Şansımıza Prag günleri hiç beklemediğimiz kadar güneşli ve sıcak geçiyor. Bugün "Old Town" dedikleri Prag'ın eski şehrini gezmeyi planladık. Konakladığımız otelden üç istasyon ötedeki Müstek metro istasyonunda başladı turumuz. İlk olarak düşündüğümüz, şehir meydanındaki ücretsiz tur rehberlerine takılmaktı. Yaklaşık iki buçuk süren turların sonunda rehbere gönlünüzden kopan bahşiş bırakılıyormuş. Ama biz öyle yapmadık. Rehber önde biz arkada ha babam de babam koşturup yorulacağımıza özgür kalmayı tercih ettik. Rehberle dolaşmanın doğru bilgi alma bakımından büyük avantajı var elbette. Ancak biz gezeceğimiz yerleri, özelliklerini zaten gezi blog notlarından ve internet üzerindeki muhtelif kaynaklardan öğrenmiştik. Yine de eksik bir şey kalırsa dönüp tamamlama imkanımız olacaktı. İşin aslı iki buçuk saat hızlı tempoyu gözümüz yemedi dersem en doğru lafı etmiş olacağım galiba.
Metrolar ve bunlara ulaşmak için kullanılan yer altı galerileri, yürüyen merdivenler genel olarak fazla kalabalık değil. Moskova metrosunu gördükten sonra Prag metrosu için söylenecek iki şey, sade ve tenha olmalı. İşletim sistemi basit ve anlaşılır. Yol boyunca gördüğümüz parkların içinde çok sayıda heykel var. Rehber eşliğindeki bir grup parkın içinden çıkıyor karşımıza. Onların geldiği tarafa doğru yürüyoruz. Karşımızda devasa bir yapı görünüyor. Prag'ın St. Vitus Katedralinden sonra gelen en büyük kilisesi Virgin Mary Snow Church karşımızda.
Kilisenin avlusunda azizlere ait birçok heykel bulunuyor. Hepsi birer sanat şaheseri. İçeri girdiğimizde temeli 1347 yılında atılıp 16 ve 17. yüzyıllarda tamirat gören kilisenin kubbesine ve içindeki gotik ve barok tarzı mimariye, süslemelere hayran kalıyoruz.
Snow Church'tan çıktıktan sonra sokak aralarından ilerliyoruz. Binaların çoğu iki üç yüz yıllık. Bunlardan bir kısmı bakanlıklara ve devlet kurumlarına hala hizmet veriyor. O günkü teknoloji ile inşa edilen yapılara ve estetiğe şapka çıkartıyoruz. Burada söylenebilecek tek olumsuzluk, bazı binaların ve tarihi kapıların bakımsızlığı ve üzerine yazılan çirkin yazılar, boyamalar.
Old Town'da birçok kilise var. Bu kiliselerin hepsine girmeye zaman yetmeyecek. Bu yüzden bazılarının dışarıdan resimlerini çekmekle yetiniyoruz. Yolumuzun üzerinde şimdi Powder Gate ismiyle anılan 11. yy. dan kalma bir kule yükseliyor. Eskiden şehre 13 yerden girilirmiş. Burası da onlardan biri. 186 basamak çıkıldığında bu kulede 44 metre irtifa kazanılmış oluyor. Eşimle göze alamıyoruz, manzara seyretme hakkımızı başka bir yere saklıyoruz.
Powder Gate'in hemen solunda açık renkli ihtişamlı bina Belediye Sarayı. Buradan şehir meydanına doğru yolumuza devam ederken yol kenarlarında 1920'li yılların nostaljik otomobilleri çarpıyor gözümüze. Bunlar turistleri belli bir ücret karşılığında şehri gezdiriyor. "Old Town" meydanına giden taş parke döşeli yollar oldukça kalabalık. Sağlı sollu turistlere yönelik dükkanlar bulunuyor. Tarih kokan binaların üzerinde muhteşem heykeller yer alıyor. Dükkanlarda hediyelik eşyalar, porselen, Bohemya kristal cam ürünlerinin yanı sıra ortaçağ işkence araçları da sergileniyor. Ancak benim ve eşimin ilgisini en çok çikolata müzeleri, satış yerleri ve çikolata atölyeleri çekiyor.
Meydana iyice yaklaşmışken yol ortasında iki kişinin yaptğı gösteri aklımızı başımızdan alıyor. İki genç adamdan biri yere çökmüş, bir eliyle on santim çapında ve yaklaşık 1.5 m uzunluğundaki bambu sırığını düşey olarak tutarken diğer elinin baş parmağı ile işaret parmağını uzak doğu usulü birbirine değdiriyor. E, hemen ne var bunda demeyin. Bambu sırığın en üst noktasını tek elinde tutan diğer genç adam sadece buradan aldığı destekle bağdaş kurmuş etrafına gülücükler dağıtıyor. Gelip geçenler bu gösteriye bahşiş bırakıyor. Ben önce acaba bunlar mumya falan mı dedim, ama adamların ikisi de capcanlı duruyor. Alttaki adamın nefes aldığını bile seçemiyorsunuz. Gözleri kapalı, öyle bir konsantre olmuş ki. Üstelik en ufak bir zorlanma belirtisi de yok. Bu adamlar Hintli falan da değil. Beyaz tenli, sarı sakallı tipler.
Old Town Meydanının ortasında büyük bir yapı karşılıyor bizi önce. Jan Hus anısına yapılan bir heykel bu. Jun Hus (1369-1415) Çek'lerin en önemli filozoflarından biri. Dinde ilk reformist adım atan kişi olarak anılıyor ve Charles Üniversitesinin kurucularından.
Meydana bakan en önemli yapılardan biri Tyn Kilisesi. Cepheden bakıldığında adı Adem olan sağdaki kule solda Meryem adındaki kuleye göre daha büyük. Orta yerde rengarenk çaput bezleri ve balonlarla süslenmiş bir ağaç görüyoruz. Geneli ateist olan bu toplumda adak kültürünün gelişmiş olması oldukça ilginç.
Evet, sol tarafımıza dönünce nihayet meşhur Astronomik Saat Kulesini görüyoruz. Bu kuleye çıkıp Prag şehri manzarasını seyretmek ve Tyn Kilisesine yukarıdan bakmak mümkün. Saat ilk olarak Hanus Usta tarafından 15. yüzyılda yapılmış. Turistlerin büyük ilgisini çeken bir yer. Her saat başı saat üzerindeki figürler hareket etmeye başlıyor ve her hareketin bir anlamı varmış. Biz beş dakika farkla bu gösteriyi kaçırdık.
Bundan sonraki durağımız St. Nicholas Kilisesi oldu. Şehrin en eski kiliselerinden biri olan yapı oldukça büyük ve gösterişli. 12. yy sonlarında inşa edilen kilise Gotik ve Roman tarzlarında.
Prag'ta adım başı makara tatlısı yapılıp satılıyor. Turistlerin de çokça rağbet ettikleri ve kömür ateşinde dönen makaralara sarılı hamurun pişirilmesiyle yapılan bu tatlının içine isteğe bağlı dondurma da koyuyorlar. Biz de bir mola verip tadına baktık. Görüntüsü kokoreç'e benzeyen bu tatlı fena değil.
Charles Köprüsünün sol kenar kulesine doğru yolumuza devam ederken Belediye Başkanının ikamet ettiği Belediye Sarayı Binasını görüyoruz. Sağ tarafta birçok kilise klasik müzik konserlerine ev sahipliği yapıyor. St. Salvator Kilisesi bunlardan biri. Dünyanın en güzel kütüphanesi seçilen Clementinum'u geçiyoruz. Yolun sonunda Charles Köprüsünün sol kulesi çıkıyor karşımıza. Köprü kulesi ile Opera Binası arasında Kutsal Roma İmparatoru IV. Charles'ın güzel bir heykelini görüyoruz.
Yolumuza devam etmeden önce Köprüye doğru yaklaşıyoruz. Demir parmaklıkların üzerinde sayısı yüzlerle ifade edilebilecek rengarenk asma kilitler parmaklıklara kilitlenmiş. Görevliler bunları ama oksijenle ama çelik kesme makaslarıyla çıkarmaya çalışıyorlar. Çek'lerin adak merakı burada bir kez daha kendini gösteriyor. Köprünün sağında tarihi Opera Binası bizi selamlıyor. Binanın çatısında birçok ünlünün heykeli var.
Opera Binasının karşısında Yahudi Mahallesi yer alıyor. İspanyol Sinagogunun cephesinde restorasyon çalışması devam ediyor. Sinagoğu geçip sağa döndüğümüzde Yahudi Mezarlığını görüyoruz. Yahudi Mahallesinden çıkıp Vlatava nehrine doğru yürüdüğümüzde ise Çehov köprüsünü görüyoruz. Köprü kulelerine varmadan önce Charles Üniversitesi (Çekler Karl Üniversitesi diyor) Hukuk Fakültesi bahçesinde biraz dinleniyoruz. Tam karşımızda Metronomun ibresi bir sağa bir sola hareket ediyor. Eşime karşı sahildeki merdivenleri gösterip soruyorum. "Metronom'a çıkıyormuyuz?" Biliyorum aslında ne onda ne de bende mecal kalmadığını...
Köprü başlarından Vlatava nehrinde yüzen gemileri de içine alan güzel resimler çektikten sonra metroya binip otelimize dönüyoruz.
Birkaç saat dinlenmek yetti bize. Karnımız acıktı tabi onca yoldan sonra. Burada da İtalyan mutfağı uzak ara önde. Bir kaç tane döner ve şiş kebap helal satıcılarına da rastladık. Lokanta ararken bir yandan da otelin civarını dolaşıp keşfediyorduk. Biraz yürüyünce büyük bir kilise ile karşılaştık. Ne yazık ki Çekler yeteri kadar İngilizce açıklama koymuyor gereken yerlere. Hatta turistler için hazırlanan şehir haritaları, broşürler ve tanıtım levhaları bile Çek dilinde yazılmış. Bu sebeple bu kilisenin adını ancak Çekçe tabelasının resmini çekip internette ortaya çıkardım. Prag'ın en büyük dini yapılarından biri olan Saints Cryil and Methodius Kilisesiymiş bu. İçini görmedik ama dışarıdan baktığımızda yine müthiş bir mimari gözlerimizi kamaştırdı. Kubbeli ana giriş kapısına hayran kaldım.
Saints Cryil and Methodius Kilisesini geçtikten sonra sağa döndük. Hava kararmıştı artık. Dükkanlar erkenden kapanıyor burada. Kilisenin paralelindeki caddede bu sefer ters yönde ilerlerken eşimin ilgisini çeken dükkanlarla karşılaştık. Bohemya kristalleri, porselen tabak, çanaklar, pastacılık malzemeleri vs. Üzerindeki fiyatlar da gayet uygun görünüyordu. Daha sonra uğramak üzere yolumuza devam ettik. Nasıl olsa otelimize yürüyüş mesafesindeydi buraları. Yolun sağında ilerlerken Sinoplu bir Türk dönerci ile karşılaştık. İngilizce konuşurken "Nerelisiniz?" diye sordu. Türküz biz deyince, "Niye Türkçe konuşmuyorsunuz o zaman kardeşim?" deyince gülmeye başladık. Çay içmeye davet etti ama benim yemek için dönerden başka planlarım vardı. Biraz daha yürüyünce bu sefer Cezayirli bir gençle konuştuk. O da geleneksel pizza yapıyormuş helalinden. Eşim domuz eti konusunda çok hassas olduğundan burada yemeyi teklif etse de ben ona domuz yedirmeyeceğime dair söz verip devam ettik yürümeye. Yemek için tam aradığımız yeri bulamadık ama bir benzerinden girdik içeri. Zira takat kalmamıştı bacaklarımızda. Cihelna La Familia isimli restoranın iç mekanı sıcak ve garsonlar oldukça ilgiliydi. Tesadüfen girdiğimiz bu mekan Prag'ta 2007-2008 yılının en iyi restoranı seçilmiş.
Bu günü de böyle tamamlayıp çakırkeyf vaziyette otelimize döndük.