Viyana'ya veda etme zamanı. Kahvaltımızı otelde yaptıktan sonra eşyalarımızı alıp çıkıyoruz yola. Peron numarasını kolaylıkla buluyoruz. Ne olur ne
olmaz deyip boşu boşuna o kadar erken çıkmışız. Yine de tedbirli olmakta
fayda var. Tren istasyona girince kendimize birer koltuk seçiyoruz.
Koltuklara numara verilmiyor zaten. Kısa bir bekleyişten sonra 2,5 saat sürecek
Salzburg yolculuğumuz başlıyor. Bu şirin şehre önceki gelişim yaz mevsimindeydi. "Salz" tuz, "burg" kale anlamına geliyormuş. "Tuzkale" yani. Yolculuğumuz rahat geçiyor. Kompartımanlardaki havalandırma iyi, ses yalıtımı güzel. Yol üstünde bir kaç istasyonda mola veriliyor. Vagonlarda internet bağlantısı var. Avusturya'nın aklımızda kalacak en güzel özelliği bu. Kafe, market, tren AVM vs. yerlerin çoğunda ücretsiz internet hizmetinden faydalanmak mümkün.
Yolun yarısını geçtikten sonra fevkalade bir doğa manzarası yolculuğumuza eşlik ediyor. Her taraf yemyeşil. Çok yüksek olmayan dağların tepelerinde karlar henüz erimemiş. Yol boyunca tipik köy yaşantısından kesitler çıkıyor karşımıza. Arada ufak sanayi tesisleri görüyoruz bazen. Her taraf tablodan kopup gelmiş gibi. Şirin bir gölün yanından geçiyoruz. Avusturya'ya geldik geleli ilk kez bilet kontrolü rast geliyor. Online aldığımız biletleri gösteriyorum. Memur kağıtların üzerine penseye benzer bir araçla tarih basıp teşekkür ediyor. Zevkli geçen yolculuk çabuk son buluyor.
Salzburg tren garında iniyoruz. Arkamdan gelenleri bekletmemek için rafa koyduğum valizi aceleyle indirirken açık bıraktığım masaya bacağımı sert bir şekilde çarpıyorum. Gar çıkışındaki şehir haritasından yönümüzü ve gideceğimiz otelin bulunduğu yeri sapıyoruz. Gezilecek yerlerin hepsi yürüme mesafesinde... Kalacağımız otel şehri ortadan ikiye bölen Salzach Nehri kıyısında. Bu da işimizi kolaylaştırıyor.
Eşyalarımızı otele bıraktıktan sonra bize verilen turistik haritamızla birlikte nehir kıyısını takip ederek şehre doğru yürüyoruz. Salzach Nehrinin genişliği 40 metreden fazla, koyu yeşil akan bir nehir. Zaten her yer yeşil bu memlekette. Yağışlı ve kapalı geçen günlerden sonra güneş parlıyor bugün. Bu yüzden nehrin kenarları güneşlenen insanlarla dolmuş. Kimi eline birasını almış kimi de dondurmasını...
Bir müddet ilerledikten sonra kıyıdan sola saparak şehri görmek istiyoruz. Karşımıza bir kilise çıkıyor. Bu memlekette bizdeki camiler kadar olmasa da kilise sayısı hayli fazla. Cadde boyunca biraz daha ilerleyip karşıya geçiyoruz. Tamamen hislerimize dayalı çizdiğimiz bu rota bizi Mirabell bahçelerine götürüyor. Bahçenin orta yerinde İmparatorluğun bahçeye adını veren sarayı bulunuyor. Odalar kapalı olsa da merdiven boyunca duvarlara ve tırabzanlara yerleştirilmiş bir çok heykel görüyoruz. Tırabzanlardaki heykellerin hepsi üç beş yaşlarındaki çıplak çocuk heykelleri.
Mirabell bahçesinde pek çok değişik bitki türü yer alıyor. Alan güzel bir peyzajla süslenmiş. Ortadaki heykellerin içinden fıskiyelerin geçtiği havuzlar var. Bahçe çok kalabalık. Buradaki insanların çoğunu da uzak doğudan gelen turistler kafileleri oluşturuyor.
Bahçeden çıktıktan sonra caddenin karşısında Mozart'ın evini işaret ediyor eşim. Benim önceden gördüğüm Mozart Evi değil bu. Yanına yaklaşınca okuduğum tabelaya ünlü bestecinin bu evde yedi yıl yaşadığı notu düşülmüş. Giriş bileti diğer Mozart Evi ile aynı, yani 10 Euro. Eşime "Eğer ben Mozart olsaydım çocuklar köşe olmuştu" diyorum. Şimdiye kadar yaşadığım ev sayısı herhalde yirmi beşi geçer! Her bir eve birer karyola ve dolap atılsa 10'ar Euro'dan al sana kafa başı 250 Euro.
Eşimin bana sözü var. Bugün Nordsee'de yiyeceğiz yemeği. Dolayısıyla karşı yakaya geçmemiz lazım. Kullandığımız köprü meşhur kilit köprüsü. Yüzlerce, belki binlece asma kilit var üzerinde korkuluklarının. Herkes bir dilek tutmuş. Rengarenk kilitler güneşin altında parlayınca ilginç bir görüntü oluşuyor. Köprüyü geçip hediyelik eşya satan küçük dükkanların önünde ilerliyoruz.
Sağ tarafa döndüğümüzde yine uzak doğulu misafirlerin yoğunlaştığı bir pasajda buluyoruz kendimizi. Çin mahallesi gibi bir yer. Bir de Çince ismi olan butik otel var burada. Pasaj çıkışındaki yolu görünce gözümün önünde bir şeyler canlanıyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa bu cadde Mozart'ın doğduğu sarı evin önünden geçecek. Sokak boyu dükkanlara bakarak ilerliyoruz. Kısa bir yürüyüş sonunda Mozart'ın doğduğu eve geliyoruz. Bizim Nordsee de hemen yanı başındaymış zaten. Ben mantarlı ve kaşarlı balık fileto alıyorum, eşim ise kedi balığından şnitzel.
Biramı bitirdikten sonra biraz dinlenmiş olarak çıkıyoruz balıkçı dükkanından. Bu bölgeye yarın yine geleceğimiz için sadece genel havayı kokluyoruz bugün. Yol genişçe bir meydana açılıyor. Burası katedrale benzer bir yapının avlusu. Şansımıza bir festivale denk geliyoruz. Müziğin ana vatanı burası zaten. Kurulan stant üzerinde özel giysiler içindeki sanatçılardan oluşan filarmoni orkestrası hareketli parçalar çalıyor. Sahnenin ön tarafına bir sürü piknik masası yerleştirilmiş. Seyyar satıcılar gelen ziyaretçilerin öğle yemeği ihtiyacını karşılıyor. Herkes elindeki biralarla neşe içinde. Burada biraz oturup müzik dinledikten sonra kalkıyoruz. Az ilerde güzel balkonu olan bir pastane görünce içeri giriyoruz. Üst kata çıkıp dondurmalarımızı söylüyoruz. Meydandaki müzik buradan gayet güzel duyuluyor.
Artık dönme zamanı. On beş dakikadan fazla yol yürüyeceğiz. Dönüş yolunda butik dükkanlara dalmadan olmuyor. Noel kutlamaları için süs eşyaları satan büyükçe bir dükkanın en önemli malzemesi yumurta. Altından ve üstünden bir delik açıp yumurtanın içini boşalttıktan sonra binbir çeşide boyayıp üzerini nakış gibi işliyorlar.
Kilitli köprüyü geçip Salzach boyunca otele doğru ilerliyoruz. Nehre paralel araçlar, yayalar ve bisikletler için ayrılmış üç yol var. Yolun kenarında Evangelist'lere ait bir kilisenin önünden geçiyoruz. Güneş parlıyor, nehir boyu gittikçe kalabalıklaşıyor. Yarına enerji toplamamız lazım. Hava kararmadan dönüyoruz otelimize.