KATEGORİLER

30 Mayıs 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 27/2


Dört gardiyan kovulmuştu. Telefonu olan mahkûmlar doksan gün boyunca 3. seviyeye gönderildiler, orada duş, havalandırma ve hücre dışında yemek yoktu. Geri kalanımız otuz gün süreyle kilitlendik, yani hücrelerimize yedi/yirmi dört hapsedildik. Toplu cezaların penolojik teorisiyle bir ilgisi olduğundan emin olmamakla beraber bizi hücrelerimize hapsetmek suretiyle Şef'e olan kızgınlığımızı unutmamız sağlanmıştı.

Şef’in senatöre telefonundan bir gün önce, Águila kapının altından bana bir kâğıt uçurtma fırlattı. Notunda “Hah, tamam şimdi seni köşeye sıkıştırdım. Qf3” yazıyordu. Ben de kâğıda Kd8 yazdım ve hemen geri gönderdim. Homurtu sesleri kulağıma kadar gelmişti. Yeni gelen mesajı okudum, “Lanet olsun. Rövanş ne zaman?

Hücrelerimizin kilitlendiği otuz gün boyunca on dört oyun daha oynadık. İkisinde berabere kaldık. İki tanesini ben kazandım. Gerisini ise o kazanmıştı. Kilitlenmenin sona erdiği otuz birinci günde, Yüzbaşı, Águila’nın hücresine geldi ve sadece onun duyabileceği alçak bir sesle bir şeyler söyledi. Ona ne olduğunu sordum.

“Yüzbaşı randevum olduğunu söylemeye gelmiş. Öyle anlaşılıyor ki, yerime başka birini bulman gerekecek.” dedi.

Sessizliğe büründüm, aralarında ne konuştuklarını hayal ediyordum. “Peki, seni ne zaman çağıracaklar?” diye sordum.

“Yüzbaşı, hücrem tahtakuruları tarafından ele geçirildiğinde beni aldıracağını söyledi.” dedi. Muhtemelen ne düşündüğümü bilmek istiyordu. Aklı başında saydığı birinin salakça soruları onu sıkmış olmalıydı.

Radyosunu açtı. Bir yerlerden su şırıltısı geliyordu.

“Bana aileni anlatır mısın?” diye sordum.

“Dinle Inocente,” dedi. “Şimdi sana bunları anlatmak için hiç havamda değilim. Fakat şunu bil ki burada tanıdığın herkes layığı neyse onu bulmuştur.”

“Biliyorum, ama sen yine de anlat bana.” dedim.

“Belki başka bir zaman.” dedi.

Ertesi sabah yeniden sordum. Bana,

“Kitap mı yazıyorsun?” diye soruyla karşılık verdi.

“Bunu neden soruyorsun?” dedim.

“Hiçbir sebebi yok.” dedi.

“Ya sen?” deyip soruyu bana çevirdi.

“Günlük yazıyorum, yargıçları yazmayı düşünüyorum. Yazdığım şeyler bunlar. Bundan daha iyisi ne olabilir ki?” dedim.

“Ne, kitap mı yazacaksın? Hâkimler için hem de?” dedi.

“Evet,” dedim, “Hâkimlerle ilgili.”

Bana güldü. “Bu kadar aptal olma, Inocente, benim bildiğim, onlar avukatların yazdıklarını bile okumazlar.”

Israrım sonunda işe yaradı. Bana hayatını anlatmaya başladı.

On üç çocuklu yasa dışı göçmen bir ailenin en küçük çocuğu olarak Chicago'da doğmuş. On yaşına gelinceye kadar, en büyük erkek kardeşini babası  sanıyormuş.

“Benden on beş yaş büyüktü. Babamı hiç görmediğimden dolayı onun babam olduğunu düşünüyordum.” dedi.

Águila’nın babası, geceleri küçük bir fırında çalışıyor, ekmek ve çörek yapıyormuş. Gündüzleri ise şehir merkezindeki bir lokantada masaları toplamaktan sorumlu bir komiymiş.

“Ev kirasını ödemek, on üç çocuğu beslemek ve gerekli parayı sağlamak için saati yedi dolardan bir adamın haftada kaç saat çalışması gerektiğini biliyor musun?” diye sordu. Tahmin etmemi beklemedi.

“Haftanın saat sayısından daha fazla!”

Annesinin her sabah kilisedeki ayinlere katıldıktan sonra günün geri kalanını evi temizleyerek ve kuru fasulye, kaktüs meyvesi ve ekmek pişirerek geçirdiğini anlattı. Pazar sabahları, saat sekizde ailenin bütün fertlerinin toplanıp hep birlikte kiliseye gittiklerini söyledi.

Kilisedeki sıraların kahverengi tenli insanlarla dolu olduğunu ve rahiplerin İspanyolca verdiği vaazlarda, eşcinsellerin her zaman iyileştirilebileceğini, kürtajın cinayet ve doğum kontrolünün ölümcül bir günah olduğunu anlattıklarından bahsetti.

Águila, “Mi padre dejó de ir a la iglesia.*” ama kadınlarla yatıp kalkmayı hiç bırakmadı. “Gerçekten, etrafta dolaşan üvey kardeşlerim bile olabilir, "No Estoy seguro"** dedikten sonra gülerek ekledi. “Fakat bunu hissediyordum.” 

Babasının Teksas'a nasıl geldiğini sordum. Bana acı acı gülümsedi.

İlkokul üçüncü sınıftayken, rakip bir çete iki kardeşini öldürmüş, üçüncüsünü de yaralamış. Bunun üzerine ailesi, bütün eşyalarını panelvan bir minibüse doldurmuş ve Meksika'nın merkezindeki büyük babalarının yaşadığı küçük bir çiftliğe varıncaya kadar gün ve gece boyu süren uzun bir yolculuk yapmışlar. Águila, on beşinci doğum gününde iş aramak için Teksas'a gelmiş. San Antonio'daki sosyal konutlarda kalıyormuş. Bir oto tamirhanesinde çalışmaya başlamış ve maaşının çoğunu ailesine gönderiyormuş. Barda takıldıkları bir akşam, arkadaşlarından biri, gece tamirhanenin kapısını açması için ona bin dolar teklif etmiş. Bunu yapabilirse arkadaşları, arabaların bazı parçalarını çalıp el altından satacaklarmış.

Águila parayı duyunca şaşırmış, bin dolar! Gerçek mi bu? Bundan daha harika bir memleket olabilir mi? Mis padres siempre necessan cansados***, doğru dürüst para kazanmadan ve hiç karınları doymadan ama ben burada, sadece bir kapı açıp ışık düğmesini çevirmemin karşılığında para alacaktım.

Birkaç hafta sonra, Águila garajın küçük ofisinde sigarasını içerken arkadaşları beş bin dolara satmayı planladıkları uçak alüminyumundan yapılmış jantları çıkarıyorlarmış. Tam o sırada kafalarına sadece gözlerini açıkta bırakan yün başlıklar geçirmiş ve ellerinde Uzi taşıyan iki Honduraslı adam tamirhaneyi basmış ve herkese yere yatmasını söylemiş. Águila, masanın altındaki çekmeyi açıp 9 mm'lik bir Heckler & Koch tabancayı çıkarmış. Şarjörü itip, ofisten dışarı fırlamış ve silahı adamların üzerine boşaltmış.

Ne yazık ki tamirhaneyi basan koyu esmer tenli iki adam, milli istihbarat servisinin elemanlarıymış. Yani Águila bilmeden iki polisi öldürmüş.


“İşte bu benim hayat hikâyem. Seninle bir oyun oynamaya yetecek vaktim var. Beyazla başlayabilirsin.” dedi.

Altı hamleden sonra,

"Eğer gözlüğüm olsaydı muhtemelen onların kim olduklarını görürdüm. Yani bir bakıma burada olmamın nedeni, sağlık sigortamın olmaması." Ben bir şey söylemeden önce kendisi güldü. İleriye bir piyon sürdüm, ona yirmi ikinci hamlede beraberlik teklif ettim. 

Águila, "Oyna Inocente." dedi. Yedi hamle sonra yenildiğimi kabul ettim.

Mayıs ayında bir perşembe sabahı onu infaz için hücresinden alıp götürdüler. Nöbetçiden servis penceremin kapağını kaldırmasını istedi, sonra,

“Hey Inocente, işte son arzumun bir kopyası, sanırım buna vasiyet diyorsunuz. Gomez sana satranç setimi bıraktığımı biliyor, tamam mı? Vaya con Dios, amigo****, Seni özleyeceğim." dedi.

“Ben de seni özleyeceğim.” dedim.

“Dert etme bunu, Mahkûm, düşünmen gereken daha önemli konular var.” dedi.

Zincirlenmiş ellerini göğüs kafesine doğru kaldırdı, eğildi ve yapabildiği kadar  bana “Elveda” demeye çalıştı.

İki yıl önce, Águila gibi bir adamı, yerleri paspaslamak için bile işe almazdım. O gece, ölüm hücresinde 213. günümdü ve buraya geldiğimden beri ilk kez ağlıyordum.

* “Mi padre dejó de ir a la iglesia.” (İspanyolca, "Babam kiliseye gitmeyi bıraktı.")
** "No Estoy seguro"** (İspanyolca, Bundan emin değilim)
*** Mis padres siempre necessan cansados (İspanyolca, Benim ailem her zaman yorulmuş)
**** Vaya con Dios, amigo (İspanyolca, Tanrı seninle olsun, arkadaş)

(Devam edecek)

10 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Dramatik eserleri pek sevemiyorum tanıtım için çok teşekkürler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorum yanlış oldu. Çeviri için teşekkürler. İyi çalışmalar.

      Sil
    2. Ben teşekkür ederim, okumanıza sevindim:))

      Sil
  3. Üzüldüm... Zor zamanlarda kazanılan arkadaşlar çok değerli olur.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, arkadaşlık böyle zamanlarda belli olur. İyi günde herkes arkadaşın.

      Sil
  4. bu bölümler çabuk bitsin :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ağladın mı, doğru söyle!:))

      Sil
    2. yok o kadar da değil :) gözyaşlarımı herşeye harcamam ha ha haaa :)

      Sil
    3. Gözüme bir şey kaçtı:))))

      Sil