KATEGORİLER

4 Mayıs 2016 Çarşamba

MEYDANLAR ŞEHRİ, VİYANA

02/05/2016 Pazartesi, Viyana
Geceyi kızımın evinde geçirdikten sonra sabah erkenden çıktık yola. İstanbul-Viyana uçuşumuzun 25 dakika rötar yapmasının dışında her şey yolunda gitti. Sabiha Gökçen Havalimanında eşim çayını yudumlarken hazırladığım seyahat planını okudum ona. O da beni kendi tuttuğu notlarla tamamladı. İlk iki günümüz genel olarak birbiriyle uyumlu olsa da üçüncü günümüz taban tabana zıttı. Ben Belvedere Sarayının ardından kuzeyde Kahlenberg tepesine kadar geniş bir alanı planımıza katmış iken o, benim zamansızlık yüzünden planıma dahil edemediğim ve içimde ukde kalan Prater bölgesi ile Tuna Nehri kıyılarını düşünmüş!

Viyana uçağında yanıma aldığım Kafka'nın "Dönüşüm" ünü okuyacaktım güya. Henüz uçak pistte uçuş sırasını beklerken kapandı gözlerim. Ne kalkışını anladım uçağın ne de iki buçuk saat süren yolculuğu... İki gün boyunca uykusuzluk beni bu duruma getirdi. Oysa kitap okumak isterdim. Sırf bu yüzden her türlü yolculuğu -süresi ne kadar uzun olursa olsun- severim. Kitap okuduğum en güzel saatlerdir yolda geçen...

Pegasus Havayollarına ait uçağın "Viyana Hava Meydanına alçalıyoruz, lütfen kemerlerinizi bağlayın..." anonsu ile açtım gözlerimi. Bembeyaz bulutların doldurduğu gökyüzünü delerkek alçalmaya başladık. İlk gözüme çarpan sınır çizgileriyle birbirinden ayrılmış yemyeşil arazi... Yere biraz daha yaklaşınca köylerin yöresel mimarisini yansıtan çiftlik evleri görülür olmaya başladı.

Terminal binasına girer girmez dikkatimi çekecek kadar yakın bir mesafede pasaport kontrolü kontuarından geçiyoruz. Almanca ve İngilizce olarak yazılan çok sayıda yön levhası yolu bulmamızda yardımcı oluyor. Bagajımızı banttan alıyoruz. Daha sonra önceden internet üzerinden aldığım tren biletimiz sayesinde bilet satış yeri aramıyor, yakın mesafedeki kalkış yerine doğru yürüyoruz. Yanıma almayı unuttuğum tek şey turistik şehir haritası ve toplu taşıma planları. Ne olur ne olmaz diyerek kırtasiye malzemesi satan dükkanların birinden bir şehir rehberi alıp yürüyen merdivenleri kullanarak alt kata iniyoruz. 

Hani Avrupa ve ABD'de her şeyin düzenli olmasından dem vururlar ya, burada ilk dikkatimi çeken oluyor bu düzenlilik. Günler öncesinden trenin tam zamanında gelip 15.33'te hareket edeceğini ve varış noktasına on beş dakika sonra ulaşacağı biliniyor. Hani trafik sıkıştı, elektrikler kesildi, trafoya kedi girdi gibi belirsizlikler yok burada. İşte bu yüzden tam planladığımız gibi saniye sapmadan gerçekleşiyor otele varışımız. Yurt dışında kalan bazı adrenalin tutkunları böylesine bir düzenden sıkıldığını, ülkemizin "Her an her şey olabilir" havasını aradıklarını biliyorum. Ben buradaki gibi bir düzeni her zaman tercih edenlerdenim.

Kullandığımız tren Salzburg'a kadar gidiyor ancak biz Merkez Tren Garı'nda indik. Rahat ve sessiz bir yolculuktu. Sessiz diyorum, çünkü o bildiğimiz demir tekerleklerin ray üzerinde çıkardığı sesler neredeyse hiç duyulmuyor, bir hava yastığının üzerinde sarsıntısız bir yolculuk yapılıyor adeta.

Otelimizi yön levhalarını kullanarak bulmak çok kolay oldu. Sadece genç bir Alman kadına adres sorduk. O da bize canı gönülden yardımcı oldu.

Otele eşyalarımızı bırakıp günü kazanmak istiyorduk. Öyle de yaptık. Otelden aldığımız şehir planını kaptığımız gibi düştük yine yollara ayağımızın tozuyla. Metro istasyonuna tren garının içinden geçip ulaşılıyor. Aradığımız istasyon umduğumdan daha yakın bir yerdeymiş. İlk olarak meydanla aynı adı taşıyan durakta indiğimizde karşımıza çıkan Aziz Stefan Katedrali  (Stephansdom) ile başladı Viyana maceramız.

Tek kelimeyle muhteşem! Katedralin büyüklüğüne gözümüzü alıştırmaya çalışıyoruz. O taşlar ne sabırla oyulmuş, o yüksekliklere nasıl yerleştirilmiş onca taştan heykel. Tarihi on ikinci yüzyıla kadar uzayan katedral pek çok defa yıkılmış, yeniden yapılmış ve elden geçmiş. Kiliseden içeri girip ağzımız açık yukarılara bakıyoruz. Bütün oymalar, kabartmalar saygı ve hayranlık duygusu uyandırıyor üzerimde. Sol taraftan ön tarafa doğru ilerliyoruz. Bir yandan içerideki sıralara oturmaya başlıyorlar. Pek çok yerde fotoğraf çekmek yasak ama burada sadece mum yakılan bölümde resim alınmıyor. Bu bölümün yan tarafında vişne çürüğü renginde bir kürsü ve onun üzerinde bir defter var. Üzerindeki notu okuyorum. " Tanrıdan ne dileğiniz varsa kağıda yazıp aşağıdaki kutuya atabilirsiniz. Dileğinizin gerçekleşmesi için ilk ayinde sizin için Tanrı'ya dua edilecektir." Katedralin rutin bakımına yıllık 120.000 Euro harcanıyormuş. Bu para bir yerlerden gelecek tabii. Tanrı'dan ricacı olmanın bedelinin kaç Euro olduğunu sormadım.

Duvarlarda İsa, Meryem ve Azizlerin heykelleri haçlarla süslenmiş. Her heykel ve tablonun ayrı bir konusu var. Bugün şanslı günümüzdeyiz. İşimizi bitirip geri dönerken bariyerleri koymaya başlıyorlar. Az sonra ayin başlayacak. Ayin yapılırken ziyaretçi girişi kısıtlanıyormuş. 

Katedralin yan tarafındaki "Adlerturn" Kartal Kulesinin (Eagle Tower) önünden geçiyoruz. Şehirde çoğu heykel ya da havuzla süslenen irili ufaklı, meşhur olan olmayan çok sayıda meydan var. Her meydan adının yanına Almanca "meydan" anlamına gelen "platz" kelimesi ekleniyor. Stephanplatz eski şehrin tam göbeğinde oldukça geniş bir meydan. Az ötede sekiz on tane kadar fayton şehir turu yaptırmak üzere turist müşterilerini bekliyor. Atlar ve arabacılar temiz ve bakımlı. Sürücülerin hepsi fötr ya da melon şapka takıp siyah elbise giyiyorlar. Az sayıda da olsa bayan sürücülere rastladım. Onların da başlarında aynı şapkalardan olduğu için kadın oldukları zorlukla ayırt ediliyor. Bu bölgenin bir başka özelliği Mozart peruk ve kıyaetleri. Sokakta konser ve tiyatro bileti satan ne kadar insan varsa hepsi saçıyla kıyafetiyle birer Mozart olmuş. Meydanlara uyarı levhaları yazılmış. "Sahte Mozart'lara kanmayın, bilet alacaksanız resmi satış yerlerinden alın." diye.

Resmi yer deyince devlet opera binaları ve konser salonları geliyor akla. Ancak buralara gitmek ve iyi denebilecek bir yere oturmak için en azından 100 Euro'yu gözden çıkarmanız sorunu çözmüyor. Çünkü buralarda kıyafet zorunluluğu var; ya frak ya da koyu renk elbise. Kiliselerde ya da özel salonlarda verilen konserlerde ise pek kıyafete bakılmıyor. Buralarda elli-altmış Euro'ya kadar konser izlenebiliyor. Fırsatımız olursa tavsiyelere uyarak bir konser dinlemek isteriz ama ondan önce yapmaya kararlı olduğumuz üç şey var. Demel pastanesinde "applestrudel", sacher pastanesinde "sachertorte" ve Figlmüller Restaurant'ta "şnitzel" yemek.

Kah tuttuğumuz notlara göre elimizdeki şehir haritasını takip ederek kah hızımızı alamayıp karşımıza çıkan güzel yapıları ya da dükkanları takip ederek bırakıyoruz kendimizi Viyana sokaklarına. 

Dar bir pasajın girişinde genç bir sokak çalgıcısı elinde kemanıyla güzel bir eser icra ediyor. Pasajın sağında ve solunda butik dükkanlar var. Fiyatlara hem gözümüzü hem kendimizi alıştırmaya çalışıyoruz. Merak edip baktım: 2015 yılında Tokyo'dan sonra gelen dünyanın en pahalı şehriymiş Viyana. Biz sonradan yolunu bulduk. Euro yazılı etiketlere bakınca döviz kurundan TL'ye çevirmeden Türkiye'deki fiyat karşılığını tahmin edebiliyorduk. Bazen çok daha fazlasına bile şahit olduk. Örneğin merkezi yerdeki meşhur AVM'lerin birinde cherry domatesin kilosu 10 Euro yazıyordu. Oysa çoğu yerde 2 Euro'nun üzerinde bir paraya satılan 330 cc kutu kolayı burada 1,29 Euro görünce burasını en makul yerlerden birisi sanmıştık. 

Pasajdan geçince şnitzel üzerine dünyada nam yapmış Figlmüller çıkıyor karşımıza ama aksilik bu ya hiç aç değiliz! İki tane var bu lokantadan Viyana'da, ikisi de birbirine çok yakın. Biri cadde üzerinde Figlmüller Bäckerstraße - bira satışı olan - diğeri ise pasaj içindeki. Her ikisi de aynı kalitede yapıyorlarmış şnitzeli. Neyse yerini öğrenmiş olduk en azından, yolumuza devam edelim.

Bir başka meydan çıkıyor karşımıza Gutenberg. Ortada Gutenberg heykeli, onun arkasında haşmetli bir bina... Binanın üst katları Wüstenrot isimli ünlü bir finans ve emlak firmasına tahsis edilmiş iken alt kat Figsmüller ailesinin akrabalarınca Lugeck adı ile çalıştırılıyor. "Biz de o aileden geliyoruz, bizimki de en az onlarınki kadar iyi." deseler de kimse inanmıyor. Rotenturm sokağında ilerlemeye devam ediyoruz. Tam karşımızda iki kuleli yüksek bir yapı görünüyor.  Buradaki pek çok sokakta olduğu gibi kafe'ler sokaklara taşmış. Büyük tentelerin altındaki masalar her zaman dolu. Derken ünlü Anker saatinin önünde buluyoruz kendimizi. 1911-1914 yılları arasında sıra dışı Art Nouveau tarzında yapılan bu saatin çevresindeki tarihi yapılar çok zarar gördüğü halde şans eseri savaş sırasındaki bombardımandan etkilenmemiş. Bu bölge bir zamanlar büyük ticaretin yapıldığı Hoher Markt, yani büyük pazar yeri. Aynı yerde 1732 yılında mermer ve bronzdan yapılmış bir çeşme olan Vermahlungsbrunnen'i görüyoruz. Çeşmenin dört sütunundaki melekler tarafından korunan Meryem ve Azizlerin heykelleri mevcut. 

Biraz yürüyünce yolumuz bizi St. Peter's Kilisesine götürdü. Çok uzaktan iki kulesini gördüğümüz tarihi ve güzel bir yapı bu işte! Hava kararırken yağmur da başladı. Yağmur derken, gün boyu takıldım eşime. Viyana'da bulunacağımız üç gün boyunca her ne kadar hava raporları sağanak yağmur gösterirken, tanrının bir sevgili kulu olarak ben, olumsuz koşulları daima kendimden ve çevremden uzaklaştıracağımı ve bana inanmasını istedim. Gerçekten de özellikle bugün gök gürültülü sağanak yağış var denmesine rağmen yeni yeni atıştırmaya başlamıştı. Peter'in kilisesi bize iyi geldi. Hemen soktuk başımızı içeri. İçi dışından da güzel. Dışarıdan yeni gelen insanlar hemen gidip sıralara oturuyorlar. Belli ki yağmurdan kaçmak için! Sıralar yavaş yavaş dolunca bir şeyler olacağını sezdim. Sanki ayine başlayacaklar  ama bu saatte ayin olur mu hiç bilemiyorum. Girişteki masada bir görevli oturuyor. Onun yanı başındaki panoya ilişiyor gözüm. Bu kadar da ballı olamayız! Saat'e bakıyorum 19.25. Tam beş dakika sonra bir org konseri başlayacak. Programda Hendel, Bach, Schuman, Mozart, Bach, Schubert'ten eserler var. Hemen eşime söylüyor ve gidip oturuyoruz sayısı azalmış boş sıralardan birine. Tam saatinde başlıyor konser. Kilisenin muazzam akustiğinde arkamızda bulunan kilise orgu ölümsüz eserleri seslendirmeye başlıyor. Yarım saat kadar huşu içinde ruhumuzla birlikte ayaklarımızı da dinlendiriyoruz. Kilise orgu bana göre senfoni orkestralarının yerini tutmuyor tabii. Belki ilk defa dinlediğimiz için bize değişik geldi. Kötü değildi, hoşumuza da gitti ama iki saat çekilemez sanki. Birinin kalktığını görür görmez sessizce biz de peşinden dışarı sıvıştık. 

Yağmur kesilmişti. Bu bölgede göreceğimiz çok yer var daha ama yarının yükünü hafifletmek istiyoruz. Belki de Viyana'nın en meşhur caddesi Graben. Bu caddeye vardığımızda iş yerlerinin çoğu çoktan kapanmıştı. Cadde boyunca yürürken Veba anıtı çıkıyor karşımıza. Alaca karanlıkta bir başka güzel göründü gözüme. Sağlı sollu ünlü mağazalar arasında dönüş yolculuğumuz başlıyor. Türkler ve onlara ait iş yerleri var bu cadde üzerinde. İkinci katta kocaman harflerle "Topkapı" adını okuyorum uzaktan. Kuaförmüş. 

Öğlen bir ara fırsatını bulup yediğimiz dondurma ile duruyoruz. Belki de açık kalan son mekanlardan biri olan Nordsee'ye attık kapağı. Ben seviyorum fast food tarzı çalışan bu balık lokantasını. Bir de merak edip cam fanusun içindeki suya bir tutam nane koyup limon sıktıktan sonra bardağını 8 TL'ye sattıkları tatsız tutsuz içkiyi almasaydım yanına daha da güzel olacaktı. Almanca bilmiş olsaydım hiç denemeye kalkmazdım. "Güzel bir şeydir herhalde" deyip kimseye sormak da gelmedi aklıma.

Otele döndük. Yorgun düştüğümden aynı günün akşamına yazamadım. Çok sayıda resim çekim ancak geçen sefer olduğu gibi memlekete döndükten sonra yayınlayacağım onları. Yarın kaldığımız yerden devam... 

2 yorum:

  1. Meydanlar, uygar şehirlerin simgesi bence de. İnsanların biraraya geldikleri, özgürce dinlendikleri, sanat gösterilerinin olduğu...
    Ne kadar güzel...

    YanıtlaSil
  2. Kesinlikle... Müzeler, tiyatrolar, konserler de öyle. Bilet fiyatları bize göre çok yüksek olduğu halde talep çok fazla.

    YanıtlaSil