KATEGORİLER

24 Ekim 2016 Pazartesi

İZMİR KIZ LİSESİ 77 MEZUNLARINI AĞIRLADIK

22/10/2016 Cumartesi, Tire


Yine hafta sonu, yine yorgunluk. Hayır ben kendi adıma değil, eşim adına üzülüyorum. O çok yoruluyor. Bırak diyorum, bırakmıyor.  Cevabı hazır "Kim yapacak bu işleri." Aylarca hazırladığı reçellerin değerlendirilmesi, beğenilmesinden çok haz duyuyor. Bazı misafirler kahvaltı sonrası armut reçeli, erik reçeli veya beğendikleri ne varsa yanlarında götürmek istiyorlar. Bu iş için kavanozlar almıştık. Güya zamanımız olacaktı da onlara "Kaystros" etiketi yapıştıracaktık. O kadar çok reçel hazırlamışız ki daha kaç kahvaltıyı süsleyecek kestirmek mümkün değil. Kahvaltı işinin bütün yükü bizim ailede. Sabahın erken saatlerinde kaplara çeşit çeşit reçeller, tereyağları, zeytin çeşitleri, cevizli acukalar, okmalar ve diğer kahvaltılıklar hazırlanıp dolaplara kaldırılıyor. Karadutlu lor tatlısının reçeli ilave ediliyor servis öncesi. Bir de salatalık ve domates söğüş son anda hazırlanıyor.

Kız kardeşim arıyor. Organize Sanayi Bölgesine gelmişler. Otobüsü aşağıda bırakmak gerekip gerekmediğini soruyor. Aşağı derken ne demek istediğini anlamıyorum. Bahçe girişindeki demir kapının önünü kastetmiş olabilir. Kapının önüne kadar gelebileceklerini söylüyorum. O da ilk kez ziyaret edecek Taş Ev'i. Rezervasyonlu misafirler salonun manzara cephesindeki masaları doldurmuş. Zaten iki sıra masa İzmir Kız Lisesi mezunlarına tahsis edilmiş durumda. Hava sabahları serin olsa da öğlene doğru hızla ısınıyor. Fazla masaları avludan terasa taşımıştık. Teras ayrı bir cazibe merkezi oluyor. Salona rezerve ettiğimiz masalar terasa taşınıyor. Yazın güneşten bucak bucak kaçarken insanlar artık güneşin sırtlarına vurmasını istiyorlar. Veranda boyunca esen rüzgar bazı misafirleri rahatsız ediyor. Bu yüzden ağaçların arasında kalmış teras, manzara tarafında olmasa da daha fazla rağbet görüyor bu aralar.

Kız Liselilerin masası hazır. O kadar dolu ki masalar ekmek sepetini koymakta zorlanıyoruz. Servis tabakları küçültüldü. Eşimin yaptığı sıcacık patatesli börek yerinde servis edilecek. Liselerin arasındaki samimiyet, neşe ve arkadaşlık duygusu hiç eksilmemiş yıllar boyunca. Bol bol fotoğraf çekiyorlar. İçlerinden bir hanım kız kardeşime çıkışıyor, "Neden böyle bir güzel yer var da bize daha önce haber vermedin." diye. Aralarında minibüsü kullanan bir beyefendi dışında hiç erkek olmaması şaşırtıyor beni önce. Bu tür gruplar neden erkeksiz? Bu erkeklerin mi yoksa kadınların kabahati mi? Sonra jeton düşüyor. Kız Lisesinde erkek öğrenci ne arar? Aslında İstanbul'daki bazı kız liselerine erkek, bazı erkek liselerine kız öğrenci aldıklarını duymuştum. Ama bildiğim kadarıyla İzmir Kız Lisesi o dönem sadece kız öğrenci kabul ediyordu. Ne kadar garip bir durum değil mi? "Oğlum sen hangi liseyi bitirdin?" "Ben mi? Şey, Beşiktaş Kız Lisesi" Ben olsam kızarırdım bu cevabı verince.

Kahvaltıya dönelim. Kız Liseli grubun içinde saygı duyduğum biri var. Hülya Soyşekerci... Evde Yazar'ı taklit edeyim. Sanırım o böyle bir giriş yapmıştı yazısının birinde. Yanlış hatırlıyorsam da affeder beni o. O biiiir Edebiyat Uzmanı. O biir yazar. O biirr eleştirmen. Eşim ve kız kardeşimin üniversite arkadaşları. Çok okumak istediğim ama zamanım yetmediği için yeterince okuyamadığım. Sevgili Hülya Soyşekerci. O da benim günlüklerimi takip ettiğini söylüyor. Aman ne mutluluk, ne mutluluk benim için. Son dönemde yazım kuralı, imla kuralı hak getire. Bazen yazdıklarımı okuyunca yazarken uyuduğumu ve alakasız kelimeleri yazıya döktüğümün farkına varıyorum. İşte o zaman "Hadi oğlum, yatma zamanın geldi, iyice saçmalamaya başladın artık." diyorum kendi kendime.

Dün akşamdan beri dilimdeki aftların çektirdiği acı yetmezmiş gibi bir diş ağrısı başladı. Pazartesi gününe kadar bir şey yapamam. Ağrıyla yaşamaya alışmam lazım. Çok çaresiz kalana dek ağrı kesici falan da almam.

Kestane toplayıcılarını sabahın köründe almıştım. Artık orta yayla ve Taş Ev'in bulunduğu aşağı yaylada çalışıyor ekip. Bahçede ağaçların altı yine araba dolmaya başlıyor. Etrafta kestane silkiciler, toplayıcılar, harar taşıyıcılar... Gelen misafirlerin daha da çok ilgisini çekiyor bu manzara. Kestane, ceviz satışları patlıyor. Mutfaktaki terazide talebe göre kestane, ceviz tartılıyor. Bu arada önemli bir yanlışlık yapılıyor. Geçen seneden kalan cevizlerle yeni yılın cevizleri karıştırılıyor. Neyse ki elimizde misafirlerimizin isim isim ne kadar ceviz aldıklarına dair liste var. Konuklar ayrılmadan yanlışlıkla verilen cevizleri yenileriyle değiştiriyoruz.

Pos makinesi kullanımına alıştım artık ama bazen saçmalıyor. O saçmalayınca ben daha fazla saçmalıyorum. Bağlantı kurulmadı diyor. İptal ediyor yeniden giriyorum. Ekranda görülen rakamı kontrol ediyorum. İşlemi tamamlıyorum. Bir misafir grubu karttan ödeme yapmıştı. Hanımlar bu konuda daha dikkatli. Elindeki fişe bakmış ki hesabın iki katı ödenmiş. Tekrar geri yükleme yapması beni aşar. Farkı nakit olarak ödedim, özür üzerine özür dileyerek.

Kahvaltı sonrası gruplar terasa çıkıyor. Dedim ya eğlenceli bir grup. Oyun havası istiyorlar kardeşim aracılığıyla. "Yine ayarımız kaçmaya başladı." diyorum içimden. Hani ben klasik müzik dışında bir şey çalmayacaktım burada. "Biz de sadece rembetiko var." diyorum. Oğlum beni kızdırmak için "Ar gelir Osman Aga ar gelir, Safiye'me karyola dar gelir." türküsünü çalmaya başlıyor. Çıldırıyorum. Bırakıp kaçmak istiyorum. Şakası bile korkunç. "Taş Ev'in bütün karizmasını götürdünüz." diyorum. Gülüyorlar hep birlikte.  Bizim Liselilerin havası ayrı. Terasta kendileri söylemeye, kendileri oynamaya başlıyorlar. Göz ucuyla terasa bakıp hemen iniyorum aşağıya.

Öğleden sonra haber veriyor Hüseyin. Yeni bir kestane toptancısı gelmiş, benimle görüşmek istiyor. Kafamdan tamamen çıkmış kestane. Eşimle bir ön görüşme yapıyorum. Artık beş lira verirlerse verelim diyorum. Aksi takdirde pazartesi günü kestane pazarında satmak durumunda kalacağız. Belki o kadar da veren olmayacak. Benim Taş Ev'den ayrılmam problem. Pazartesi diş doktoruna gitmem lazım. Kestaneleri getir götür, indir bindir hem ilave yakıt parası hem yorgunluk. "Tamam" diyor eşim bezginlikle,"Ne istiyorsan onu yap."  

Yeni gelenler de Ödemiş'ten. İki ortak arkadaşlarmış. Uyumlu görünüyor. Bursa türüne üç lira diğerlerine beş lira fiyat biçiyorlar. Ufak büyük ayırmadan olduğu gibi kilosu beş liradan anlaşıyoruz. Kamyondan teraziyi çıkarıyorlar. Toplam dört yüz yirmi yedi kilo geliyor. İbrahim dört yüz kilo çıkar demişti dün. Parayı peşin verip yüklüyorlar araçlarına kestaneleri. Yarın da bir miktar döküntü çıkacak. Bir kısmı toprağa karışacak cevizler gibi. Ceviz ağaçlarının altında dolaşırken hergün ceviz topluyorum. Zamanında iyi silkelememiş ve toplayamamışlar.

Arada telefon geliyor rezervasyon için. Değişik diyaloglar oluyor aramızda. Bazıları fiyatları soruyor, bazıları yol tarifi. Biri daha arıyor.
"İyi akşamlar."  
"İyi akşamlar efendim."
"Taş Ev mi orası?"
"Evet efendim, buyurun."
"Ben biraz balık aldım temizlettirdim, sizin orada pişirmemiz mümkün olur mu acaba?"
"Maalesef efendim, dışarıdan yiyecek ve içecek kabul edemiyoruz."
"İçkiler senden olacak ama" diyor.
Amcam bozuluyor. Ne güzel keyif yapacaktı oysa. Ne çok kızmıştır şimdi bana. Ben kızmıyorum ancak, gülüyorum.

Bahçe öğleden sonra hıncahınç araba dolu. Tireliler gezmeyi de yemek yemesini de seviyor.  İzmir'den de gelenler oluyor. Tavsiye üzerine gelenler beni en memnun edenler. Onları da memnun göndermek en büyük emelim. Yemeğini bitirenler ağaçların arasında dolaşıyor, sonbaharın güzelliklerini keşfediyorlar. Bir başkası geliyor en sıkışık zamanda. Arabaların arasına sokmuş arabasını. "İyi günler, biz ailecek geldik, ağacın altında şöyle bir piknik yapmak istiyoruz, var mı müsaade." "Yok artık." diyorum. "Eskiden hep gelir burada piknik yapardık suyun başında." diyor. Eee sahipsizdi eskiden. Şimdi sahibi var artık. "Arkadaşım, burası artık ticari bir müessese, maalesef piknik yapamazsınız artık burada. "

Yarın kestanecilerin işi bitecek. Toplayıcı sayısını azaltıyoruz. İlave bir işçi daha istiyorum. Aydınlatma kablolarını yer altına gömdürmek için. Depodan gelen su hattı da gömülecek. Yoksa kışın soğuk havalarda su donabilir. İşi bitenlerin paralarını ödüyor ve onları köylerine bırakıyorum. Allah acıyor da gece misafirleri çok geç vakte kalmıyorlar. Oğlumla oturup hesapları kontrol ediyoruz. Pazar sabahına hazırlıyoruz kendimizi.

YİNE KESTANE İŞLERİ

21/10/2016 Cuma, Tire

Saati kuruyorum sabahları. Boynuyoğun köyünden yaylaya taşıdığım ekibin bugün üçüncü günleri... Geçen seneki gibi kestaneleri Dündarlı köyündekilere toplatsaydım yanmıştım resmen. Şimdi bir saatten az bir zaman içinde ekibi gidip alıyorsam, geçen sene iki saatten fazla sürüyordu bu iş. Bir de dönüşü hesaba katarsanız gerisini siz düşünün gari. Geçen sene hava iyice karanlık iken çıkardım yola gecenin karanlığında da dönerdim. 

Toplanan kestaneler yevmiyeleri kurtaracak mı acaba? Bu soru kafamı kemiriyor. Yukarı yaylanın işi bugün tamamlanacak. Öğleden sonra Gani Usta'dan traktörü göndermesini istedim. Hem kozalak çuvallarını hem de döküntüleri aşağı yaylaya taşıyacaklar. Tire'ye pazara inmiş kendisi. Oğlan da tepede rüzgar enerjisi için inşa edilen pervanelere malzeme taşıyormuş. Israrla bir ara bizim kestane çuvallarını aşağı getirmesini istiyorum.

Sabah Cuma Pazarına çıkıyorum. Taş Ev'deki hareketlenme alışveriş işlerimi de artırıyor. Daha önce haftada bir bilemedin iki sefer et alırken, artık hemen hemen hergün et taşıyorum yaylaya. Kiloyla aldığım sebzeler kasayla alınmaya başladı. Durum böyle olunca domates, patlıcan gibi bazı sebzeler daha taze ve uygun fiyata halden alınabiliyor.

Alışveriş sonrası yaylaya dönüyorum. Gündüz saatlerinde günlüklerimi tamamlamak geçiyor aklımdan. Olmuyor... Gece fazla gelen olmazsa o zaman yazarım ben de. Yine olmuyor. Eğitim Gönüllülerini ağırladıktan sonra iyi bir uykuya ihtiyacım var. Dilimde bir aft başladı. Ne yesem, ne içsem yanıyor fena halde. Kızım iki ilaç almamı önerdi. Oğlum ilaçları aldı ama düzenli kullanamıyorum.

Öğleden sonra kestane çuvalları aşağı taşınıyor. İbrahim ve kuzeni orta yayladaki kestaneleri silkmeye başlamıştı sabahtan beri. Toplam döküntü kestane dört yüz kilonun üzerinde olduğunu söylüyor İbrahim. O şöyle bir baksa yeter zaten. Ben iki yüz elli kilo ya var ya yok diyordum. Başında durmadan çalışıyor ekip. Ara sıra Hüseyin'i gönderiyorum yanlarına. Tamamen vicdanlarına teslim oldum bu sene. Başak bir çarem yok. İyi çalışsınlar diye bir şirinlik yaptım onlara. Sabah gelirken yanlarına bir şey almamalarını, yemeklerini Taş Ev'de yiyebileceklerini söyledim.

Geçen seneden tanıdığım Ödemiş'li kestane tüccarı Tahir birkaç gündür arıyor, döküntü var mı diye soruyordu. İlk gelen o oluyor. Bunlar küçük kamyon ya da kamyonetleri ile köy köy dolaşıp kestane topluyorlar. Kilosuna üç lira fiyat veriyor. Bugün dahil ödeyeceğim yevmiye dört bin liranın üzerinde teklif edilen para İbrahim'in dört yüz kilo tahmini doğruysa toplam bin iki yüz lira. Yüzüme ateş basıyor. Kovmaktan beter ediyorum Tahir'i. Eşime durumu anlattığımda. "Keşke" diyoruz, "Keşke ağaçta bıraksaydık"

İbrahim'in bahsettiği diğer bir kestane alıcısı geliyor bahçeye. Eşim diyor "Bırak ben konuşacağım."
Bu gelen dört lira teklif ediyor. Geçen sene bu fiyattan vermiştiniz diyor. Geçen sene hem daha fazlaydı hem de kilosu on liraya kadar vermiştik. Adamın bu sözü iyice geriyor eşimi. "Hadi kardeşim, hadi başka kapıya." deyip gönderiyor gelenleri.

Şu kestane işi büyük dert oluyor bize. Daha bitmeden gelecek seneyi düşünüyorum. Çalışanlar "Keşke verseydiniz, fazla dayanmaz bu elinizde." diyorlar söz birliği etmişçesine. Sinirlerimiz gergin. Büyük çuvalların birini sürmüşler yerde, altından patlamış.

Domuzlar kestane kokusunu iyi alıyorlar. Ancak algıladıkları diğer bir koku insan kokusu. Geçen sene domuzdan korumak için eski gömleğini yanındaki ağaca asmıştı çalışanlardan biri. Gömlek ne kadar insan kokarsa domuz o kadar uzak duruyor. Çuvallara sinen insan kokusu da aynı işi görüyor. Zamanla ya da yağmur yağdığında bu koku kalkıyor ortadan. O zaman daha dikkatli olmak gerek. Geçen sene gömünün etrafına ilaç serpmiştim. Kısmen faydası oldu.

Yarın yine hafta sonu. Sabah serpme kahvaltı çıkaracağız. Haftanın yorgunluğunu atamadan hafta sonu telaşı başlıyor. Kahvaltımız  çok tuttu burada. Nasıl tutmasın, beş çeşit ev yapımı reçel, hem de bahçeden toplanan organik meyvelerden...  

Günlükleri yazamıyorum. Gün geçince zihnimden ayrıntılar kayboluyor. Bu işi çok önemsiyorum. Zira çok sayıda takipçim var. İnsanlar merakla bekliyorlar günümün nasıl geçtiğini. Çünkü anlıyorlar olayların ne kadar sahici olduğunu. Yarın yine yoğun bir gün. İzmir Kız Lisesi 1977 mezunlarından kalabalık bir grubu ağırlayacağız. Günlüğümü aynı gün yazmak bir hayal bu aralar... 

EĞİTİM GÖNÜLLÜLERİNİ AĞIRLADIK

20/10/2016 Perşembe, Tire
Yazılacak çok sey var aslında. Ancak yazacak takat yok. Sabaha kadar uyumadım. Son masa çok geç kalktı. Şimdi insanlara kalkın gidin demek olmuyor. Meyve istiyorlar, götürüyorum. Ceviz krokan istiyorlar götürüyorum. Her perşembe ziyaretimize gelen bir çift bu. Yanlarında misafir getirmişler. Kahve istediklerinde artık kalkmaları yakın diye düşünmüştüm.

Geçirdiği saatlerden hoşnut kaldığı gözlerinden okunan genç kadın çıkarken son kez vitrine bakıyor. Arka tarafa saklanmış kabak çiçeği dolmasını görünce elinden oyuncağı alınmış çocuklar kadar üzüldü. Onları memnun bir şekilde uğurlayınca manzara çıktı ortaya. Masanın üstü bardak tabak dolu. Hiç panik yapmam bu durumlarda. Sinir bozucu işler konusunda uzmanımdır. Bir ucundan başlarım. Tepsiye dizmeye başladım. Rakı bardakları, su bardakları, şalgam bardakları, çay bardakları, fincanlar... Ne kadar çetrefilli olursa olsun başlamak önemli. Zaman geçip geriye bakıldığında elinizin değdiği her iş bir şekilde yapılmış oluyor.

Masalar toparlandı, silindi, temizlendi. Taş Ev yarın sabah doksanın üzerinde misafir ağırlayacak. Beş sıra masa diziyorum salona. Aralarına girip nasıl servis yapılacak? Yeniden bozup aralarını açıyorum. Dört sıra olunca tamamen rahatlıyor salon. Beşer masayı uç uca ekliyorum. Merdivenlerin önü üç masa alıyor. Böylelikle normalde kırk kişilik salon, masa ve sandalye ilavesiyle tam yetmiş iki kişiyi ağırlayacak hale geliyor. Girişte de bir kaç masa atacak yerimiz olduğu hep aklımda. Altı masa da girişe koyuyoruz. Sandalye sayısı doksan altıya ulaşıyor. Böylelikle kapalı alanda ağırlayacağımız azami misafir sayımız da ortaya çıkmış oluyor. Havanın yağmura dönmesi durumu her zaman korkulu rüyam olmuştu zira.

Masaların donatılmasına başlıyoruz. Sabaha kadar sürüyor hazırlık. Saat yedi olunca birden aklıma kestane toplayıcılar geliyor. Onlarla aramızda geçen son cümleyi hatırlamaya çalışıyorum. "Dün olduğu gibi aynı saatte." Fırlıyorum. Rüzgar gibi iniyorum Boynuyoğun köyüne. Bugün iki kişi fazlalar. Yukarı yaylaya çıkacak olan kestanecileri bahçe kapısının önünde bırakıyorum.

Saat dokuzdan sonra Eğitim Gönüllüleri akın akın gelmeye başlıyorlar. Bütün masalar hazır. Şömine sobamızı da yaktık arzu üzerine. Aslında o kadar insanın nefesi dahi ısıtır salonu. Üst salonda neredeyse metrekareye bir kişi düşüyor. Sabah kestane toplayıcıları aldığımdan dolayı servis için iki ilave garson bayanı oğlum alıp geldi. Onların yapacakları sadece çay ve ekmek servisi. Bir de boşalan tabakları mutfağa taşımak.

Salon kalabalıklaştıkça yoğun bir uğultu duyulmaya başlıyor. Müziğin sesi o uğultu içinde kayboluyor. Merdiven çıkmakta zorlananlar girişteki masa ve sandalyelere oturmayı tercih ediyorlar. Güneş yükseldikçe havanın soğuğunu kırıyor. Isınan hava içerideki insanları dışarı davet ediyor. Bazı misafirler içerinin kalabalığından bunalmış durumda. Sandalyeler avluya ve terasa taşınmaya başlıyor. Kahvaltıdan sonra kahve içmek isteyenlere servis başlıyor. Öğlen Aşkın Şef ve yardımcısı yetişiyor yardıma. Biriken onca bulaşık kısa sürede yıkanıp yerleştiriliyor ve Taş Ev yeni misafirlerine hazır hale getiriliyor. Gelenler memnun ayrılıyorlar. Böylelikle bir sınav daha başarıyla atlatılmış oluyor.

21 Ekim 2016 Cuma

TİRE KANATLARIMIN ALTINDA

19/10/2016 Çarşamba, Tire

Geceden tam altı buçuğa kurdum saati. Uyanmasına uyandım ama kalkmaya hiç niyetim yok. Katarakt ameliyatından sonra kızım saat başı kullanılacak damlalar için farklı melodilerden alarm kurmuştu telefonuma. O melodilerden birinin üzerine kaydetmişim sabahki alarmı. Öyle bir şey ki mübarek ninni gibi geliyor bana. Hani eşim alarmın çalıyor demese uyumaya devam edeceğim.

Zamanım kısıtlı. Hemen hazırlanıp köy meydanından Hüseyin'i alacağım. Randevu saatinden beş dakika önce varıyorum köye. Hava yeni aydınlanıyor. Arabanın göstergesinden dışarıdaki sıcaklığın 8 derece olduğu okunuyor. Üzerime kazak giydiğim için fazla üşümüyorum. Saat yediyi geçiyor, Hüseyin yok ortalarda. Telefon ediyorum. Uykulu bir ses "Tamam amca geliyorum" diyor. Az sonra yeniden aradığında tam olarak uyanmadığını anlıyorum. "Amca ben Tire'deyim sen beni İtfaiye Meydanından gel al."

İtfaiye meydanına geldiğimde etrafıma bakıyorum, yine yok. Telefon ediyorum cevap veren yok. Beş dakika sonra çıkageliyor. Yan tarafımdaki kapıyı açıp içeri atıyor kendini. "Günaydın amca." Gökçen istikametine doğru sürüyorum arabayı. Uzak bir mesafe olduğunu düşünerek köklüyorum gazı geniş Ödemiş asfaltında. Bir an gözüm üzeri diyagonal kırmızı şeritli yer bildirir levhaya takılıyor. Boynuyoğun Köyü sınırlarının sonunu işaret ediyor levha. "Bu köy bu kadar mı yakınmış Hüseyin?" "Valla, ben de bu kadar yakın olacağını tahmin etmezdim amca." 

Geri dönüp köy içine sapıyoruz. Girişte çeşmenin karşısındaki ağılın önünde bekleyeceklermiş toplayıcı kadınlar...

Kadınları arabaya doldurup dönüş yolunda ilerliyorum. İtfaiye meydanında Hüseyin arabadan inip motosikletiyle döneceğini söylüyor. Yaylaya geliyoruz. Kadınlar öğlen yemeği için çıkınlarını hazırlamışlar. Her birinin elinde bir torba. Silkici İbrahim ve onun yapışık ikizi, kuzeni bir delikanlı. Kestane ağaçları üzerinde ip cambazlarından daha rahatlar. Arabayla geçen sene açtığım yoldan çıkmayı deniyorum yukarı yaylaya. İlk virajda tek turda dönüş mümkün değil. İkinci turda arabanın tekerlekleri yumuşak toprakta patinaj yapıyor. Bir iki hamle sonra virajı dönüyorum. İbrahim, Hüseyin motosikletle yetişiyorlar peşimden. Böylelikle  kestane işi geç de olsa dört toplayıcı iki silkici ve hararları taşıyacak olan Hüseyin ile birlikte başlıyor.

Hüseyin kestane toplamaya gidince garsonluk tamamen bana ve oğluma kalıyor. Yarın kalabalık bir grubu ağırlayacak Taş Ev. Öyle ki gelecek misafirlerin sayısı sandalye masa sayısından fazla. Hemen masa ve sandalye tedarik etmemiz lazım. Şehre inip dört masa on altı sandalye alıyorum. Böylelikle oturma kapasitemiz 96'ya çıkıyor. Yarın için biraz alışveriş yaptıktan sonra koltukları yatırıp katlanır masaları arabanın arkasına koyuyorum. Taş Ev'e döner dönmez sanki sözleşmiş gibi ardı arkasına rezervasyonlar geliyor. Bir an önce kestane toplayıcı kadınları sabah aldığım köye geri bırakmam lazım.

Kapıda bekler buluyorum köylü kadınları. Arka koltuğu dikip alıyorum arabaya. İçlerinde birini yol tutuyor. Bir an önce yaylaya dönmem gerek. Yol tutan kadına aldırmadan basıyorum gaza. İyi ki köy yakında. Bir solukta varıyor, bırakıyorum onları köylerine. Yolda sohbet ederken bana hararcı bulmalarını istiyorum. Dönüp sandalyeleri alıyorum bu sefer. Yayla yokuşunu tırmanırken bu tempoya nereye kadar dayanabileceğim geçiyor aklımdan.

Taş Ev'de hareketlilik hemen göze çarpıyor. Bahçedeki ağaçların arası arabalarla dolmaya başlamış. Hava soğuk olmasına rağmen sırf rahat sigara içebilsinler diye verandada oturmayı tercih edenler var. Her masayla özel olarak ilgileniyoruz eşimle. İnsanların hoşuna gidiyor bu alaka. Bizim de hoşumuza gidiyor elbette. Belki de bugün en yoğun hafta  içi günümüz. Üstelik Hüseyin de yok. Harar taşıdığı için mızmızlandı. Seve seve gönderdik. Sabah erken gelir belki. Toplayıcı kadın telefon ediyor, yarına hararları taşıyacak birini bulmuş. Bu haber sevindirici. Hüseyin garsonluğa dönecek.

Herkes mutlu ayrıldı. Bunu gözlerinden anladık. İki kişiden bahsetmeden bitirmeyeceğim. Bunlardan biri Bodrum'da yaşadığını söyleyen bir bayan. Yanında iki kızı var. Yiyorlar, içiyorlar. Olağanüstü bir durum yok ta ki hesabı isteyene kadar. Hesabı istiyorlar. Hesap pusulasının içinde olduğu kitapçığı masalarına bırakıyorum. Onu geri almaya gittiğimde hata olduğunu söylüyor hanımefendi. "Olabilir." diyorum. "Eğer hata varsa düzeltiriz."

"Bizim bir fanta bir de spirite vardı hesaba yazmamışsınız."
"Olabilir efendim, madem hata yaptık, bizim ikramımız olsun."
"Bakın, biz dürüstlükle söyledik size bunu, söylemeyebilirdik."
"Anlıyorum hanımefendi, ben de sizin iyi niyetinizden dolayı bedelini talep etmiyorum."
"Ama içtiğimiz kahve ve çayları hesaba yazmışsınız." deyince şaşırıyorum. Devam ediyor hanımefendi.
"Her yerde yemekten sonra çay kahve ikram edilir. Ama siz ikramı hesaba yazmışsınız."
"Bakın hanımefendi, size menü getirdiler değil mi? Orada çay ve kahve ikram yazmıyor, karşılığında fiyatı var. Diğer yerlerdeki uygulamalara bir şey diyemem ama bizde çay ve kahvenin bir ücreti vardır. Bu da hesaba yazılır. Üstelik Bodrum'da yaşadığınızı söylüyorsunuz. Bodrumda restoranlar böyle bir uygulama başlattıysa benim haberim yok. Zaten bu da benim aynısını yapmamı gerektirmez."
Konu sakız gibi uzayıp duruyor. Hanımefendi bitirecek gibi değil.
"Bakın böyle yaparsanız çok müşteri kaybedersiniz."
"Efendim ikram gönül işidir. Size ben kahve ikram edeceğimi taahhüt etmedim ki. Bunu yapmak zorunda olduğumu da hiç sanmıyorum."

Hesabı karttan ödedi. Kalkıp gittiler. Bugün bakıyorum Foursquare puanım 8.7 den 8.3'e düşmüş. Belki sebep başkadır ama sebebi ondan bildim. Pişman mıyım? Hayır.

Günün diğer olayı da ilginç. Kır saçlı bir bey misafirim. Eşiyle birlikte ortalardaki masalardan birinde oturuyorlar. Turizm sektöründen geliyormuş. Yaşımı soruyor. Kendisinin en az on yaş büyük olduğunu anlayınca daha rahat konuşmaya başlıyor.
"Yanlış anlamayın ama bu işin acemisi olduğunuz anlaşılıyor."
"Efendim, ben aksini iddia etmiyorum, haklısınız. Bir kusur işlediysem..."
"Yok, yok tam tersine. Yaptığınız işten o kadar büyük keyif alıyorsunuz ve bunu karşınızdakine o kadar yansıtıyorsunuz ki, bunu anlamayan dünyanın en büyük aptalıdır. Ben bu sektöre yıllarımı verdim. Ben sizin tabağı tutuşunuzdan bu işte yeni olduğunuzu anladım. Ama işinizi severek yapmanız her şeyi fazlasıyla örtüyor."
"Çok teşekkür efendim. Bunu duyduğuma çok sevindim."
Ayak üstü sohbetimiz uzun sürüyor.
"Buraya işten anlayan tecrübeli bir şef garson lazım size."
"Evet efendim. Lazım lazım olmasına lakin bulamıyoruz. Hani varsa bir tanıdığınız hemen alalım işe."
"Dur ben bir araştırayım. Size yardımcı olalım."
"Memnun olurum efendim."

Konuştuğum kişi bir partinin ilçe başkanıymış. Artık iyice tanınır oldum. Çarşıda pazarda bana ismimle hitap ediyorlar. Benim işim zor, bütün ilçeyi nasıl tanırım ki?

20 Ekim 2016 Perşembe

SATIR ARASI MİM #1

"Ayna Hikayesi" adını verdiği bloğun sahibi sevgili Aytül Örcün Hanımefendi, lütfetmişler "Satır Arası Mim#1" de beni ilk sırada mimlemişler.  Güzel sorular var var bu mimde. Her biri uzun uzadıya anlatılacak. Kendisi de burada samimiyetle cevaplamış soruları.

Yazısını okurken blog yazarlığı ile tanışmasının "Evde Yazar" la olduğunu öğrendim. "Evde Yazar" ın benim açımdan da önemi büyük. İlk yorumu ondan aldım. Çoğunlukla aklımdan geçenleri dile getirir. İyi bir insandır özetle.

Gelelim mim cevaplarıma...

1. NASIL BLOG YAZMAYA BAŞLADINIZ?

Benim hikayem oldukça ilginç. Şu Taş Ev konusu Tire'ye geldiğimiz ilk günden beri kafamdaydı. Blog dünyasına ilk girişim "Kaystros Kaplan Tyrha" blog sitemi kurmakla başladı. Hiç bir ön bilgim yoktu bu konuda. Esas niyetim açmayı planladığım restoranı internet ortamında tanıtmaktı. Blog dünyasına girince değişik bir ortam buldum. Kendimi biraz geliştirmeye çalıştım. Bazen düşüncelerimi paylaştım, bazen sevdiğim müzikleri. Daha sonra gezdiğim gördüğüm yerleri de.

İkinci blogum "Kaplan Diary" ye başlarken artık ne yapacağımı biliyordum. Kitap yazma fikri vardı kafamda. Ama ne yazsam? Yazının konusunu seçmek, olayları kurgulamak, kahramanlara ruh üflemek kolay şeyler değildi benim için. Her zaman bana yardımcı olan ve yol gösteren eşim yetişti imdadıma. "İyi bildiğin bir konuyu yaz." dedi. Böyle çıktı günlük tutma fikri. Günlüğümde sadece şunu yaptım şuraya gittimler olmasın dedim. Duygularım, sevinçlerim, üzüntülerim, kızgınlıklarım, düşüncelerim, velhasıl aklımdan geçen her şey yer alsın. İşte böyle doğdu "Kaplan Diary"...

2. BLOĞUNDA DAHA ÖNCE YAZMADIĞIN BİR TARZDA YAZACAK OLSAN, BU NE OLURDU? 

Eğer zamanın olsaydı öykü üzerine yoğunlaşırdım. Ama bu sıralar buna başlamak mümkün değil.

 3. BLOGLARDA OKUMAYI EN SEVDİĞİN KONULAR NELERDİR?

Gerçek yaşamdan kesitleri okumayı seviyorum. En çok ilgimi çekenler kişisel bloglar sanırım. Öyküler, denemeler de ilgimi çeker. Hayatı ve kendisini ti'ye alan yazarların yazılarını da zevkle okurum.

4. HAYATTA EN ÇOK YAPMAK İSTEDİĞİN 3 ŞEY NEDİR?

Hayatta en çok bir küçük restoranım olsun isterdim. Oldu da. Şimdi bunun bireysel zevkime göre oluşturacağım konseptler dahilinde tanınmasını ve tutulmasını istiyorum ilk olarak. İkinci olarak düzenli kazancımız ve kaliteli ve sebat eden kadromuz olsun isterdim. Son istediğim bu restoran iyi çalışmaya başladıktan sonra başına güvenilir bir müdür atayım. Böylelikle yazılarımı yazayım, kitaplarımı okuyabileyim.

19 Ekim 2016 Çarşamba

KESTANE

18/10/2016 Salı, Tire

Dün akşamdan yatmıştı kestane işi. Hüseyin toplayıcı kadınların Salı Pazarına gideceklerini. bu yüzden gelemeyeceklerini söylemişti.

Bir gün yağmur, bir gün fırtına, yok silkici bulamadık, onu bulduk haracı (kestane çuvallarını gömüye taşıyan kişi) yok, hepsini bulduk toplayıcı gelmedi... Kestanecilik öldü Tire'de derken ne demek istediklerini anlamamıştım tam olarak. Bir sürü nedenleri var elbette bu durumun.

Birincisi yöredeki kestane ağaçlarına musallat olan bir illet. Kimse anlamıyor ne olduğunu. Zamanında biri demiş bu kestane kanseri. Nasıl ki kansere çare yok ağaçlarda da durum aynı. Ağacın gövdesindeki yara ile ortaya çıkıyor bu hastalık ve onu kurutana kadar için için kemiriyor gövdeyi. Bazı ziraatçılar aynı görüşte değiller. Bu kanser değil başka bir hastalık diyorlar. Diyorlar demesine de hiçbir ilaç çare olmuyor bu hastalığa. Her ne olursa olsun sonuçta o asırlık kestaneler göz göre eriyor.

İkinci neden bakımsızlık. Yıllar boyu biz dışarıda o şantiye senin bu şantiye benim gezerken icara verdiğimiz vatandaştan tek istediğimiz bahçeye bakmasıydı. Oysa o bakım adına hiçbir şey yapmadı. Ne budama, ne ilaçlama ne aşılama ne de yeni fidan dikimi. Sadece bakımsızlıktan her sene azalan ürünleri toplayıp pazarda satıp parasını cebine atmasını bildi.

Üçüncü neden ağaçların yaşlı ve yüksek oluşu. Kestane ağacına çıkmak her babayiğidin harcı değil. Hele hele uç dallara kadar uzanıp dal  üzerinde iki eliyle yedi sekiz metrelik sırığı sallamak hiç değil. Sayıları gittikçe azılan silkicilere talep fazla olunca yevmiyeler de 300 TL yi zorlamaya başladı. Sadece o mu? Haracıların ve toplayıcıların yevmiyelerini de hesaba katarsak bir dünya para.

Eşim yaylaya çıkarken ben pazar alışverişine gidiyorum. Közlemek için kırmızı kapya biber alıyorum. Çok yoğun pazar bugün. Arabayı yakın bir yere park etmek mümkün değil. Isırgan otu, kabak çiçeği, hardal, semizotu, turp otu ve yeşillikleri almakla başlıyorum.

Alışverişi bitirip yaylaya dönüyorum. Bugün tatil günümüz yine. Bahçenin içinde beyaz bir araç. İçeri girince anlıyorum kim olduklarını. Üç tane genç. İzmir'den gelmişler Taş Ev'in kahvaltısının güzel olduğunu söylemişler. O kadar yoldan geldik, ne olur bizi geri çevirmeyin demişler eşime. Kıramamış o da. Çıkmışlar yukarı ilk masaya oturmuşlar.

Perşembe günü gelecek grubun hazırlıklarına başladık. Tabaklarımız yeterli, çay bardaklarımız da. Sadece çay kaşığı ve çay tabağına var ihtiyacımız. İnip çarşıdan buluyorum aradıklarımı.

Bir tanıdık da belediye çalışanı arkadaşlarını almış yanına Taş Ev'i görmeye gelmişler. İçlerinden biri yine o illet olduğum soruyu soruyor. "Aile için yeriniz var mı?" Anlamaz görünüp yüzüne bön bön bakarken açıklamak zorunda kalıyor. "Yani bu masalara  erkekler gelirse, aileleri oturtacak yeriniz yok mu? Mesele anlaşıldı. "Kimse başkasını rahatsız etmez burada, gördüğünüz her yer aile yeridir." dedim.

Akşamın geç saatlerinde Dündarlıdan Yaşar aradı. Tire'de yaşayanlar bozulmuş, bu dağ köylüdür bozulmamıştır." dedik. Ama o da sattı bizi. İşleri bitmiş, gelelim diyor. "Ağaçlarda silkilecek kestane kalmadı, neyi silkmeye geleceksiniz." Peki toplayıcılar ne isteyecekler yevmiye. 120 TL. Yapma Yaşar, burada toplayıcılar 60 lira yevmiyeye çalıştılar. Hiç olmazda 90 olsun." "Yok, patron olmaz." Hay patronun batsın. Gelme dedik, istemiyoruz silkici, toplayıcı. Dalında çürüsün kestane yapacak bir şey yok.

Moralim çok bozuk. Yarın sabah saat yedide Hüseyin ile birlikte uzak sayılabilecek bir köye gideceğiz toplayıcıları toplamak için. Eğer onlarda vazgeçmezlerse tabii.

18 Ekim 2016 Salı

SICAK ve HUZUR VERİCİ

17/10/2016 Pazartesi, Tire

Eşim uyandırmasaydı öğlene kadar yatardım muhtemelen. Hüseyin'le İtfaiye Meydanında buluşacaktık. Hava tam olarak aydınlanmamıştı. Aydınlanacak gibi de durmuyordu aslında. Gökyüzünü kara bulutlar işgal etmiş, yerler hafifçe ıslanmıştı. Hiç de kestane toplanacak hava değildi bu ama hadi hayırlısı. 

Kapının önünde tam arabaya binerken Hüseyin'i aramayı düşündüm. Tereddüdümü gidermenin yolu sorup öğrenmekti. Yarı uykulu bir vaziyette açtı telefonu. "Geliyorum yoldayım amca." dedi. "Hava iyice karardı, yağmur yağacak galiba. Bir değişiklik var mı, yok mu ara bakalım İbrahim'i." İbrahim bu havada ağaca çıkılamayacağını söyleyerek yarına söz vermiş. "O zaman sen toplayıcı kadınları ara da boşuna beklemesinler." dedim.

Şu kestane işi beni iyiden iyiye hasta etti. Zaten iyice geç kalındı. Yerler döküntü doldu. Tam adamını bulduk bu sefer de hava bozuldu. Dünkü yoğunluğun üstüne gündüz saatleri dinlenmemiz için iyi bir fırsat oluyor. İş sahiplerinde bu his olur mu bilmiyorum ama ben zaman zaman kendimizi toparlayacak kadar bir sakinlik istiyorum. O zaman diliminde daha dip temel temizlik yapılıyor, mezeler tamamlanıyor, gönül rahatlığı içinde alışveriş yapılıp eksiklikler gideriliyor. Hergün pazar günlerinin yoğunluğu olsun hiç istemem mesela. Gündüz kahvaltı, öğlenden geç vakitlere kadar cafe ve restoran hizmeti hem çalışanlar için hem bizim için oldukça yıpratıcı olurdu. Çift vardiya sistemine geçmek için henüz erken. Zira hafta arası aynı yoğunluk olmuyor. Burada yapılacak olan hafta sonları eleman takviyesi. Hafta sonu eleman buluyoruz bulmasına ancak bulduklarımız haber vermeden gelmeyiveriyor.

Sabahın erken saatlerinde kalabalık bir grup rezervasyon yaptırdı. Gelecek olanlar şehrin iş çevrelerinden, tanıdığım saygın kişiler. Yanlarında dışarıdan misafirleri var. Bu bizi gururlandıran bir şey. Önemli konuklarını Taş Ev'de rahatlıkla ağırlayabileceklerini biliyorlar.

Gündüz saatlerinde yine çarşı pazar alışverişini hallediyorum. Halde güzel domates buldum. Pazarın yanı sıra diğer bir alternatif oldu benim için.

Biri arıyor öğlene doğru. Eşi ve çocuğu ile yemeğe gelmek istiyorlarmış. Adres soruyor. Pek çok kişinin ortak talebi levhaların arttırılması. Kaplan Köyüne geldikten sonra bizi ararken kaybolmuş hissine kapıldığını söylemişti misafirlerimizden biri. İlk fırsatta bir kaç levha yaptırmak lazım. Hele şu kestane işini bir kafamdan atayım önce.

Akşam saatlerinde kapıdan Taş Ev'e kadar bahçe içinde kavisli bir şekilde uzayan yolun kenarındaki aydınlatma ışıklarını yakıyoruz. Bir biri ardına arabalar ağaçların altında kendilerine uygun park yeri buluyorlar. Misafirlerin ortak düşüncesi Taş Ev'in insana huzur ve sıcak bir duygu yaratan atmosferi. Hüseyin ısrarla şömine sobayı yakalım diye tutturuyor. Gelen misafirler önemli, onların önünde sobayı tecrübe etmek fikrine sıcak bakmıyorum. Ya tüter de salon dumana boğulursa...

Sonunda hadi deneyelim o zaman diyor ve Hüseyin'in ısrarından kurtarıyorum kendimi. Hemen koşup odun topluyor bahçeden. Sobanın nazlı nazlı yanışını görüp koşturuyor yanıma. "Amaca, amca gel bak ne güzel yanıyor." Üst kattaki salona çıkıyorum. İçim rahatlıyor. Bu soba bize çok keyifli anlar yaşatacak.

Aşkın Şef, döktürüyor. Standard menüde olmayan hazırlıklara girişiyor. Ara sıcak olarak güveçte peynir yapıyor. Yine güveçte mantarlı bonfile gerek lezzet gerek sunum olarak zirveye ulaşıyor. Misafirler bu lezzet fırtınası karşısında şaşkınlıklarını gizlemiyorlar. Peyniri nerden aldığımızı soruyorlar. Misafirler arasından Antakya mutfağını çok iyi bilip ayda en az bir kez oraya yolu düştüğünü söyleyen biri "Burada yediğim fellah köfteyi eşiniz o kadar güzel yapıyor ki, ben böylesini Antakya'da dahi yemedim." Yandaki masa ilk kez gelenlerden. O da başkanın akrabasıymış. Tavsiye üzerine aldıkları domates kurusu ile karışık biberli mezeyi alıyor çatalının ucuna. Hanımefendinin yüzündeki mutluluk dışarıya yansıyor ilk lokmasında. "İnanılmaz bir lezzet, bu kadar olamaz." diyor.

Aşağı inip yukarıdaki durumları bizimkilerle paylaşıyorum. Eşimin yüzünde güller açıyor, koltukları kabarıyor. Artık kimse tutamaz onu. Aşkın Şef de durumdan hayli memnun.

Gecenin ilerleyen saatlerinde dönüyoruz Tire'ye. Taş olmayan evimizde geçiriyoruz geceyi.