Gece boyunca yağan yağmur sabah olunca aniden kesildi. Hava o kadar güzel ki, dışarıdan gelen birini burada birkaç saat önce yağmur yağdığına inandıramazsınız.
Dün Kuşadası'na gittiğimiz iyi oldu. Bazen hava değişikliği iyi geliyor. Kahvaltıdan sonra öğlene kadar kitap okudum. Öğleden sonra yukarı çıkıp şöyle bir dolaşmayı düşünüyordum ama Yakup Usta'yı aramak istemedim. Her ne kadar ustalara güveniyor olsam da, ara sıra baskın yapmakta fayda var. En azından gideceğim zaman onlar için bilinmez olursa, yakalanırız korkusuyla işleri savsaklamazlar. Dün yanlarına uğramadığım için mutlaka gelir bugün diye akıllarından geçiyor olmalı. Bugün de onları şaşırtıp çıkmasam mı yukarı?
Aslında bahane arıyordum. İşin ritmi kaçtı. Yağmur yağdı, fırtına çıktı, sular dondu gibi bahanelerle soğuttular beni işten. Gani Usta öğleden sonra arayarak kanal kazısının tamamlamak üzere olduğunu bildirdi. "Elektrikçi Ali'ye bir göstersen hani, eksik bir şey falan varsa tamamlayalım." diyerek Ali'yi yaylaya göndermemi istedi. Nerdeee. Ali bu, geçen haftadan beri peşindeyim ama bana beş dakika zaman ayıramadı ki. Hem bugün Pazar olduğu için ona ulaşmam zaten mümkün değil. Diğer günler sıkı çalışıyor adam ama Pazar günlerini sadece kendine ayırıyor. Telefonla arasam boşuna, hiç şansım yok. "Madem elektrik kablo kanalını tamamlamak üzeresiniz, o zaman tuvaletler ile fosseptik arasına atık su boru hendeğini kazın" diyorum Gani Ustaya. Başka çare yok, yarın erkenden Ali'nin dükkanına uğramalı ve başka bir işe koyulmadan kolundan tutup yaylaya götürmeli.
"Hanım, hadi kalk giyin de şöyle bir dolaşalım yaylayı." dedim demesine ama "Yok, gelemem, işim var, sen git" diye karşılık verse ziyadesiyle memnun kalacaktım. Bugün Pazar ya, sanki benim için diğer günlerden farkı varmış gibi bir miskinlik çöktü üzerime. Beklediğim cevabı alıyorum eşimden. İyi, diyorum o zaman, "Benim canım da hiç istemiyor."
Gani Ustanın dediğine göre, Yakup Usta taş fırına başlamış, Yarın göreceğiz hepsini. Avluda kullanılacak kayrak taşlarını da Gani Usta getirecek. Ocaktan düzgün olanları seçmesi için uyarıyor, kötü gelirse parasını vermeyeceğini söyleyerek gözünü korkutuyorum. "Yok beyim" diyor, "Hiç öyle şey olur mu, en iyilerini seçtim, üç traktör dolusu hazırladım tastamam."
***************************
Adolf beni şaşırtmaya devam ediyor. Savaş zamanı yapılan propagandanın hayati öneminden bahsederken Almanya'nın bu hususta rakiplerinden çok geride kaldığını belirtiyor. Merkezi yönetim bu kadar barış yanlısı görünürse, cephedeki asker "Biz niye savaşıyoruz o halde?" demez mi diye soruyor. I. Dünya savaşının ilk yıllarında yapılan yanlışlar sebebiyle başlangıçta Rusya karşısında yenilgi beklerken Çarlık Rusya'sının dağılmasıyla birlikte, bütün kuvvetleri batıya kaydırdıktan sonra Fransa ve İtalya'ya karşı zafer kazanma ümitlerinin doğduğuna inanan Hitler, böyle bir aşamada barıştan bahsetmenin orduyu içten yıkmakla eşdeğer olduğunu anlatıyor. Barış için savaşın kaçınılmaz olduğunu söylerken cephede yaralandıktan sonra hastanede tedavi gördüğü sırada, hastaları ziyarete gelen bir papazdan ülkesinin ateşkesi kabul ettiği haberini alıp birden göz yaşlarına boğuluyor.
Ülkede o yılların en büyük illeti Frengi. Bu konuda devletin aldığı önlemlerin son derece yetersiz olduğuna dikkati çekerek bu hastalığın önlenebilmesi için sağlam bir aile yapısına ihtiyaç bulunduğunu anlatıyor. Ailelere çocuklarını genç yaşta sağlıklı eşlerle evlendirmelerini ve onları fuhuştan uzak tutmalarını öğütlüyor. Bu maksatla devlet olarak genç evlilere mesken yardımı ve iş bulma konusunda yardımcı olunması gerektiğini söylüyor.
Parlamenter sisteme her fırsatta veryansın eden Adolf, hayranlık uyandıran fikirlerini maharetle anlatmaya devam ederken ara sıra beyni kısa devre yapıyor. Bu zeki insanlara has bir özellik midir bilmiyorum ama ailenin öneminden, ahlaklı olmanın faziletinden bahsederken, lafı bir anda üstün ırka getiriyor. Egosu o kadar yüksek ki, eğer yönetimi eline verseler ülkenin güllük gülistanlık olacağını, dünyayı Almanya idare etse, her yerde barışın hüküm süreceğini iddia ediyor.
Yahudiler ne yaptı bu adama bilemem ama iğrenç bir solucan bile ona Yahudi milletinden daha sevimli geliyor. Doğanın düzenini referans alıyor kendi felsefesine. Nesillerinin devamı için Leylek ile leyleğin, ispinoz kuşu ile ispinoz kuşunun çiftleştiği örneğinden hareketle herkesin dengi dengine olması gerektiğini söylerken dünyanın en aşağılık ırkı olan Yahudilerle evlenip kanlarının kalitesini düşürmemelerini öğütlüyor vatandaşlarına. Bu sistemde her zaman zayıflar gidecek, tabiatın çetin koşullarına dayanabilen güçlüler yaşamaya devam edecek.
Alman ordusuyla gurur duyan ve bütün yenilgilerini bir nedene dayandıran Hitler, Alman bürokrasisinden, yani devlet memurlarından da övgüyle söz ediyor.
Savaşın kaybedilmesinde sorumlu gördüğü, parlamentonun sorumsuzluk mikrobunu taşıdığını ifade edip imparatorluğa kin kusuyor. Ülke yönetiminin Yahudi ve Marksistlerin elinde olduğundan yakınarak I. Dünya Savaşından sonra alınan barış kararının Alman ırkının sonunu hazırladığını iddia ediyor.
Medyanın Yahudilerin elinde olduğu tespitinde bulunan Hitler, gazete okuyucusunu üç farklı kategoride topluyor:
1- Her okuduğuna inananlar
2- Hiçbir şeye inanmayanlar
3- Okuduğunu inceledikten sonra bir hükme varanlar.
Ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu birinci kategoriye dahil ederken, küçük bir kısmının ikinci, çok daha azının üçüncü kategoride yer aldığını söylüyor. Aradan bir asır geçse de günümüzden pek farkı yok bu sınıflamanın, öyle değil mi?
Büyük devletlerin sanata ve kültüre önem vermesi gerektiğinin altını çiziyor. Geçmiş uygarlıklara ait günümüze kadar ulaşan kalıntılarda, en ihtişamlı eserlerin halka hizmet veren dini ve devlete ait yapılar olduğunu söylüyor. Günümüzün şaşalı konakları ve iş hanları yerine devletin gücünü temsil eden gösterişli meydanlara ve muhteşem kamu binalarına ihtiyaç bulunduğunu anlatıyor. İnsanın burada aklından geçmiyor değil!... Acaba şu bizim Ak-Saray da bu düşüncelerin ürünü mü? Bir de sonradan bir suikast sonucu hayatını kaybeden eski sendika başkanı geliyor aklıma. Maden-İş Sendikası eski Başkan Şemsi Denizer, bindiği Jaguar marka makam aracını soran gazetecilere, "Ne yani, Jaguar marka otomobile binmek emekçinin de hakkı değil mi?" diyerek tepki vermesi büyük sansasyon yaratmıştı.
Adam takmış bir kere, durup durup Yahudilere vurmaya devam ediyor. Tehlikeli bir durumla karşılaştığında ya da müşterek çıkarları olması halinde, bu ırkın bir kurt sürüsüne benzer içgüdüyle birbirine kenetlendiğini, bunun haricinde bencilliklerini koruduğunu iddia ediyor. Son iki bin sene içinde, yeteneklerinde ve karakter yapısında Yahudiler kadar az değişikliğe uğramış bir milletin bulunmadığını, insanlığı zarara uğratan her türlü büyük harekette onların parmaklarının bulunduğunu, ancak yine de kurnazlıkları sayesinde olaylardan en az zarar görenin yine bu ırk olduğunu anlatıyor.
Biraz uzun oldu ama içimde kalmasın istedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder