KATEGORİLER

6 Nisan 2016 Çarşamba

04/03/201 Pazartesi, Prag

Şansımıza Prag günleri hiç beklemediğimiz kadar güneşli ve sıcak geçiyor. Bugün "Old Town" dedikleri Prag'ın eski şehrini gezmeyi planladık. Konakladığımız otelden üç istasyon ötedeki Müstek metro istasyonunda başladı turumuz. İlk olarak düşündüğümüz, şehir meydanındaki ücretsiz tur rehberlerine takılmaktı. Yaklaşık  iki buçuk süren turların sonunda rehbere gönlünüzden kopan bahşiş bırakılıyormuş. Ama biz öyle yapmadık. Rehber önde biz arkada ha babam de babam koşturup yorulacağımıza özgür kalmayı tercih ettik. Rehberle dolaşmanın doğru bilgi alma bakımından büyük avantajı var elbette. Ancak biz gezeceğimiz yerleri, özelliklerini zaten gezi blog notlarından ve internet üzerindeki muhtelif kaynaklardan öğrenmiştik. Yine de eksik bir şey kalırsa dönüp tamamlama imkanımız olacaktı. İşin aslı iki buçuk saat hızlı tempoyu gözümüz yemedi dersem en doğru lafı etmiş olacağım galiba.

Metrolar ve bunlara ulaşmak için kullanılan yer altı galerileri, yürüyen merdivenler genel olarak fazla kalabalık değil. Moskova metrosunu gördükten sonra Prag metrosu için söylenecek iki şey, sade ve tenha olmalı. İşletim sistemi basit ve anlaşılır. Yol boyunca gördüğümüz parkların içinde çok sayıda heykel var. Rehber eşliğindeki bir grup parkın içinden çıkıyor karşımıza. Onların geldiği tarafa doğru yürüyoruz. Karşımızda devasa bir yapı görünüyor. Prag'ın St. Vitus Katedralinden sonra gelen en büyük kilisesi Virgin Mary Snow Church karşımızda.

Kilisenin avlusunda azizlere ait birçok heykel bulunuyor. Hepsi birer sanat şaheseri. İçeri girdiğimizde temeli 1347 yılında atılıp 16 ve 17. yüzyıllarda tamirat gören kilisenin kubbesine ve içindeki gotik ve barok tarzı mimariye, süslemelere hayran kalıyoruz. 

Snow Church'tan çıktıktan sonra sokak aralarından ilerliyoruz. Binaların çoğu iki üç yüz yıllık. Bunlardan bir kısmı bakanlıklara ve devlet kurumlarına hala hizmet veriyor. O günkü teknoloji ile inşa edilen yapılara ve estetiğe şapka çıkartıyoruz. Burada söylenebilecek tek olumsuzluk, bazı binaların ve tarihi kapıların bakımsızlığı ve üzerine yazılan çirkin yazılar, boyamalar. 

Old Town'da birçok kilise var. Bu kiliselerin hepsine girmeye zaman yetmeyecek. Bu yüzden bazılarının dışarıdan resimlerini çekmekle yetiniyoruz. Yolumuzun üzerinde şimdi Powder Gate ismiyle anılan 11. yy. dan kalma bir kule yükseliyor. Eskiden şehre 13 yerden girilirmiş. Burası da onlardan biri. 186 basamak çıkıldığında bu kulede 44 metre irtifa kazanılmış oluyor. Eşimle göze alamıyoruz, manzara seyretme hakkımızı başka bir yere saklıyoruz.

Powder Gate'in hemen solunda açık renkli ihtişamlı  bina Belediye Sarayı. Buradan şehir meydanına doğru yolumuza devam ederken yol kenarlarında 1920'li yılların nostaljik otomobilleri çarpıyor gözümüze. Bunlar turistleri belli bir ücret karşılığında şehri gezdiriyor. "Old Town" meydanına giden taş parke döşeli yollar oldukça kalabalık. Sağlı sollu turistlere yönelik dükkanlar bulunuyor. Tarih kokan binaların üzerinde muhteşem heykeller yer alıyor. Dükkanlarda hediyelik eşyalar, porselen, Bohemya kristal cam ürünlerinin yanı sıra ortaçağ işkence araçları da sergileniyor. Ancak benim ve eşimin ilgisini en çok çikolata müzeleri, satış yerleri ve çikolata atölyeleri çekiyor. 

Meydana iyice yaklaşmışken yol ortasında iki kişinin yaptğı gösteri aklımızı başımızdan alıyor. İki genç adamdan biri yere çökmüş, bir eliyle on santim çapında ve yaklaşık 1.5 m uzunluğundaki bambu sırığını düşey olarak tutarken diğer elinin baş parmağı ile işaret parmağını uzak doğu usulü birbirine değdiriyor. E, hemen ne var bunda demeyin. Bambu sırığın en üst noktasını tek elinde tutan diğer genç adam sadece buradan aldığı destekle bağdaş kurmuş etrafına gülücükler dağıtıyor. Gelip geçenler bu gösteriye bahşiş bırakıyor. Ben önce acaba bunlar mumya falan mı dedim, ama adamların ikisi de capcanlı duruyor. Alttaki adamın nefes aldığını bile seçemiyorsunuz. Gözleri kapalı, öyle bir konsantre olmuş ki. Üstelik en ufak bir zorlanma belirtisi de yok. Bu adamlar Hintli falan da değil. Beyaz tenli, sarı sakallı tipler. 

Old Town Meydanının ortasında büyük bir yapı karşılıyor bizi önce. Jan Hus anısına yapılan bir heykel bu. Jun Hus (1369-1415) Çek'lerin en önemli filozoflarından biri. Dinde ilk reformist adım atan kişi olarak anılıyor ve Charles Üniversitesinin kurucularından.

Meydana bakan en önemli yapılardan biri Tyn Kilisesi. Cepheden bakıldığında adı Adem olan sağdaki kule solda Meryem adındaki kuleye göre daha büyük. Orta yerde rengarenk çaput bezleri ve balonlarla süslenmiş bir ağaç görüyoruz. Geneli ateist olan bu toplumda adak kültürünün gelişmiş olması oldukça ilginç.

Evet, sol tarafımıza dönünce nihayet meşhur Astronomik Saat Kulesini görüyoruz. Bu kuleye çıkıp Prag şehri manzarasını seyretmek ve Tyn Kilisesine yukarıdan bakmak mümkün. Saat ilk olarak Hanus Usta tarafından 15. yüzyılda yapılmış. Turistlerin büyük ilgisini çeken bir yer. Her saat başı saat üzerindeki figürler hareket etmeye başlıyor ve her hareketin bir anlamı varmış. Biz beş dakika farkla bu gösteriyi kaçırdık.

Bundan sonraki durağımız St. Nicholas Kilisesi oldu. Şehrin en eski kiliselerinden biri olan yapı oldukça büyük ve gösterişli. 12. yy sonlarında inşa edilen kilise Gotik ve Roman tarzlarında.

Prag'ta adım başı makara tatlısı yapılıp satılıyor. Turistlerin de çokça rağbet ettikleri ve kömür ateşinde dönen makaralara sarılı hamurun pişirilmesiyle yapılan bu tatlının içine isteğe bağlı dondurma da koyuyorlar. Biz de bir mola verip tadına baktık. Görüntüsü kokoreç'e benzeyen bu tatlı fena değil.

Charles Köprüsünün sol kenar kulesine doğru yolumuza devam ederken Belediye Başkanının ikamet ettiği Belediye Sarayı Binasını görüyoruz. Sağ tarafta birçok kilise klasik müzik konserlerine ev sahipliği yapıyor.  St. Salvator Kilisesi bunlardan biri. Dünyanın en güzel kütüphanesi seçilen Clementinum'u geçiyoruz. Yolun sonunda Charles Köprüsünün sol kulesi çıkıyor karşımıza. Köprü kulesi ile Opera Binası arasında Kutsal Roma İmparatoru IV. Charles'ın güzel bir heykelini görüyoruz.

Yolumuza devam etmeden önce Köprüye doğru yaklaşıyoruz. Demir parmaklıkların üzerinde sayısı yüzlerle ifade edilebilecek rengarenk asma kilitler parmaklıklara kilitlenmiş. Görevliler bunları ama oksijenle ama çelik kesme makaslarıyla çıkarmaya çalışıyorlar. Çek'lerin adak merakı burada bir kez daha kendini gösteriyor. Köprünün sağında tarihi Opera Binası bizi selamlıyor. Binanın çatısında birçok ünlünün heykeli var. 

Opera Binasının karşısında Yahudi Mahallesi yer alıyor. İspanyol Sinagogunun cephesinde restorasyon çalışması devam ediyor. Sinagoğu geçip sağa döndüğümüzde Yahudi Mezarlığını görüyoruz. Yahudi Mahallesinden çıkıp Vlatava nehrine doğru yürüdüğümüzde ise Çehov köprüsünü görüyoruz. Köprü kulelerine varmadan önce Charles Üniversitesi (Çekler Karl Üniversitesi diyor) Hukuk Fakültesi bahçesinde biraz dinleniyoruz. Tam karşımızda Metronomun ibresi bir sağa bir sola hareket ediyor. Eşime karşı sahildeki merdivenleri gösterip soruyorum. "Metronom'a çıkıyormuyuz?" Biliyorum aslında ne onda ne de bende mecal kalmadığını...

Köprü başlarından Vlatava nehrinde yüzen gemileri de içine alan güzel resimler çektikten sonra metroya binip otelimize dönüyoruz.

Birkaç saat dinlenmek yetti bize. Karnımız acıktı tabi onca yoldan sonra. Burada da İtalyan mutfağı uzak ara önde. Bir kaç tane döner ve şiş kebap helal satıcılarına da rastladık. Lokanta ararken bir yandan da otelin civarını dolaşıp keşfediyorduk. Biraz yürüyünce büyük bir kilise ile karşılaştık. Ne yazık ki Çekler yeteri kadar İngilizce açıklama koymuyor gereken yerlere. Hatta turistler için hazırlanan şehir haritaları, broşürler ve tanıtım levhaları bile Çek dilinde yazılmış. Bu sebeple bu kilisenin adını ancak Çekçe tabelasının resmini çekip internette ortaya çıkardım. Prag'ın en büyük dini yapılarından biri olan Saints Cryil and Methodius Kilisesiymiş bu. İçini görmedik ama dışarıdan baktığımızda yine müthiş bir mimari gözlerimizi kamaştırdı. Kubbeli ana giriş kapısına hayran kaldım.  

Saints Cryil and Methodius Kilisesini geçtikten sonra sağa döndük. Hava kararmıştı artık. Dükkanlar erkenden kapanıyor burada. Kilisenin paralelindeki caddede bu sefer ters yönde ilerlerken eşimin ilgisini çeken dükkanlarla karşılaştık. Bohemya kristalleri, porselen tabak, çanaklar, pastacılık malzemeleri vs. Üzerindeki fiyatlar da gayet uygun görünüyordu. Daha sonra uğramak üzere yolumuza devam ettik. Nasıl olsa otelimize yürüyüş mesafesindeydi buraları. Yolun sağında ilerlerken Sinoplu bir Türk dönerci ile karşılaştık. İngilizce konuşurken "Nerelisiniz?" diye sordu. Türküz biz deyince, "Niye Türkçe konuşmuyorsunuz o zaman kardeşim?" deyince gülmeye başladık. Çay içmeye davet etti ama benim yemek için dönerden başka planlarım vardı. Biraz daha yürüyünce bu sefer Cezayirli bir gençle konuştuk. O da geleneksel pizza yapıyormuş helalinden. Eşim domuz eti konusunda çok hassas olduğundan burada yemeyi teklif etse de ben ona domuz yedirmeyeceğime dair söz verip devam ettik yürümeye. Yemek için tam aradığımız yeri bulamadık ama bir benzerinden girdik içeri. Zira takat kalmamıştı bacaklarımızda. Cihelna La Familia isimli restoranın iç mekanı sıcak ve garsonlar oldukça ilgiliydi. Tesadüfen girdiğimiz bu mekan Prag'ta 2007-2008 yılının en iyi restoranı seçilmiş.

Bu günü de böyle tamamlayıp çakırkeyf vaziyette otelimize döndük.   
  

    

4 Nisan 2016 Pazartesi

03/04/2016 Pazar, Prag

İnsanoğlu kuş misali; sabah kahvaltısını İzmir'de kızımın evinde yaptık, öğleden sonra Prag'a uçtuk. Birkaç gün önce yanlışlıkla e-maillerimi sildiğim için başımda dolaşan kara bulutlar çok geçmeden yerini iyimser bir havaya bıraktı. Önce Pegasus Havayollarını takdir etmek lazım. Hurafelere inanmam ama nazar olayına biraz farklı bakarım. Bazılarının yaydığı negatif enerji en sıradan işi bile çözülmez yumak haline getirir. Bu yüzden kötü nazarlara karşı yaradana sığınıp yazmaya devam edeyim.

Pegasus'tan bahsediyordum. Öncelikle bütün uçuş bilgilerimi içeren bir hatırlatma e-postası gönderdiler adresime. Öyle hora geçti ki bu. Neredeyse hangi gün yola çıkacağım, hangi gün döneceğim bilgisi bile yoktu elimde. Üstelik bunu benim talebim üzerine değil standart bir uygulama olarak yapmışlardı. "Pegasus ile seyahat tarihiniz yaklaştı." diyerek önce İstanbul aktarması dahil bütün uçuş bilgilerimi verdiler daha sonra "İsterseniz hemen on-line check-in işleminizi başlatabilirsiniz" diye mesaj gönderdiler. Bu işler tamamlandıktan sonra elektronik biletlerimizi dün yazıcıdan çıkartmıştım.

Sabah tam vaktinde Adnan Menderes Havalimanına getirdi kızım bizi. Bagajımızı verdikten sonra iç hatlardan Sabiha Gökçen Hava Limanına doğru rötarsız hareket ettik. Alanında THY den çok Pegasus uçağı vardı. Güzel bir uçuştan sonra İstanbul'a tam zamanında indik. Oradan dış hatlara geçtik. Ben çıkış harçlarını alırken eşim D&R'a takıldı. İşimi hallettikten sonra D&R da buluştuk, yolda okumak için gazete ve eşimin seçtiği Franz Kafka kitabını aldık.

Uçağın kalkış saatine bir buçuk saatten fazla bir zaman vardı. Pasaport kontrolünden geçip duty free dükkanlarının arasından yiyecek katına çıktık. Bir yandan birşeyler atıştırırken gazetelerimizi okuduk. Bu sefer bir değişiklik yaptım ve gazetenin pazar ekinden başladım okumaya. Hemen hemen her sayfasını satır satır okudum. Bu kadar okunacak şey beklemiyordum açıkçası. Fehmi Korunun cemaat ve hükümet ilişkilerinde üstlendiği arabulucuk rolünün bir fiyaskoya döndüğü olayları konu alan bir röportaj. Arkasından Ayşe Arman'ın Ortanca Hanım'la yaptığı başka bir röportaj daha. Gülse Birsel'in Boğaziçi Üniversitesi'nce onur konuğu seçilmesi üzerine hoşuma giden esprileri, derken Mehmet Yaşin'in "Balıklar azaldı ama kabahat bizim" diye dert yandığı yazısının sol tarafında Vedat Milor'un şarap ve peynir ikilisinin damakta bıraktığı tatlara üçüncü olarak zeytin yağını da eklemesi.  

Uçağa biniş saati gelmişti. Kapıyı öğrendikten sonra o tarafa yöneldik. Yolda eşimle tatlı tatlı tartışıyorduk bir yandan. "Bak hayatım, Gülse de "Mid-term" demiş. Bence de doğru, ne yapsın kadıncağız. Bizde "mid-term'e mid-term" denir. Siz de de vize diye bir şey duyuyorduk. Biz de, vize denilince ülkeye girebilmek için alınan yazıdan başka birşey anlamıyorduk.

Kapıya doğru ilerlerken eşime muziplik yapmaya devam ediyorum. "Bak şimdi mesela," diyorum. "Gate'in Türkçe karşılığı yok, check-in 'in de" "Kapı dersen olmaz o "door" diyorum. "Check-inde işler daha da karışık; uçağa binmek için yapılan biniş işlemleri, otele yerleşmek için yapılan giriş işlemleri İngilizcede hep "check-in" anlamına geliyor. "Ne olur yani, check-in yerine biniş/giriş işlemleri deseler?" dedi ve son noktayı koydu her zamanki gibi...

Aslında Pegasus'u ve benim şansımın dönüşünü anlatıyordum. Evet, belki biraz da şansları vardı ama bütün yolcular saatinden önce uçağa binmiş ve kuleden erkenden uçuş izni koparmıştı pilot. Yine keyifli bir uçuş ve rötarsız Prag hava limanına iniş.

Otel reservasyonunu kızım kendi booking.com hesabından yapmış ama benim bilgilerimi vermiş. Otelden birkaç gün önce bir mail aldım. O e-mail'de de yaptığımız rezervasyona ait bütün bilgiler yer alıyordu. Kibar bir dille otele varış saatimizi soruyorlardı. Hemen yanıtladım ve ilgilerine teşekkür ettim.

Uçuş boyunca kah uyduk, kah uyandık. Zaman su gibi aktı. Bir ara gözümü açtığımda ekranda uçuş yüksekliğimizin 11.500 m, hızımızın 800 km/sa ve dışarıdaki hava sıcaklığının eksi 63 derece olduğunu gördüm. Prag'ta hava güneşli ve hiç beklemediğimiz kadar sıcaktı. 

Bagajımızı alıp pasaport kontrolünden geçtik. Gezi bloglarında sıkça konu edilen Çek vatandaşlarının sinirli ve ilgisiz tavırlarını ilk günümüzde görmedik. Tam tersine pasaport kontrol görevlisinden yoldan geçen vatandaşa kadar herkes güleryüzlü ve yardımseverdi. 

Terminal çıkışında yaklaşık elli metre yürüdükten sonra otobüse binip şehir merkezine geldik. Metro biletlerinin satıldığı büfeler gözümüze ilişmediği için yoldan geçen birilerine toplu taşıma biletlerini nereden satın alabileceğimizi sorduk. Hemen yardımcı olup tarif ettiiler. Kısa bir mesafe yürüyüp metroya bindik ve neredeyse otelimizin önünde indik. 

Otelimize yerleştikten sonra aynı güzergahın tersi istikametine doğru giderek Prag'ın hareketli semtlerinden birinde yer alan Vaclav Meydanı civarını gezdik. Bohemya kristalleri, deri çantalar, hediyelik eşya ve kuklaların satıldığı pekçok dükkan vardı. Her çeşit dünya mutfağının yanı sıra bu meydan boyunca sağlı sollu restoranlar Çek geleneksel mutfağından örnekleri müşterilerine sunuyorlar. En az iki yüz yıldır hizmet veren tarihi binalar bütün azametiyle insanları büyülüyor.

Prag şehir merkezinde kolay anlaşılır bir metro ağının yanı sıra şehre olağan üstü hava katan çok sayıda tramvay çalışıyor. Şehrin ortasından geçen Kuğulu Vlatala nehri üzerindeki köprülerin sadece birinden geçtik. O da havaalanından bizi getiren otobüsle. Bunun dışında nehri hiç göremedik bugün. Şehirdeki binaların mimarisi alışık olduklarımıza benzemiyor. İlgimizi çeken diğer bir husus; bütün bu tarihi binalar ya sanat merkezi ya da bakanlık binası olarak hizmet görmeye devam ediyor olsa da zamanın olumsuz etkilerine karşı çok iyi korunduğunu söylemek mümkün değil. Bu güzelim binaların bakımlarının gerektiği gibi yapılmadığı acı bir gerçek.  

Hava karardığında eşimin ayakları da ağrımaya başlamıştı. Yine metroya binip otelimize döndük. Benim aklımın bir köşesinde methedilen meşhur çek biraları duruyordu. Bu gecelik nefsimi köreltmek için bir tane aldım marketten. Gerçekten söylenilen kadar güzelmiş.

Otelde şimdilik internet güzel çalışıyor. Bu kadarını beklemiyordum yine. Beklenti çıtasını fazla yükseltmeyince insan daha kolay mutlu oluyor. Dediğim gibi bugün herşey planladığım gibiydi. Yarın tempolu bir gün bizi bekliyor. Program yoğun ama ne kadarına yetişebilirsek bakacağız artık.

 

2 Nisan 2016 Cumartesi

02/04/2016 Cumartesi, İzmir


Erken kalktım bu sabah. Tam on yedi sayfalık gezi planım, booking.com rezervasyon onaylarım, havayolu biletlerim derken bir sürü evrak yazıcıdan çıkartılacaktı. Herşeyden önce yazıcının kartuşlarını ilk kez değiştireceğim için biraz uğraşmam da gerekebilecekti. Kendi özel eşyalarımı toplamak ve yukarıda saydığım işleri yoluna koymak planladığım süre içinde halloldu. Sadece yarım saat rötarla çıktık kapıdan. Arabayı kapalı garaja çekip otobüse bindik. Öyle denk geldi ki, son boş koltuklara oturduktan hemen sonra hareket ettik.

Gaziemir'de bizi kızım karşıladı. Önce Kısıkköy'de güzel bir serpme kahvaltı yaptık kır manzarası eşliğinde. Daha sonra yaylada mutfağın donanımı ile ilgili iki firma ile son görüşmeleri yaptık. Oradan çıkıp  salonakoyacağımız masa ve sandalyelerin kesin bağlantısını yaptık.  

Dönüş yolunda Limontepe'yi geçtikten sonraki dinlenme yerinde popülaritesi inanılmaz ölçüde artan Köfteci Yusuf'tan köftelerimizi yedik. Kızımın evinde misafiriz bu gece. Sabah erkenden hava limanına bırakacak bizi. Öğleden sonra Prag'tayız. Belki günü gününe olmaz ama gezi maceralarımızı ve çektiğimiz resimleri burada paylaşacağım.

Başa dönersem yeniden; şu yazıcıdan print alma, toparlanma işlerini akşamdan yapmayıp sabaha bırakmamdan sorumlu olan Amelia'dır. Filmi bir yandan müzikleri öte yandan esir aldılar beni. Koltukta sızıp kalmışım. Gözlerimi açtığımda saat 03.30'u gösteriyordu. Hemen kalkıp 06.30'a kurdum saati. Yatağa uzandığımda aynı film müziği yarım saat daha kulaklarımda çınlamaya devam etti.

1 Nisan 2016 Cuma

01/04/2016 Cuma, Tire

Bugün 1 Nisan. Sadece blog arkadaşlarımdan birinin anlamlı şakasına maruz kaldım. Ben ise kimseye şaka yapmadım.

Öğleden sonra çıktım yaylaya. Elektrik bağlanmış. Bundan sonra armatür ve aksesuarlar seçilecek artık. O işler de seyahat sonrasına kaldı. Yakup Usta ve Kadir elektrikçiye yardım etmişler sabah. Bahçeden içeri girdiğimde onlar avluya kayrak taşı döşüyorlardı. Fazla kalmanın gereği yok yanlarında. Her ikisine de bir hafta boyunca olmayacağımı söyledikten sonra pencereleri iyice kapatıp kapıları  kilitlemelerini tembih ettim.

Aklıma duygusal bir müzik takıldı bu aralar. Devamlı onu mırıldanıyorum. Ancak ne yazık ki şarkının adını ve bestecisini hatırlayamıyorum. Zaten oldum olası bu konularda zayıfım. Filmi bir güzel izlerim ama yönetmenini, oyuncusunu kafamda tutmam. Aynı şekilde kitap yazarları da öyle. Aslında yanlış bir şey bu, biliyorum. Her şeyden önce emeğe saygısızlık. Ama şu "Üzümünü ye bağını sorma" özdeyişi beni çok etkilemiş olmalı. Blog yazarlığı bu açıdan tam bana göre. İster istemez eser sahiplerine az da olsa yer vermiş oluyorum.  

Nihayet ezgisi kulaklarımdan gitmeyen müziğin bir film müziği olduğunu hatırladım. Önce bir İkinci Dünya Savaşından sonra çekilen bir sürü Yahudi filminden biri olabilir mi diye düşünmüştüm. Değilmiş. Büyük mücadelelerden sonra filmin baş rol karakteri geldi aklıma "Amélie"

Filmin orijinal adı "The Fabulous Destiny of Amélie Poulain". "Amélie Poulain'in İnanılmaz Kaderi". Fransız besteci Yann Tiersen tarafından yapılan film müziğinin adı ise “La valse d’Amélie”. Bu müzik hem gitarın farklı yorumlarına  (1), (2), (3) hem akordeona hem de orkestraya çok güzel yakışıyor. Bana göre bunlar arasında en güzeli filmin full soundtrack'ı

Sol taraftaki resimde görülen Amélie, filmde üstlendiği karakterle beni çok etkiledi. O cin bakışlarıyla kaderine razı olmuş bir tip. Kendini insanları mutlu etmeye adamış. Film romantik komedi türünde ancak çok güzel mesajlar veriyor.

Tamamen tesadüf eseri evde bulduğu bir oyuncak kutusunu elli yıl geçtikten sonra artık altmış yaşına yaklaşmış sahibine ulaştırmak ne kadar güzel bir eylem.  Ya sahibinin kutu ve içindekileri görünce vermiş olduğu tepkiye Amélie'nin sessiz ve muzip bir gülümsemeyle şahitlik etmesine ne demeli?

Büyük hasılat yapan film aynı zamanda bir çok ödülün de sahibi olmuş. Gece filmi tekrar izledim. Hem güldüm, hem duygulandım. Yine de "Filmde en çok etkilendiğin ne?" diye soracak olursanız ben yine "Müzikleri" diyeceğim.

Filmdeki karakterlerin hemen hepsinin tuhaf huyları esprili bir şekilde veriliyor. Bunlardan bir tanesinin merakı da, baloncuklu naylon ambalajları sıkarak patlatmak. Ben de bayılıyorum bunu yapmaya.

31 Mart 2016 Perşembe

31/03/2016 Perşembe, Tire

Oh nihayet! İte kaka artık oldu bu iş. Telefon etmesem yine aramayacaktı beni. "Saat 13.30'da dükkana gel, burada bir sözleşme ayarlayalım daha sonra TEDAŞ'a yönlendiririm." dedi, Elektrikçi Ali.

Apar topar tam saatinde vardım hemen yanına. "Neymiş bu sözleşme?" Tapu eşimin üstüne olduğundan abonelik için aramızda sözleşme yapmak gerekiyormuş. Ya eşimin kendisi abone olacak ya da aramızda kira sözleşmesi yapacakmışız. O da olmazsa bana vekalet vermesi gerekiyormuş eşimin. Trajikomik bir durum. Ben bu yeri alıp tapusunu eşimin üzerine geçirmişsem ne olacak? Eşler arasında kontrat mı olurmuş? Neyse, uzatmadan "Peki" dedim. İmza atılacak yerleri gösterdi bana Ali. Ben de formalitedir diye fazla üzerinde durmadım. "Kiralayan" yazan yerin altına bastım imzayı. Yanında başka bir yer gösterdi. "Buraya da eşinizin imzasını karalayıverin." dedi. Biraz benzetmeye çalıştım. Sonra evrakları alıp doğru TEDAŞ Müessese Müdürlüğüne. Orada Hatice Hanımı görecekmişim.

Çarşı içinde dar sokakların birinde bu daire. Kapıdan içeri girerken dostça görünümlü özel güvenlik görevlisi karşıladı beni . "Hatice Hanım nerede?" diye sordum. Sağ taraftaki bankonun arkasında ortada oturan bayanı işaret etti. Evrakları verdim. Şöyle bir bakıp geri uzattı onları bana. "Kiraya verenin imzası eksik, o olmadan işlem yapamayız" dedi. "Ben onun yerine de attım." diyecek oldum sonra hemen vaz geçtim. Görevli memura eşimin yerine atmış olduğum imzayı gösteriyordum ki bir imza yeri daha olduğunu fark ettim o an. Meğer benim eşimin imzasını taklit ederek karaladığım yer kefil yazan bölümmüş. Kiraya veren kişiye ait imza yeri boş kalmış. Hemen kaptım evrakı elinden, cebimden kalemi çıkarıp çabucak imzaya benzer bir şey karaladım. Kadın yan taraftaki erkek memura danıştı. "Yok böyle olmaz, kendisinin imzalaması lazım" dedi, işi yokuşa süren memur edasıyla. "Ya, bu benim karım, ne sözleşmesi, dalga mı geçiyorsunuz?" dediysem de bir şey değişmedi. Arabaya atladığım gibi kuafördeki eşimin yanına gittim. Benim attığım imzayı karalayıp yanına eşimin imza atmasını istedim. Ne olur ne olmaz diye attığı imzanın altına "Okudum, anladım" diye yazdı.

Tekrar TEDAŞ'a gidip sözleşmeyi kendilerine verdiğimde bir şey diyemediler. Ali'nin söylediği paranın iki katından fazla bir harç bedeli istenince sordum nedenini. Meğerse güç talebi fazla olduğu için yüksekmiş bu bedel. Düzenlenen evrakları alıp bu sefer dağıtım şirketinin tahsilat ve abonelik işlemlerinin yapıldığı diğer binasına gittim. İşlemlere başlar başlamaz "Abone kim olacak? diye sordu. "Tabii ki ben." diye cevap verdim. "Evlilik cüzdanınız lazım o zaman" dedi. "Yuh artık" dedim. "Diğer binanızda eşimle kira sözleşmesi istediler, onu yaptım, şimdi siz benden bir de evlilik cüzdanı mı istiyorsunuz?" 

"Prosedür böyle" dedi, görevli kız. "Bir ara vatandaşa güven esastı bürokrasiyi azaltmak için. Başarılı da olmuştu. Ama şimdi saçma sapan işler çıkartıyorlar insanın önüne." diyerek söylendim. "Evlilik cüzdanını nereden bulayım ben şimdi size?" diye çıkıştım. "Kayıp işte, onu bulamıyoruz." Memurun işi yokuşa sürdüğü de yok ancak yine de inisiyatif kullanamıyor. "Bana" dedi. "Evli olduğunuza dair bir belge getirmezseniz işleminizi yapamam." "Nereden alacağım bu belgeyi peki?" diye sorunca, "Nüfus Müdürlüğünden vermeleri lazım" dedi. "Peki siz bunu bilgisayarınızdan göremiyor musunuz?" diye sordum. Cevabı olumsuzdu. "Peki, işlemi yapın ben daha sonra size istediğiniz belgeyi getireyim." dedim. Güven telakki etmiş olmalıyım ki, işleme devam etti. Gişeye yönlendirip beni bir haraç da buradan aldılar.

Nüfus Müdürlüğüne gittiğim sırada memuru, amiri sinek avlar vaziyetteydi. Bu kadar işi olmayan bir daire ilk kez gördüm hayatımda. Durumu esprili bir dille anlattım. "İmam nikahını kabul etmiyorlarmış, bana bu belgeyi verse verse sizin daire verirmiş." dedim. Memurların odasında masaya ilişmiş durumdaki müdür, "Kim istiyor bu belgeyi?" diye sordu emin olmak için. "TEDAŞ istiyor." dedim. Memur kadın benden de baskın çıktı. "Dur bir bakayım, eşinizle aranızda elektrik var mı buradan anlaşılır." deyip bilgisayarın tuşlarına vurmaya başladı. Birkaç saniye sonra yazıcıdan çıkarttı kağıdı. Önce kendisinin imzaladığı belgeyi aynı odada bulunan şefine arkasından müdürüne imzalatıp bana uzattı. "Borcum?" diye sordum. "Yok" dedi. Beklerken salonun karo taş parkeleri dikkatimi çekti. Anneannemlerin eski evinde vardı aynısı. Çok aradım bu deseni yayladaki taş evin salonu için. Seramik çıkınca bütün karo taş ustaları işlerini bırakmak zorunda kalmışlar. Şimdi az sayıda imalathane var bu yüzden karolar çok fahiş fiyatla satılıyor. Üstelik döşemesi de seramik işçiliği kadar kolay değil. Hem deseni ortaya çıkarmak için sıfır derz yapılması, hem de döşendikten sonra makineyle güzelce silinmesi gerekiyor.

Evrakları alıp Elektrikçi Ali'ye getirdim. Bazı bilgileri defterine not etti. Yukarıdaki bütün kablo ve pano işleri tamamlanmış. Yarın elektrik bağlanacakmış. Çok şükür bugünleri de gördük.

Dükkandan ayrılıp Toptepe üzerinden yaylaya çıktım. Yakup Usta ve Kadir kayrak taşı işine devam ediyordu. Binanın yanında süs havuzunu nasıl ayağa kaldırırız onu konuştuk. Tuvaletin sıva ve seramik işleri için tatil dönüşü Sezai Usta ile görüşürüm artık.

30/03/2016 Çarşamba, Tire

Nasıl olduysa saat 10.00 sularında Elektrikçi Ali aradı. Yaylada beni bekliyormuş. "On beş dakikaya kadar geliyorum." deyip yola çıkmak üzere hazırlanmaya başladım.

Bahçeye vardığımda kapının önünde ve içeride birkaç tane araç gördüm. Yakup Usta ve Kadir karşıladılar beni. Avluya kayrak taşı döşemeye başlamışlar. Kamil dün yanlış koyduğu tuvalet taşını düzeltmekle meşgul. Az sonra taş evin yanından bizim Ali de göründü. "Şükür kavuşturana!" dedim. Tel çitin kenarına ve binanın arkasına iki demir direk dikmeyi düşündüğünü söyledi. O kadar ağacın arasından geçecek kablo her zaman sorun olacağından yine yer altından daha kısa bir güzergah önerdim. Üç panodan birini tel çitin yanına diğerini avlu duvarının dibine koyacak. Taş fırının yanına da son panosunu koyup tamamlayacak işini. Uç panodan istediğimiz enerjiyi alabileceğiz bundan sonra. Ayrıca havuza elektrik ve su tesisatları çekilecek. Hemen Gani Ustayı aradım. İlave kablo kanalının kazısına hemen başlamalarını istedim. Öğleden sonra başlayabileceklerini söyledi. Yarın abonelik sözleşmesini yapacağım büyük ihtimalle.

Seyahat tarihi iyice yaklaştı. Nasıl gideceğiz, nereyi göreceğiz, ne, nerede önceden bilmek lazım. Dünden beri üstün körü araştırmaya başlamıştım. Bugün e-bilet ve rezervasyonlar için e-postalarıma bakıp hepsinden birer print alayım dedim. Uçak e-biletleri, otel rezervasyonları ve tren biletlerimin hepsi orada. Yani ben öyle sanıyordum. E-mail sayfasını açtığımda bir de ne göreyim; şubat ayından önceki mailler buharlaşmış! Bir telaştır aldı beni. Kızım ayarlamıştı bütün booking.com rezervasyonlarını, havayolları ve toplu taşım araçlarının biletlerini. Nasıl silinir ki bu mailler durup durduğu yerde?

Acaba geçenlerde beni çok sevindirip hayır duamı alan Turkcell bayisindeki Sıla mı sildi diye durup dururken günahını aldım kızın. Sonra anladım olayı ama iş işten çoktan geçmişti. Ya! en iyisi bizim gibi dinozorların elinden alacaksın şu akıllı telefonları. Şirket e-mailimin gelen kutusunda 20.000 postayı görmüştüm. Onlar benim için en kıymetli evraklardı. Emekli olduktan sonra mail adresim değişti. Iphone'uma da yeni adresimi tanıttım. Bir anda oradaki posta sayısı da 3.500 leri bulmuştu. Bu küçücük telefonda bu kadar e-maili niye tutayım diye düşünmeye başladım ancak hepsini birden silmeyi beceremiyordum. Teker teker silmek ise hayli vakit alıyordu. En sonunda karıştıra karıştıra buldum kökten silmeyi. "Hepsini silmek istediğinizden emin misiniz?" sorusunu keyifle "Evet" olarak yanıtladım. İşte kader o vakit ağlarını örmeye başlamış meğerse...

Önce başıma ne çorap örüldü anlamadım. Ne zaman ki eski e-postalara gerek duyuldu. "Eyvah!" dedim "Ben ne yaptım?" Iphone üzerinden silinen e-maillerin aynı zamanda bilgisayardan da silindiğini öğrenmem bana pahalıya mal oldu. Kızım Google Amcaya bir e-posta yazıp durumu anlatmış. Sanırım yardımcı olacaklar bir kaç güvenlik soruşturmasından sonra. Bana geri gönderecekler sildiğim e-mailleri. Yine de büyük can sıkıntısı. Üstelik sadece bir seyahat de değil. Mayıs ayı başında Viyana ve Salzburg da var, Nisan başının Prag'ına ilave. Viyana - Salzburg arasındaki ucuz tarifeden aldığımız ÖBB tren biletlerine mail dışında ulaşmamın imkanı yok. Kızım bana kızmakta haklı, "Bunları bir an önce print et, koy bir tarafa" demişti defalarca ama ben "Nasıl olsa e-mail listemde var, acelem ne?" diye düşünmüştüm. Zorunlu mu değil mi bilmiyorum ama ne olur ne olmaz deyip seyahat sigortası da yaptırdı bugün onca işinin arasında.

En çok garibime giden ne biliyor musunuz? Düne kadar çocuklarımıza güvenemezdik bazı önemli konularda. Ama şimdi onlar bize güvenmeyecekler. Üstelik haklılar da!  Hızlı gelişen teknolojinin bize bir oyunu mu bu, yoksa bazı melekelerimizi yavaş yavaş kaybetmeye mi başladık?        

29 Mart 2016 Salı

29/03/2016 Salı, Tire

İzmir'de benim doktor kontrollerim, kızımın ev taşıma işleri derken üç haftadır Salı Pazarına çıkamıyorduk. Nihayet bu hafta şeytanın bacağını kırdık. Aslında yayla dönüşü uğramayı düşünüyordum pazara. İlk önce elektrikçi Ali'ye uğrayacak daha sonra Toptepe üzerinden yaylaya gidecektim.

Ortapark döner kavşağına girer girmez bir aracın parktan çıktığını gördüm. Hemen planı değiştirip onun çıktığı yere park ettim arabayı. Çarşıda park yeri bulmak hele günlerden Salı ise neredeyse imkansız. Hazır park yeri bulmuşken önce pazar alışverişini yapayım dedim. Pazar günü seyahate çıkacağımızdan dolayı pek fazla alacağımız bir şey de yok.  Geçen hafta Cuma Pazarından aldığımız hardal otu, günlerimizin çoğunu İzmir'de geçirdiğimiz için bozuldu. Bu sefer cibez aldım. Her zamanki gibi Tire pazarını merak edip dışarıdan gelenler çok bu hafta.

Çarşıdan çıkıp elektrikçi Ali'nin dükkanına sürdüm arabayı. Bu sefer telefonunu şarja bırakıp bir yere gitmiş. Nereye gittiğini bilen yok. Oğlu Hasan'ı aradım, babamla konuş dedi. Babasını bulsam konuşacağım elbet. Neyse ki ilk bağlantı direğini dikmişler. Bu gelişme bile sevindirdi beni.

Yaylaya çıktığımda Yakup Usta ve Kadir avlunun tesviye işlerine devam ediyorlardı. Bu işin üzerinde çok titizlendiğimi biliyorlar. Yarın da kayrak taşlarını döşemeye başlayacaklar. Genel tuvaletin elektrik bağlantıları yapılmış. Dört tuvaletten birini alaturka istemiştim. Taşı koymuşlar yerine ama on beş santim kadar zeminden yüksek. Dükkana dönmüştür ümidiyle elektrikçiyi aradım. Durum anlattım. Senin adamlar tuvaletin taşını böyle böyle yapmışlar diye söylendim. Ayrıca avluda kayrak taşları döşenmeden binadan elektrik kablosu çekilmesi gerektiğini hatırlattım. Yarın bizim oraya geleceğini söyledi. Güya bizim işi bir an önce bitirmek istiyormuş, cuma gününe kadar elektrik bağlantısını tamamlayıp enerji vermeyi düşündüğünü söyledi. Hiç inanasım gelmiyor ama inşallah diyelim. Pazar günü yaklaşık bir hafta burada olamayacağımızı söyleyip cuma gününe kadar mutlaka elektrik işini halletmesini istedim. Bu arada ana binayı gezdik Yakup Ustayla. Elektrikçinin elemanı Kamil, bina içindeki anahtar ve priz kablolarını çekmiş.

Biz avluda konuşurken Gani Ustanın küçük oğlu geldi. Hem ona hem de bizim ekibe haftalıklarını verdim. Gani Usta ile telefonda görüştüm. Biz İzmir'deyken oğlanlarıyla birlikte zeytin ve ceviz ağaçlarına göz taşı ilaçlaması yapmışlar.