KATEGORİLER

27 Şubat 2016 Cumartesi

PAŞAAAAAAAA


Çalan telefonunun ekranında "Kızçem" yazıyordu. Açma düğmesine bastı hemen.
Ağlama sesi geliyordu karşıdan. Telaşlandı birden. Kızını üzen ne olabilirdi ki? Adını dahi koyamadığı bir sürü kötü senaryo uçuştu beyninde.
"Ne oldu kızçem, çabuk anlat bana."
Telefondaki ses hıçkırıklara boğuldu, bir şeyler söylemeye çalışsa da ne olup bittiği anlaşılmıyordu sözlerinden.
"Sakin ol biraz, ne olur ağlamadan konuş, ne dediğin anlaşılmıyor." dedi sesini yükselterek.
Gayrı ihtiyari duyduğu ses tonu onu sakinleştirmişti bir süreliğine. Derin bir iç çekişten sonra kendini toparlar gibi oldu,
"Paşa öldü" dedi sessiz bir şekilde.  Yeniden başladı hıçkırmalar...
"Başın sağ olsun kızım, ona verilen ömür bu kadarmış, öyle üzme kendini" diye teselli ederken aslında,  bu acı habere o da çok üzülmüştü. Sadece Paşa değildi tabii onun üzüntüsü. Belki daha fazlası, kızının Paşa için döktüğü göz yaşlarıydı. O ağladıkça içinden bir parça kopuyordu  sanki. Daha fazla ne söylenebilirdi ki. 

"Damlayla ağzından besledim. İlaç verdim, olmadı, olmadı yaşatamadım. Keşke veterinere götürseydim. Ellerimde verdi son nefesini... O kadar masumdu ki." Kızının hıçkırıklarına karışan çaresizlik seslerini dinlerken,  o sadece sustu.

Bir haftadan beri hastaydı Paşa. Gözlerinin feri gitmiş, ayakta zor duruyordu. Yaşı da epey ilerlemişti zaten. Üç aylık bile değildi alındığında. Kuşlar insana göre on kat hızlı yaşlanırmış. Bir yıl sonra on yaşında bir çocuğun haylazlığı vardı üzerinde. Her gün saatlerce konuşurdu kızı onunla, şarkılar söylerlerdi birlikte. Hani kuş beyinli derler de küçümserler ya, hiç öyle değildi Paşa. Birinin elinde yiyecek bir şey gördüğünde, bütün şirinliğini sergiler, neşeye boğardı insanı. Aşkım, bi tanem, Paşacık kelimeleri dökülüverirdi gagasından.

Evinin maskotuydu. Yeri her zaman baş köşedeydi. Göz hizasına yakın olmalıymış kafesi. Aşağılık kompleksine kapılır, küser konuşmazmış yoksa. Yıllarca yoldaşlık etti o kızına, kızı da ona. Sınav döneminde derslerini ilk anlattığı, verdiği seminerlerin ilk dinleyicisiydi o. Dilinin dönmediği birçok tıbbi terimi kulak kabartıp ilk o anlamaya çalışmıştı.

İkinci yılında artık yirmi yaşında yağız bir delikanlı olmuştu Paşa. Kafesten dışarı çıkınca salonun bir ucundan diğer ucuna defalarca kanat çırpıyor, yorulunca gidip başına konuyordu kızının. Akşam olunca gevezeliği tutar, gündüz bütün duyduklarını tekrarlayıp dururdu.

Bir müddet sonra kızı ona sarışın bir gelin adayı bulup koydu yanına.  Daha ilk günden mülayim Paşasını yolmaya başladı cadaloz. "Çirkef, benim Paşamı gagalayıp öldürecek" deyip aldığı yere geri götürdü hemen. Bir başka sarışın buldu tam Paşa'ya göre. Yaşı küçük ama bekler Paşa artık bir müddet. "Prenses" koydu adını yeni gelinin.

Yıllar su gibi akmış Paşa, türünün skalasında kızının yaşını çoktan geçmişti. Artık evin büyüğü sayılırdı. Prensesle evliliklerinden hiç çocukları olmadı. Paşa ilk eş adayının korkusunu üzerinden atamamış olacak ki hep mesafeli yaklaşmıştı Prensese. Uzun yıllar birlikte kardeş gibi yaşadılar. Bazen kafesin dışında birlikte kanat çırptılar, bazen saatlerce yan yana tünediler kafeslerinde, sessizce.

Geçen yıl, aniden yalnız bıraktı Prenses, kader arkadaşını. Kızı onu cansız buldu  kafesinde. Paşa da  çok üzülmüştü. İçine kapandı birden. Ne kendi çıktı kafesinden ne de bir cik çıktı nefesinden.

Nasıl teselli edecekti şimdi kızçesini, birlikte geçen onca yıldan sonra? "Hayat bu işte!" dedi. "Hepimiz bu dünyaya misafir geldik, acı, tatlı günler yaşadık, sıramız gelince her şeyi olduğu gibi bırakıp gideceğiz biz de, aynı Paşa'nın bizi bıraktığı gibi..."

Ertesi gün, İnciraltı Kent Park'ta, bir ağacın dibine gömdü kızı Paşasını, merasimle. Sadece, yaşamı boyunca asla unutamayacağı güzel hatıralar kalmıştı, ondan geriye... 



26/02/2016 Cuma, İzmir

Bugün kendimi Türk doktorlarına emanet ettim. Sabah 11.30 da diş doktorumla, 16.30 da göz doktorumla randevum vardı. Allah herkese sağlık versin, doktor yolu göstermesin. Aslında doktorlarla haşır neşir olmayı pek sevmem ben. Çok mecbur kalmazsam rahatsızlığımın kendi kendine geçmesini beklerim bir müddet. Bu arada ağrılara dayanabildiğim sürece ağrı kesici de kullanmam. Hastalığım doktoru görmekte ısrar ederse, mecburen gitmek zorunda kalırım.

Yaklaşık üç hafta önce başlayan diş tedavim mart ayının sonuna kadar sürecek gibi. Diş tedavisi bildim bileli hiç korkutmadı beni. Bugün de hem "implant" ların durumuna bakılacak, diş taşları temizlenecekti. İşte bana göre en sinir bozucu olan şu taş temizliği. Doktor alır eline iki ucunda birer kıvrık tel olan aleti, dişlerin ve diş etlerinin arasına sürter de sürter, diş etlerini kaldırıp aradaki taşları çıkartır. O kadar sinir bozucu sesler duyulur ki zordur dayanması. Bu kez genç bir bayan doktordu temizlik işini üstlenen. Diş etlerimin yedi sekiz yerine ayrı ayrı morfin enjekte etti. Anesteziye pek duyarlık göstermediğim halde, verilen dozun yüksekliğinden olsa gerek yediğim iğneler kendini anında belli etti. Birkaç dakika içinde alt ve üst dudaklarım bana ait değildi sanki. Bu işlemden hemen sonra  doktor, acıyı duymayacağımı düşünerek, dişlerimin arasında dolaştırdı o garip aletini.

Klinikten çıktıktan hemen sonra rahatlamış görünse de dişlerim, damağıma girip çıkan iğnelerin gözlerime kadar acı dalgaları halinde yayıldığını hissettim zaman zaman.

 Göz doktoruna gidene kadarki zamanım annemle birlikte geçti. Her zaman olduğu gibi bana illa bir şeyler ikram etmek istemesine rağmen dişlerimin durumu onun bu arzusuna engel oldu. Ayrılırken çocukluğumun geçtiği sokağa bakıp eskilere gitti aklım. Doğduğum evin her iki yanındaki çam ağaçlarını apartman yapacaklar diye kesmek, kurutmak istemişlerdi. Onlardan birisini kurutmaya muvaffak olmuşlar ama diğerinin her türlü eziyete rağmen, altmış yıldır ayakta kalma çabasına şahit oldum. Yorgun gövdesi üzerinde zamana ve darbelere meydan okuyan bir kaç seyrek dal, rengi solmuş dikenli yapraklar kalmıştı geriye. Çocukluğumda delikanlı gibiydi onun gövdesi, dalları, diken yaprakları göğe yükseliyordu. Gurur duyuyorduk çam ağaçlarımızla. Evimizin bekçisi gibiydiler heybetli görünüşleriyle. Mahallemizin başka hiçbir yerinde yoktu çam ağacı. Adres verirken de kolay oluyordu bizim için; "sokağa girdin mi, çam ağaçlarının arasındaki ev, işte o bizim  evimiz" diyorduk başkalarına adresimizi tarif ederken.

GÖZÜM YOLLARDA...

Yaklaşık bir buçuk yıl önce eşimle Umman'daydık. Şirketimizin üstlendiği büyük bir proje için en az ayda bir ziyaret ediyordum bu ülkeyi. Eşim beni de götür bir daha ki sefere, demişti. Bir ay kadar kaldık onunla birlikte. İşte böyle başladı benim gözümle ilgili hikayem. Fırsat buldukça geziyor, tanımaya çalışıyorduk bu güzel ülkeyi. Çalışma iznini alanlar için yerel ehliyet gerekliymiş. Ama kendi ülkenin ehliyetini gösterince zorluk çıkarmadan hemen veriyorlarmış. Sadece göz muayenesi olmak gerekiyormuş. Eşimi gezdireceğim ya, işte bu yüzden ben de yerel ehliyet almak istedim. Göz muayenesinde doktor elindeki çubukla ışıklı bir levhadaki harfleri gösterip okumamı istedi. Kendimden emin girdiğim bu muayeneden dehşet içinde çıktım. Gösterdiği harflerin çoğunu okuyamamış, okuduklarımı da resmen sallamıştım. Kesin vermezler bu ehliyeti bana deyip çıkmıştım hastaneden.

Birkaç gün sonra şirket görevlisi ehliyetimin çıktığını söyleyince inanamadım. Birçok yeri gezdik eşimle. Yabancısı olduğum ülkede levhaları iyi takip etmek lazım tabii. Ama ben levhaları okumakta zorlandığımı gördüm. Eşimden yardım istedim gideceğimiz yeri kaçırmayalım diye. Hava kararınca o da benden beterdi. Ne zaman ki, önümde takip ettiğim aracın plakasını dahi okuyamadığımı fark ettim, tamam dedim benim gözler ayvayı yemiş. Numarası artmış olmalı dedim kendi kendime.

Ankara'ya döndüğümüzde anlı şanlı bir göz hastanesine gittik. Muayene etti doktorun biri. Dışarı çıkıp diğer doktor arkadaşı ile geri döndü. Gözlüğünüzün numarasını değiştirmek çözüm değil, sizde katarakt oluşmuş dediler. Beklemediğimiz bir şeydi tabi. Eşimle birbirimizin yüzüne bakakaldık. Doktorlar muazzam bir pazarlama tekniği ile, artık kataraktın sorun olmaktan çıktığını, lokal anestezi altında iki dakikalık operasyondan sonra yakın ve uzak gözlüklerini atıp yeniden doğmuş gibi olacağımı söylediler. Önümüze sunulan çözüm kusursuzdu. Hemen maliyet bilgisi verdiler. "Peki, ne zaman olabilir bu operasyon?" diye sorduğumuzda aldığımız cevap daha da şaşırttı bizi. "İsterseniz hemen, şimdi." 

İşte, böyle verdik kararımızı. En iyisi multi-focal lensmiş. "Tamam o olsun, her zaman lens değiştirmeyeceğiz ya." Ertesi gün sağ gözümden, bir sonraki gün sol gözümden katarakt ameliyatı oldum. İyileşme süreci uzun sürse de bunu hep kendimden bildim. Cuma günü ameliyattan çıkıp güneşe karşı Balıkesir'e kadar araba kullandım. Bir gün sonra geri dönerken yine araba kullanıyordum. Geceleri gözlerime sanki iğneler batıyor ve göz yaşlarına boğuluyordum. İş yoğunluğunda düzenli kullanmam gerekli damlaları da aksatıyordum.

İki ay sonra gözlerimdeki ağrılar dinmişti ama bir garip hissediyordum kendimi. Sol gözüm başkasının, sağ gözüm başkasınındı sanki. Gözlerimden biri sanki emanet duruyordu yuvasında. Kontrollerde gayet başarılı bulmuşlardı operasyonu oysa. Psikolojik dedim, zamanla düzelir nasıl olsa. Düzelmedi. Tam aksine her geçen gün daha huzursuz etti bu durum beni. Emekli olup İzmir'e yerleşmiştik artık. Yine İzmir'in en tanınmış göz mütehassıslarından birine gittik. O da artık genç uzmanlara bırakmış işi. Genç uzmanımız, cihazlara soktu beni, ölçtü biçti, hikayemi dinledi. "Bak bey amca" dedi. Artık doktorların bile bana amca demeleri garibime gidiyordu. "Bu yaştan sonra size yapılacak bir şey yok. Bu şekilde ölene kadar idare edeceksiniz." Ya ne diyor bu adam. Söyledikleri tüylerimi ürpertti. Yaşım ne ki benim. Anneannem kadar yaşasam daha kırk dört yılım var. Yoksa doktorun dedikleri mi doğru. Kafam karışık.

Bu kafa karışıklığı içinde iki ayda zor aldım randevuyu şimdiki göz doktorumdan. Bir sürü cihaza soktu. İki saat bekletti, iki saat testler, testlerin sonucunu beklemeler, göze ilaç damlatmalar ve muayeneler sürdü. Sonunda verdi kararını doktor. Sol gözdeki lens kaymış, gözüm topu topu yüzde beş ila on arasında görüyor. "Lensiniz değişecek, gözünüzdeki tahribat ve yoğunlaşmalar temizlenecek." dedi doktor. Yeni lensler çıkmış üç ay önce. Hem uzağı, hem yakını, hem de orta mesafeyi görebiliyormuşsun. Neye patlar bu iş bana doktor? Operasyon için size hangi tarih uygun? Sorularım uçuştu bir an. Beni esas şaşırtanın; muayene için iki ayda zor aldığım randevu, konu ameliyat olunca "istediğiniz zaman, gece gündüz fark etmez, biz her zaman çalışıyoruz" a dönmüş olması. Daha mı iyi olacak? Garantisi yok. Karar vermek zor bu yüzden. Ama sol gözüm de görmüyor. Lazım bana bu göz.  Okuyacağım, yazacağım daha çok şey var.

25 Şubat 2016 Perşembe

SÜKÛNET KUTBU


İnsan çevresinde bütün olan biteni kuru bir süngerin suya olan hasreti gibi çeker dururmuş içine. Kader tahtasına yazılırmış bilgiler. Dünyaya merhaba diyen her canlının çevresi çizermiş kaderini.

Mutlak değilmiş bilimsel gerçekler. Nicesinin üzeri çizilmiş nicesi gelmiş, eskisinin yerine. Bilimin doğasındaymış değişim. Bütün her şey zaman ve mekana göre bağlıymış.

İnanç dünyası değişimi kabul etmezmiş. Yüzyıllar geçse de üzerinden, hep aynıymış anlatılan. Önemli değilmiş zaman ve mekan. "Sükûnet Kutbu" denmiş bu değişime karşı sessiz direnişin adına. Cennetin köşkleri tefriş edilmezmiş her yılın modasına göre, baştan beri odunla yanarmış cehennemin ateşi, doğalgaz bozarmış fiyakayı.

İşte tam bu yüzden inanç dünyasının yolundan geçmezmiş bilimsel gerçekler. Aksini iddia edenlerin ya inançları değişmiş ya da bilimi donmuş.

Her ne kadar değişimden yana görünse de İnsanoğlu, aslında hiç hoşlanmazmış değişimden. Her değişiklik bir güvensizlik kurdu düşürürmüş beyinlerine. Çünkü hataymış değişim işin özünde. Her hata gebeymiş bir sonra gelen hataya.

İşte bu yüzden elle tutulması ve gözle görülmesi imkansız olaylardan beslenen inanç dünyası, devamlı değişikliğe uğrayan bilimsel kanunlara karşı meydan okuyup devam etmiş güç kazanmaya.  

Büyük siyasi önderler bile tanrısal bir yol seçmişler kendilerine, bilimsellik yerine. Hata yapmışlar ama kimseye söylememişler. Tanrıdan öğrenmişler hata yapmanın sonları olacağını.  Sorgusuz sualsiz, körü körüne bağlılıklarının adresleri olmuş "Sükûnet Kutbu".         

25/02/2016 Perşembe, Tire

Dün, gece boyunca yağan yağmur toprağı iyice ıslatmıştı. Sabah havanın yeniden yükselmesiyle birlikte güneş kendini gösterdi. Eşim, uzun zamandır devam eden fizik tedavi seanslarının sonuncusuna girmişti dün. Çoktandır yaylaya çıkmadığından yukarıda yapılanları, özellikle de taş fırını merak ediyordu.

Çalışma yapılan günlerde şehir dışında değilsem, mutlaka yaylayı dolaşır ustalarla yapılacak işleri konuşurum. Yağışlı günlerde ustalar gelmez genellikle. O günler, benim de yaylaya çıkmadığım ender günler. Bu yıl aşırı soğuk nedeniyle çalışmalara bir haftaya kadar ara verildi. Bazen yağmurlu günün ertesi de çalışmaya gelmez ustalar. Bu nedenle evden çıkmadan Kadir'i arayıp orada olup olmadıklarını öğreneyim dedim. Kadir, bu sabah Yakup Ustanın gelmediğini söyledi. Geçen haftanın bütün günleri çalışmışlardı. Salı Pazarının kurulduğu gün de çalıştılar, pazar günü de. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak için azıcık yağmur bile bahane oluyor bu insanlara.  Bir gün ara verseler, nedenini anlayamadığım bir mahcubiyet içine giriyorlar. Oysa işleri şu tarihe kadar tamamlayın demedim onlara.

Madem çalışma olmayacak bugün, biz de vaz geçtik yaylaya gitmekten. Dün kestirip arabaya koyduğum mermeri yarından sonra götürsem de olur. Yarın İzmir'e göz doktoruna gideceğim çünkü.

Bugün tam kitap okuma günü oldu böylece. Arada okumaktan sıkılıp bir şeyler yazmaya çalıştım ama olmadı. Ismarlama olmuyor zaten bu işler. İlham perisi gelip ziyaret edecek mutlaka. Yazmayı bırakıp tekrar aldım kitabı elime. Orta kalınlıkta bir kitap ama bazı bölümlerde felsefeye giriyor bazı bölümler ise sinirimi bozuyor. An geliyor okuduğumu bir seferde anlayamıyorum. Başa dönüp yeniden okuyorum. Çeviri hiç de fena değil ama yazım ve dizgi hataları çok fazla. Bu da işimi zorlaştırıyor. Yazan kim olursa olsun her sayfasından iyi ya da kötü pek çok şey öğreniyorum. Bitirince bloğumun kitap başlığında bahsedeceğim ondan. Herkese okumasını tavsiye edeceğim. Onun yanlışlarını zaten bütün dünya biliyor ama doğruları beni hayli şaşırttı. Kesinlikle incelenmesi gereken bir beyin.

24 Şubat 2016 Çarşamba

FÜHRER'İN NEFRETLERİ

Yayın hakkı Almanya'nın Bavyera Eyaletine ait Adolf Hitler'in "Kavgam" isimli kitabı, İkinci Dünya savaşından sonra birçok ülkede yasaklanmış ancak telif hakkı 31 Aralık 2015 tarihi itibarıyla son bulunca kitap serbestçe yayınlanmaya başlanmıştır.
  
"Sabahleyin bir Yahudi gazetesini okuyup da, onda kendisinin iftiraya uğramadığını gören kimse, bir gün evvelki yirmi dört saatinin boşa gitmiş olduğunu anlamalıdır." cümlesi Hitler'in kitabından bir alıntı. Bu cümleyi okuyunca sessizce gülümsüyorum. Kesinlikle normal değil bu adam. Bir topluluktan ne kadar çok nefret edilebilir? Bu kadar büyük bir nefret niçin doğar? Bu iki sorunun cevabı meşgul ediyor kafamı. Kitabın bazı bölümleri Yahudi ırkını aşağılayıp ona en ağır sözlerle hakaret etmek için ayrılmış. Çağın en büyük nefretinin muhatabı olan bir Yahudi vatandaşı, bu kitabı okurken neler hisseder kim bilir?  Üstelik ataları okuduğu kitabın yazarı tarafından akıl almaz işkence ve cinayetlere kurban edilmişse eğer. 


Yahudiler kadar olmasa da, hiçbir sorumluluk taşımayan parlamenter sistemin üyeleri Hitler'in nefret listesine dahil ettiği diğer bir topluluk. Bu topluluk onun insanlık dışı işkencelerine muhatap olmasa da en ağır hakaretlerden nasibini alıyor. Sadece milletvekillerine hakaret etmiyor Hitler, ona oy verenleri de dört ayaklılar sınıfına sokuyor. Hitler parlamenter sistemle ilgili bakın neler diyor.

"... Eğer, halkta partiyi terk edip koşumlarından kurtulmak istediğine dair bir tehlike belirirse, partinin boyasını yenilemek gerekir.  Halkı aldatma oyunu eskiden olduğu gibi yeniden sahneye konur, insanların vazgeçemediği aptallıkları karşısında bu davranış şekli şaşırtıcı değildir. Oy verecek çalışan ve düşük gelirli halk kesiminin "dört ayaklılar"ı yeni program karşısında gözleri kamaşmış bir şekilde tekrar aynı ahıra koşarlar ve daha önce kendilerini kandırmış olan herifi bir kere daha seçerler. İşte bu şekilde halkın ve çalışan sınıfların adayı tekrar "parlamento tırtılı" olur Yani kamu hayatının yaprakları üzerinden midesini doldurmaya devam eder. Sonunda şişmanlar, büyür ve bir süre sonra tekrar bir kelebeğe dönüşür..."  

24/02/2016 Çarşamba, Tire

Hava raporuna göre yağmurlu görünüyordu ama gün boyu hiç yağış düşmedi buraya. Bazen gökyüzü bulutlarla kapansa da zaman zaman güneş de yüzünü gösterdi.

Telefonum çaldığında yağıştan dolayı acaba çalışma olacak mı diye merak ediyordum. Arayan Elektrikçi Ali'nin elemanı Kamil'miş. Yaylaya çıkmış oradan arıyormuş beni. Çıkmadan önce niye aramadın be adam deyip söylendim.
"Abi, geldiğimde haber vermemi istemiştin, onun için aradıydım." dedi.
"Yirmi dakikaya kadar orada olurum. Bizim ustalar gelmişler mi?" diye sordum. Hepsinin geldiğini söyledi.

Hemen hazırlanıp aceleyle çıktım evden. Bahçeye vardığımda, bir taraftan elektrik kablosu döşemek için açılan hendekler toprakla geri dolduruluyor, diğer taraftan taş fırının son aşama inşaatı devam ediyordu.

Kamil  tuvaletlerin döşeme altı tesisatını bağlamak için arabasına bir sürü boru ve ek parçasını yükleyip gelmiş. Elindeki plana göre aplikasyon yaptık ve su hatları ile pis su giderlerinin yerlerini belirledik birlikte. Taş fırının ağzına tezgah için iki parça kayrak taşı koymuş Yakup Usta. İki taşın arasında kalan boşluk içime sinmedi. "Sanayide mermer kestiririm buraya, çıkarın şu uyduruk kayrak taşlarını yerinden" dedim. Öğlen olmuştu ama havada en ufak bir yağış belirtisi yok.
YEŞİL İMARET CAMİ
KARA HASAN CAMİ

Bahçeden ayrılmadan önce Kamil  işaretlediğimiz yerleri kazmaya başlamıştı bile. Şehre indiğimde ilk olarak sanayiye gidip mermeri kestirdim. Hazır o tarafa gitmişken hemen yanındaki marangoz dükkanına uğrayıp yapılacak işleri Ünal Ustayla konuşmayı düşündüm. Dükkana gittiğimde Ünal yoktu yerinde. Çalışan elemanlar patronlarının dışarıda olduğunu söylediler. Hemen oradan telefon edip yakında yaylaya elektriğin bağlanacağını bildirdim. Eksik işleri tamamlayabilmek için o da elektriğin bağlanmasını bekliyordu.


Dönerken iki cami çekti ilgimi. Halbuki farkında olmadan her zaman önünden geçtiğim camilerdi bunlar. Tire'de tarihi eser niteliğinde bunun gibi çok sayıda cami bulunuyor. Başka yerlerdekiler gibi birbirinin kopyası basit camiler değil buradakiler. Her birinin mimarisi farklı. Madem bu memlekette yaşamaya karar verdik; hani birileri olur sorarsa, ayıp olur bilemezsek bu camilerin tarihini, özelliklerini. Bir an önce gezip incelememiz ve öğrenmemiz lazım. Şimdilik birkaç fotoğrafını çekiyorum onlara yeniden döneceğime dair kesin söz vererek..

23/02/2016 Salı, Tire

İşin yoğun, havanın güzel olduğu bir gün. Sadece işlerden dolayı meşhur Salı Pazarını kaçırdığıma hayıflanıyorum. Ali'nin dükkanına gittiğimde kendisinin Tedaş'ta olduğunu öğrendim. Adamları yayla için hazırlık yapıyorlardı. 900 kiloluk kablo makarasını almak üzere pikaplarını ambara göndermişler. Tam ayrılıyordum ki, orada çalışanlardan birinin, parmağıyla bir şey göstermeye çalıştığını gördüm. Dönüp baktığımda gösterdiği şeyin arabamın havası inen arka lastiği olduğunu anladım. Hay aksi şeytan diye söylendim, tam sırasıydı.


Aceleyle yakında bir lastikçi buldum. Günün erken saati olduğu için hemen benimle ilgilendi lastikçi. Meğerse lastiğin supap iğnesi kırılmış. Gerekeni yapıp bütün lastiklerin havasına baktı. Kısa sürede bu işin hallolmasına sevindim ve tekrar elektrikçinin dükkanına uğradım. Ali dükkana dönmüş. Beni görünce "Adamları hemen gönderiyorum sana" dedi.
"Tamam" dedim. "Ben de kiralık Hakan'la görüştüm, kepçenin yarım saate kadar geleceğini söyledi." 


Ekibi yukarıda bekleyeceğimi söyleyip yaylaya doğru çıktım yola. Bahçeye geldiğimde Yakup Usta taş fırının duvarlarını örüyordu. Az sonra üzerinde koca bir kablo makarası olduğu halde yeşil bir pikap girdi bahçeye. Makarayı avludaki kum yığınının üzerine yuvarlayıp içinden kalın bir boru geçirdiler. Borunun her iki ucuna da birer kriko yerleştirip makaranın rahatça dönmesini sağladılar.

Gani Usta iki oğluyla beraber elektrikçilere yardım edecekti. Makarayı yavaş yavaş döndürmeye başlayıp serbest kalan kablo ucunu bahçeden aşağı çekmeye başladılar. Kolay değil kablonun uzunluğu tam dört yüz metre. Üstelik kalın kesitli, ağır bir kablo. Yokuş aşağı olduğu halde altı kişi zor çekiyorlar. Kadir'i de makaranın başına verdiğim halde aşağıdan haber gönderip ilave adam istediler kabloyu çekebilmek için.  En sonunda Kadir'i de yanlarına yollayıp makaranın başına kendim geçtim. Dev makaranın dengesini kaybedip aşağıya kaydırırsam aşağıda çalışan ne kadar adam varsa önüne katıp sürükleyebilirdi. Neyse ki kablonun büyük kısmı açılmıştı.

Makara nerdeyse boşalmıştı ki telefonum çaldı. Arayan kepçeci Hakan'mış. Traktör kepçe gelmiş, Lütfi beyin lokantasının önünde beni bekliyormuş. Hemen arabaya atlayıp kepçenin bulunduğu yere gittim ve operatöre yapacağı işi anlattım. Yaklaşık yüz otuz metre hendek açıp kablo yerleştirildikten sonra üzeri kapatılacaktı. İşin zor tarafı hendek kazısı yapılacak yol boyunca tam olarak yerleri belli olmayan bir sürü boru ve menfezin olmasıydı. Makine dar kovasını takıp işe hazırlandığında ekip kablonun ucunu aşağı çekmişti bile. Dağ Restaurant sahibi Lütfi bey bize çok yardımcı oldu. Kendi su hattının yerini bularak emniyete aldı. Kazı başlar başlamaz ilk borumuzu patlattık. Basınçlı su kısa sürede hendeği suyla doldurdu. Hemen bir miktar boru ve ek parçaları almam gerekti tamir etmeleri için. Arabaya atladığım gibi şehre indim.

Salı günleri arabayla çarşıya inmek ölüm. Park yeri bulmak imkansız. Ha babam, de babam çarşı etrafında dolaşıyor, bir yer boşalmasını bekliyordum park için. Yok bulamadım bir türlü. Orta Park'tan çıkıp uzaklaşırken sağ tarafta  hareket etmek üzere bir bayanın arabasına bindiğini gördüm. Derhal geri gidip yol verdim ona ve boşalttığı yere park ettim arabayı. Pek çok kişiye normalmiş gibi gelen bu park konusunu çekmeyen bilmez. Çarşıda tesisat alacağım dükkana epey mesafe vardı. Hızlı adımlarla yürüyüp dükkana ulaştım. Dükkanda hiç kimse görünmüyordu. İçeri doğru seslendim, cevap veren olmadı. Depo olarak kullanılan ikinci katın merdivenlerinden yukarı çıktım. Ufak tefek ve sırtı kambur olmasına rağmen ağır işler üstlenen yaşlı bir çalışanı halka halindeki boruları yerleştirirken gördüm. Nasılsa sesimi duymamıştı. Bana hemen istediğim malzemeleri hazırlamasını istedim. Dükkandan çıkmadan yine aradım Gani Ustayı, başka bir şey isteyip istemediğini öğrenmek için. "Yok" dedi "Şimdilik, başka bir şeye ihtiyaç yok.". Adama parasını ödeyip arabanın yanına gittim.

Hızlı bir şekilde vardım çalışma yerine. Makine kanalı kazarken birkaç yerde daha patlatmış su borularını. Sadece Lütfü Beyin su borusunu ve drenaj menfezini askıya alıp koruyabilmişler. Getirdiğim malzemelerle bütün boru tamiratları yapıldı. Hendek kazısı tamamlandıktan sonra kabloyu yerleştirip üzerine yirmi santimetre kalınlığında seçilmiş toprak, onun da üzerine ikaz şeridini yerleştirdiler. En sonunda makine hendeğin geri dolgusunu yapıp yolu eski haline getirdi.


İş makinesini gönderdikten sonra yukarı çıktım. Ben avluya vardığım zaman Yakup Usta ve Kadir işe ara vermiş çay içiyorlardı. Bana da bir bardak koydular. İşleri az kaldığından tuvaletin taban betonuna başlamak istediklerini söylediler. Beton dökülmeden önce tesisat borularının bırakılması gerekiyor.

Ali'ye telefon ettim, adamlarının ara vermeksizin tuvalet tesisatlarına başlamalarını istedim.