Sakin başlıyoruz güne. İnsanı diri tutan güneşli bir sonbahar havası hakim. Fırtınanın söktüğü yönlendirme levhaları yerine takılmadı hala. Reklamcıyı arıyorum. Profil ayaklarını imal ediyorlarmış. Bugün yerine monte edilmesi için sıkı sıkı tembihliyorum.
.Kaplan'da kahvaltı veren tek yer Taş Ev olmalı. Zira Kaplan Köyüne çıkanlar doğrudan Taş Ev'e yönlendiriliyor. Bizim levhaların görevini diğer restoranların çalışanları, ya da köy sakinleri yapıyor geçici olarak. Yeni bir garson deneyecektik. Bugün ve yarın için deneme amaçlı gelecekti. Kuşadası Korumar Otelde çalışmış. Istakoz nasıl servis edilir, bana onu anlatmaya kalktı. "Benim işimi bir görün sonra değerlendirirsiniz." demişti. "Bak, kesin gelirim diyorsan, başka birine bakmayacağım." demiştim bende. Ne gelen var ne giden. Sözlerini peynir ekmek gibi yiyor bu insanlar. İşini beğenmediğimiz Mehmet'e kaldık yine. Hüseyin'e "Çağır bari o gelsin." dedim
Şöyle bir düşününce bugün oldukça enteresan bir gün. Yaklaşık yirmi gün önce bir dostum bugüne rezervasyon yaptırmak istemişti. Musiki topluluğundaki arkadaşları ile gelip eğleneceklerdi. Altmış kişinin katılacağı yemeğe ayrıca beş kişilik bir saz ekibi dahil olacaktı. Daha önce bir dernek için verilen kahvaltıda salona tam yetmiş iki kişi sığdırmıştık ama insanlar nefes almakta zorlanmışlardı. İlk olarak "Bu kadar kişiyi salona sığdırabilecek miyiz?" konusu kafamı meşgul etmişti. Altmış kişi hadi neyse de şu beş kişilik saz ekibini nereye koyacağız? Kemancı yayını çektiğinde udinin gözünü kör etme olasılığı oldukça yüksek bir ihtimaldi. Duyduğuma göre saz ve söz sanatçıları içmeden çalıp söyleyemezlermiş burada. Onların önüne de en azından birer sehpa gerekecek illa ki. Eşim kaçırmayalım bu grubu derken Allah biliyor ya, ben şu işten bir yırtsak diye dua ediyordum. Sonunda benim dualar kabul oldu ki, fiks menü fiyatında anlaşamadık. Aslında oldukça makul bir fiyattı önerdiğim ama "Arkadaşlar veremezler bu parayı." dedi dostum.
Yine bir başka baba dostu, ilçenin önemli kurumlarından birinin müdürü İzmir Atatürk Lisesi mezunlarının yıllık toplantıları için bugüne rezervasyon yaptırmak istediğini söylemişti. Katılacaklar arasında iki de profesör varmış. Toplam sayı yirmi civarında olacakmış. Ancak arkadaşlarından birinin babası ağır hasta olduğundan vefatı durumunda yemek başka bir tarihe ötelenebilirmiş. Buradan da bir haber çıkmayınca biraz boşluğa düşmüş gibi olmuştuk.
Üç gün kadar önce durum yine değişti. Bugünkü tarihe önce Torbalı'daki bir şirket sahibi otuz beş kişilik rezervasyon yaptırdı. Gönderdiğim üç farklı menüden biri seçilince gelişleri kesinlik kazanmıştı. Eğer katılımcı sayısı beş kişi daha fazla olsaydı restaurant kapatılmış olacaktı. Hemen arkasından ilçede faaliyet gösteren bir süt firmasından arayan hanımefendi on sekiz kişilik rezervasyon yapmamızı istiyordu. Kroki durumuna düşen boksör gibi oldum. Otuz beş, on sekiz daha elli üç. Altmıştan az, hem de saz heyeti yok. Biraz "Nasıl yapsak bilmek ki, salonumuz ufak bizim." diye kekeledikten sonra bu moddan çıkıp kararlılıkla "Tamam, peki sizi de kırmayalım, iki iş yemeğimiz olsun." deyivermiştim.
Öğleden sonra reklamcının adamları aradı. Üç levhayı dikmeye gelmişler. Yerlerinde hata yapmasınlar diye oğlumu gönderdim yanlarına. Rezervasyon yaptıran grupların saati yaklaştıkça gelen giden trafiği de artıyordu. Salona saat beş buçuğa kadar oturabileceklerini söyleyip son misafirlerimizi de aldık. Ondan sonra gelenler oldu. Taş Ev'i daha önce görmeyenler Kabe'yi tavaf eder gibi ağızları açık gezdiler. Bazıları verandada oturmayı kabul etti. Üzerlerine birer şal verdik üşümesinler diye. Bazıları üşürüz dediler, yemek için aşağıdaki komşu restoranlarda yer ayırdılar.
Salonda bir masa yedekte bekletiyorduk. İki grubun katılımcıları da gelince yedek masa boşa çıktı. Tam o esnada rezervasyonsuz gelen bir müşteriye "Ne kadar şanslısınız." deyip köşedeki masayı verdik. Oysa o ana kadar rezervasyon yaptırmak için kaç kişiyi geri çevirmiştik. Veranda hiç boş kalmadı. Kalkanın yeri hemen yeni gelenle doldu. Bir ara "Giriş holüne bir masa koyabilir miyiz?" dedi biri. Boş gözlerle baktım. Salon hınca hınç dolu, veranda desen öyle, o yetmedi bir de içeri masa açmak, altından kalkamayacağımız bir şey gibi geldi.
Verandadaki misafirleri uğurlarken ağaçların altına baktım. En az on beş araba vardı. Sorsanız beş altı arabalık park yerimiz var derdim. Torbalı'dan gelen grup otobüs ya da iki midibüsle gelir sanmıştım. Hepsi özel araçlarıyla gelmişler. Üstelik Taş Ev'i bulana kadar anaları ağlamış. Navigasyon yanlış yerleri göstermiş. Levhaların azlığından şikayet ettiler hep.
Yukarıda elli yedi kişi var. Verandada ve girişteki masada oturanları da sayarsak tam yetmiş kişiye aynı anda hizmet ediyoruz. Adisyonlar bende. Mehmet ile başım dertte. Ne dediğini anlamıyorum. "Yukarısı şarap istedi." diyor. "Oğlum ne yukarısı, hangi masa?" diye sesimin tonunu yükseltiyorum. Ürkek sesle bana cevap veriyor. "Son gelenler." Gülüyorum artık halimize. "Yahu masa numarası kaç? Ben nereden bileyim son geleni ilk geleni." "Peki, ne şarabı istediler?" "Bilmiyorum, sadece şarap dediler." "Hüseyin, git oğlum bak bakalım yukarısı ne istedi? Doğru dürüst öğren şunu."
Güzel olan taraf yemeklerini yiyen her misafir memnun ve mutlu ayrıldı Taş Ev'den. Servisteki gecikmeler bile hoş görüldü. Torbalı grubunun yanlarında getirdikleri bir pasta geceyi tamamladı. Meğer kuruluşlarının birinci yılını kutluyorlarmış. Pastanın üzerindeki bir rakamı ve üzerinde mumlarla birlikte girdik salona. Alkış sesleri arasında kesiliyor pasta. Aynı anda bir sürü el deklanşörlere basıyor. Bizim restaurant olarak faaliyete başladığımızdan bu yana tam iki ay geçti. Bugün "Maalesef bütün yerlerimiz dolu." dediğimiz ilk gün.