Gece eve döndüğümde cep telefonumu yaylada unuttuğumu fark etmiştim. O kadar önemsemedim, yarın sabaha kadar bir şey olmaz dedim. Yine de içim rahat değil. Aksilik bu ya, bir arayan olur diye erken çıktım evden. Fırat'ı alıp bir an önce yukarı çıkmaktı düşüncem. Vaktinden önce buluşma yerine gelip beklemeye koyuldum. Ne gelen var ne giden. Telefon yok ki arayayım. Bu mendebur öylesine girmiş ki hayatımıza. Kafamda olasılıklar sıralanmaya başladı. Şimdi bu telefon edip şehirde falanca yerden onu almamı mı istedi yoksa? Evine kadar yürüyüp kapısını çalıyorum. "Abi neredesin ya, sabahtan beri sizi arıyorum, merak ettik bir şey mi oldu diye. Aşkın Şefi de aradım, o da aramış telefonun cevap vermiyor." Telefonu yukarıda unuttuğumu söylüyorum. "Meraktan çatladık burada, şimdi evinize geliyordum." diye söylenmeye devam ediyor.
Arkadaşından bir motosiklet bulmuş. "Siz çıkın ben arkanızdan gelirim." diyor. Kasap ve mandıra alışverişimi yapıp çıkıyorum yaylaya. Henüz kapıları açıp malzemeleri yerleştirmeye fırsat bulamadan telefonum çalıyor. Arayan yine bizim Fırat. "Abi motor arıza yaptı, istersen gel beni al, aşağıda köye yakın bir yerde kaldım." "Neredesin tam olarak" demeye kalmadan telefonumun şarjı bitiyor. Hemen arabaya atlayıp köyden aşağı iniyorum. Epey bir gittikten sonra sol taraftaki düzlükte görüyorum onu altındaki motosikletle uğraşırken. "Çalışıyor motor ama ilerlemiyor." derken çaresizlik içinde arızanın sebebini düşünüyor. "Elektrik arızası mı acaba, dün gece yağmurun altında bırakmıştım."
"Araba olsaydı gaz teli kopmuş olabilir derdim ama motosikletten anlamam." diyorum. Motosikleti kenarda bırakıp Taş Ev'e varıyoruz. Az sonra Aşkın Şef de geliyor. Küçük pazardan yüklü alışveriş yapmam lazım. Onları bırakıp şehre dönüyorum.
Pazarda köylülerden alıyorum yeşillikleri. Yer elması, kuzu kulağı, cibez, turp otu, hardal ne ararsan var. Salatalık fiyatları düşmüş biraz. Birkaç seferde arabanın arkasını dolduruyorum. Arabayı park ettiğim yerin yanındaki camiden sela okunuyor. Cuma selası değil bu. Hoca sayıyor ölenin yedi ceddini. Merhume bilmem kimin annesi, merhum bilmem kimin kayınvalidesi, merhum falancanın annesi, merhum... Kadın ne de uzun yaşamış. Bütün yakınları, çoluk çocuklarının hiçbiri hayatta değil. Uzun uzun aile bireylerini saydıktan sonra "Merhumenin mekanı cennet olsun." diyerek noktayı koyuyor.
Oğlum arıyor, ellerimde pazar torbaları. "Ben seni arayım daha sonra." deyip kapatıyorum. Yakınlardaki bir kahveye oturduktan sonra dönüyorum. İlk kez işlerinden bahsediyor. Mutlu oluyorum. Dönüş yolunda eski bir iş arkadaşım arıyor. Eski diyorum, çünkü yirmi yıla dayanıyor dostluğumuz. Kafası çalışan ve çalışkan bir mühendis. İşleri pek iyi değilmiş. Yurt dışında çalışmaya karar vermiş. "Ben bıraktım artık mühendisliği." diyorum ona, "Restorancılık oynuyorum."
Ben aşağıdayken misafirler gelip gitmiş Taş Ev'e. Bizi her zaman ziyaretleriyle onurlandıran bir dostumuzun tavsiyesi üzerine gelmişler. Hava güneşli, sıcaklık mevsim normallerinin üzerinde. O kadar ki rahatlıkla dışarıda oturulabilir. Aşkın Şef hummalı bir şekilde mezeleri hazırlıyor. Fırat bir an önce motosikleti tamire götürmek istiyor. Onu tekrar motoru bıraktığı yere götürüp dönüyorum. Az sonra bir arkadaşı ailesiyle birlikte geliyor. Bir fırsatını bulup odun kesmek üzere hazırlığa başlıyorum. Her geçen gün ağaç kesimi konusunda tecrübem artıyor. Bir depo benzin bitene kadar ağaç motorunu çalıştırıyorum. Bu çalışma üç el arabası yükü oduna karşılık geliyor. Önce depoyu benzin ve motor yağı karışımı ile dolduruyorum. Arkasından bıçkı yağı ile diğer hazneyi dolduruyorum. İpini birkaç kez çektikten sonra homurtuyla çalışmaya başlıyor testere. Önceden hazırladığım kalın kütükleri sobaya sığacak boyda doğruyorum. İyi bir spor oluyor bu bana. Biraz yorgun ama zinde hissediyorum kendimi.
Odun işi bittiğinde Aşkın Şef'in işinin de bitmek üzere olduğunu görüyorum. Hazırlamış olduğu keşkekleri dolaplara istifliyoruz. Meze dolabı temizlenmiş içi yirmiyi aşkın mezeyle donatılmış. Günler iyiden iyiye uzadı artık. Eskiden saat altı buçuk dedi mi avlu ve yol boyunca dikili direklerin ışıklarını yakmaya başlardık. Şimdi saat yedi buçukta hava hala aydınlık oluyor. Henüz karanlık basmadan misafir akınına uğruyoruz. Hafta içi için sıra dışı bir yoğunluk. Bu kadar kalabalık bir misafirle karşılaşacağımızı bilseydik Alp'e haber verirdik.
Güzel bir gece geçirdiğimizi, misafirlerimizin memnun kaldığını düşünüyoruz. İlk kez gelenler her şeyin fevkalade güzel olduğunu, artık sık sık geleceklerini söylüyorlar. Bu güzel gidişe alışveriş yaptığımız tanıdıklardan bir misafirimiz noktayı koyuyor. Güzelce yiyip içtikten sonra hesabı istiyorlar. İlk kez yanılıyor, toplama işleminde hata yapıyorum. Hesap sehven % 20 fazla gidiyor misafire. İnceleme esnasında hatayı fark edip itiraz ediyorlar. Birkaç kez kontrol ettikten sonra haklı olduklarını görüyor ve hesabı düzeltiyorum. Bu arada özür üzerine özür diliyorum. Giderlerken park yerinden çıkmalarına yardımcı oluyor yapılan hatadan dolayı bir kez daha özür diliyorum. Pencereyi aralayıp bana gülümseyerek sesleniyor. "Bizi nasıl kazıkladığınızı facebook'ta yazacağım." diyor. Şaka yaptığını düşünüyor ve işime dönüyorum.
Son misafirlerimizi de ağırlayıp günü neşeyle kapatıyoruz. Eve gelir gelmez bilgisayarımı açıyorum. Az önce bahsettiğim misafir yememiş içmemiş zehir zemberek bir yorum bırakmış facebook sayfamızda ve bir yıldız vermiş. Üzülüyorum elbette ama o kadar değil. İlk açıldığımızda dört yıldız bile üzerdi bizi. Hata insanlara mahsus bir şey. Özür de dilemişiz. Yorumunda "Kuru bir özürle geçiştirdiler hatalarını." diyorlar. Özrün yaşı nasıl olur henüz bilmiyoruz. Dişlerimi sıkıp yoruma son derece nazik bir cevap yazıyorum. Kendilerinin geniş toleranslarına teşekkür ediyorum. Her insanı mutlu etmenin imkansızlığını bir kez daha anlamış oluyorum bu gece.