Sabah erken çıkabilseydim park edecek yer bulabilirdim belki ama bunu yapmak için artık çok geçti. Kendime yeni bir park yeri aramaya başladım. Sonunda stadyum caddesi üzerinde bir yer buldum. Yol kenarına yanaşırken etrafta dolaşan çok sayıda trafik polisi tedirgin etti. Zira park ettiğim cadde boyunca "Park Edilmez" levhası bulunuyordu. Salı gününe hürmeten tolerans gösterileceğini düşünüyorum. Kısa bir süre sonra döneceğim nasıl olsa. İyi ki çok fazla alacağım yok bugün.
Hava güneşli ve sıcak. Üzerimdeki mont ağır geliyor. Önce muhasebeye uğrayıp evrakları teslim ediyor, arkasından pazar alışverişine başlıyorum. Yeni ortaya çıkan semiz otunun demeti üç liradan satılıyor. Yeşillikleri köylülerden alıyorum. Güzel Selçuk ayvası arıyorum. Salı günlerinin değişmez yemeği balık tabii. İşimin bitmesine yakın hazırlanması için eşime telefon ediyorum. Birlikte Seha Amcayı ziyaret edeceğiz.
Arabayı park ettiğim yere döndüğümde trafik polisinin yol kenarına park etmiş araçları çekiciye yüklediğini görüyorum. Önümdeki araca gelmiş sıra. Biraz daha geç kalmış olsam arabamın yerinde yeller estiğini görecektim.
Dondurmacı Ayhan Usta'ya uğruyor, yarın saat kaçta dükkanı açacağını soruyorum. Benden en az on beş yaş daha büyük Ayhan Usta. Dükkanında yıllardır, tek başına hem temizlik, hem imalat hem de satış yapıyor. Hele bir acı badem dondurması var ki dillere destan. "Seha Hocayı ziyaret edeceğiz." diyorum. Selamını iletmemi istiyor kendisine. "Benim lisede hocamdı o" deyince şaşırıyorum. Yediden yetmişe bütün şehir insanının hocası olma şerefine erişmiş bir tarih çınarı.
Eşimi alıp Seha Hoca'nın evine doğru yola çıkıyoruz. Kapının zilini çalıyoruz, duymuyor. Karşı dairede kızı ve damadı yaşıyor. Onların kapısını çalınca damadı açıyor kapıyı. "Uyuyor olabilir." diyor. Seha Hocanın daire kapısını açıyor. Küçük salonda koltuğa oturmuş televizyon seyrederken buluyoruz onu. Koltuğun yanında ve önündeki sehpaların üzeri kalemler, fırçalar ve boya malzemeleri ile dolu. 1928 doğumlu resim öğretmeni Seha Gidel eşimin baba tarafından akrabası. Ayakları zor taşıyor artık onu. Oturduğu koltukta üç şey yaptığını ama zamanın yetmediğini söylüyor. Zamanının çoğunu kitap okumakla geçiriyor. Kitaplardan beğendiklerini okumamız için öneriyor. Gözleri yorulunca resim yapmaya başlıyor. Her taraf çerçevelenmiş resimlerle dolu. Çok değerli ve güzel resimler bu gördüklerim. Birkaç sergi açacak kadar resim var elinde ama sergi açmayı düşünmüyor. Resim yapmaktan yorulduğu vakit önündeki televizyon kanallarını karıştırıyor. Aklı başı yerinde. Referandum sonucundan endişe duyuyor. Sonuç ne çıkarsa çıksın ülkenin durumu bugünkünden daha kötü olacak diyor.
Eski, siyah beyaz fotoğraflar gösteriyor, en az altmış yıllık. Fotoğraftaki kişilerin çoğu yaşamını yitirmiş. İstanbul'dan gelip Kaplan Köyünü ziyaret ederken hatıra kalsın diye fotoğraf çektiren akrabalarını anlatıyor. Laf lafı açıyor. İstanbul'da bitirdiği okulları, hocalarını anlatıyor. Bugünkü gençlerin elinden düşürmediği akıllı telefonlar yok o zamanlar. Zaman öldürücü oyunlar oynanmıyor bu yüzden. Bunların yerine her evde piyano var. İnsanlar zamanını sanatla uğraşarak geçiriyor, bol bol kitap okuyorlar. Bir sürü isim sayıyor bana yabancı. Eşim büyük bir kısmını zor da olsa hatırlıyor. Seha Hoca, hocaların hocası... Allah sağlıklı nice yıllar versin ona. İhtiyarlık maskaralık diyor ama üretmeye devam ediyor. Tek sıkıntısı eskiden olduğu gibi Kaplan dağının kayalıklarına doğru uzun yürüyüşleri yapamayışı, her gün güneşin batışını kayalıklardan seyredememesi...
Seha Hocaya veda ediyoruz. Pazardan aldığım balığı hazırlayacağım. Günün sonunda salı günlerinin en keyifli anları başlıyor. Güzel bir yeşil salata, yanında balık ve buz gibi bira...