KATEGORİLER

23 Şubat 2016 Salı

SEÇME SORULARA SAFİYANE CEVAPLAR

"1 Delinin Günlükleri" isimli blog sahibi dostum son yazısında kişisel blog yazarlarıyla ilgili toplam sekiz soru sormuş ve kendi sorularını önce kendisi cevaplamış. İlk bakışta bunlara tek kelime ile karşılık bulunamadığı anlaşılıyor. Nitekim oldukça samimi bulduğum kendi cevapları da detaylı. Yazısını yorumlamaya kalksam baktım ki sakız gibi uzayacak, iyisi mi bu hakkımı kendi bloğumda kullanayım dedim. Soru-cevap ve yorumlara geçmeden şu konuyu da düşündüm: Eğer çok sayıda cevap alınabilirse bu çalışma bir anket gibi değerlendirilebilir ve ilginç sayısal sonuçlar elde edilebilir. Bunun yanı sıra sosyal veri tabanı olarak incelenip önemli çıkarımlarda bulunulabilir. İşte seçme sorulara verdiğim safiyane(*) cevap ve yorumlarım.
(*) Safiyane: Saf, temiz, samimi anlamına gelen sözcük.

1. Yakın çevrenizdeki insanlara bloğunuzdan söz ediyor musunuz?
Blog ve facebook kullanıcı adımdan gerçek kimliğim ortaya çıkmaz. "Kaystros" adını kullanmamdaki birinci neden sosyal medya kullanımındaki tecrübesizliğimi üzerimden atana kadar kendi ismimle göz önünde olmak istemeyişim, ikinci neden ilk bloğum "Kaystros Kaplan Tyrha" ismini hayalim olan Cafe & Restaurant tarzı bir işletmenin resmi sitesi olarak düşünmüş olmam.  Buradan nasıl bir tanıtım yapabilirim, siteyi nasıl kullanabilirim diye kalkışmıştım bu işe. Henüz böyle bir işletme yok tabi. Bu hayalim ilerde gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bilmiyorum ama daha sonraki bloğum Kaplan Diary baştan beri bana ait kişisel bir blog oldu. Bunun dışında Google hesaplarımda adım soyadım herkes tarafından biliniyor zaten. Ayrıca bloğumda yazdığım her yazıyı facebook ve g+ da paylaşıyorum. Konu açılmazsa yakın çevreme bloğumdan söz etmiyorum ama niyetim bloğumu onların gözlerinden kaçırmak hiç değil.

2. Neden blog yazıyorsunuz?
Öncelikle çok yoğun bir iş yaşantısından sonra gelen emeklilik dönemimde yazmaya fırsat bulduğumu söyleyebilirim. Yazmak çok uzun zamandır istediğim bir şeydi. Yazmanın insanı geliştirdiğine ve dünyayı farklı gözle gösterebileceğine inanıyorum. Aslında kolay bir şey değil yazmak. Bazen kafamdaki basit bir olayı tam manasıyla yazıya döktürebilmek için ecel terleri döküyorum. Örneğin bir sürü kapının farklı gıcırtısı var. Duyduğunuz bir kapı gıcırtısını bana öyle bir yazın ki, yazınızı okuduğumda ben de sizin o gıcırtıyı duymuş olduğunuz kadar duyabileyim. Yazıma konu olması için çevreyi daha çok gözlemliyorum. Kitap okurken bile algım değişti. Oyun oynamayı, kahvede vakit harcamayı, televizyon izlemeyi sevmediğim için okuyorum, geziyorum ve yazıyorum. Hiçbir şeyin geç olduğunu düşünmüyorum. Yolun çok başında olduğum bilinciyle öykü ya da roman türünde bir kitap yazabilmek için bloğumda tuttuğum günlük ve yazıların bir basamak teşkil edeceğini düşünüyorum.

3. İlk yazınız ile en son yazdığınız yazı arasında ne gibi farklar var?
İlk yazılarımı yazdıktan hemen sonra okuyup anlam ve imla hatalarını düzeltmek zor geliyordu. Daha sonraları, yapmış olduğum hataları görünce sadece bir kez değil, iki hatta üç kez kontrol etmeye başladım. Yazma serüvenim çok uzun bir süreyi kapsamadığından kendimi ne kadar geliştirdim emin değilim. Ama her yeni yazıda yeni bir şey öğrendiğimi hissediyorum. 

4. Blog yazmak normal yaşantınıza neler kattı?
Hayatımın anlamı oldu diyebilirim. Kendim için bir şeyler yapıyorum. Düşündüklerimi birileriyle paylaşıyorum. Düşünenlerin düşüncelerini öğreniyorum. Yaşam için gerekli olanların dışında zevkle uğraştığım şeylerden en önemlisi oldu diyebilirim.

5. Yakın arkadaşlarınıza blog yazmalarını önerir misiniz? 
Elbette. Şiddetle öneririm. Blog yazarlarının tamamı gurme, yazar veya diğer herhangi bir konuda uzman olacak diye bir zorunluluk yok. İnsanın yazdıklarının paylaşılması, okunması çok hoşuna gidiyor ama hiç okunmasa dahi bu ortam insanın kendiyle yüzleşmesini sağlıyor. İçini döküyor insan burada. Dert ortağınız çoğu zaman. Hem de hiçbir zaman yeter artık çok konuştun diyen de yok.

6. Hangi kaynaklardan ilham alıyorsunuz?
O kadar çok ki, hangi birini saysam bilmiyorum. Mesela bu yazının kaynağı "1 Delinin Günlükleri" isimli blog. Diğer bloglardan da ilham alıyorum. Gördüğüm bir nesne, gittiğim bir yer, eşimle tartıştığımız bir konu, dinlediğim bir haber, okuduğum bir kitap, anılarım, tecrübelerim  ve daha niceleri ilham kaynağım olabilir.

7. Diğer blog sahipleri ile iyi iletişim kuruyor musunuz?
Hali hazırda çok fazla değil. Bunun bir nedeni site kullanımımdaki bilgi seviyesindeki yetersizliğim olabilir. Ayrıca işim ve yaşım gereği sosyal medya unsurlarını kullanmamda başkalarına nazaran geri kalmış olmam iletişim kurmayı zorlaştıran diğer bir husus. Ama sanırım en önemlisi yıllarca bu işin içinde olanlara göre çok yeni olmam. Sayısı az olsa da yazıma yorum yaptığında kendimi iyi hissettiğim bazı kalemlerle iyi iletişim kurduğumu söyleyebilirim.

8. Rahatsız olduğunuz konular var mı?
Spesifik olarak rahatsız olduğum bir olaydan bahsetmeyeceğim. Ancak, ifadelerini aşırı sulu bulduğum blog yazarlarından uzak durmaya çalışıyorum. Dini ve siyasi konulardaki yazılarında  özgür düşüncesini ortaya koyanlar hariç olmak üzere, bunları yaşamının ayrılmaz bir parçası haline getiren blog yazarlarıyla da işim olmaz benim.

22 Şubat 2016 Pazartesi

22/02/2016 Pazartesi, Tire

Bu güzel havalar daha ne kadar devam edecek ? Erik ve kayısı ağaçları da tomurcuk vermiş artık. Eğer kuvvetli bir don gelirse arkadan, yazık olacak hepsine.

Bugünkü hedefim çok büyük. Elektrikçi Ali'yi kaçırmamak!. Bu yüzden sabahleyin erken çıkıp gittim dükkanına. Beni görünce "Tam senin oraya çıkıyordum ben de" dedi. Hiç de inanmadım buna. O kadar ki, araya başka işleri sokup yine sıvışmasın diye, özellikle geleceğimi bildirmemiştim. Çay, kahve ne içersin diye soruyor.
"Şimdi çay içmenin sırası değil, bir an önce benim işleri konuşsak iyi olacak." diyorum. "Peki, madem öyle, çıkalım o zaman" deyip kalkıyor oturduğu yerden.

"Ali Bey, sen geri dönecek misin dükkâna?" diye soruyorum. "Hani diyorum ki, eğer döneceksen benim arabamla gidelim."
"Peki öyle yapalım madem" deyip kahvenin önüne park ettiğim arabaya doğru ilerliyoruz.

Boş zaman bulursam birkaç sayfa okurum diye "Kavgam" ı almışım yanıma. Ali arabanın kapısını açarken koltuğun üzerindeki kitabı alıp konsolun üzerine koyuyorum hemen. Dışarıdan görmesinler diye oradan alıp torpido gözüne koymaya çalışıyorum sonra ama içi evrak dolu olduğundan kapağı kapanmıyor. Kitap elimde kalakalıyor. Kaplana doğru yola çıktık çıkmasına ama bu telaşımın nedenini anlamaya çalışıyor. Mecbur kalıp anlatıyorum aklımdan geçenleri.
"Ali bey, kitabın üzerindeki Hitler'in şu resmini ve gamalı haçı görüp beni de faşist sanmasınlar diye telaşlandım birden."
"Yok canım, kitap değil mi bu, hepsini okumak lazım" diyor. "Ben de kitap kurduydum eskiden, ama şimdi hiç zamanım olmuyor " deyip konuşmaya devam ediyor.
"O Deniz Gezmiş vardı ya, bir kitabını okumuştum onun."
"Darağacında Üç Fidan mı?" biraz şaşırmış halde, öğrenmeye çalışıyorum. 
"Evet, evet oydu. Ama buraları biliyorsun. Neler söylenmişti arkalarından. Bu duyduklarımdan sonra hiç okumamam lazımdı aslına bakarsan. Ama yine de neler yazmışlar hakkında merak ettim de bir okuyum dedim."
"Yazık ettiler bu üç gence." deyip iç geçirdim.
"Beyim, bildiğin gibi değil" dedi. "Kitabı bitirdiğimde hüngür hüngür ağladım çocuklara"
"Ben de." dedim. 

Kısa yolumuz sohbetle daha da kısaldı. Köye yaklaştığımızda Gani Usta geldi aklıma. Elektrikçi Ali'yi yaylaya getirdiğimde sen de yanında ol ki, yaptığın eksik ve yanlış yerleri sana göstersin demiştim, dünkü konuşmamızda. Önceden onu arayıp geleceğimiz zamanı bildirecektim güya. Telaş içinde numarasını çevirdim. Cevap vermeyince canım sıkıldı ama az sonra döndü bana.
"Alo, beyim beni aramışsın."
"Gani Usta günaydın. Elektrikçi Ali ile birlikte yoldayız, beş dakika sonra bahçede olacağız" diyerek nerede olduğunu soruyorum. 
"Yukarıda, sizi bekliyorum" demesi rahatlatıyor beni.

Bahçeye vardığımızda bizi Gani Usta karşılıyor. Taş binaya doğru yürüyoruz birlikte. Yakup Ustanın taş fırın inşaatını epey ilerletmiş olduğu takılıyor gözüme hemen. Isıyı korumak maksadıyla kırıp fırının tabanında kullanmaları için bir sürü cam şişe getirmiştim yanımda ama onlara gerek kalmamış gibi. Cam kırıklarını başka yerden bulup üstünü takoz tuğlayla kapatmışlar bile. Taş duvar da fırının olduğu kısım hariç tamamlanmış görünüyor. Yan tarafta tuvaletlerin olduğu bölüme geçtik. Burada tesisatla ilgili neler yapılacağını anlattım Ali'ye. Gerekli notları aldıktan sonra Gani Ustayla kablo kanal kazısına bakmak üzere aşağı, bahçenin alt sınırına doğru yürüdüler.
"Çit var geçemezsin oradan" dediysem de dinletemedim.
"Merdiven götürdük, ağaca dayar çiti aşar yine geçeriz" dedi Gani Usta.
İkisi birden ağaçların arasında gözden kayboldu. Şu kanal kazısını görmek bana nasip olmayacak. Her seferinde inenleri aşağıda karşılayıp arabayla yeniden yukarı çıkarmak bana düşüyor. Bayır aşağı yaklaşık dört yüz metre uzunluğunda sık ağaçların bulunduğu bir hat ama hemen hemen iki yüz metre kadar kot farkı bulunuyor. İniş neyse de burada yokuş yukarı tırmanmak adamın iflahını keser. Hele antrenmanlı değilse...
Az sonra Gani Ustaları karşılamak üzere Dağ Restoranın yanına gittim arabayla. Tam karşılayacağım yere varmıştım ki biraz yukarıda gördüm onları. Ali ufak tefek bazı eksiklikler göstermiş, Gani Ustaya. O da bunları biliyormuş zaten, açtığı hendeklerin içine yeniden toprak dolan yerlermiş Ali'nin beğenmedikleri. Hendek kazarken fark etmeyip  restoranın su borusunu kesmişler. Lütfü Bey, suyun kesildiğini görünce çıkmış yanlarına. Bir parça boru verip ek yaptırmış onlara. Halletmişler işte bir şekilde, haberim bile olmadan. "İyice tamir etseydin bari, uydur kaydır olmasın, adamları sıkıntıya sokmayalım." dedim. "Biraz ek yerinden kaçırıyor ama yeniden el atacağım ona, sen merak etme hallederim ben onu." dedi Gani Usta.


Yarın kablolar döşenip hendek kapatılacak. Son yüz metrelik mesafeyi iş makinesi ile kazacağız. Alttan başka boruların geçiyor olması kötü. Köy yerleri böyledir. Yeri kazınca altından kimin hangi borusu çıkacak belli olmaz. Ne başı bellidir ne de sonu, eğer bir boruyu kesecek olursan, bir ek yaparsın, olur biter. Ama bizimki biraz farklı, yani boru değil elektrik kablosu döşeyeceğiz. En az bir metre derine gömmemiz lazım ki yeni kanal kazıcılar bizim kabloyu kopartmasın.

Gani Ustayı arabayla yeniden yukarı çıkarıp onu yaylada bıraktıktan sonra Ali ile beraber dükkanına dönüyoruz. Kaçlık kablo kullanacağız? İhtiyaca göre. Zor soru. İhtiyaç dediğin zamana bağlı çünkü. Bugün bana yeten yarın az gelir. Şimdiden nasıl bileyim. Emniyetli olsun diyorum, elle kazıldı bu kanal, yeniden kazmaya kalksak boşa gidecek onca para. Eski arkadaşım Ali'yi arasam iyi olacak galiba. Kablo kesitine karar vermeden önce ben sana yardımcı olurum demişti ya. Elektrik mühendisi olduğu için en iyisini o bilir. Enerji alacağımız direğe elektrik 70'lik kablo ile geliyormuş. Biraz pahalıya mal olsa bile yeni döşeyeceğimiz kablonun aynı kesitte devam etmesine karar veriyoruz. İş makinesi için elektrikçi Ali bir tanıdığını aradı, adamın elinde işi varmış. O olmayınca ben daha önceden makinesini kiraladığım Hakan'ı aradım. Küçük paletli makine müsait değilmiş ama traktör kepçeyi gönderebileceğini söyledi. Tamam bu iş de halloldu artık, deyip rahatladım.

Henüz öğlen bile olmadan bayağı iş bağlamıştım. Saate baktım, tam eşimin fizik tedavi zamanı gelmiş. Hemen alıp onu hastaneye götürsem iyi olacak. Dün belini çektiren cihaz bayağı yakmış canını. Öğlen saati olduğu halde şans eseri görevli yemeğe çıkmakta gecikince eşimin bağrışlarını duymuş da koşup cihazı durdurmuş. Bu yüzden yanında olmak istiyordum aslında. İşlerden dolayı kendisine eşlik edemeyebileceğimi söylemiştim bugün ama işlerim yolunda gitti. Eve vardığımda o da çıkmak üzereydi. Bugün sadece fizik tedavi uygulandı. Dünkü ağrıdan sonra doktorun talimatıyla bel çektirme cihazına bağlanmayacağı söylendi. Tedaviden çıktıktan sonra eşimi eve bırakıp para çektim bankadan. Bugün pazartesi, işçilik ödemelerim var. Tekrar yaylaya çıkıp işçilere ve taşçıya paralarını ödedim. Ödeme günleri herkes aynı hisse kapılır mı bilmiyorum ama ödemeleri yaptıktan sonra benim sırtımdan bir yük kalkıyor sanki. Nasıl olsa bu paralar ödenecek. Ödenene kadar hak edilmiş paraları emaneten taşıyorum sanki.

Taş fırında tuğlalar biraz eksik kalmış. Yakup Usta anlaştığımız yerden tuğla almak üzere arabasıyla şehre iniyor. Kadir ve Gani Usta ile biraz çene çalıyoruz. Kadir sözünde durursa bizim bahçeye bir tavuk kümesi kuracak.
"Abi, yımırta istemiştin, kaç dene getireyim?" diyor gözleri ışıldayarak. Dedesi Cambaz Ali söylemişti bir keresinde, Kadir çok seviyormuş hayvanları, özellikle de tavuklarını.
"Ah Kadir şimdi mi soruyorsun, ben senden geçen hafta istemiştim, sesin çıkmayınca tam bir koli aldım Metro'dan" diyorum. Gözünün o pırıltısı sönüyor.
"Hadi, getir yine sen bana biraz." diyorum. Başlıyor gözlerinin içi parlamaya yine.
"Abi, yirmi dene yeter mi? diye soruyor.
"Getir, getir diyorum" gülerek. "Bundan sonra hep senin köy yumurtalarını yiyeceğiz."
"Abi bende yeşil yumurta da var, istersen."
"Nasıl yani sarıları mı yeşil, ben hiç duymadım!" diyorum.
"Yok abi kabukları yeşil, yani beyaz yerine yeşil. Bizim tavuklar hep ot yer belki de ondan oluyor. Kolesterolü düşüyormuş, yeşil yumurta" diyor heyecanla.
"Yok Kadir, yok kalsın. Sen bana beyazlarından getir." Garip geliyor bana yeşil yumurta.
  

21/02/2016 Pazar, Tire

Gece boyunca yağan yağmur sabah olunca aniden kesildi. Hava o kadar güzel ki, dışarıdan gelen birini burada birkaç saat önce yağmur yağdığına inandıramazsınız.

Dün Kuşadası'na gittiğimiz iyi oldu. Bazen hava değişikliği iyi geliyor. Kahvaltıdan sonra öğlene kadar kitap okudum. Öğleden sonra yukarı çıkıp şöyle bir dolaşmayı düşünüyordum ama Yakup Usta'yı aramak istemedim. Her ne kadar ustalara güveniyor olsam da, ara sıra baskın yapmakta fayda var. En azından gideceğim zaman onlar için bilinmez olursa, yakalanırız korkusuyla işleri savsaklamazlar. Dün yanlarına uğramadığım için mutlaka gelir bugün diye akıllarından geçiyor olmalı. Bugün de onları şaşırtıp çıkmasam mı yukarı?

Aslında bahane arıyordum. İşin ritmi kaçtı. Yağmur yağdı, fırtına çıktı, sular dondu gibi bahanelerle soğuttular beni işten. Gani Usta öğleden sonra arayarak kanal kazısının tamamlamak üzere olduğunu bildirdi. "Elektrikçi Ali'ye bir göstersen hani, eksik bir şey falan varsa tamamlayalım." diyerek Ali'yi yaylaya göndermemi istedi. Nerdeee. Ali bu, geçen haftadan beri peşindeyim ama bana beş dakika zaman ayıramadı ki. Hem bugün Pazar olduğu için ona ulaşmam zaten mümkün değil. Diğer günler sıkı çalışıyor adam ama Pazar günlerini sadece kendine ayırıyor. Telefonla arasam boşuna, hiç şansım yok. "Madem elektrik kablo kanalını tamamlamak üzeresiniz, o zaman tuvaletler ile fosseptik arasına atık su boru hendeğini kazın" diyorum Gani Ustaya. Başka çare yok, yarın erkenden Ali'nin dükkanına uğramalı ve başka bir işe koyulmadan kolundan tutup yaylaya götürmeli.

"Hanım, hadi kalk giyin de şöyle bir dolaşalım yaylayı." dedim demesine ama "Yok, gelemem, işim var, sen git" diye karşılık verse ziyadesiyle memnun kalacaktım. Bugün Pazar ya, sanki benim için diğer günlerden farkı varmış gibi bir miskinlik çöktü üzerime. Beklediğim cevabı alıyorum eşimden. İyi, diyorum o zaman, "Benim canım da hiç istemiyor."

Gani Ustanın dediğine göre, Yakup Usta taş fırına başlamış,  Yarın göreceğiz hepsini. Avluda kullanılacak kayrak taşlarını da Gani Usta getirecek. Ocaktan düzgün olanları seçmesi için uyarıyor, kötü gelirse parasını vermeyeceğini söyleyerek gözünü korkutuyorum. "Yok beyim" diyor, "Hiç öyle şey olur mu, en iyilerini seçtim, üç traktör dolusu hazırladım tastamam."

***************************

Adolf beni şaşırtmaya devam ediyor. Savaş zamanı yapılan propagandanın hayati öneminden bahsederken Almanya'nın bu hususta rakiplerinden çok geride kaldığını belirtiyor. Merkezi yönetim bu kadar barış yanlısı görünürse, cephedeki asker "Biz niye savaşıyoruz o halde?" demez mi diye soruyor. I. Dünya savaşının ilk yıllarında yapılan yanlışlar sebebiyle başlangıçta Rusya karşısında yenilgi beklerken Çarlık Rusya'sının dağılmasıyla birlikte, bütün kuvvetleri batıya kaydırdıktan sonra Fransa ve İtalya'ya karşı zafer kazanma ümitlerinin doğduğuna inanan Hitler, böyle bir aşamada barıştan bahsetmenin orduyu içten yıkmakla eşdeğer olduğunu anlatıyor. Barış için savaşın kaçınılmaz olduğunu söylerken cephede yaralandıktan sonra hastanede tedavi gördüğü sırada, hastaları ziyarete gelen bir papazdan ülkesinin ateşkesi kabul ettiği haberini alıp birden göz yaşlarına boğuluyor.

Ülkede o yılların en büyük illeti Frengi. Bu konuda devletin aldığı önlemlerin son derece yetersiz olduğuna dikkati çekerek bu hastalığın önlenebilmesi için sağlam bir aile yapısına ihtiyaç bulunduğunu anlatıyor. Ailelere çocuklarını genç yaşta sağlıklı eşlerle evlendirmelerini ve onları fuhuştan uzak tutmalarını öğütlüyor. Bu maksatla devlet olarak genç evlilere mesken yardımı ve iş bulma konusunda yardımcı olunması gerektiğini söylüyor.

Parlamenter sisteme her fırsatta veryansın eden Adolf, hayranlık uyandıran fikirlerini maharetle anlatmaya devam ederken ara sıra beyni kısa devre yapıyor. Bu zeki insanlara has bir özellik midir bilmiyorum ama ailenin öneminden, ahlaklı olmanın faziletinden bahsederken, lafı bir anda üstün ırka getiriyor. Egosu o kadar yüksek ki, eğer yönetimi eline verseler ülkenin güllük gülistanlık olacağını, dünyayı Almanya idare etse, her yerde barışın hüküm süreceğini iddia ediyor.

Yahudiler ne yaptı bu adama bilemem ama iğrenç bir solucan bile ona Yahudi milletinden daha sevimli geliyor. Doğanın düzenini referans alıyor kendi felsefesine. Nesillerinin devamı için Leylek ile leyleğin, ispinoz kuşu ile ispinoz kuşunun çiftleştiği örneğinden hareketle herkesin dengi dengine olması gerektiğini söylerken dünyanın en aşağılık ırkı olan Yahudilerle evlenip kanlarının kalitesini düşürmemelerini öğütlüyor vatandaşlarına. Bu sistemde her zaman zayıflar gidecek, tabiatın çetin koşullarına dayanabilen güçlüler yaşamaya devam edecek.

Alman ordusuyla gurur duyan ve bütün yenilgilerini bir nedene dayandıran Hitler, Alman bürokrasisinden, yani devlet memurlarından da övgüyle söz ediyor.

Savaşın kaybedilmesinde  sorumlu gördüğü, parlamentonun sorumsuzluk mikrobunu taşıdığını ifade edip imparatorluğa kin kusuyor. Ülke yönetiminin Yahudi ve Marksistlerin elinde olduğundan yakınarak I. Dünya Savaşından sonra alınan barış kararının Alman ırkının sonunu hazırladığını iddia ediyor.

Medyanın Yahudilerin elinde olduğu tespitinde bulunan Hitler, gazete okuyucusunu üç farklı kategoride topluyor:
1- Her okuduğuna inananlar
2- Hiçbir şeye inanmayanlar
3- Okuduğunu inceledikten sonra bir hükme varanlar.
Ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu birinci kategoriye dahil ederken, küçük bir kısmının ikinci, çok daha azının üçüncü kategoride yer aldığını söylüyor. Aradan bir asır geçse de günümüzden pek farkı yok bu sınıflamanın, öyle değil mi?

Büyük devletlerin sanata ve kültüre önem vermesi gerektiğinin altını çiziyor. Geçmiş uygarlıklara ait günümüze kadar ulaşan kalıntılarda, en ihtişamlı eserlerin halka hizmet veren dini ve devlete ait yapılar olduğunu söylüyor. Günümüzün şaşalı konakları ve iş hanları yerine devletin gücünü temsil eden gösterişli meydanlara ve muhteşem kamu binalarına ihtiyaç bulunduğunu anlatıyor. İnsanın burada aklından geçmiyor değil!... Acaba şu bizim Ak-Saray da bu düşüncelerin ürünü mü? Bir de sonradan bir suikast sonucu hayatını kaybeden  eski sendika başkanı geliyor aklıma. Maden-İş Sendikası eski Başkan Şemsi Denizer, bindiği Jaguar marka makam aracını soran gazetecilere, "Ne yani, Jaguar marka otomobile binmek emekçinin de hakkı değil mi?" diyerek tepki vermesi büyük sansasyon yaratmıştı.  

Adam takmış bir kere, durup durup Yahudilere vurmaya devam ediyor.  Tehlikeli bir durumla karşılaştığında ya da müşterek çıkarları olması halinde, bu ırkın bir kurt sürüsüne benzer içgüdüyle birbirine kenetlendiğini, bunun haricinde bencilliklerini koruduğunu iddia ediyor. Son iki bin sene içinde, yeteneklerinde ve karakter yapısında Yahudiler kadar az değişikliğe uğramış bir milletin bulunmadığını, insanlığı zarara uğratan her türlü büyük harekette onların parmaklarının bulunduğunu, ancak yine de kurnazlıkları sayesinde olaylardan en az zarar görenin yine bu ırk olduğunu anlatıyor.

Biraz uzun oldu ama içimde kalmasın istedim.

20 Şubat 2016 Cumartesi

20/02/2016 Cumartesi, Kuşadası

Yeni düzenimizde artık kahvaltılar benden. Hemen herkesin onsuz olmaz dediği çay keyfini ise hiç sormayın, tamamen uzak bana. Ne bileyim, çay içmekten hiç zevk almıyorum işte. Bundan dolayı, çay hazırlamasını da pek bilmiyordum. Madem kahvaltının olmazlarından biri bu çay denilen şey, nasıl yapıldığını da öğrenmem lazımdı. "Ne yani, onu da bilmiyor musun?" demeyin hiç. Öyle çay deyip geçmeyin. Uzmanlık işiymiş meğer. Ben ne kadar çaydan anlamıyorsam eşim o kadar bu işin uzmanı. Mutfağımızda her biri farklı kutuların içinde çeşit çeşit çaylar bulunur. Bunların bazıları poşet içinde, bazıları dökme. Belli bir dönem şundan bir poşet, kırmızı kutudan bir çay kaşığı, sarı kutudan bir tatlı kaşığı çay koymam gerekir demliğe. Bir süre sonra değişiklik ister canımın canı. Bu sefer başka kutulardan değişik ölçeklerde yeni formüller uygularım isteğine göre.

İlk olarak çayla başlarım işe. Önce su ısıtıcıda (kettle dememe kızıyor) suyu kaynatırım, sonra demliğe (formülüne göre) belli çay türlerinden değişik ölçülerde çay koyarım, su kaynayınca çaydanlığa alıp ocağın altını açarım, nihayet üzerine belli miktar kaynar su ilave edip iyice kısarım ocağın altını. Kahvaltı hazırlamak benim için bir zevk  ama çayı eşimden başkasına yapmam. Neyse elim alıştı artık. Çayımı da beğeniyor. Sorun yok o zaman. 

En çok yumurta hazırlama faslını seviyorum. Prof. Canan Karatay'ı arkama almışım nasıl olsa. Bilim adamlarının "Aman yumurta yemeyin, kolesterolünüz azar, ölürsünüz." diye ortalığı ayağa kaldırdığı zamanlarda bile, yumurta yemekten kimse alıkoyamamıştı beni. Uzun süre yüksek çıkacak korkusuyla kolesterolümü  bile ölçtürmemiştim. Mevsimine göre her sabah değişik bir yumurta yemeği, peynir ve zeytin çeşitleri ile ev yapımı bir kase yoğurttan ibarettir benim kahvaltı menüm.

Neredeyse ekmeğin her türlüsünü bir yıldır çıkardım hayatımdan. Dediğim gibi çay da içmem. Renkli sudur o benim için. Hiç su sevmez mi insan? Ben onu da sevmem. Renksiz, kokusuz yani şahsiyetsizdir su, bana göre. İlla ki bir şey içmem gerekiyorsa, limon aromalı soda içerim. Eskiden diyet kolaya tutku derecesinde bağlılığım vardı. Neyse ki, epey azalttım bu aralar. Her sabah iki ince kepekli ekmek dilimi arasına peynir koyup bir tost hazırlarım eşime. Tost makinesine eşimin ekmeğini koyma zamanıyla benim yumurtalarımı tavaya kırma zamanı birbirine denk düşer. Eğer birinde gecikirsem diğeri yanar maazallah. Eşim tam bir çay tutkunu, çay yoksa kahvaltı yoktur onun için.

Her gün tekrarlanan bu kahvaltı hazırlığından sonra eşime seslenirim, "Kahvaltı hazır." Mutlaka bir işi vardır elinde.  Hemen işine ara verip karşılıklı otururuz masaya. Tam karşımızda Gölet Restoran ve caddeye kadar inen yemyeşil bir arazi üzerinde serbestçe dolaşıp karnını doyuran bazen  iki bazen de üç doru atı seyrederiz. Zaman zaman koyun ve kuzulardan oluşan bir sürü dolanır onların arasında. Hemen sol tarafımızda bir kaç tane okul sıralanır. Sabahın ilk saatlerinden itibaren öğrencilerin derse yetişme telaşı ilişir gözümüze. Arada günün ilk haberlerini, gazete başlıklarını izleriz mutfaktaki küçük televizyondan.

Bu sabah mutfağın panjurunu açtığımda, karşıma çıkan her zamanki pastoral manzaranın yerini kesif bir sise bıraktığını gördüm. Göz gözü görmüyordu. Bu havalar insanın canını sıkar, içini karartır. Havayı değiştirmek için bir şeyler yapmalı. "Bir yerlere gidelim." dedi eşim. Her zaman böyle karar veririz biz. Aniden, durup dururken. "Aydın'a gidelim haydi" dedim. "Arkadaşlara da uğrarız belki..."

Yakup Ustayı aradım. Yaylada çalışıyorlarmış. Taş duvarı bitirmek üzerelermiş. Artık taş fırına başlamaları lazım. Gani Usta da kanal kazısına devam ediyormuş. Yukarı çıkmak istemedim.


Çok dolaşınca memleketin her yerinden arkadaşları oluyor insanın. Öğleden sonra çıktık yola. Belevi'ye yaklaşırken aniden kararımız değişti yine. "Aydın'a gitmeyelim, Kuşadası'na balık yemeye gitsek?" "Bana uyar" dedim. Kaderimizle dalga geçiyoruz. Hem yemek olsun bana yeter ki, üstelik balık.

Kuşadası güneşli, hava çok güzel, insanlar cıvıl cıvıl. İçinde bulunduğumuz Şubat ayının ortasında kısa kollu, hatta şort giyenleri gördük. Balık güzeldi, hava da çok güzeldi, eşiminki kadar olmasa da Mado'da yediğimiz günümüzün moda tatlısı "trileçe"  de. Bizi soracak olursanız, yaslı gittik şen döndük.

ZAYIFA ACIMAK DOĞAYA İHANETTİR

Okuduğu kitap bir insanı bu kadar mı etkisi altına alır? Beni alıyor işte. Hoşuma giden bir kitapsa eğer, olayların en yakın şahidi, anlatıcının ilk muhatabı olurum. İçilen kahvenin tadına bakar, kahramanların hislerine tercümanlık ederim. Kitabın henüz başındayım ama sayfaları çevirdikçe taşan anlık düşüncelerimi yazıya dökmek rahatlatır beni. Beğenilmeyi beklemeden, eleştirilmekten korkmadan olabildiğince özgürcesine...

Bu duygularla Hitlerin fanatik hayranlarından biri olmama ramak kalmıştı ki, bugün okuduklarım tutumumu tamamen değiştirdi. Onun hakkında değişik kaynaklardan öğrendiklerimi bu kez kendi ağzından itiraf edince hayretler içinde kaldım. Kaleme aldığı kitabın alt başlığı olan "Zayıfa acımak doğaya ihanettir" sözüne bütün gücüyle sahip çıkıyor bugün okuduğum bölümde. Irkçılıkla ilgili görüşleri, özellikle Yahudi düşmanlığı, sadece benim değil dünyanın nazarında da ona karşı oluşan nefretin temel nedeni oluyor.

Diğer taraftan parlamenter sistem ve kilise ile ilgili saptamaları, bugün bile geçerliğini koruyor. Milletvekillerini işe yaramayan, zekadan yoksun bir topluluk olarak nitelendirip onları en ağır hakaretlerle yerden yere vururken, dinin siyasete müdahalesine de veryansın ediyor. Elbette bunlarla sınırlı değil karşı durdukları. Mesela basına iktidarın borazanı olduğu için kızıyor. Viyana'daki sosyal demokratlar, Marksistler de Hitler'in öfkesinden nasibini alıyor. Gençlik yıllarında hiçbir siyasi örgüte üye olmayıp politikadan hoşlanmadığını açıklıyor.

I. Dünya Savaşından önce Monarşi ile yönetilen Avusturya'da kendi görüşlerine karşı tehdit olarak algıladığı Aristokrat yapının karşısında tavır alan Hitler, Viyana'da yaşayan Alman milliyetçilerinin hedeflerini açıkça belirlediklerini ancak halkı bu hedefe motive edecek alt yapıdan yoksun olduğunu, Hristiyan Halk Partisinin tam aksine, varmak istediği hedefi belirlemek hususunda aciz kaldığını ancak dini duyguları da kullanarak halkın desteğini almakta başarı gösterdiğini ifade ediyor. Hitler. Alman milliyetçilerinin hedef belirlemedeki becerisi ile Hristiyan Halk Partisinin kendini halka anlatmadaki ustalığını bir araya getirmek mümkün olsaydı, Birinci Dünya Savaşının çıkmayabileceğini dile getiriyor.

Şimdi 20. Yüzyılın en kanlı diktatörünün tüyler ürperten görüşlerine dönelim. "Bir devletin ayakta kalabilmesi, onun sağlam bir ekonomiye sahip olmasından ziyade, kaliteli bir ırka sahip olmasıyla mümkündür." diyor. Yahudileri örnek veriyor bu görüşüne dayanak olarak. Her türlü ticaret ellerinde olduğu halde, onların dünyaya dağılarak diğer devletlerin içinde asalak olarak yaşamayı sürdürdüklerini söylüyor.

Her geçen gün toplumda ihtiyaçların arttığını, üretimdeki artışın nüfus artışının gerisinde kaldığını belirterek bu gidişle bir süre sonra dünyada kıtlığın baş göstereceğinin altını çiziyor. Fransızların yaptığı gibi nüfus artışını kontrol etmek suretiyle kıtlığa asla çözüm getirilemeyeceğini, bu yöntemle doğacak yüksek kaliteli nesillerin de heba edileceğini anlatıyor. Bunun tam aksine, nüfus artışını teşvik etmek gerektiğini ve doğanın yaptığı gibi, zayıfları yok ederek, aralarından güçlü olanları seçmenin kaliteli ırkın oluşumu için lüzumlu olduğunu söylüyor. Zayıflara yapılacak her türlü hizmetin devlet kaynaklarında büyük israfa yol açacağına vurguluyor aynı zamanda. 

"Aman tanrım" diyorum. Bu adam tam bir kasap. Etin iyisini kötüsünden ayırır gibi insanları kalitesine göre tasnif edip zayıf olanları ölüme terk ediyor. Bir insan bu kadar acımasız olabilir mi? Değil insana, hayvanlara bile böylesine sapık fikirlerle yaklaşılmaz. Nereden geliyor bu düşüncenin ilhamı? Doğadan. Doğadaki durum üç aşağı beş yukarı böyle çünkü.

Çağımızın hümanist insanı yaratıcıdan daha erdemli mi diye aklımdan geçiriyor. Hemen tövbe deyip çıkmaya çalışıyorum bu düşüncenin içinden. Hitler'in nazari bakımdan geliştirip iktidarı ele geçirmesiyle birlikte imalat hatası gördüğü Yahudi ırkı üzerinde uyguladığı faaliyetler insanlıkla bağdaşamaz. Bu tür olayları toplum en şiddetlisinden protesto etse de, günümüzdeki "de facto" durumu da gözden kaçırmamak lazım. Dünyadaki savaşlar, cinayetler, tecavüzler geliyor aklıma. Güçlü, güçsüzü dövmeye, onu yok etmeye devam ediyor.  Neden şehitler ve terör olaylarında can verenler toplumun alt kesimindeki görece zayıf insanlardan oluşuyor.  Bu tür olayları bilim bize yaratanın doğal seleksiyon kuralı ile açıklıyor. Hitler'e bir yandan küfür ederken insanlar, diğer taraftan onun teorisini pratiğe döküyor. Güçlü güçsüzü yok etmeye devam ediyor...

Toprakları genişletmenin vatandaşların karnını doyurmak için lüzumlu olduğunu ifade ediyor Hitler. Yani, devletin bekası için sömürgeciliğin bir çıkış yolu olduğundan bahsediyor. Buna bir de sınır getiriyor. Sahip olduğun toprakların elli katını da aşmamak lazımmış. Küçük toprağa sahip ülkeleri korumanın zorluğuna dikkati çekip geniş toprakların devleti güçlü kıldığını ifade ediyor.

Hata yapsan dahi, bunu halka karşı asla söylemeyeceksin diyor Adolf Hitler. Çünkü eğer hata yaptığını düşünürse halk, onun nazarında yeniden kazanamayacağın bir güven kaybına uğrarsın. Günümüz politikacıları harfi harfine uyuyorlar bu görüşe değil mi?

Son olarak, enine boyuna Marksizm'i inceliyor. Aslına bakılırsa kendi görüşlerine karşı en büyük rakip ve tehdit olarak görüyor bu felsefeyi. Özellikle propaganda hususunun önemi üzerinde çok duruyor ve Marksistler bu işi çok iyi yapıyor deyip örnek alıyor onları.

Bakalım daha ne inciler döktürecek adamım?       

19 Şubat 2016 Cuma

19/02/2016 Cuma, Tire

Sabah saatlerindeki hafif yağmur yağışı, ustaların bugün de işe çıkmamasına bahane oldu. Oysa bu güzel havada çalışma olmaması aklımın ucundan geçmemişti. Öğlene doğru güneş kendini gösterdi zaten.

Kaplan'daki yatırımla ilgili bir hususu konuşmak üzere dünden beri Başkan'ın müsait bir zamanını kovaladığımdan sabah yaylaya çıkmadım ama Belediyeden haber çıkmadı yine. Öğleden sonra dayanamayıp yukarıda ne yaptıklarını bir göreyim dedim. Kaplanın dar, virajlı yollarını çıkarken bir kaç gündür gördüğüm manzara değişmişti. Manzara derken bu sefer şehir manzarası değil söylemek istediğim. Tam tersine şehre sırtımı verip dağı karşıma aldığımda gördüğüm manzara bu. Göz alabildiğince uzanan zeytin ağaçları arasında, çiçeklenerek süslenen bir sürü badem ağacı...  Harika bir görüntü. Yayla yolunda tırmanırken köye yaklaşırken daha fazla dikkat kesildim. Sol tarafta zeytin bahçemizin önünde iyice yavaşladım. Bizim badem ağaçlarının da bembeyaz gelinliklere büründüklerini sevinerek fark ettim. Topu topu iki adet badem ağacımız olduğunu sanıyordum ama sanki bana karşıdan daha fazla göründüler. Geçen yıl dona yakalanmış ve hiç biri ürün vermemişti zaten. Yayla dönüşünde zeytinliğe uğramam şart oldu artık. Bu güzel havaların sonunda don olmaz inşallah.

Yayladaki bahçenin önüne arabayı park ederken, demir kapıyı kapalı görünce ustaların gelmediğini anladım. Kadir'i arayıp bugün neden gelmediklerini sordum. Tahmin ettiğim gibi sabahın erken saatlerinde yağmurun çiselemesi korkutmuş gözlerini. Demir kapıyı açıp bahçeye girdim. Etrafı kolaçan ettim, avluda yapılan taş duvardaki ilerlemeye göz attım. Bir traktör taş daha geldiğini not ettim. Dönüşte zeytinliği de dolaşmak istediğimden dolayı burada daha fazla zaman geçirmenin anlamı yoktu. Kapıyı kilitleyip çıktım.  Zeytinliğin önüne gelince arabayı park ettim. Burada çiçek açmış badem ağaçlarının bir kaç resmini çekmek iyi olacaktı. Gerçekten en az beş ya da altı badem ağacı varmış içerde. Güneş kaybolmak üzereydi ama bir kaç resim çekebildim yine de. Oradan ayrılıp şehre indiğimde telefonun çaldı. Başkan makamında bekliyormuş. Hemen koşup gittim yanına. Sağ olsun işimizi halletti. Biraz sohbet ettik. Kaplan yolunda Belediye olarak başladıkları güzel projelerden bahsetti. Bunları duymak daha da mutlu etti. Belki bir beş yıl sonra şimdikinden çok daha farklı olacak Kaplan.
  
           

18 Şubat 2016 Perşembe

18/02/2016 Perşembe, Tire

Sıhhi tesisat ve elektrik işlerini konuşmak üzere araziye çıkmadan  yakalamak istiyordum Ali'yi.  Önce telefon ettim ama cevap veren olmadı. Kahvaltı etmeden çıkmayı düşünürken sonradan vaz geçtim bundan. Kahvaltı sofrasından henüz kalkmıştım ki, telefon çaldı. İş makinesinin başında altından boru ve kabloların geçtiği kritik bir kanal açtırıyormuş Ali. Sesten dolayı duymamış telefonun zilini. "Bir saat kadar sürer burada işim." dedi.

Yaylaya çıkıp onu orada beklemeyi geçirdim aklımdan. Bahçeye vardığımda Yakup Usta ve Kadir taş duvar işinde çalışıyorlardı. Gani ocaktan bize taş hazırlamak için kanal kazısına bugün ara vermiş. Kısa bir süre sonra telefonum çaldı. Belediyeden arıyorlarmış. Elektrik için kazdırdığımız kablo kanalının yanındaymış görevli. Başkanın bilgisi olup olmadığını sordu bana. "Var elbette, ona haber vermeden işe girişir miyiz hiç? dedim. Mutlaka köyden biri gammazlık şansını denedi. Ne kadar adi insan var bu memlekette. Kendine fayda sağlamasa da, sırf fenalık olsun diye işini gücünü bırakır seninle uğraşmaya kalkarlar. Hasetlik, düzenbazlık hepsi bizim memlekette. Mikro çerçeve bu olunca makrodan ne beklenir ki... 

Bir traktör kum ve çimento teslim almış ustalar. Taş fırın yapacağımız yeri gösterdim onlara. Her şey köy usulü olsun istiyorum. Ali'yi bir kez daha aradım. İşi hala bitmemiş. Daha fazla bekleyemeyeceğim onu burada.  Tesisat için hazırladığım planı Yakup Usta'ya bıraktığımı, yine de anlamadığı bir şey olursa bana telefon etmesini söyledim. Bu ona daha fazla zaman verdiği için çok hoşuna gitti. Ben ise hiç hoşlanmadım bundan. Çünkü arada bir Yakup Ustayı arıyor, Ali'nin gelip gelmediğini soruyordum. Akşama kadar ne gelen olmuş ne de giden.

****************


Dün Ankara'da patlayan bomba büyük sansasyon yarattı. Zaten amaç bu değil miydi? Yani, eylem amacına ulaştı. Ne intihar bombacısı ne yaralı kurtulanlar ne de ölenler,  birbirini tanıyorlardı. Ama eylem başarılı oldu birileri için. Hedefi on ikiden vurdular. Amaçlarına ulaştılar. Neydi amaç: Sansasyon! Bu olay herkesin olduğu gibi benim de zihnimi birkaç yönden meşgul etti.


Herkes esefle kınıyor bu olayı. Yabancı devletlerin hepsi ama hepsi kınamış, işte parmağı olduğu konuşulan Rusya bile, hepsi terörün her türlüsüne karşı olduklarını ifade etmişler.  Neyi çözüyor, hangi masum canları geri getiriyor bize onca kınama? Terör örgütü bir kez daha eylem yaptığı takdirde yabancı ülkeler silah yardımını kesme cezası verecek mi?

Yaşasın terörist bulundu! Şu patlamanın faili canım. Ha, o mu? Kimmiş? Suriyeliymiş bombayı patlatan. Başbakanın ağzı kulaklarında. Görev tamamlandı. "Faili..." diyor başbakan televizyon ekranlarında. "Faili kesin olarak belirledik." Bakıyor etrafına ama alkışlayan yok bu sefer.

Bu mudur hükümetin görevi? "Yani" diyor hükümetin başındaki zat. "Yani, görüyorsunuz, bunu biz yapmadık" Rahat bir nefes alıyor, kuru bir öksürükle boğazını temizledikten sonra devam ediyor. "Faili belirledik, inanmazsanız bakın işte, ismi budur." Başta şahsı olmak üzere, cümle yürütme organları temize çıkıyor böylece. Ya belirlenemeseydi olayın faili?  Maazallah bu işin sorumluluğu üstlerine kalacaktı diye geçiyor aklından, başbakanın. Rahat bir nefes alıyor, verilmiş sadakamız varmış diyerek göz kırpıyor yanındaki İçişleri Bakanına.

"Bir hükümet, milleti her vasıta ile felakete götürürse, bu milletin her ferdinin isyanı bir hak değil, görevdir."

Kim söylemiş bu sözü? Önemli mi? Ama söyleyeyim. Yine Adolf Hitler. Bu adamın ırkçılık söylemleri olmasa fikirleri hiç de fena değil. Onun için nasyonal sosyalizm adını vermiş ideolojisine. Irkçılık boyutuna varan milliyetçiliğini bir kenara koyup onu anlamak lazım.

Bir adım daha gidelim. Susanlar hariç, herkes benim gibi ya yazıyor, ya da konuşuyor.  Bu yollardan bastırmaya çalışıyor kabaran isyanını. İçlerinden bazıları haddini aşıp! hapislerde susturuluyor. Bu sebeple insanlar, korkuyor konuşmaya, yazmaya da. Madem parlamenter sistemdir mevcutlar arasında en iyisi. Korkaklığımız engel madem isyanımıza. Bırakalım kınıyoruz laflarını, ahları vahları, timsah göz yaşlarını, ölenlere rahmet okumaları. En azından verdiğimiz oylarla ortak olmayalım sorumluların sorumluluklarına.