KATEGORİLER

14 Kasım 2016 Pazartesi

BEGONVİL

13/11/2016 Pazar, Tire

Dün günlüğüme yazmak için bende takat kalmadı. Sadece bir gün önceki yazıma yapılan birkaç yoruma cevap verdim, o kadar. Bu yüzden ertesi günün sabahına sarktı bu cümleler.

Cumartesi gününün yorgunluğu ardından pazar gününe girdik. Sabah erkenden Hüseyin Mehmet ile birlikte geldi. Bu hafta sonu geleceğine dair bana söz veren garsondan bugün de haber yok (!) 

Kapının önündeki kırmızı begonvil çok güzel çiçek açmış. Hemen fotoğrafını çekmek geliyor aklıma. "Tamam" dedim kendi kendime, "Bugünün kapak resmi belli."

Dün kahvaltı etmeye gelen misafir sayısı beklentimizin altındaydı ama bugün aşırı bir talep var. Kahvaltının yanında sahanda yumurta, sucuklu ya da kaşarlı yumurta, omlet, tost gibi ekstra siparişler mutfağa kapattı beni. Aşkın Şef gelene kadar mutfağın şef yardımcısıydım. Şefin kim olduğu tartışılmaz. Elbette ki eşim. O da yoğun bir şekilde kişi sayısına göre küçüklü büyüklü porselen kaplara reçel koyuyor, tereyağı, peynir, zeytin vs. hazırlıyor. Oğlum dünkü ekmek sıkıntısından sonra epey ekmek almış, kasaptan aldığı etlerle birlikte servis başlamadan önce yetiştirmişti.

Hüseyin işi iyice kavradı, tek hatası birden parlaması. Hele işler yoğunlaşınca, hiç kimseye tahammül göstermiyor. Hepimize çıkışıyor bazen. Aşkın Şefe bağırıyor, "Abi çıkmadı mı şu pirzolalar, insanlar açlıktan ölecek yukarıda..." Aslında geciken bir şey yok mutfakta. Bu laf atmaları gerçek mi espri mi anlamak oldukça zor. Bazen mutfakta yardımcı bayana çıkışıyor, "Abla şu çatalları yıkasana, elimde servis açacak çatal kalmadı." Sonunda bana dönüp yüksek sesle "Amca bu böyle olmayacak, bir toplantı yapalım, herkes işini güzel yapsın."

Servis elemanlarının işine yardımcı olmak için mutfaktan aldığım birkaç mezeyi servis etmeye giderim bazen. Hüseyin hemen önümü keser. "Amca sana mı kaldı bu işler, daha masaya servis açılmadı, servis açılmadan soğuklar gider mi be amca?" Sevimli bir yanı var bu çocuğun. Misafirlerin bazıları da onun hizmetinden memnun. Bazen sonradan patlayan garip gülüşünün ardından şişenin dibinde kalan içkileri kapıp gelir, "Ablam bunu da sen içersin dedi bana." Yarıdan fazla içilmiş şişeyi alır, zulasına saklar, akşam mesaisinden sonra çıkarıp özenle okşar. Yine o garip kahkahasını atar, "Amca, mesaim bitti şimdi içebilir miyim?" 

Salatalık, domates söğüşlerin hazırlanması, yumurtaların hazırlanması derken üniversiteden arkadaşım Ali ailesiyle birlikte geliyor. Sarılıp öpüşüyoruz. Eşini, o güler yüzlü annesini, kayınvalidesini ve kayınpederini getirmiş kahvaltıya. Aşkın Şef ve yardımcısı mutfaktan içeri girene kadar başımı kaldırmak mümkün olmuyor. Onlar gelir gelmez mutfakta emir komuta şefe geçiyor. Son sucuklu yumurta siparişlerini de şefe havale ediyor ve mutfaktan çıkıyorum.

Salon kalabalık. Kahvaltısını terasta yapmak isteyen de var, çocuklarıyla gelip şömine sobayı yakmamızı isteyen aileler de. Saat ikiyi geçmesine rağmen İzmir'den tavsiye üzerine gelip kahvaltı etmek isteyen misafirleri de geri çevirmiyoruz.

Dün gelen önemli konuklardan biri de Emniyet Müdürü ve ailesi. Açılış yemeğine davetli olmalarına rağmen bir canlı bomba ihbarı nedeniyle tüm emniyet güçleri seferber olduğundan davetimize gelememişlerdi. Bu sefer habersiz geldiler. Hiç görmediğimden dolayı tanıyamadım. Çalışanlar söyledi gelenin kim olduğunu. Çoluk çocuk güzel bir aile. Gelmeleri bize mutlu ediyor.  

Kahvaltıdan sonra yemek servisi başlıyor. Günün sürprizi İzmir'den gelen lise arkadaşım Tayfun. O da ailesini alıp gelmiş buralara. Doktorluk mesleğine devam ediyor. İlk defa gelen misafirler yolların dar, yokuş ve virajlı olmasından yakınıyor. Özellikle gece dönüşlerinde ulaşım problemine dikkat çekiliyor. Şimdiye kadar bir kaza olmaması sürücülerin aşırı dikkatli araç kullanımından olmalı. Diğer taraftan manzarayı gören yolun zorluğunu unutuyor.

Tire'den yemeğe gelen geniş bir grup yılbaşında Taş Ev'i kapatmak istiyor. Nasıl bir program yapılır? Kaça kapatılır Taş Ev? Çalışmak lazım üzerinde. Daha önce "Taş Ev'deyiz yılbaşında." diyen de çok. Kime nasip olacak, göreceğiz. Bir iki saz ayarlamak lazım.

Akşama doğru havlu atanlar oluyor ekipten. Kolay değil biliyorum. İzmir'den gelen bir misafir grubu Hüseyin'e çıkışmış, servis ağır diye. Aşağıda veryansın ediyor. "Aşkın şeften çıkmayınca sipariş, ben bunlara nasıl yemek götüreyim?" "Sus, sus Hüseyin, duyacak insanlar, kendine gel, hele dur bir sakinleş." diyorum. Hüseyin devam ediyor. "Beni şikayet edeceklermiş, amca, ederlerse etsinler. O kadar çabalıyorum, yaranılmıyor bu insanlara." Hüseyin'de cıvatalar gevşemiş iyice. "Hüseyin, bu işin püf noktası sabır, tamamen haksız bile olsalar, sen her zaman misafirlere "Haklısınız" diyeceksin. Çünkü en ufak bir eleştiri sosyal medyaya düşerse Taş Ev de gözden düşer. Bu kötülüğü bana yapmamalısın." Bu sözler etkili oluyor biraz. "Haklısın, amca" diyor sessizce.

Salona çıkıp Hüseyin'i bana şikayet edecek olan masaya gidiyorum. "Afiyet olsun, ufak bir sorun var sanırım. Bir kusurumuz olduysa..." İki genç çift hallerinden memnun görünüyorlar, hiç de mutsuz bir halleri yok. "Yok, yok biz garson çocuğu ikaz ettik, her şey çok güzel, hiç bir sorun yok." Masanın yanında oturanlar gülümsüyorlar bana bakıp. Hesabı istiyorlar. Aşağıda uğurlarken hanımefendi moral veriyor. "Servis harika, her şey çok güzel. Yolunda gitmeyen bir şey yok." Belli ki Hüseyin ile tartışmaya şahit olmuşlar ve Hüseyin'i tutuyorlar. Beyefendi, koluma giriyor. "Yanlış bir durum yok, garson işini çok güzel yapıyor, gecikme de yok, her şey fevkalade. Sakın sıkmayın  canınızı."

Son masa kalınca ekibi gönderiyorum. Kalan masadaki beş genç efendi bir şekilde yemeklerini yiyor, içkilerini içiyor. Taş Ev'in methini duymuşlar çevreden. Ahşap işiyle uğraşan da var içlerinde restorancılık yapan da. Biraz sohbet ediyoruz. Türk Sanat Müziği çalmamı istiyorlar. "Maalesef çalmakta olan tek Türkçe sözlü müzik bu, ama en kısa zamanda onu da ayarlayacağız." Çok seviyorlar Taş Ev'i. "Bundan sonra burası bizim mekanımız" diyorlar. "Başka bir yere gitmeyiz." Yüklü bir hesap ödüyorlar. Belli ki kazançları iyi.

"Sabah Mehmet Şaban Usta'ya yardım etsin." diyorum Hüseyin'e. Hüseyin'in hiç hoşuna gitmiyor bu. Her ne kadar garsonluğu kıvırmaya ve bu işten zevk almaya başlasa da aklı inşaat ve ziraat işlerinde. "İnsanla uğraşacağıma taşla ağaçla uğraşırım." daha iyi diyor.

13 Kasım 2016 Pazar

MAALESEF BUGÜN YERLERİMİZ DOLU (!)

12/11/2016 Cumartesi, Tire
Sakin başlıyoruz güne. İnsanı diri tutan güneşli bir sonbahar havası hakim. Fırtınanın söktüğü yönlendirme levhaları yerine takılmadı hala. Reklamcıyı arıyorum. Profil ayaklarını imal ediyorlarmış. Bugün yerine monte edilmesi için sıkı sıkı tembihliyorum.

.Kaplan'da kahvaltı veren tek yer Taş Ev olmalı. Zira Kaplan Köyüne çıkanlar doğrudan Taş Ev'e yönlendiriliyor. Bizim levhaların görevini diğer restoranların çalışanları, ya da köy sakinleri yapıyor geçici olarak. Yeni bir garson deneyecektik. Bugün ve yarın için deneme amaçlı gelecekti. Kuşadası Korumar Otelde çalışmış. Istakoz nasıl servis edilir, bana onu anlatmaya kalktı. "Benim işimi bir görün sonra değerlendirirsiniz." demişti. "Bak, kesin gelirim diyorsan, başka birine bakmayacağım." demiştim bende. Ne gelen var ne giden. Sözlerini peynir ekmek gibi yiyor bu insanlar. İşini beğenmediğimiz Mehmet'e kaldık yine. Hüseyin'e "Çağır bari o gelsin." dedim

Şöyle bir düşününce bugün oldukça enteresan bir gün. Yaklaşık yirmi gün önce bir dostum bugüne rezervasyon yaptırmak istemişti. Musiki topluluğundaki arkadaşları ile gelip eğleneceklerdi. Altmış kişinin katılacağı yemeğe ayrıca beş kişilik bir saz ekibi dahil olacaktı. Daha önce bir dernek için verilen kahvaltıda salona tam yetmiş iki kişi sığdırmıştık ama insanlar nefes almakta zorlanmışlardı. İlk olarak "Bu kadar kişiyi salona sığdırabilecek miyiz?" konusu kafamı meşgul etmişti. Altmış kişi hadi neyse de şu beş kişilik saz ekibini nereye koyacağız? Kemancı yayını çektiğinde udinin gözünü kör etme olasılığı oldukça yüksek bir ihtimaldi. Duyduğuma göre saz ve söz sanatçıları içmeden çalıp söyleyemezlermiş burada. Onların önüne de en azından birer sehpa gerekecek illa ki. Eşim kaçırmayalım bu grubu derken Allah biliyor ya, ben şu işten bir yırtsak diye dua ediyordum. Sonunda benim dualar kabul oldu ki, fiks menü fiyatında anlaşamadık. Aslında oldukça makul bir fiyattı önerdiğim ama "Arkadaşlar veremezler bu parayı." dedi dostum.

Yine bir başka baba dostu, ilçenin önemli kurumlarından birinin müdürü İzmir Atatürk Lisesi mezunlarının yıllık toplantıları için bugüne rezervasyon yaptırmak istediğini söylemişti. Katılacaklar arasında iki de profesör varmış. Toplam sayı yirmi civarında olacakmış. Ancak arkadaşlarından birinin babası ağır hasta olduğundan vefatı durumunda yemek başka bir tarihe ötelenebilirmiş. Buradan da bir haber çıkmayınca biraz boşluğa düşmüş gibi olmuştuk.

Üç gün kadar önce durum yine değişti. Bugünkü tarihe önce Torbalı'daki bir şirket sahibi otuz beş kişilik rezervasyon yaptırdı. Gönderdiğim üç farklı menüden biri seçilince gelişleri kesinlik kazanmıştı. Eğer katılımcı sayısı beş kişi daha fazla olsaydı restaurant kapatılmış olacaktı. Hemen arkasından ilçede faaliyet gösteren bir süt firmasından arayan hanımefendi on sekiz kişilik rezervasyon yapmamızı istiyordu. Kroki durumuna düşen boksör gibi oldum. Otuz beş, on sekiz daha elli üç. Altmıştan az, hem de saz heyeti yok. Biraz "Nasıl yapsak bilmek ki, salonumuz ufak bizim." diye kekeledikten sonra bu moddan çıkıp kararlılıkla "Tamam, peki sizi de kırmayalım, iki iş yemeğimiz olsun." deyivermiştim.

Öğleden sonra reklamcının adamları aradı. Üç levhayı dikmeye gelmişler. Yerlerinde hata yapmasınlar diye oğlumu gönderdim yanlarına. Rezervasyon yaptıran grupların saati yaklaştıkça gelen giden trafiği de artıyordu. Salona saat beş buçuğa kadar oturabileceklerini söyleyip son misafirlerimizi de aldık. Ondan sonra gelenler oldu. Taş Ev'i daha önce görmeyenler Kabe'yi tavaf eder gibi ağızları açık gezdiler. Bazıları verandada oturmayı kabul etti. Üzerlerine birer şal verdik üşümesinler diye. Bazıları üşürüz dediler, yemek için aşağıdaki komşu restoranlarda yer ayırdılar.

Salonda bir masa yedekte bekletiyorduk. İki grubun katılımcıları da gelince yedek masa boşa çıktı. Tam o esnada rezervasyonsuz gelen bir müşteriye "Ne kadar şanslısınız." deyip köşedeki masayı verdik. Oysa o ana kadar rezervasyon yaptırmak için kaç kişiyi geri çevirmiştik. Veranda hiç boş kalmadı. Kalkanın yeri hemen yeni gelenle doldu. Bir ara "Giriş holüne bir masa koyabilir miyiz?" dedi biri. Boş gözlerle baktım. Salon hınca hınç dolu, veranda desen öyle, o yetmedi bir de içeri masa açmak, altından kalkamayacağımız bir şey gibi geldi.

Verandadaki misafirleri uğurlarken ağaçların altına baktım. En az on beş araba vardı. Sorsanız beş altı arabalık park yerimiz var derdim. Torbalı'dan gelen grup otobüs ya da iki midibüsle gelir sanmıştım. Hepsi özel araçlarıyla gelmişler. Üstelik Taş Ev'i bulana kadar anaları ağlamış. Navigasyon yanlış yerleri göstermiş. Levhaların azlığından şikayet ettiler hep.

Yukarıda elli yedi kişi var. Verandada ve girişteki masada oturanları da sayarsak tam yetmiş kişiye aynı anda hizmet ediyoruz. Adisyonlar bende. Mehmet ile başım dertte. Ne dediğini anlamıyorum. "Yukarısı şarap istedi." diyor. "Oğlum ne yukarısı, hangi masa?" diye sesimin tonunu yükseltiyorum. Ürkek sesle bana cevap veriyor.  "Son gelenler." Gülüyorum artık halimize. "Yahu masa numarası kaç? Ben nereden bileyim son geleni ilk geleni." "Peki, ne şarabı istediler?" "Bilmiyorum, sadece şarap dediler." "Hüseyin, git oğlum bak bakalım yukarısı ne istedi? Doğru dürüst öğren şunu."

Güzel olan taraf yemeklerini yiyen her misafir memnun ve mutlu ayrıldı Taş Ev'den. Servisteki gecikmeler bile hoş görüldü. Torbalı grubunun yanlarında getirdikleri bir pasta geceyi tamamladı. Meğer kuruluşlarının birinci yılını kutluyorlarmış. Pastanın üzerindeki bir rakamı ve üzerinde mumlarla birlikte girdik salona. Alkış sesleri arasında kesiliyor pasta. Aynı anda bir sürü el deklanşörlere basıyor. Bizim restaurant olarak faaliyete başladığımızdan bu yana tam iki ay geçti.  Bugün "Maalesef bütün yerlerimiz dolu." dediğimiz ilk gün. 

11 Kasım 2016 Cuma

KEŞKEK

11/11/2016 Cuma, Tire

Dün gece "Ben hallederim, sen yat." deyince  oğlum, eşimle birlikte bir yakınımızın düğününe katıldığımız geceden beri ilk kez misafirleri bırakıp odama çekildim. Duruma bakılırsa gençler sabaha kadar oturacağa benziyordu. Saat bir buçuğa doğru kalkmışlar.

Sabah erkenden şehre inmem lazım. Alışveriş listem dünden hazır. Bugün Tire'nin küçük pazarı. Kasabın önüne bırakıyorum arabayı. Birkaç damla yağmur atıştırdıktan sonra güneş yüzünü gösteriyor. Kasaba et siparişlerini verip pazarın kurulduğu dar sokaklara doğru ilerliyorum. Köylüler tezgahlarını kurmuş alıcılarını bekliyor. Bu hafta kabak çiçeği göremiyorum. İyi ki Salı Pazarından almışım fazla fazla. Hardal, turp otu ve diğer bahçe otları bol.

Biber almam lazım. Her sefer aldığım yerdeki köylü kadının tezgahına ilerliyorum. Kalaycının hemen önünde. Tezgahta ne kadın ne de biber var. "Abla yok mu?" diye soruyorum. "Hasta, yatıyor." diyor kalaycı. Kocası olmalı. Yayladaki bahçe komşum Tahsin de orada. Her zamanki gibi hal hatır soruyoruz birbirimize.

Pazar yerinden arabaya kadar zorlanarak taşıyorum nevaleyi. Kasap siparişlerimi hazırlamış. Onları da arabanın bagajına yerleştiriyorlar. Gidip mandıradan peynir, yoğurt gibi süt ürünlerini alıyorum. Birkaç yere uğradıktan sonra hedefim BİM mağazası. Geçen salı günü Taş Ev için aldığım çerez paketini mağazada unutmuş, kasiyerin peşimden seslenmesini duymamıştım. Yaylaya gelince fark etmiştim durumu. Oğlum gitmişti hemen. Mağazanın müdürü benim çerez paketini müşterilerinden birinin aldığını söylemiş. "İki gün sonra gel, buradan alırsınız paketinizi." demiş.

Mağazaya gittim. Yine o günkü kasiyer vardı. "Madem unuttuğumu fark ettiniz de peşimden seslendiniz, niye emanete almıyorsunuz?" diye çıkıştım. "Hem paketi alan kişiyi müdürünüz tanıyormuş madem niye götürmesine göz yummuş?" dedim. Kasiyer "Öğleden sonra müdürümüz geldiğinde onunla konuşursunuz" deyince yapacak bir şey kalmadı.

Hale uğrayıp domates ve patlıcan alıyorum. Patlıcanlar harika görünüyor. Çiğ çiğ yiyesim geliyor. Yıllar boyu ağzıma sürmediğime yanıyorum.

Yaylaya döndüğümde eşim telaşla işlerini yoluna koymaya çalışıyor. Total Restaurant 'ta günleri varmış. Artık günler evde yapılmıyor. Bence sonunda doğruyu buldu hanımlar. Hazırlık yapmaya, telaş etmeye gerek yok. Oturup tadına varıyorlar sohbetin. Ankara'da çalışan hanımların bir icadı sanırdım ama burada da oldukça yaygın bu adet. Kaystros Taş Ev de bu tür toplantılara iyi bir alternatif olmuş.  

Eşimi alıp yeniden şehre iniyorum. Onu bırakıp doğru BİM'e yollanıyorum. Müdür gelmiş yerine. "Alan çoktan indirmiştir mideye bizim çerezi." diyorum. "Ne kadarlık çerez vardı pakette." diye soruyor. Söylüyorum. "Yok, bence o kadar yoktu." deyince kafamı attırıyor. "Git kapı komşun çerezciye sor." diyorum. Daha başka bir şey demiyor, arkamı dönüp çıkıyorum. Şimdi şu adiliğe bakın. Hani deseler ki, "Biz senin paketini görmedik, biri almış yanlışlıkla ne yapabilirim?" diyecek hiçbir lafım olmaz. Paketi kasiyer görüyor, arkamdan sesleniyor. Mağaza müdürü paketi görmekle kalmamış, tanıdığı birinin paketi almasına göz yummuş. Bir saat sonra paketi sormaya giden oğluma da "İki gün sonra gel, paketi al." demiş. Şimdi de bana kalkmış "Henüz paketi alan arkadaş gelmedi, bekliyoruz gelmesini." diyebiliyor. İnsan başkasının malını yanlışlıkla alabilir, anlarım. Yanlışlıkla aldığın malı alır, geri teslim edersin. Ahlaklı olmanın gereğidir bu. "Aç kamerana bak." diyorum. Verdiği cevap trajikomik. "Kameraları izlemiyoruz." Peki niye taktın onu oraya be adam."

Bugün düne göre sakin. Aman sakin olsun arada böyle soluklanabilelim. Bu aralarda mezeler hazırlanıyor. Cevizler kırılıyor, krokanlar yapılıyor. Bugün keşkek günü. Aşkın Şef almış Hüseyin'i yanına, keşkek dövüyorlar. Etinden tutun da buğdayının hazırlanmasına kadar, dövülmesinden pişirilmesine ne kadar meşakkatli bir işmiş keşkek. Ama yerken tadına doyum olmuyor. Hele üzerine tereyağını ve salçayı da ekleyince...  

Telefonum çalıyor. İzmir'den sabit bir telefon arıyor. Dün arayıp rezervasyon yaptırmak isteyenlerden biri. Yarın için 35 kişilik bir iş yemeği. Gönderdiğim üç menü alternatifinden iki no'lu menüyü seçmiş patron. Beş kişi daha olsa Taş Ev'i kapatacağız.

Öğleden sonra bir hanımefendi arıyor. Yarın akşam için rezervasyon yaptırmak istiyormuş. "Kaç kişi?" diye soruyorum ürkek bir ses tonuyla. Çocuklarla birlikte 18 kişi falan diyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. İlk cevabım olumsuz. "Maalesef bir iş yemeği için 35 kişi rezervasyon yapıldı. İlave masalarla sığdırabilir miyiz bilemiyorum." "Bizimki de iş yemeği." diyor telefonun ucundaki ses. Tekrar soruyorum "Kaç kişilik yer istiyorsunuz, çocuklar kaç yaşında?" "On kişisi yetişkin, beş kişisi 8-12 yaş grubu, diğer üç kişi daha ufak." diyorlar. "Peki o zaman sığdırmaya çalışırız." diyorum. 

Bugün gelen misafirler ilk defa gelenlerden oluşuyor. Hepsi de tavsiye üzerine geldiklerini söylüyorlar. Bunu duymak ne güzel. Reklama ne hacet. Lakin en azından yönlendirme levhalarımız olmalı. Eşimi almaya giderken levhaları yaptırdığım reklamcıya uğruyor fırtınada yerinden kopan son levhayı da onlara teslim ediyorum. Yarın levhaları yerine dikeceğine söz veriyor. Mecburen inanıyorum.

Akşam saatleri... Yine bir çift çocuklarıyla gelmişler. Yanlarında bir pasta kutusu. Evlilik yıl dönümleriymiş. Mutlu günlerin adresi oldu Taş Ev. Gelen beyefendi iyi tanıdığım biri, biliyorum. Hemen hatırlıyorum. Belediye ruhsat bölümünde bize çok yardımcı olmuştu. Bazılarının yüzünden iyilik akar. İşte öyle biri. Mutlu bir aile. Yaşları genç ama kocaman çocukları var. Yemeklerini yiyorlar, pastaya sıra gelmeden acil bir program değişikliği ile pastalarını alıp gidiyorlar. Onlar gitmeden az önce bir araba yanaşıyor Taş Ev'e doğru. İçinde iki canavar. Yüzlerinde maske. O kadar çok enerjileri var ki... Biri oğlan biri kız beş altı yaşlarında. İkizlermiş. Allah ana ve babalarına kolaylık versin.

Bir dostum arıyor. İzmir'den misafirleri gelecekmiş. "Yola çıktılar, geliyorlar." diyor. Buyursunlar, gelsinler. Hüseyin çoktan gitti. Yarın sabah erken gelecek kahvaltı servisinden önce temizliğin bitmesi lazım. Oğlum da şehre inecek izin istiyor. Bu gece saat kaça kadar nöbetteyiz bilmiyorum.

10 Kasım 2016 Perşembe

MİSAFİR HER ZAMAN HAKLIDIR

10/11/2016 Perşembe, Tire

Ortalığı birbirine katan lodosun ardından geç vakitlerde başlayıp gece boyunca devam eden yağmur fırtınanın öfkesini ancak dindirebildi. Sabahleyin hava temizlenmiş, rüzgarın savurduğu sarı yapraklar yerlere yapışmıştı.  

Dün başlattığım taş duvar inşaatına havanın yağışlı olma olasılığı karşısında ara verildi. Öğlen yemeği için yapılan bir grup rezervasyonu nedeniyle sabah temizliğine Hüseyin gelmeden başladık. Sabahın erken saatlerinde yabancı bir numara tarafından arandığımı fark ettim. Numarayı çevirdiğimde öğrendim ki beni arayan geçen hafta kahvaltıda ağırladığımız Torbalı'dan gelen iş adamıymış.

Telefondaki beyefendi işyerinde çalıştırdığı arkadaşları ve eşlerine bir moral yemeği vermek istiyormuş. Cumartesi günü için yer durumunun müsait olup olmadığını sordu. Kendisine menü seçeneklerinden bahsettim. E-mail adresini alıp söylediklerimi bir de yazılı olarak gönderdim.

Öğlen konuklarımızı beklerken bir başka çift geldi. Dün facebook sayfamızı incelediklerinden bahsederek kızlarının nişan törenlerini Taş Ev'de yapmak istediklerini söyledi. Nişan törenine davetli sayısının 130'u bulacağını söyleyince burada en fazla 60 kişiyi ağırlayabileceğimizi söyledik. "O zaman başka bir yer bakmamız gerekecek." dediler. Arabalarına binip tam ayrılacaklardı ki, sözü burada yapabilecekleri geldi akıllarına. Yaklaşık 45 davetli grubunun katılmasını düşündükleri söz törenine Taş Ev'in salonu rahatlıkla ev sahipliği yapabilecekti. Yeniden salona çıkıp birer çay söyledik. Birlikte menüyü kararlaştırdık. İkinci e-mailimi de teyit için bu çifte gönderdim.

Dünkü rezervasyon biraz gecikmeyle geldi. Yine hanımlarının gün toplantılarından biriymiş. Bir grup bayan da rezervasyonsuz geldi. Böylelikle Taş Ev gündüz saatlerinde tam anlamıyla bir hanımlar matinesine döndü. Oğlumdan Yan Tiersen'in müziğini indirmesini söylemiştim. Fon müziği olarak Amelie çalıyor. Sesini de biraz açmışım farkında olmadan. Kendimden geçmek üzereyken hanımefendilerden biri merdivenden aşağı sarkarak "Müziği değiştirmeniz mümkün mü acaba?" demez mi? Ne cevap vereyim şimdi ben. "Derhal efendim." Misafir her zaman haklıdır."

Sabahtan beri ağzıma bir şey değmedi. Akşam trafiği başlamadan bir şeyler atıştırmalı. Eşim yine diyete girdi. Benim canım yumurta çekiyor. Şefe tam da "Bana şöyle bol tereyağlısından güzel bir kaşarlı yumurta yapıver." diyecekken baskına uğruyoruz. Hemen her perşembe akşamı Ödemiş'ten gelen bir çift arıyor. "Kaplan yokuşunu tırmanıyoruz şu an." diyor. "Çok açız, biz gelene kadar mantarlı bonfile sote hazırlatabilir misiniz?" Sipariş devam ediyor. "Bir de salata hazırlasınlar, içinde roka, marul, maydanoz, dere otu, yeşil biber vs. olmasın." Onlar olmadan salata olur mu hiç? diyemiyoruz elbette. Misafir ne derse odur.

Dün fırtınanın getirdiği sakinliğin tersine bugün oldukça hareketli geçiyor. Gelenlerin tamamı rezervasyonsuz. Cam kenarında yer bulamayanlar şömine sobanın yanına geçiyorlar. Ekmek stokumuz tükeniyor. Birileri daha gelse ekmeğimizin kalmadığını nasıl söyleriz?

Saat henüz sekiz değil. Mutfak ekibi olarak karar veriyoruz. Bir kişi daha gelirse fırlayıp ekmek bulacağım. Bu saatte bulamama durumu da var tabii. Odaya geçip bir soluklanıyorum. Oğlum içeri giriyor. "Hadi, hadi, hadi" Ne demek istediğini anlıyorum. Arabaya doğru yönelince güzel giyimli üç kişilik bir aileyle karşılaşıyorum. Arabalarını benim arabanın yanına park etmişler ama aradan geçebilirim. Hemen çıkıyorum yola. Eğer hiçbir yerde ekmek bulamazsam dönüp komşu restorandan ödünç alırım.  Neyse ki ilk vardığım markette aradığımı buluyor aynı hızla geri dönüyorum.

Saat onu geçince masalar yavaş yavaş kalkmaya başlıyor. Hüseyin'i gönderdik. Aşkın Şef ile eşini yolcu etmeye hazırlanıyoruz. Son misafirlerimizi de uğurladık derken dört kişilik bir genç grubu giriyor içeri. "Kapalı mısınız?" Bir şefin, bir eşimin yüzüne bakıyorum. Saat onu geçmiş olmalı bana göre. Kol saatini çoktan attım kolumdan. Saati cep telefonlarından takip edeli yıllar oldu. Telefonumu arıyorum. Kim bilir nerede bıraktım. Eşim "Daha saat dokuz."  diyor.  Aşkın Şef başını sallayarak onaylıyor. "Pardon, o zaman buyurun." diyorum.

Saate bakıyorum masada unuttuğum cep telefonumdan. 21.50 yi gösteriyor. Salona çıkıyorlar, terası görüyorlar. Sonunda verandada karar kılıyorlar, sigara içebilmek için. Gençlerin hepsi üniversite mezunu. Aralarında Girit göçmeni olan da var, Selanik göçmeni olan da. Oğlum onların istek parçalarını çalıyor. Hayat onlara güzel...   

10 KASIM

Tam 10 Kasım'ı gösteriyor takvim. Atatürk'ün bu dünyaya veda ettiği tarihten bu yana tam 78 sene geçmiş. Demek ki annem de 78 yaşına gelmiş. Doğduğunda cumhuriyet 15 yaşındaymış henüz. Hep annemin gençlik yıllarına özenirim. Cumhuriyetin ilk yılları...

Siyah beyaz resimler. Saçları beyaz kurdeleli kız öğrenciler. Modern giyimli hanımefendiler, beyefendiler. Atatürk böyle bir hayalin peşindeydi. Büyük devrimler yaptı. Kimsenin hayaline dahi sığmayan. Alfabeyi değiştirdi, laiklik sistemini getirdi, kadına seçme seçilme hakkı verdi, yobazların egemenliği sona erdi. Kurtuluş savaşında ülke nüfusunun önemli bir kısmını kaybetmesine ya da sakat kalmasına rağmen küllerinden yeni bir ulus yaratan büyük önderdi o.

Her şeyden önemlisi bağımsız, başka ülkelerin saygı duyduğu bir ülkeydik. Köy Enstitüleri onun çizdiği yolu kendilerine şiar edinmiş memleket sevdalılarının en büyük eseriydi. Oradan yetişen insanlar medeni, kültürlü, milli, çalışkan, ahlaklı, üretken oldular. Dini sömürü ortadan kalktı. İsteyen istediği gibi ibadetini yapar oldu. Ancak dini siyasete ya da ticarete alet edenlerin hep önü kesildi.

Atatürk'ü din düşmanı gösterdiler. Onu savunmak için "Aslında o dindar biriydi." dedi bazıları. Ama o kimseye dindar görünüp bundan faydalanmayı düşünmedi. Dindar biri de değildi zaten. Çünkü o başarısızlıklarını ne yaratana ne da kadere bağladı. İşte bu yüzden böyle olması beni ona daha da çok yakınlaştırdı zaten. 

Savaşlara kıtlığa rağmen o yıllar daha güzeldi. Fetö gibi din tacirleri ve onların peşine takılan siyasetçiler yoktu mesela. Fetö gibi din tacirleri olmadığı için onun kandırdığı başbakanlar ve cumhurbaşkanları da yoktu elbette. Bu yüzden devlet sırları, güvenlik planları yabancıların eline geçmezdi.

Asker güçlüydü o zamanlar. Halk politikacıdan çok askere güvenirdi. Dosta güven düşmana korku verirdi ordumuz. Yabancı güçlerin işbirlikçileriyle doldurulmamıştı silahlı kuvvetler. Sınırlarımız güvenliydi. Hiç bir toprakta gözümüz olmadığı gibi bir karış toprağımıza göz dikenin gözünü oyardık. Askerimizin başına çuval geçiremezdi hiç kimse. Ülkeyi bölmek isteyenlere hadleri bildirilirdi.

Şimdi öyle mi ya. Kadınlarımızın başına takke, takkenin üzerine çarşaf geçirip Arap ülkelerinde bile rastlamadığımız garip bir moda rüzgarı estirdiler. Giydikleri kot pantolondan kalçaları taşmış, göğüs dekoltesi o biçim, ne gam, saçının bir teli gözükmüyor ya. Böylesine geri fikirlere kurban ettiler kadınlarımızı, inanç hürriyeti ayağına. Sistemin açıklarıyla parasına para katan bir züppe benim ortanca hanım diye gazetecilere caka sattı. Atatürk'ün Türkiye'si bunları da mı görecekti?

Kim ne düşünürse düşünsün. Bu fikirler benim. Atatürk'ü anıyorum. Atatürk'ü arıyorum.   

9 Kasım 2016 Çarşamba

KIZÇEMMM...

09/11/2016 Çarşamba, Tire

Bugün günlerden Irmak. Kızımın doğum günü. Başka ne yazabilirim ki. Ne yazık ki bırakamıyoruz Taş Ev'i henüz. Halbuki İzmir hemen burnumuzun dibinde.

Doğduğunda ilk gözlerine baktım. Abisininki gibi renkliydi gözleri, sapsarıydı bir tutam saçı. Bir öfkeyle bağırmıştı ki doğduğu anda. Kız geleceğini bildiğimiz halde yine mi erkek geliyor deyip bakmıştık birbirimize.

Çok ortak özelliğimiz var kızımla... Mesela her ikimiz de iki saatlik bir filmi dört saatte anlatabilme becerisine sahibiz. Annesinin aksine rahat insanlarız. Hatta kızım benden de rahattır. O, yurt dışında rahatlığı sebebiyle kaldığı otelden geç çıkınca bindiği taksinin şoförüne trafik kurallarını alt üst ettirip uçağa yetiştirmesini bilmiştir. Her zaman son dakikada işini kotarması şansından ileri gelir. 

Arkadaş canlısı, yaşamayı, eğlenmeyi seven bir insandır kızım. Uysaldır ama hiç kimse onun bu uysallığını kullanmaya kalkmasın. Kendisine haksızlık edilmesine dayanamaz. Böyle durumlarda vay karşısındakinin haline.

Kızım o benim. O benim her şeyim. Bugün ondan başka bir şey düşünmüyorum. 

Hava fırtınalı. Rüzgar sert esiyor. Daha ne kadar sürecek? Ne çabuk geçti yıllar? Kızım büyüdü. Doktor oldu. Bana baktı. Şekerin var dedi. Ben ona inanmadım. Çünkü dondurmayı çok seviyorum.

Seni seviyorum. Kızçem. Nice yaşların olsun. Mutlu ol, şansın bol olsun. 

DAĞ ÇİLEĞİ

08/11/2016 Salı, Tire

Zaman yine çabuk geçmeye başladı. Yine yeni bir Salı günü. Salı Pazarı alışverişi ve serbest zaman. Öğrencilik yıllarını hatırladım. Haftanın bir iki saatini boş bırakırlardı. Serbest saat. Kimin hangi derste eksiği gediği, yetiştiremediği ödevi varsa tamamlardı o saatlerde. Dün şefin verdiği pazar listesini tamamladıktan sonra serbest saatlerimizin başlayacak olması keyif verici.

Halden başlamalı turumuza. Dün İzmir'den parça almaya gittiğini söyleyen Olgun Usta, sabah erken saatlerde oğlumdan arabasını dükkana bırakmasını istemişti. O ise sabah uykusunu feda etmek istemiyor. Yarım saat daha uyumak için tartışıyor benimle. Eşim içimizde en hamaratı. Ev çoktan tertemiz olmuş bile. Beraber çıkalım teklifime daha yapacak işleri olduğunu söyleyip yalnız bırakıyor beni. Halde aradığımı bulamıyorum. Aşkın Şef bu sefer telefonumu açıyor. "Topan patlıcan yokmuş halde, diğer normal patlıcanlardan var. Bunlar da çok güzel görünüyor." diyorum. "Pazarda buluşalım oradan alırız." diyor.

Pazarın erken saatleri olduğundan mıdır bilmem ama pazara yakın bir yerde park edecek bir yer buluyorum. Alacaklarım öyle bir seferde taşınacak gibi değil. Kasaba bırakıyorum aldığım malzemeleri. Arapsaçı, karışık ot almamı istemişti şef bir de. Arıyorum, arıyorum ama gözüme ilişmiyor. Kabak çiçeğinin son zamanları artık. Bir iki yerde görüyorum. Fiyatları arttırmışlar. Köylü kadınla tamamını almak üzere kısa bir pazarlık yapıp anlaşıyoruz. Yeşillik aldığımız pazarcının Salı günleri tezgah kurduğu yeri buluyorum nihayet. Son olarak oradan roka, maydanoz, dere otu, deniz börülcesi, semiz otu vs. alıyorum. İstiap haddimi bulmuş olarak sallana sallana kasabın yolunu tutuyorum. Telefonum çalıyor. Bu durumda telefona cevap vermek oldukça can sıkıcı. Bir tezgahın köşesine yükümü bırakıyor, telefonumu çıkarıyorum cebimden. Arayan oğlum. Olgun Usta parçanın yarın öğleden sonra geleceğini söylemiş. "Boşu boşuna uykumdan oldum." diyor. "Kasabın orada buluşalım." diyorum. Hazır ellerim boşalmışken Aşkın Şefi arıyorum. O da kasabın karşısındaki lokantada olduğunu söylüyor.

Kasaba bırakıyorum yükü. Aşkın Şef motosikletini bakım için sanayiye vermiş. "Patlıcan, karışık ot ve Arap saçını ben halleder yarın gelirken getiririm." diyor. Oğlumla birlikte alışveriş listesinde kalan birkaç şeyi alıp dönüyoruz arabanın yanına. Pazar yerinin çıkışındaki tezgahlardan birinde buluyorum aradığımı. Küçük şeffaf plastik kapların içinde, dağ çilekleri. Acemi Demirci dalından topladığını yazmıştı dün. Ben de onun yazısını okuduktan sonra bu doğal meyveyi uzun yıllar yemediğimi hatırlamıştım. Ormanda yetişirmiş sadece. Taneleri önce yediklerimden çok daha ufak. Ancak lezzeti aynı.

"Oğlumun köşedeki büfeden birer Tire tostu yiyelim." teklifine hayır diyemiyorum. Gerçekten güzel yapıyorlar bu tostu. Yanında da bir ayran iyi gidiyor.

Yükümüzü alıp doğruca yaylaya çıkıyoruz. Önümüzden giden siyah station bir Bora'yı takip ediyoruz. Kah yavaşlıyor, kah hızlanıyor. Yolun acemisi olduğu çok belli. Ağır ağır giderken her kavşakta duraksıyor. Ben de sabırla, onu sıkıştırmadan peşi sıra gidiyorum. Oğlumla bahse giriyoruz. Nereye gidiyor bu arabadakiler? Ben diyorum Dağ Restoran'a, oğlum diyor Çam'a. Kaplan Köyünün girişinde iyice kenara yanaşıp duruyorlar. Bize yol mu verdiler, yoksa bir şey mi soracaklar emin olamıyoruz. Geçerken duruyoruz yanlarında. "Kaplan Restoran nerede acaba?" diye soruyor sürücü. "Kaplan Köyünde üç tane restoran var, siz hangisini soruyorsunuz?"

"En zirvede olanı." diye cevap veriyor. En zirvedeki "Taş Ev Restaurant" ancak salı günleri kapalı, biz oranın sahibiyiz. "İzmir'den tavsiye üzerine geliyoruz, gezerken bir kahve içmek istemiştik." diyorlar. "Başka bir yer var mı burada çay, kahve içeceğimiz?"

Diğer iki lokantanın adını verip yerlerini tarif ediyor, yolumuza devam ediyoruz. Bahçe kapısına geldiğimizde görüyorum ki Gani Usta henüz taşı yığmamış kapıya. Telefon mu etsem diye geçiyor aklımdan, taş işinin perşembe başlayacağını düşünüp vaz geçiyorum.

Kapıyı açıp bahçeden giriyoruz içeri. Zeytin bizi havlayarak karşılıyor. Bütün gece devam eden rüzgar etkisini azaltmamış. Taş Ev'in yanındaki ceviz ağacından yine bir sürü ceviz dökülmüş yere. Pazardan aldıklarımızı tezgah altı dolaplara yerleştiriyorum. Zeytin için bir kaba kalan ekmeklerden doğruyorum. Her gün pirzola kemiği yiyecek değil ya. Beni görünce ne de çok seviniyor.

Yerdeki cevizleri toplayıp bir naylon poşete dolduruyorum. Aklımda pazardan aldığım dağ çilekleri var. Verandadaki masalardan birine oturuyorum. Oğlumun her tür meyveyle arası iyi değil. Eşimi arıyorum. Hani o da yemeyecekse seve seve hepsini mideye indireceğim. Telefonu cevap vermiyor. Uzaklardan telefonun sesini duyar gibi oluyorum. Arabanın bagaj kapağını açıca telefonun orada durduğunu görüyorum. Hepsini yemeyi kendime yediremiyorum. Bunun eşime karşı haksızlık olacağını düşünüyorum.    Kapıları kapatıp şehre dönüyoruz. Oğlumu Ortapark 'ta bırakıp eve dönüyorum. Kafamda Kuşadası'na doğru bir tur atmak var ama eşim benimle aynı fikirde değil. Arkadaşı arayıp evine davet etmiş ama o evde dinlenmeyi tercih ettiğini söylemiş. Yarısını bitirdiğim dağ çileklerinden ikram ediyorum. Hiç yememiş daha önce. Bir tane atıyor ağzına. Hoşuna gidiyor. Geri kalanını da o yiyor. Az sonra oğlum dönüyor eve. O da film izleyeceğini söylüyor. Hep beraber bir öğle sonrası uykusu çekiyoruz.

Akşama doğru bir kez daha çıkıyorum evden dışarı. Bu sefer eşimle birlikteyiz. Derekahve 'de Asmaaltı adında yeni açılan bir yere gitmeyi düşünüyoruz. "Sadece kahvaltı mı var burada?" diye birbirimize sorarken kapıdaki "Odun ateşinde ev yemekleri" levhası rahatlatıyor. Mavi boyalı demir kapı arkasındaki manzara hoş görünüyor. Kapıyı açmak için zorladığımızda kilitli olduğunu görüyoruz. Hemen solunda maviye boyanmış panjurları kapalı evin ziline basıyoruz. Cevap veren yok. Dönüp yeni açılan Venüs Bowling salonuna gidiyoruz. Salonun sahibi Erkal Bey bizimle özel olarak ilgileniyor. Fesleğen soslu penne makarna söylüyoruz. Tire'de bowling salonu açmak oldukça iddialı geliyor bana. Ancak gençlerin bu yeniliğe çok kayıtsız kalmadığını görüyoruz. Kısa süre sonra sıcak ızgara ve et çeşitlerine de başlayacaklarmış. Yemekten sonra Tiramisu söylüyoruz. Pasta dolabındaki değişik tatlılar eşimin ilgisini çekiyor. Eleman konusundaki ortak sıkıntılarımızı konuşuyoruz işyeri sahibi ile. Bol kazançlar dileği ile ayrılıyoruz.