Geceden tam altı buçuğa kurdum saati. Uyanmasına uyandım ama kalkmaya hiç niyetim yok. Katarakt ameliyatından sonra kızım saat başı kullanılacak damlalar için farklı melodilerden alarm kurmuştu telefonuma. O melodilerden birinin üzerine kaydetmişim sabahki alarmı. Öyle bir şey ki mübarek ninni gibi geliyor bana. Hani eşim alarmın çalıyor demese uyumaya devam edeceğim.
Zamanım kısıtlı. Hemen hazırlanıp köy meydanından Hüseyin'i alacağım. Randevu saatinden beş dakika önce varıyorum köye. Hava yeni aydınlanıyor. Arabanın göstergesinden dışarıdaki sıcaklığın 8 derece olduğu okunuyor. Üzerime kazak giydiğim için fazla üşümüyorum. Saat yediyi geçiyor, Hüseyin yok ortalarda. Telefon ediyorum. Uykulu bir ses "Tamam amca geliyorum" diyor. Az sonra yeniden aradığında tam olarak uyanmadığını anlıyorum. "Amca ben Tire'deyim sen beni İtfaiye Meydanından gel al."
İtfaiye meydanına geldiğimde etrafıma bakıyorum, yine yok. Telefon ediyorum cevap veren yok. Beş dakika sonra çıkageliyor. Yan tarafımdaki kapıyı açıp içeri atıyor kendini. "Günaydın amca." Gökçen istikametine doğru sürüyorum arabayı. Uzak bir mesafe olduğunu düşünerek köklüyorum gazı geniş Ödemiş asfaltında. Bir an gözüm üzeri diyagonal kırmızı şeritli yer bildirir levhaya takılıyor. Boynuyoğun Köyü sınırlarının sonunu işaret ediyor levha. "Bu köy bu kadar mı yakınmış Hüseyin?" "Valla, ben de bu kadar yakın olacağını tahmin etmezdim amca."
Geri dönüp köy içine sapıyoruz. Girişte çeşmenin karşısındaki ağılın önünde bekleyeceklermiş toplayıcı kadınlar...
Kadınları arabaya doldurup dönüş yolunda ilerliyorum. İtfaiye meydanında Hüseyin arabadan inip motosikletiyle döneceğini söylüyor. Yaylaya geliyoruz. Kadınlar öğlen yemeği için çıkınlarını hazırlamışlar. Her birinin elinde bir torba. Silkici İbrahim ve onun yapışık ikizi, kuzeni bir delikanlı. Kestane ağaçları üzerinde ip cambazlarından daha rahatlar. Arabayla geçen sene açtığım yoldan çıkmayı deniyorum yukarı yaylaya. İlk virajda tek turda dönüş mümkün değil. İkinci turda arabanın tekerlekleri yumuşak toprakta patinaj yapıyor. Bir iki hamle sonra virajı dönüyorum. İbrahim, Hüseyin motosikletle yetişiyorlar peşimden. Böylelikle kestane işi geç de olsa dört toplayıcı iki silkici ve hararları taşıyacak olan Hüseyin ile birlikte başlıyor.
Hüseyin kestane toplamaya gidince garsonluk tamamen bana ve oğluma kalıyor. Yarın kalabalık bir grubu ağırlayacak Taş Ev. Öyle ki gelecek misafirlerin sayısı sandalye masa sayısından fazla. Hemen masa ve sandalye tedarik etmemiz lazım. Şehre inip dört masa on altı sandalye alıyorum. Böylelikle oturma kapasitemiz 96'ya çıkıyor. Yarın için biraz alışveriş yaptıktan sonra koltukları yatırıp katlanır masaları arabanın arkasına koyuyorum. Taş Ev'e döner dönmez sanki sözleşmiş gibi ardı arkasına rezervasyonlar geliyor. Bir an önce kestane toplayıcı kadınları sabah aldığım köye geri bırakmam lazım.
Kapıda bekler buluyorum köylü kadınları. Arka koltuğu dikip alıyorum arabaya. İçlerinde birini yol tutuyor. Bir an önce yaylaya dönmem gerek. Yol tutan kadına aldırmadan basıyorum gaza. İyi ki köy yakında. Bir solukta varıyor, bırakıyorum onları köylerine. Yolda sohbet ederken bana hararcı bulmalarını istiyorum. Dönüp sandalyeleri alıyorum bu sefer. Yayla yokuşunu tırmanırken bu tempoya nereye kadar dayanabileceğim geçiyor aklımdan.
Taş Ev'de hareketlilik hemen göze çarpıyor. Bahçedeki ağaçların arası arabalarla dolmaya başlamış. Hava soğuk olmasına rağmen sırf rahat sigara içebilsinler diye verandada oturmayı tercih edenler var. Her masayla özel olarak ilgileniyoruz eşimle. İnsanların hoşuna gidiyor bu alaka. Bizim de hoşumuza gidiyor elbette. Belki de bugün en yoğun hafta içi günümüz. Üstelik Hüseyin de yok. Harar taşıdığı için mızmızlandı. Seve seve gönderdik. Sabah erken gelir belki. Toplayıcı kadın telefon ediyor, yarına hararları taşıyacak birini bulmuş. Bu haber sevindirici. Hüseyin garsonluğa dönecek.
Herkes mutlu ayrıldı. Bunu gözlerinden anladık. İki kişiden bahsetmeden bitirmeyeceğim. Bunlardan biri Bodrum'da yaşadığını söyleyen bir bayan. Yanında iki kızı var. Yiyorlar, içiyorlar. Olağanüstü bir durum yok ta ki hesabı isteyene kadar. Hesabı istiyorlar. Hesap pusulasının içinde olduğu kitapçığı masalarına bırakıyorum. Onu geri almaya gittiğimde hata olduğunu söylüyor hanımefendi. "Olabilir." diyorum. "Eğer hata varsa düzeltiriz."
"Bizim bir fanta bir de spirite vardı hesaba yazmamışsınız."
"Olabilir efendim, madem hata yaptık, bizim ikramımız olsun."
"Bakın, biz dürüstlükle söyledik size bunu, söylemeyebilirdik."
"Anlıyorum hanımefendi, ben de sizin iyi niyetinizden dolayı bedelini talep etmiyorum."
"Ama içtiğimiz kahve ve çayları hesaba yazmışsınız." deyince şaşırıyorum. Devam ediyor hanımefendi.
"Her yerde yemekten sonra çay kahve ikram edilir. Ama siz ikramı hesaba yazmışsınız."
"Bakın hanımefendi, size menü getirdiler değil mi? Orada çay ve kahve ikram yazmıyor, karşılığında fiyatı var. Diğer yerlerdeki uygulamalara bir şey diyemem ama bizde çay ve kahvenin bir ücreti vardır. Bu da hesaba yazılır. Üstelik Bodrum'da yaşadığınızı söylüyorsunuz. Bodrumda restoranlar böyle bir uygulama başlattıysa benim haberim yok. Zaten bu da benim aynısını yapmamı gerektirmez."
Konu sakız gibi uzayıp duruyor. Hanımefendi bitirecek gibi değil.
"Bakın böyle yaparsanız çok müşteri kaybedersiniz."
"Efendim ikram gönül işidir. Size ben kahve ikram edeceğimi taahhüt etmedim ki. Bunu yapmak zorunda olduğumu da hiç sanmıyorum."
Hesabı karttan ödedi. Kalkıp gittiler. Bugün bakıyorum Foursquare puanım 8.7 den 8.3'e düşmüş. Belki sebep başkadır ama sebebi ondan bildim. Pişman mıyım? Hayır.
Günün diğer olayı da ilginç. Kır saçlı bir bey misafirim. Eşiyle birlikte ortalardaki masalardan birinde oturuyorlar. Turizm sektöründen geliyormuş. Yaşımı soruyor. Kendisinin en az on yaş büyük olduğunu anlayınca daha rahat konuşmaya başlıyor.
"Yanlış anlamayın ama bu işin acemisi olduğunuz anlaşılıyor."
"Efendim, ben aksini iddia etmiyorum, haklısınız. Bir kusur işlediysem..."
"Yok, yok tam tersine. Yaptığınız işten o kadar büyük keyif alıyorsunuz ve bunu karşınızdakine o kadar yansıtıyorsunuz ki, bunu anlamayan dünyanın en büyük aptalıdır. Ben bu sektöre yıllarımı verdim. Ben sizin tabağı tutuşunuzdan bu işte yeni olduğunuzu anladım. Ama işinizi severek yapmanız her şeyi fazlasıyla örtüyor."
"Çok teşekkür efendim. Bunu duyduğuma çok sevindim."
Ayak üstü sohbetimiz uzun sürüyor.
"Buraya işten anlayan tecrübeli bir şef garson lazım size."
"Evet efendim. Lazım lazım olmasına lakin bulamıyoruz. Hani varsa bir tanıdığınız hemen alalım işe."
"Dur ben bir araştırayım. Size yardımcı olalım."
"Memnun olurum efendim."
Konuştuğum kişi bir partinin ilçe başkanıymış. Artık iyice tanınır oldum. Çarşıda pazarda bana ismimle hitap ediyorlar. Benim işim zor, bütün ilçeyi nasıl tanırım ki?
Kadınları arabaya doldurup dönüş yolunda ilerliyorum. İtfaiye meydanında Hüseyin arabadan inip motosikletiyle döneceğini söylüyor. Yaylaya geliyoruz. Kadınlar öğlen yemeği için çıkınlarını hazırlamışlar. Her birinin elinde bir torba. Silkici İbrahim ve onun yapışık ikizi, kuzeni bir delikanlı. Kestane ağaçları üzerinde ip cambazlarından daha rahatlar. Arabayla geçen sene açtığım yoldan çıkmayı deniyorum yukarı yaylaya. İlk virajda tek turda dönüş mümkün değil. İkinci turda arabanın tekerlekleri yumuşak toprakta patinaj yapıyor. Bir iki hamle sonra virajı dönüyorum. İbrahim, Hüseyin motosikletle yetişiyorlar peşimden. Böylelikle kestane işi geç de olsa dört toplayıcı iki silkici ve hararları taşıyacak olan Hüseyin ile birlikte başlıyor.
Hüseyin kestane toplamaya gidince garsonluk tamamen bana ve oğluma kalıyor. Yarın kalabalık bir grubu ağırlayacak Taş Ev. Öyle ki gelecek misafirlerin sayısı sandalye masa sayısından fazla. Hemen masa ve sandalye tedarik etmemiz lazım. Şehre inip dört masa on altı sandalye alıyorum. Böylelikle oturma kapasitemiz 96'ya çıkıyor. Yarın için biraz alışveriş yaptıktan sonra koltukları yatırıp katlanır masaları arabanın arkasına koyuyorum. Taş Ev'e döner dönmez sanki sözleşmiş gibi ardı arkasına rezervasyonlar geliyor. Bir an önce kestane toplayıcı kadınları sabah aldığım köye geri bırakmam lazım.
Kapıda bekler buluyorum köylü kadınları. Arka koltuğu dikip alıyorum arabaya. İçlerinde birini yol tutuyor. Bir an önce yaylaya dönmem gerek. Yol tutan kadına aldırmadan basıyorum gaza. İyi ki köy yakında. Bir solukta varıyor, bırakıyorum onları köylerine. Yolda sohbet ederken bana hararcı bulmalarını istiyorum. Dönüp sandalyeleri alıyorum bu sefer. Yayla yokuşunu tırmanırken bu tempoya nereye kadar dayanabileceğim geçiyor aklımdan.
Taş Ev'de hareketlilik hemen göze çarpıyor. Bahçedeki ağaçların arası arabalarla dolmaya başlamış. Hava soğuk olmasına rağmen sırf rahat sigara içebilsinler diye verandada oturmayı tercih edenler var. Her masayla özel olarak ilgileniyoruz eşimle. İnsanların hoşuna gidiyor bu alaka. Bizim de hoşumuza gidiyor elbette. Belki de bugün en yoğun hafta içi günümüz. Üstelik Hüseyin de yok. Harar taşıdığı için mızmızlandı. Seve seve gönderdik. Sabah erken gelir belki. Toplayıcı kadın telefon ediyor, yarına hararları taşıyacak birini bulmuş. Bu haber sevindirici. Hüseyin garsonluğa dönecek.
Herkes mutlu ayrıldı. Bunu gözlerinden anladık. İki kişiden bahsetmeden bitirmeyeceğim. Bunlardan biri Bodrum'da yaşadığını söyleyen bir bayan. Yanında iki kızı var. Yiyorlar, içiyorlar. Olağanüstü bir durum yok ta ki hesabı isteyene kadar. Hesabı istiyorlar. Hesap pusulasının içinde olduğu kitapçığı masalarına bırakıyorum. Onu geri almaya gittiğimde hata olduğunu söylüyor hanımefendi. "Olabilir." diyorum. "Eğer hata varsa düzeltiriz."
"Bizim bir fanta bir de spirite vardı hesaba yazmamışsınız."
"Olabilir efendim, madem hata yaptık, bizim ikramımız olsun."
"Bakın, biz dürüstlükle söyledik size bunu, söylemeyebilirdik."
"Anlıyorum hanımefendi, ben de sizin iyi niyetinizden dolayı bedelini talep etmiyorum."
"Ama içtiğimiz kahve ve çayları hesaba yazmışsınız." deyince şaşırıyorum. Devam ediyor hanımefendi.
"Her yerde yemekten sonra çay kahve ikram edilir. Ama siz ikramı hesaba yazmışsınız."
"Bakın hanımefendi, size menü getirdiler değil mi? Orada çay ve kahve ikram yazmıyor, karşılığında fiyatı var. Diğer yerlerdeki uygulamalara bir şey diyemem ama bizde çay ve kahvenin bir ücreti vardır. Bu da hesaba yazılır. Üstelik Bodrum'da yaşadığınızı söylüyorsunuz. Bodrumda restoranlar böyle bir uygulama başlattıysa benim haberim yok. Zaten bu da benim aynısını yapmamı gerektirmez."
Konu sakız gibi uzayıp duruyor. Hanımefendi bitirecek gibi değil.
"Bakın böyle yaparsanız çok müşteri kaybedersiniz."
"Efendim ikram gönül işidir. Size ben kahve ikram edeceğimi taahhüt etmedim ki. Bunu yapmak zorunda olduğumu da hiç sanmıyorum."
Hesabı karttan ödedi. Kalkıp gittiler. Bugün bakıyorum Foursquare puanım 8.7 den 8.3'e düşmüş. Belki sebep başkadır ama sebebi ondan bildim. Pişman mıyım? Hayır.
Günün diğer olayı da ilginç. Kır saçlı bir bey misafirim. Eşiyle birlikte ortalardaki masalardan birinde oturuyorlar. Turizm sektöründen geliyormuş. Yaşımı soruyor. Kendisinin en az on yaş büyük olduğunu anlayınca daha rahat konuşmaya başlıyor.
"Yanlış anlamayın ama bu işin acemisi olduğunuz anlaşılıyor."
"Efendim, ben aksini iddia etmiyorum, haklısınız. Bir kusur işlediysem..."
"Yok, yok tam tersine. Yaptığınız işten o kadar büyük keyif alıyorsunuz ve bunu karşınızdakine o kadar yansıtıyorsunuz ki, bunu anlamayan dünyanın en büyük aptalıdır. Ben bu sektöre yıllarımı verdim. Ben sizin tabağı tutuşunuzdan bu işte yeni olduğunuzu anladım. Ama işinizi severek yapmanız her şeyi fazlasıyla örtüyor."
"Çok teşekkür efendim. Bunu duyduğuma çok sevindim."
Ayak üstü sohbetimiz uzun sürüyor.
"Buraya işten anlayan tecrübeli bir şef garson lazım size."
"Evet efendim. Lazım lazım olmasına lakin bulamıyoruz. Hani varsa bir tanıdığınız hemen alalım işe."
"Dur ben bir araştırayım. Size yardımcı olalım."
"Memnun olurum efendim."
Konuştuğum kişi bir partinin ilçe başkanıymış. Artık iyice tanınır oldum. Çarşıda pazarda bana ismimle hitap ediyorlar. Benim işim zor, bütün ilçeyi nasıl tanırım ki?