca rahata kavuşursunuz. Ve sonra yeniden sıcak basardı. İşte böyle, Doğu Teksas'ın mevsimleri kendine hastır.

*Buenas noches, compadre. :İspanyolca, iyi geceler, ahbap
** Hombre : İspanyolca, adam

(Devam edecek)

30 Mayıs 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 27/2


Dört gardiyan kovulmuştu. Telefonu olan mahkûmlar doksan gün boyunca 3. seviyeye gönderildiler, orada duş, havalandırma ve hücre dışında yemek yoktu. Geri kalanımız otuz gün süreyle kilitlendik, yani hücrelerimize yedi/yirmi dört hapsedildik. Toplu cezaların penolojik teorisiyle bir ilgisi olduğundan emin olmamakla beraber bizi hücrelerimize hapsetmek suretiyle Şef'e olan kızgınlığımızı unutmamız sağlanmıştı.

Şef’in senatöre telefonundan bir gün önce, Águila kapının altından bana bir kâğıt uçurtma fırlattı. Notunda “Hah, tamam şimdi seni köşeye sıkıştırdım. Qf3” yazıyordu. Ben de kâğıda Kd8 yazdım ve hemen geri gönderdim. Homurtu sesleri kulağıma kadar gelmişti. Yeni gelen mesajı okudum, “Lanet olsun. Rövanş ne zaman?

Hücrelerimizin kilitlendiği otuz gün boyunca on dört oyun daha oynadık. İkisinde berabere kaldık. İki tanesini ben kazandım. Gerisini ise o kazanmıştı. Kilitlenmenin sona erdiği otuz birinci günde, Yüzbaşı, Águila’nın hücresine geldi ve sadece onun duyabileceği alçak bir sesle bir şeyler söyledi. Ona ne olduğunu sordum.

“Yüzbaşı randevum olduğunu söylemeye gelmiş. Öyle anlaşılıyor ki, yerime başka birini bulman gerekecek.” dedi.

Sessizliğe büründüm, aralarında ne konuştuklarını hayal ediyordum. “Peki, seni ne zaman çağıracaklar?” diye sordum.

“Yüzbaşı, hücrem tahtakuruları tarafından ele geçirildiğinde beni aldıracağını söyledi.” dedi. Muhtemelen ne düşündüğümü bilmek istiyordu. Aklı başında saydığı birinin salakça soruları onu sıkmış olmalıydı.

Radyosunu açtı. Bir yerlerden su şırıltısı geliyordu.

“Bana aileni anlatır mısın?” diye sordum.

“Dinle Inocente,” dedi. “Şimdi sana bunları anlatmak için hiç havamda değilim. Fakat şunu bil ki burada tanıdığın herkes layığı neyse onu bulmuştur.”

“Biliyorum, ama sen yine de anlat bana.” dedim.

“Belki başka bir zaman.” dedi.

Ertesi sabah yeniden sordum. Bana,

“Kitap mı yazıyorsun?” diye soruyla karşılık verdi.

“Bunu neden soruyorsun?” dedim.

“Hiçbir sebebi yok.” dedi.

“Ya sen?” deyip soruyu bana çevirdi.

“Günlük yazıyorum, yargıçları yazmayı düşünüyorum. Yazdığım şeyler bunlar. Bundan daha iyisi ne olabilir ki?” dedim.

“Ne, kitap mı yazacaksın? Hâkimler için hem de?” dedi.

“Evet,” dedim, “Hâkimlerle ilgili.”

Bana güldü. “Bu kadar aptal olma, Inocente, benim bildiğim, onlar avukatların yazdıklarını bile okumazlar.”

Israrım sonunda işe yaradı. Bana hayatını anlatmaya başladı.

On üç çocuklu yasa dışı göçmen bir ailenin en küçük çocuğu olarak Chicago'da doğmuş. On yaşına gelinceye kadar, en büyük erkek kardeşini babası  sanıyormuş.

“Benden on beş yaş büyüktü. Babamı hiç görmediğimden dolayı onun babam olduğunu düşünüyordum.” dedi.

Águila’nın babası, geceleri küçük bir fırında çalışıyor, ekmek ve çörek yapıyormuş. Gündüzleri ise şehir merkezindeki bir lokantada masaları toplamaktan sorumlu bir komiymiş.

“Ev kirasını ödemek, on üç çocuğu beslemek ve gerekli parayı sağlamak için saati yedi dolardan bir adamın haftada kaç saat çalışması gerektiğini biliyor musun?” diye sordu. Tahmin etmemi beklemedi.

“Haftanın saat sayısından daha fazla!”

Annesinin her sabah kilisedeki ayinlere katıldıktan sonra günün geri kalanını evi temizleyerek ve kuru fasulye, kaktüs meyvesi ve ekmek pişirerek geçirdiğini anlattı. Pazar sabahları, saat sekizde ailenin bütün fertlerinin toplanıp hep birlikte kiliseye gittiklerini söyledi.

Kilisedeki sıraların kahverengi tenli insanlarla dolu olduğunu ve rahiplerin İspanyolca verdiği vaazlarda, eşcinsellerin her zaman iyileştirilebileceğini, kürtajın cinayet ve doğum kontrolünün ölümcül bir günah olduğunu anlattıklarından bahsetti.

Águila, “Mi padre dejó de ir a la iglesia.*” ama kadınlarla yatıp kalkmayı hiç bırakmadı. “Gerçekten, etrafta dolaşan üvey kardeşlerim bile olabilir, "No Estoy seguro"** dedikten sonra gülerek ekledi. “Fakat bunu hissediyordum.” 

Babasının Teksas'a nasıl geldiğini sordum. Bana acı acı gülümsedi.

İlkokul üçüncü sınıftayken, rakip bir çete iki kardeşini öldürmüş, üçüncüsünü de yaralamış. Bunun üzerine ailesi, bütün eşyalarını panelvan bir minibüse doldurmuş ve Meksika'nın merkezindeki büyük babalarının yaşadığı küçük bir çiftliğe varıncaya kadar gün ve gece boyu süren uzun bir yolculuk yapmışlar. Águila, on beşinci doğum gününde iş aramak için Teksas'a gelmiş. San Antonio'daki sosyal konutlarda kalıyormuş. Bir oto tamirhanesinde çalışmaya başlamış ve maaşının çoğunu ailesine gönderiyormuş. Barda takıldıkları bir akşam, arkadaşlarından biri, gece tamirhanenin kapısını açması için ona bin dolar teklif etmiş. Bunu yapabilirse arkadaşları, arabaların bazı parçalarını çalıp el altından satacaklarmış.

Águila parayı duyunca şaşırmış, bin dolar! Gerçek mi bu? Bundan daha harika bir memleket olabilir mi? Mis padres siempre necessan cansados***, doğru dürüst para kazanmadan ve hiç karınları doymadan ama ben burada, sadece bir kapı açıp ışık düğmesini çevirmemin karşılığında para alacaktım.

Birkaç hafta sonra, Águila garajın küçük ofisinde sigarasını içerken arkadaşları beş bin dolara satmayı planladıkları uçak alüminyumundan yapılmış jantları çıkarıyorlarmış. Tam o sırada kafalarına sadece gözlerini açıkta bırakan yün başlıklar geçirmiş ve ellerinde Uzi taşıyan iki Honduraslı adam tamirhaneyi basmış ve herkese yere yatmasını söylemiş. Águila, masanın altındaki çekmeyi açıp 9 mm'lik bir Heckler & Koch tabancayı çıkarmış. Şarjörü itip, ofisten dışarı fırlamış ve silahı adamların üzerine boşaltmış.

Ne yazık ki tamirhaneyi basan koyu esmer tenli iki adam, milli istihbarat servisinin elemanlarıymış. Yani Águila bilmeden iki polisi öldürmüş.


“İşte bu benim hayat hikâyem. Seninle bir oyun oynamaya yetecek vaktim var. Beyazla başlayabilirsin.” dedi.

Altı hamleden sonra,

"Eğer gözlüğüm olsaydı muhtemelen onların kim olduklarını görürdüm. Yani bir bakıma burada olmamın nedeni, sağlık sigortamın olmaması." Ben bir şey söylemeden önce kendisi güldü. İleriye bir piyon sürdüm, ona yirmi ikinci hamlede beraberlik teklif ettim. 

Águila, "Oyna Inocente." dedi. Yedi hamle sonra yenildiğimi kabul ettim.

Mayıs ayında bir perşembe sabahı onu infaz için hücresinden alıp götürdüler. Nöbetçiden servis penceremin kapağını kaldırmasını istedi, sonra,

“Hey Inocente, işte son arzumun bir kopyası, sanırım buna vasiyet diyorsunuz. Gomez sana satranç setimi bıraktığımı biliyor, tamam mı? Vaya con Dios, amigo****, Seni özleyeceğim." dedi.

“Ben de seni özleyeceğim.” dedim.

“Dert etme bunu, Mahkûm, düşünmen gereken daha önemli konular var.” dedi.

Zincirlenmiş ellerini göğüs kafesine doğru kaldırdı, eğildi ve yapabildiği kadar  bana “Elveda” demeye çalıştı.

İki yıl önce, Águila gibi bir adamı, yerleri paspaslamak için bile işe almazdım. O gece, ölüm hücresinde 213. günümdü ve buraya geldiğimden beri ilk kez ağlıyordum.

* “Mi padre dejó de ir a la iglesia.” (İspanyolca, "Babam kiliseye gitmeyi bıraktı.")
** "No Estoy seguro"** (İspanyolca, Bundan emin değilim)
*** Mis padres siempre necessan cansados (İspanyolca, Benim ailem her zaman yorulmuş)
**** Vaya con Dios, amigo (İspanyolca, Tanrı seninle olsun, arkadaş)

(Devam edecek)