KATEGORİLER

30 Ekim 2016 Pazar

TAŞ EV'DE EVLİLİK YIL DÖNÜMÜ

29/10/2016 Cumartesi, Tire

Sabah saatin alarmını duyan eşimin ikazıyla uyandım. Alarm saat 7.30'a kurulu ancak benim ilacı içmem sekiz buçuğu buluyor. Sabahları hava serin. Geceleri taş fırının iki yanında yanık bıraktığımız ışıkları söndürmekle başlıyor günüm. Hüseyin kapıda beklemesin diye hemen gidip bahçenin demir kapısını açıyorum.

Açılış saatimize daha bir buçuk saat var. Arabayla iki genç giriyor açtığım kapıdan. "Açık mısınız?" diye soruyorlar. Geri çevrilir mi misafir? "Henüz açılmadık ama siz buyurun yine." Ne çay hazır ne garson gelmiş. Eşimle birlikte hazırlıyoruz kahvaltıyı. Aynı çocuklarımıza hazırlar gibi. Çok küçük geliyorlar gözüme. Genç kız mimarmış. Söylemese lise öğrencisi derim.

Sabah serinliği... Kış güneşi aratıyor kendini. Peş peşe kahvaltıya gelenler dolduruyor masaları. En rağbet gören yer teras bu kez. Yazın sıcaktan durulmayan teras şimdi en gözde oturulacak yer oldu. Güneş arıyor insanlar bu mevsimde.

Bir taksi giriyor bahçeye. İçinden iki genç kız iniyor. Beklediğim servis elemanları. İkisi de gençlik enerjisiyle dolu. Saf ve sempatikler. Hemen kaynaşıyoruz. Üniversite öğrencisi iki kardeş. Onlar ortamı, biz onları seviyoruz.

Kahvaltı servisi bittikten sonra eşimle şehre inip buzdolabı bakıyoruz. Sadece et ürünleri olacak bu dolapta. Aradığımız özellikte olanı bulup ödemeyi yapıyoruz. Öğleden sonra dolap bizde olacak. Birkaç şey daha alıp hemen dönüyoruz. Bu kadarcık değişiklik bile eşime iyi geliyor.

Rezervasyonlar yapılıyor ardı arkasına, akşam yemeğine, yarınki sabah kahvaltısına. Rezervasyon defteri tutmak lazım karıştırmamak için. Ödemişten arıyor bir beyefendi. Evlilik yıldönümleriymiş. Şöyle mumlar, çiçekler falan, güzel bir karşılama istiyor. Canlı müzik var mı diye soruyor. "Hayır, müziğimiz az önce can verdi maalesef." diyesim geliyor. Sonra gülüyorum bu düşünceme.

Yeni elemanımız Bahar ile oğlum gidip cicili biçili mumlar kuru çiçek yaprakları alıyor. Gelin gibi süslüyorlar rezerve ettiğimiz masayı. Tek sorun onlar gelmeden hemen önce mumların yakılması. Üç beş tane değil, en az yirmi beş, otuz mum yanacak. Taş Ev taş ve ahşap. Bir hata yaparlarsa cayır cayır yanarız. Telefon et diyor çocuklar, gelmeden beş dakika önce haber versin beyefendi. Yok bu şık kaçmaz. Telefon numarası var ama ismini yazmamışım yanına. O yüzden karıştırma ihtimalim de var. Aramıyorum. Aramayıp iyi de ediyorum. Tezgahı kuruyoruz. Ben önce arabaya gidip gelenin doğru kişi olduğundan emin olacağım. Daha sonra işaret verip gelen çifti dışarıda oyalayacağım. O arada mumlar yakılacak. Plan güzel işliyor. Elemanlar bile bu romantik karşılama karşısında heyecanlanıyorlar. Gelgelelim ne beyefendiden ne de hanımefendiden bir teşekkür alamıyoruz. Heyecandan olsa gerek. Ancak giderken yüklü bir bahşiş bırakarak memnuniyetlerini gösteriyorlar.

Gökçen'den gelen misafirlerimiz var. İki masayı birleştiriyoruz. Sabahtan beri klasik ve İspanyol müzikleri çalıyor fonda. Gökçen'li misafirlerimizin masasından bir soru geliyor. "Başka müziğiniz yok mu?" Masalar Hüseyin, Bahar ve oğlum arasında paylaşıldı. Oğlumun baktığı masa bu. Oğlum "Var" diyor ve devam ediyor. Ama o da Fransızca. "Tamam" diyorlar. "Fransızca olsun." Geliyor bana, "Y3 numaralı masa Edith Piaf çalmamızı istiyor." İnanamıyorum. Derhal diyorum, derhal.

Güzel bir gün. Bahar'ın gelmesi Taş Ev'in havasını değiştirdi. Cumhuriyet kutlamaları nedeniyle son rezervasyonu yaptıran Müze Müdürü ve eşi ile İstanbul'dan misafirleri geç geliyorlar. Sırasıyla Hüseyin'i, oğlumla birlikte Bahar'ı onlardan sonra da Aşkın Şef ve eşini gönderiyorum. Yukarıda üç masa eşimle bana kalıyor.  

Müze Müdürü Edip Bey, İzmir Atatürk Lisesi dönem mezunlarını Taş Ev'de verilecek bir yemek organizasyonunda buluşturmak istiyor. "Eşleriyle birlikte yaklaşık yirmi kişiyi bulur." diyor. İki de profesör varmış aralarında.    

Gecenin geç yatanı olarak ben kaldım yine. Son pazar günlerine bakılırsa yarın da hareketli bir gün olacak muhtemelen. Bahar, kardeşiyle birlikte destek verecek bize. 

29 Ekim 2016 Cumartesi

KARIŞIK BİR GÜN

28/10/2016 Cuma, TİRE

Sanırım taşlar yavaş yavaş oturacak yerine. Erken yazmaya başlıyor, sıcağı sıcağına paylaşıyorum yazdıklarımı. Hafta sonu dışında fazla hareketlilik olmuyor gündüz saatlerinde. Alışveriş için fırsat yaratıyor bu bana. Gündüzden itibaren başladım artık yazmaya. Dün yazdıklarım noksan kalmıştı. Onu da yarın paylaşırım demiştim.

Yakışıklı bir delikanlı geliyor kız arkadaşıyla dün geç vakitlerde. Hava soğuk ama verandada oturuyorlar. Birer şal veriyorum üzerlerine. Delikanlı önce gerek yok dese de soğuğa teslim olunca o da şala sarınıyor. "Dağlar benden sorulur." diyor. Doğa tutkunu. Çevrenin korunması için elinden geleninin fazlasını yapıyor. Yöreyi çok iyi tanıyor ayrıca. "Gelin Kayalıkları" nın hikayesini anlatıyor bana. Güzeller güzeli bir kızı sevdiğiyle değil bir başkasıyla evlendiriyorlar. Develer yüklenmiş çeyizlerle birlikte yola koyuluyorlar düğün evine doğru. Yol üzerinde bir fırsatını bulup kayalıklara doğru koşuyor ve kendini boşluğa bırakıyor genç kız. O günden beri "Gelin Kayalıkları" adıyla anılır oluyor o kayalıklar. 

Bugün küçük pazar. Bol bol ot istedi şefimiz.  Dün Cahit Bey'in tarif ettiklerini aktardım Ali'ye sabah beni aradığında. 200'lük fan değil 250'lik fan kullanılacakmış. "Tamam" deyip adamları birazdan yola çıkaracağını söylemişti.

Kapıdan çıkarken Elektrikçi Ali'nin adamları ile karşılaştık. Kamil ve yanında ufak tefek bir çocuk geldi. Kamil'in bu işi kıvıracağını hiç sanmıyorum. Yanlarına iki de çek valf almışlar, pis su borularına takacaklar kokuyu önlemek için. Kamil'e fanın takılacağı yeri gösteriyorum. Patronunu arayıp bu işi kendisinin yapamayacağını söylüyor. Yarım saat sonra iki demirci ustası geliyor. Elektrikçi Ali hiç işlerimi böyle şipşak halleden biri değil ama bu kez beni mahcup ediyor. Üstelik telaş içinde. Pazar günü oğlunu evlendiriyor.

Pazar alışverişi için Derekahve üzerinden gidiyor, fırından ekmek alıyorum. Arabayı park ettiğim yer kimseyi rahatsız etmez görünüyor. Tam da pazar yerinin ucu. Fazla bir şey de almayacağım nasıl olsa. Ekmekleri arabaya koyup pazar yerine dönüyorum. Otların  bollanması için daha zaman var. Bol bol cibez almak istiyorum ama ona da daha vakit var diyorlar. Sadece bir yerde gördüm, onun da yapraklarının çoğu kartlaşmış. Bol bol hardal otu alıyorum. Tatlı biber soruyorum pazarcı kadınının birine. "Dört lira vereyim kilosunu." diyor. "En fazla üç veririm." diyorum. Omuz silkiyor. Çok değil, birkaç tezgah aşağıda kurulu tezgahlardan birinin başında duran köylü kadına soruyorum biberin kilosunu kaça verdiğini. İki lira diyor. Biberler biraz daha küçük ama taze görünüyor. Hemen alıyorum oradan.

Dar sokak aralarından çıkıp mandıraya gidiyorum. Hafta sonu kahvaltısı için sipariş ettiğim peynirleri alıyorum. Oradan aldığım esmer renkli yumurtalardan bir kısmı bozuk çıkmış, beyazlarla değiştirmiştim. Başka müşterilerinden de gelmiş şikayet. Hata götürmüyor bu işler. Misafirlerimiz yüzümüze vurmadı bu durumu, "Sizin suçunuz yok bunda." dediler ama oldu bir kere. Ben de bundan sonra tavuk aldığım yerden alacağım yumurtayı. Aslında alışveriş ettiğimiz mandıra da buranın en tanınmışı. Onun da suçu yok. Mağaza yetkilisi şikayetler üzerine "Bir daha oradan yumurta almayacağız." dedi. Tavuk çiftliği mi sorumlu bu işten yoksa toptancı mı bilmiyorum ama başta biz sonra mandıra mağdur olduk.

Park cezası uygulaması gözümü korkuttu. Her zaman aldığım yerden patates alıp kasaba çevirdim yönümü. Oradan vakit kaybetmeden döndüm yaylaya. Fanın montajı epeyce ilerlemiş. İyi ki yarına ertelemedim misafir gelir endişesiyle. Onlar montajı bitirip çıkana dek gelen giden olmadı. Bu fan gerçekten ihtiyaçtı. Artık ızgara dumanı ne mutfağı boğacak ne salona çıkacak. Fazla ses de çıkarmaması sevindirici.

Gün boyunca dişim ağrıdı. Doktorumla konuştum. Antibiyotik bitsin sonra bakarız dedi. Ağrı kesici kullanmamak için direniyorum. Bir ara neredeyse teslim olup yutacaktım ağrı kesiciyi. Neyse ki, hafifledi biraz.

Akşam rezervasyonları gelmeye başlıyor. Hüseyin boşluktan istifade bol bol odun hazırladı şömine sobada yakmak için. Yarın için dışarıdan ilave garson ayarladım. Bu işleri organize eden birileri var. Pamuk tarlalarında bu görevi yapanlara dayıbaşı dendiğini biliyorum. Ama bu batı versiyonu. İşi hiç karşılık beklemeden yaparken arkadaşlarının hayır duasını alması yetiyormuş. İki sınıf garson varmış. Birisi profesyonel, diğeri amatör. Ücretler  birbirinin neredeyse iki katı. "Yarın kahvaltı için amatör iki eleman gelsin." diyorum elemanları ayarlayacak kişiye. Saat kaçta gelecekler söylememişim. Telefon ediyorum yeniden. Uzun uzun çalıyor telefon. Son anda cevap veriyor. Fakat cevap veren aradığım kişi değil onun iş arkadaşı. Benle konuştuktan az sonra kalp krizi geçirmiş adam, ambulansla İzmir'e götürmüşler. Telefonunu bile alamamış yanına. Geç vakit yine arıyorum. Hastanede olduğu bilgisini veriyor arkadaşı.

27 Ekim 2016 Perşembe

ZANAAT

27/10/2016 Perşembe, Tire

Güzel bir uyku çektim dün gece. Sabah antibiyotik saati için kurduğum alarmı duymamışım. Eşimin seslenmesiyle uyandım. Dünden söylemişti Aşkın Şef alınacakları. Artık hemen hemen hergün kasap işi çıkıyor. Hergün satın almaya çıkmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Koca şantiyelerde dahi mubayaa (satın alma) için haftada bir kez çıkılırdı alış verişe.

İlacı tok karnına içmem gerek. Öyle kahvaltıyı falan bekleyecek zamanım yok. Aşağıda işlerim çok. Öğlene bir grup rezervasyonu var. O zamana kadar dönüp bizimkilere destek versem iyi olacak. Dün geç vakit servisten gelen arabam yağ gibi kayıyor. Olgun Usta güzelce temizletip yıkatmış.

Önce nohut mayalı ekmeğime biraz peynir katık edip ilacıma altlık yapıyorum. İlacı içiş zamanın içmem gereken zamana göre bir saat rötarlı. Eğer doktorların dedikleri doğru ise bana bu antibiyotiğin hiç faydası olmayacak. İlk olarak yolum üzerindeki fırından ekmekleri alıyorum. Sonra sırasıyla mandıra, kasap alışverişini yapıyorum. Meslek Yüksekokuluna uğrayıp müdür ile tanışmak ve öğrencilerinden ihtiyacı olanları part-time servis elemanı olarak çalıştırmak isteğimi iletmek arzusundayım.  

Bir kırtasiyeci bulup ayak üstü dilekçe yazıyor yüksekokulun ilan panosuna duyurumu asmak için bir şeyler karalıyorum. Öğle arası müdür yemeğe çıkmış. Bu süre zarfında gidip sanayide demirci arıyorum. Şömine sobada yakılacak odunları küçültmek üzere aldığım baltayı küçük bulmuştu Hüseyin. Bu sefer ona harbisinden bir oduncu baltası aldım. Baltanın ve sapının hazırlanması yarım saati buldu. Ateşte çeliğe su verilmesi, demirin tavında dövülmesi yıllardır süregelen bir zanaat. Beklerken demirci ustasının kömür ateşinde orak imalatını izledim. Yılların birikimi ile kendinden son derece emin usta eller, ne ölçeğe ne reçeteye bakıyor. Ne zaman ne yapacağını adeta içgüdüsel olarak hissediyor. Ateşin sıcaklığı yüzüne vurunca anlıyor ısının yeterli olduğunu. Derecesine bakıp karar vermiyor.

Dönüş yolumda Taş Ev'in siparişleri bitmek bilmiyor. "Gelirken bir kasa da domates alıver." "Kahve de azalmış." Öğle tatili sona erdi. Meslek Yüksekokuluna uğruyorum. Özel Kalem Meltem hanım yerinde yok. Bahçede oturan müdür yardımcısını işaret ediyorlar. Gidip tanışıyorum. "Öğrencilere bir imkan sunduğu için teklifim duyurulmasında sakınca yok." diyor. Yanında oturan gençten biri aklını çeliyor. "Efendim Gökhan halleder, sizin için sıkıntı doğurabilir." Tartışıyorlar aralarında kısa bir süre. Müdür Yardımcısı iyi niyetli. "Eğer sorun çözülmezse, haftaya asarız duyuruyu." diyor. Yukarıdan Hüseyin arıyor. "Amca ekmek bitti, ne zaman geliyorsun." "Az sonra geliyorum Hüseyin, senin kahveni alır almaz geleceğim."

Hava iyice kapandı. Salonun penceresinden karşı dağların eteklerine bakınca Bayındır görünmüyor. Güneş olmayınca soğuk kendini iyice hissettiriyor. Döner dönmez malzemeleri indiriyorlar arabadan. Ben de Taş Ev'in üst kat salonuna çıkıp misafirlere hoş geldiniz diyorum. Eşimin en yakın dostları gelenler. Yeni trend, günlerin dışarıda yapılması. Telefonum çalıyor. Haftaya perşembe gününe yirmi kişilik bir gün rezervasyonu daha. Genelde akşam yemekleri kalabalık oluyor. Bu şekilde bir denge sağlanacak belki. Çalışan için öğle yemeğini Taş Ev'de yemek zor. Yarım saat geliş, yarım saat dönüş gitti öğlen tatili.

Genç bir çift bu akşam misafirimiz. Daha önce defalarca geldi. Tam bir doğa tutkunu, çevre bilinci dorukta. Rembetiko çalıyorum istekleri üzerine...

HAVALAR SOĞUDU

26/10/2016 Çarşamba, Tire

Arabanın ikaz ışıklarından biri yanıp sönüyor. Partikül filtresi tıkandığını söylemişti Olgun Usta dün akşam kapıdan gösterdiğimde. "Bir an önce bakmamızda yarar var." demişti ayrıca. "İstersen yaylaya adam gönderir, oradan arabayı aldırırım." bile demişti. İşte bu yüzden sabah erken çıktık evden. Olgun Ustaya arabayı aldırması için telefon ettim.  

Belediye'den denetime geldiler. Tuvaletlere engelliler için iki tarafa korkuluk istediler. Baca çıkışına dumanı önleyecek bir çözüm getirmemiz gerekiyormuş. Dün hep bu konuyla ilgilenmiştim zaten. Haşereye karşı hizmet veren bir şirket ile sözleşme yapmalıymışız. İlaçlamayı biz yapsak ya da dışarıya yaptırtsak olmaz mı? Sözleşme neyin nesi? Sözleşmeyi görünce "Tamam, haşere kontrolü yapıldı." denecek. Bu zorunlu tutmalar aklıma hep belediye ile ilaçlama şirketi arasında bir ilişki mi var sorusunu aklıma getirir. Çok mu kötü niyetliyim? Ama böyle düşünmemin bir sebebi var.

Yıllar önce kendi çapımda müteahhitlik yapmıştım. Köy Hizmetleri adında bir kamu kurumu vardı. Bu kurumdan çok sayıda içme suyu ve köprü ihalesi almıştık. Kuruma işveren manasına gelen "İdare" derdik. Sözleşmeler yapıldı, işe başlandı. Hakediş zamanı gelince İdarenin kontrol elemanı hakedişimizi dışarıda falanca bürodaki teknikerlere belli bir ücret karşılığında yaptırabileceğimi söyledi. Ben mühendisim, hakedişimi istediğiniz formatta kendim hazırlayabilirim desem de nafile. Anladım ki onları dinlemezsem zorluk çıkaracaklar. İşaret ettikleri büroya gidip tekniker çocuklarla tanıştım. Meğer onlar Köy Hizmetlerinin mevsimlik işçileriymiş. Sözleşmelerinin süresi bittiğinden işsiz kalmışlar. Arkadaşları da onlara bir şekilde iş yaratmış. Baktım çocuklar ekmek parası peşinde. "Tamam" dedim. "Ben size paranızı vereceğim ama hakedişleri kendim düzenleyeceğim." Düzgün çocuklarmış, diğer müteahhitlerden aldıklarının yarısını aldılar benden. Aslında diğer müteahhitler için bunlar biçilmiş kaftandı. Bir hakediş mühendisi çalıştıracaklarına bu büroyu kullanmaları onlar için daha avantajlı oluyordu.

Hava soğuk bugün. Güneş bulutların arkasında. Olgun Usta birini göndermiş arabayı almak üzere. Öğlen yemeğine bir masa rezervasyonumuz var. Üşümesinler diye şömine sobayı yakıyoruz. Gelecek olanlar eşimin yakınları. İstanbul'da yaşıyorlar. Beyefendi ile meslektaş olduğumuzu öğreniyorum. Aynı okul mezunuymuşuz üstelik. Sadece o benden on iki yaş büyük. Aşkın Şef'i arıyor durumu özetliyorum. Belediye denetime geldi, mezeler yapılacak, öğlene misafirimiz var. Ondan erken gelmesini istiyorum.

Misafirlerimiz biraz geç geliyor. Bir bakıma iyi de oluyor. Geldiklerinde mezelerin çoğu hazırlanmış durumda. Beyefendi ile ortak arkadaşlarımız varmış. Konularımız da ortak olduğu için uzun uzun sohbet ediyoruz.

Misafirlerimizi uğurladıktan sonra Zeytin'le oynuyorum biraz. Aşırı hareketli, sürekli üzerime sıçrıyor. Ceviz ağaçlarının altında avuç avuç ceviz topluyorum yerden. İyi silkilmedi bu sene. Ağaç üzerinde bırakılanlar düşüyor yere teker teker. Yukarı yayladaki ceviz ağaçlarının altı da doludur ama kim çıkacak onları toplamaya.

Akşama doğru hareketleniyoruz. Misafirlerin çoğu ilk kez gelenlerden oluşuyor. Her masa ile ayrı ayrı ilgileniyoruz. Salondaki şömine sobamız yanarken harika görünüyor. Sigara bağımlısı olan bazı misafirlerimiz ise veranda ve terasta oturmayı tercih ediyorlar.

Bugün de güzel insanlar tanıyoruz, güzel dostluklar kuruyoruz. Geç vakit Olgun Usta'nın kendisi getiriyor arabamı. Verandada bir çay içiyoruz. Hüseyin iyi çalıştı bugün. Beş altı masaya tek başına yettiğini gördüm. Gelenler kahvaltımızı soruyorlar. Sadece hafta sonları kahvaltı verebildiğimizi söylüyoruz.

Gelen misafirlerden bazıları haftanın bir günü canlı müzik koymamızı istiyorlar. Daha erken diyorum, parasını çıkartması lazım saz heyetinin. Ne parası deyip şaşırıyorlar. "Saz ekibine sakın para vereyim deme. Onlar gelir çalarlar, sen sadece yemesini içmesini karşılarsan yeter. İstek şarkılardan toplanan bahşişler yeter." diyor. Böylelikle bir şey daha öğreniyorum.

Son misafirlerimizi de uğurlayınca kapıyı pencereyi kapatıyorum.

26 Ekim 2016 Çarşamba

KAPALIYIZ

25/10/2016 Salı, Tire

Dün bir ara gittiğim diş hekimine dişimin ağrıdığını ancak sorunlu dişimi göstermemin mümkün olmadığını söyledim. Sağ tarafım olduğu kesin ama alt çene mi yoksa üst çene mi, onu bile ayırt edemiyorum. Hafta sonunu diş ağrısı ile geçirdim, hep sol tarafımla çiğnedim. Doktorum antibiyotik ve ağrı kesici verdi. Ağrı kesici kullanmadım yine. Dün gece saat 19.30'da başladım antibiyotiğe. Bu sabah yedi buçukta içmem lazımdı ama nerdeee. Cep telefonumun alarmını bile kurmuştum. Diğer odada kaldığı için telefonum, duyamadım. Uyandığımda ilaç saatim çoktan geçmişti. Antibiyotiğin faydasını görebilmek için saatlerin şaşmaması gerekiyormuş. Henüz başında şaşırdım saatleri.

Bugün tatil günümüz. Aşkın Şef bir alışveriş listesi hazırlamıştı. Dün gece çıkarken her şeyi aldım, onun listesini unuttum. Gerçi dün listeye yazdıklarını tekrarlayıp durduğu için çoğu aklımda kalmış ama tam emin olamıyorum. Alacaklarımın çoğu yeşillik. Fazla ağırlık tutan şeyler değil. Evden çıkıyorum.

Arabayı her zaman park ettiğim tarihi camilerin yer aldığı sokak üzerinde tesadüfen bir yer buluyorum. Kabak çiçeği alacaklarımın arasında en önemlisi. Bazen erkenden bitiyor pazarda. Bir de "Ne kadar ot bulursan al." demişti şef. Pazarın kurulduğu dar sokakların en başından başlıyorum alışverişe. İlk gördüğüm köylü kadından tanesi bir liraya on paket alıyorum. Ankara'dayken tanesine beş lira vermeye razıydık eskiden. Köylüler uyanık. Yabancı gördüklerine fiyat çekiyorlar. Benim görüntüm de hala onlara yabancı olmalı. Geçen hafta eşim köy salçası istemişti. "Sakın on iki liradan fazla verme kilosuna." diye de tembihlemişti. Köylü kadına sormuştum kilosu ne kadar diye. Yirmi lira kilosu derken başlamıştı salçasını övmeye. "Yok, almam." demiştim. "Hanımdan fırça yemeye hiç niyetim yok. "On iki liradan fazla verme." dedi bana. "Hadi, ver on beş lira." demişti. Henüz "lokantaya alıyorum" kozumu elimde tutuyorum. "Yok vermem." diyor ve sihirli cümle çıkıyor ağzımdan. "Lokantaya alacağım, on ikiden vereceksen ver alayım." Kadın, "Kaplan'daki lokantaya verdim sabah on kilosunu on beşten." diyor. "Bir de kavanoz parası var." Ben kavanozu ne yapayım, içi lazım. "Koyarsın bir naylon poşete. Razı oluyor sonunda on ikiden vermeye. Şöyle bir düşününce neredeyse yarı fiyatına almış oluyorum.

Bazı facebook sayfalarında görüyorum. "Köylü amcaları, köylü teyzeleri üzmeyin. İki lira dediklerini bir lira almaya çalışmayın. Bu para onların emeklerinin karşılığı..." İlk bakışta makul hatta haklı bir çağrı gibi gelmişti bana da. Ancak, insanları tanıyınca durumun hiç de öyle olmadığını gördüm. Köylü şehirliden daha kurnaz. Tamam, ucuza sattıkları doğru. Emeklerinin de karşılığı bu olmamalı. En iyi bilenlerden biri oldum bunu. Ama bir de şu durum var: Yerliye bir fiyat, yabancıya başka bir fiyat çıkarmak ne oluyor? Bir de pazarcılığın bir kuralı var sıkıca uydukları. Sağlamları gözüne sokup çürük çarığı kaşla göz arasında sokuşturmak. Genelleme yapmak doğru olmaz elbette ama köylü vatandaşlar hiç de göründüğü kadar saf değiller burada. Hele bozuk köy yumurtalarını satıp beni misafirlere rezil etmelerini hiç unutmayacağım.

Pazarda dün misafirimiz olan hanımefendi ile karşılaşıyoruz. Hoş bir tesadüf. İktisat mezunu olduğunu söylemişti. Facebook sayfasını ziyaret edeceğim. Yazmasını takdire şayan bulmuştum. Eşini tanıştırmak istedi ama beyefendinin elinde telefon, fazlasıyla meşgul. Bir sonraki sefere kalıyor tanışmamız, zira elimde yük var ve yapacağım çok şey.

Hardal, semizotu, turp otu ne bulursam alıyorum. Aklım elemanda. Bu işleri bitirip eleman arayışına girmem lazım. Hem sürekli çalışacak bir garson, hem de hafta sonları destek elemanları. Her karşıma çıkana soruyorum. Bu memlekette işsizlik yok.Çalışmayan halinden memnun. Çiftçi ailesinin çocukları bazen tarlada, bahçede çalışıyorlar, özellikle hasat zamanı yoğunlaşıyor işleri. Fabrikaya kapağı atmış olanlar geceleri ek iş peşinde. Yevmiye usulü çalışıyorlar. Garson, bulaşıkçı için dayı başılar gibi bir kısım insanlar varmış. Bunlardan biri de bana söz verip kestane işinde ortada bırakan. Nasıl güvenirim bu insanlara? Ödemişten gelirmiş insanlar burada çalışmaya. Tire'de çalışacak insan yok çünkü. Garip bir memleket. Dayı başı bir otobüse bindiriyormuş talep edilen sayıdaki işçiyi. Akşam saatlerinde de geri götürüyormuş.

Pazar alışverişinden sonra yaylaya götürüyorum aldıklarımı. Zeytin havlıyor, karnı açıkmış olmalı. Kahvaltıdan kalan haşlanmış yumurtalara bayılıyor. Onun da pis bir huyu var. Kemik olsun, yumurta olsun ona sevdiği bir şey verdiğimde dişlerini gösterip saldırmaya çalışıyor. Bilmiyor ki onları getiren benim. O önce verip sonra önünden alacağımı sanıyor olmalı. Zincirini öyle bir zorluyor ki dişlerini gösterirken beni bile korkutuyor.

Soğutucu dolaplara yerleştiriyorum pazardan aldıklarımı. Sabah telefon edip sonra yanına uğradığım Elektrikçi Ali telefon ediyor davlumbazın tepesine taktırmayı düşündüğüm fanla ilgili. Izgaradan çıkan duman bazen salona doluyor. Mutfak duman içinde kalıyor. Acil olarak önlem almalıyız. İzmir'den bir numara veriyor bana. Bazı teknik sorular soracakmış, fanı gönderecek yetkili. Davlumbaz baca bağlantısı hakkında bilgi alıp fotoğrafını çekip göndermemi istiyor. Fotoğrafını çekiyorum çekmesine ancak şarjım bitiyor birden. Halbuki yüzde on dördü gösteriyordu doluluk oranı. Pilin ömrü bitmiş olmalı. Hemen dönüp eve gitmem lazım, telefonun şarjını doldurmalıyım.

Evde bir süre şarja bağlıyorum telefonu. Fancı Cahit'i arıyorum. Meşgul çalıyor. Yukarıya, yaylaya çıktığımda Zeytin'i beslemiş, onun suyunu tazelemiş ve unuttuğum Aşkın Şefin alışveriş listesini yanıma almıştım. Listeye bakınca pazardan almadığımın sadece yeşil biber olduğunu görüyorum. Bir kez daha pazara dönüp tatlı köy biberi alıyorum. Renkleri daha koyu. "Tatlı mı bunlar?" diye soruyorum emin olmak için. "Dene bak." diyor pazarcı. En koyu renklilerden birini ortadan kırıp ağzıma götürüyorum. Adam haklı, dış görünüşe aldanmamalı. Biberler tatlı.

Yanımda götürdüğüm yeni nesil pos cihazını gösteriyorum Ozan'a. Sabahtan uğradığım muhasebeci korkutmuştu gözümü. "Bunu bir kontrol ettir yoksa ceza ödersin." Kafasına göre z raporu, çıkarıyor, kafasına göre detay ya da toplu rapor. Telefonun şarj edilebilir pilinin değişmesi gerektiğini söylüyorum. Yokmuş kendilerinde. Bir adres veriyor Gümüşpala caddesinde. Gittiğim yerde telefonun şarj tutmadığını anlatıyorum. Bir saat zaman istiyor değişim için. O kadar zaman alıcı olmasını düşünmemiştim. Bu arada kalan alışverişimi tamamlıyorum.

Fancı Cahit dönüyor bana. Önemli bir iş görüşmesi yaptığından dolayı açamamış telefonu. İki tane farklı çapta fan gönderecek elektrikçi Ali'ye. Bir an öne kurtulmak lazım şu dumandan.

Birkaç gün önce Çeşme'den gelen ustayı arıyorum. Belki de garson konusunda yardımcı olur diye. Ustanın şivesi doğulu. Düzgün birine benziyor. Yardımcı oluyor elinden geldiğince. Karşılaştığım insanlardan pek çoğu Aşkın Şefin beni yolda bırakabileceğini söylüyor. Ben ona güveniyorum ama tedbiri de elden bırakmamak lazım. Bu usta ona iyi bir alternatif olabilir. Hem Türk hem de yabancı mutfak kültürünü biliyormuş. Ailesiyle birlikte Taş Ev'i ziyaret edeceklerini söylüyor önümüzdeki günlerden birinde.

Bugün tatil günüm. İleride alışveriş işi dışında kendime ayırmak istiyorum bu günü. Haftada bir gün dinlenmek ihtiyaç. Telefon ediyorlar rezervasyon için. "Kapalıyız bugün maalesef." diyorum. İlk kez geleceklerini söyleyip yol tarifi istiyorlar. Reklama ihtiyaç var sanırım. Henüz bizden haberdar olmayan önemli bir kitle var daha. Hemen tabelacı geliyor aklıma. Yakınlarındayım. Uğrayıp bir tabela siparişi daha veriyorum. Kaystros Taş Ev'e 250 metre kala son virajın bulunduğu Nihat Efendi ve Cambaz Ali'nin bahçeleri arasına koymayı düşünüyorum bu levhayı. Çok sayıda misafir buradan geri dönmüş daha ileride bir şey yoktur diye.         

SAKİN BİR GÜN

24/10/2016 Pazartesi, Tire

Pazar gününün yorgunluğundan sonra haftanın ilk gününün sakin geçmesini hayal ediyoruz. Hüseyin, geliş saatinden yarım saat önce telefon edip kendini iyi hissetmediğini söyledi ve bugünkü yevmiyesinin de düşülmesini istedi. "Olur mu hiç Hüseyin, yevmiyeni kesmeyeceğim ama ne zaman kendini iyi hissedersen gelirsin. Oğlum da çok yoruldu dün. O da aşağıdaki evde istirahate çekildi.

Henüz saat on bile değilken dört hanımefendi giriyor bahçeye. Arabalarını ağaçların arasına park ediyorlar. "Açıksınız değil mi?" diye soruyor arabadan ilk inen.
"Evet açığız, buyurun." deyip karşılıyorum. Zeytinin zincirini yeni çözmüştüm. İlk iş onu yeniden bağlamak oluyor. Ödemiş'ten misafir getirmişler. Bizim Kaystros Taş Ev Restaurant'ın serpme kahvaltısı ağızdan ağıza dolaşıyor. Gelenler de methini duymuşlar, kahvaltı istiyorlar.

"Hafta içi kahvaltımız yok." deyince yüzlerindeki hayal kırıklığını anlamamak mümkün değil. Eşim onların bu isteğini kabul ediyor. Dört kişilik serpme kahvaltı hazırlamaya başlıyoruz. Güya bugün sadece kendimize güzel bir kahvaltı hazırlayacaktık.

Kahvaltı servisi sona erdikten sonra içeri bir minibüs giriyor. Şoförü tanıdık. Her grup gelişinde görüyoruz onu. Misafirler tam dokuz kişi.. Hemen servisler açılıyor. Sabah misafirlerinin hepsi bayan. O esnada iki bayan daha geliyor. Hanımefendilerden biri İstanbul'dan geliyormuş.

Böyle giderse tek başıma altından kalkamayacağım. Sıcakları hazırlayan Aşkın Şef servise çıkıyor. Oğlumu arıyorum. "İhtiyacınız varsa geleyim." diyor. İnatlaşıyoruz. "Hayır, yok" diyorum şaka yollu. "Eğer ihtiyacım var demezsen gelmem." diyor. "Gel hadi" diyorum. "Özledik seni."

Yukarıdaki grup terastaki masaları görünce açık havaya çıkmak istiyor. Tabak, çatal, bıçakları kendileri toplayıp dışarı taşıyorlar. Keşkekler, köfteler geliyor masaya. Bir ara içlerinden bir hanımefendi elindeki defterden bir şeyler okuyor. Dikkat kesiliyorum. Bu bir öyküye benziyor. Masadakiler pür dikkat onu dinliyorlar. Yazının sonuna gelince dayanamayıp soruyorum. "Yazar mısınız?" "Hayır değilim ama yazıyorum." diyor.

Çok hoşuma gidiyor. Misafirlerin çoğu İzmir'den kalkıp gelmişler. Keşke misafirlerimiz hep böyle olsa. Ressamlar, yazarlar, müzisyenler... Taş Ev'den Tire manzarasını seyrederken ilham alsınlar doğadan, şehirden, insandan.. Ressamlar vursun fırçalarını tuvale, ölümsüzleştirsinler bugünü. Yazarlar döksünler içindeki cevheri. En güzel bestelerini Taş Ev'de yapsın müzisyenler.

Böyle giderse Ekmek yetmeyecek diyor Aşkın Şef. Şehre iniyorum. Dönüş yolunda telefonum çalıyor.
"Alo, orası Taş Ev mi?"
"Evet efendim."
"Balık aldım biraz, temizlettim. Getirsem pişirir misin diye aramıştım."
"Yok efendim, dışarıdan yiyecek kabul etmiyoruz. Kusura bakmayın."
"Rica ederim."

Belli ki bu balık muhabbeti bir süre daha devam edecek. Akşama kadar genel olarak sakin geçiyor. Gece gelenlerden genç bir çift ile Çeşme'den Tire'ye güzel bir sohbet açılıyor. Beyefendi, sadece birkaç yıl sonra Taş Ev'e benzer bir yer açıp rakibim olacağını söylüyor. Bundan mutluluk duyacağımı söylüyorum.
                                                          

24 Ekim 2016 Pazartesi

KARPUZU KES YARISI SENİN OLSUN

23/10/2016 Pazar, Tire

Herhalde bugün Taş Ev'de yaşanabilecek en yoğun gün olacak. Eğitim Gönüllülerine verdiğimiz kahvaltı bile bu kadar gergin geçmemişti. Manzara cepheli masaların sadece biri rezerve değil. Onu da açılış saatimizden önce gelen bir grup aldı. Yazdan kalan güneşli bir hava var ama güneş rahatsızlık vermiyor, bilakis güneş gören yerler tercih ediliyor. Dört numaralı masa on kişi için rezerve edilmişti. Servisleri açıldıktan sonra terasa çıkmak istediklerini söylediler. Haydi, bütün tabaklar dışarı... Terasımızın bu dönemde Taş Ev'in en güzide mekanı olduğunu söylemek mümkün.

Bir anda yağmur gibi araba yağmaya başlıyor bahçeye. Veranda, salon ve teras doluyor. Oturacak sandalye soruyor gelenler. Eşim Taş Ev'in karizmasına aykırı bulduğu plastik sandalyeleri depoya kaldırtmıştı. Şimdi onlara o kadar ihtiyaç var ki. Öyle bir an geliyor ki "Yeter artık, hep birlikte değil, teker teker gelin." diyesim geliyor.

Sabah karanlığında kalkmıştım kestanecileri köylerinden almaya. Çeşme başında beyaz minik bir köpek havlıyor. Uzanıyorum sevmek için. Korkup uzaklaşıyor. Onun bir yandan havlayarak arkasına baka bak kaçması gülünç geliyor. Son kadın toplayıcı da gelince alıp getiriyorum onları yaylaya. İşlerini bitirene kadar bir daha yüzlerini görmüyorum.

Sabahtan itibaren birkaç kez uyarmıştı Aşkın Şef, etimiz, kıymamız bitiyor diye. Biraz daha geciksem yok satacağız. En hummalı zamanda oğlumu ve Hüseyin'i yalnız bırakıyorum serviste. Cafe hizmeti de verdiğimiz için iki çay içip kalkanlar da oluyor, bir karışık tostu ikiye bölüp paylaşanlar da. Hiç şikayetimiz yok onlardan. Bugün çay, kahve içenler bir sonraki sefer yemeğe geliyorlar. Son sürat aşağı iniyorum. Daha önce kasaba telefon ettiğim için fazla beklemeyeceğim. Sadece et olsa... Hale uğrayıp bir kasa domates alıyorum. Sabah aldığımız ekmek bitmek üzere, fırından ikinci kez ekmek alıyorum.

Yaylaya döndüğümde başım dönüyor. Bahçe tam bir panayır havasında. Arabalar bahçeyi doldurmuş, dışarıya park etmeye başlamışlar. Taş Ev'i duyan gelmiş. Köylüler, esnaflar, kadınlar, erkekler, değişik meslek grupları, yerliler, dışarıdan gelenler... Hüseyin ve oğlum performanslarını zorluyorlar. İlk havlu atan oğlum. İçerideki odaya gidip biraz dinlenmeye çekiliyor. Rahat bırakmıyorum. Yanlışlık olmasın diye onun başladığı adisyonları hesap alırken teyit ettiriyorum. Kafayı karıştıran bazı olaylar da oluyor. Mesela bunlardan biri masa değiştirmeleri. Bir diğeri masadakilerden birinin gizlice gelip hesabı ödemesi. Daha sonra arkadaşı gelip hesap isteyince adisyonu arıyorsun, hesap kesildiği için kaldırılmış tabii. Ara da bulasın. Diğer bir sıkıntı da hesabın masada ödenmemesi. Masalarından kalkıp kasaya yöneliyor halkımız. Hayır kasa da yok benim konseptte. Koymayı da düşünmüyorum. Yemeğini yiyen misafir vitrinin önüne geliyor hesabı çıkarmamı istiyor. Ayak üstü alıyorum hesabı. Sanırım en zor kırılacak alışkanlık bu olsa gerek. Ama bir yolunu bulmalı.

Bugün bir de şuna çok güldüm. Dört amca gelmiş salondaki manzaraya bakan bir masaya oturmuş demleniyorlar. Aşağıdan gelip ilk kez salona çıktığımda dikkatimi çekiyorlar. Bir yetmişliğin sonuna gelmişler. Çapraz köşede cam kenarında oturan beyefendinin elinde bir sigara. Gülümseyerek yanlarına gidiyorum.
"Hoş geldiniz, afiyet olsun efendim, var mı bir arzunuz?
"Yok sağ ol, biz gerekeni söyledik."
Az çok gerekeni biliyorum. Çünkü oğlum yukarıdaki bir masanın yanında getirdiği karpuzu servis etmemizi istediğini söylemişti. Elindeki sigarayı işaret ederek,
"Beyefendi, burada sigara içemezsiniz. Bakın hava gayet güzel, terasta içebilir ya da avluya çıkabilirsiniz."
Gözümün içine bakarak, biraz da mahcup gülümseyerek,
"Terasta aile var. İçmiyorum, tamam tamam." Yanındaki arkadaşı bana destek çıkıyor.
"Yasaksa uyacaksın kurallara." Biraz tatlı sert yapmaya çalışıyorum.
"Bakın beyefendi, çok özür dilerim, yasağı da geçtim, az sonra yan masaya çocuklu bir aile gelecek, onlar rahatsız olurlarsa içtiğiniz sigaradan, benim ne dememi beklersiniz?"
Sigara içmeye devam ediyorlar, içmediklerini iddia ederek. Bir müddet sonra aşağıya iniyor içlerinden biri. Elinde orta büyüklükte bir karpuz. Ortasında bir dilim kesilip yine yerine konulmuş.. Belli ki kesmece almış karpuzu amcam.
"Sana zahmet, söyle şunu kesiversinler, yarısı bize yeter gerisi size kalsın."
"Yapmayın beyefendi. Burada böyle şeyler olmaz. Çok özür dilerim. Bakın sizinle bu karpuzu alır bir ağaç altında keser, rakılarımızı tokuştururuz. Ancak bu mekanda istediğiniz yapılmaz. Özür dilerim, kusura bakmayın.
"Ben özür dilerim, ne demek. Bir yanlışım olduysa, kusura bakma."
Bir gün de bu karpuz muhabbeti ile bitiyor. Eğlenceli bir dünya burası.

Hüseyin epeydir sıkıştırıyor beni. Amca kestanecilerin işi bitti, paralarını ver şunların da götür köylerine. "Hayır Hüseyin, işim var beklesinler, hava güzel."

Oğlum dert yanıyor, Hüseyin dertli. Birileri gelip servis gecikiyor diye kalkmış, gitmiş. Gecikme de ne? Kızarmış ekmek istemiş. Ama ekmeğin kızarmasını bile bekleyememiş. Bir de fırçalamış Hüseyin'i "Ne biçim garsonsunuz siz?" diye. Hüseyin'in morali bozuk. Bunu anlamak mümkün değil. Bir yere gidersin, servis iyi değilse bir daha gitmezsin. Fırça atmak ne oluyor. "Babanın yeri mi?" di-ye-mi-yor-sun. Misafir her zaman haklı. Bir diğeri almış menüyü eline fiyatlarınız pahalı demiş, kalkmış. Gözüm başım üstüne.

Yine yalnız bırakıyorum bizimkileri. Kestanecilerin hesabını görüyorum önce. Helalleşiyoruz. Gömü ilaçlanıp kapatılmış. Çarşamba gününe açılıp sulanacak. Toplayıcı kadınları Boynuyoğun köyüne götürüyorum. Döndüğümde rezerve masalar yerlerini almış. İçlerinden bir tanesi üniversiteden yurt arkadaşım Ali. Ailecek gelmişler yemeğe. Annesi de onlarla birlikte. Devamlı gülen nur yüzlü bir teyze. Torunları oğlu gibi mühendis. Duyduğu gurur gözlerinden okunuyor.