Sabah saatin alarmını duyan eşimin ikazıyla uyandım. Alarm saat 7.30'a kurulu ancak benim ilacı içmem sekiz buçuğu buluyor. Sabahları hava serin. Geceleri taş fırının iki yanında yanık bıraktığımız ışıkları söndürmekle başlıyor günüm. Hüseyin kapıda beklemesin diye hemen gidip bahçenin demir kapısını açıyorum.
Açılış saatimize daha bir buçuk saat var. Arabayla iki genç giriyor açtığım kapıdan. "Açık mısınız?" diye soruyorlar. Geri çevrilir mi misafir? "Henüz açılmadık ama siz buyurun yine." Ne çay hazır ne garson gelmiş. Eşimle birlikte hazırlıyoruz kahvaltıyı. Aynı çocuklarımıza hazırlar gibi. Çok küçük geliyorlar gözüme. Genç kız mimarmış. Söylemese lise öğrencisi derim.
Sabah serinliği... Kış güneşi aratıyor kendini. Peş peşe kahvaltıya gelenler dolduruyor masaları. En rağbet gören yer teras bu kez. Yazın sıcaktan durulmayan teras şimdi en gözde oturulacak yer oldu. Güneş arıyor insanlar bu mevsimde.
Bir taksi giriyor bahçeye. İçinden iki genç kız iniyor. Beklediğim servis elemanları. İkisi de gençlik enerjisiyle dolu. Saf ve sempatikler. Hemen kaynaşıyoruz. Üniversite öğrencisi iki kardeş. Onlar ortamı, biz onları seviyoruz.
Kahvaltı servisi bittikten sonra eşimle şehre inip buzdolabı bakıyoruz. Sadece et ürünleri olacak bu dolapta. Aradığımız özellikte olanı bulup ödemeyi yapıyoruz. Öğleden sonra dolap bizde olacak. Birkaç şey daha alıp hemen dönüyoruz. Bu kadarcık değişiklik bile eşime iyi geliyor.
Rezervasyonlar yapılıyor ardı arkasına, akşam yemeğine, yarınki sabah kahvaltısına. Rezervasyon defteri tutmak lazım karıştırmamak için. Ödemişten arıyor bir beyefendi. Evlilik yıldönümleriymiş. Şöyle mumlar, çiçekler falan, güzel bir karşılama istiyor. Canlı müzik var mı diye soruyor. "Hayır, müziğimiz az önce can verdi maalesef." diyesim geliyor. Sonra gülüyorum bu düşünceme.
Yeni elemanımız Bahar ile oğlum gidip cicili biçili mumlar kuru çiçek yaprakları alıyor. Gelin gibi süslüyorlar rezerve ettiğimiz masayı. Tek sorun onlar gelmeden hemen önce mumların yakılması. Üç beş tane değil, en az yirmi beş, otuz mum yanacak. Taş Ev taş ve ahşap. Bir hata yaparlarsa cayır cayır yanarız. Telefon et diyor çocuklar, gelmeden beş dakika önce haber versin beyefendi. Yok bu şık kaçmaz. Telefon numarası var ama ismini yazmamışım yanına. O yüzden karıştırma ihtimalim de var. Aramıyorum. Aramayıp iyi de ediyorum. Tezgahı kuruyoruz. Ben önce arabaya gidip gelenin doğru kişi olduğundan emin olacağım. Daha sonra işaret verip gelen çifti dışarıda oyalayacağım. O arada mumlar yakılacak. Plan güzel işliyor. Elemanlar bile bu romantik karşılama karşısında heyecanlanıyorlar. Gelgelelim ne beyefendiden ne de hanımefendiden bir teşekkür alamıyoruz. Heyecandan olsa gerek. Ancak giderken yüklü bir bahşiş bırakarak memnuniyetlerini gösteriyorlar.
Gökçen'den gelen misafirlerimiz var. İki masayı birleştiriyoruz. Sabahtan beri klasik ve İspanyol müzikleri çalıyor fonda. Gökçen'li misafirlerimizin masasından bir soru geliyor. "Başka müziğiniz yok mu?" Masalar Hüseyin, Bahar ve oğlum arasında paylaşıldı. Oğlumun baktığı masa bu. Oğlum "Var" diyor ve devam ediyor. Ama o da Fransızca. "Tamam" diyorlar. "Fransızca olsun." Geliyor bana, "Y3 numaralı masa Edith Piaf çalmamızı istiyor." İnanamıyorum. Derhal diyorum, derhal.
Güzel bir gün. Bahar'ın gelmesi Taş Ev'in havasını değiştirdi. Cumhuriyet kutlamaları nedeniyle son rezervasyonu yaptıran Müze Müdürü ve eşi ile İstanbul'dan misafirleri geç geliyorlar. Sırasıyla Hüseyin'i, oğlumla birlikte Bahar'ı onlardan sonra da Aşkın Şef ve eşini gönderiyorum. Yukarıda üç masa eşimle bana kalıyor.
Müze Müdürü Edip Bey, İzmir Atatürk Lisesi dönem mezunlarını Taş Ev'de verilecek bir yemek organizasyonunda buluşturmak istiyor. "Eşleriyle birlikte yaklaşık yirmi kişiyi bulur." diyor. İki de profesör varmış aralarında.
Gecenin geç yatanı olarak ben kaldım yine. Son pazar günlerine bakılırsa yarın da hareketli bir gün olacak muhtemelen. Bahar, kardeşiyle birlikte destek verecek bize.