Bir hafta daha geçti. Eşimle bu güzel günü birlikte yaşamak mutluluk verici. Sabah kahvaltısından sonra kontrol için hastaneye uğruyoruz. Eşimin ultrason sonuçlarının güzel olması sevindiriyor bizi. Uzun zamandır ilk kez birlikte pazara çıkıyoruz. Dolaşırken her adımımızda bir tanıdık rast geliyor. Mehter takımı hızında ilerliyoruz. Sarmaşıklar bollanmış, tezgahları süslüyor ancak fiyatlar hala yüksek. Bir köylünün tezgahına yaklaşıyoruz. Pazarlık sonuç vermiyor. Kuşkonmazın demeti yedi, sarmaşığın altı lira. Taş Ev'e geldiğimizde biz de sizinle pazarlık yapacağız deyince şaşırıyoruz. Güler yüzlü köy kadınının bu lafı üzerine pazarlığı kesip tezgahtaki bütün sarmaşıkları alıyoruz. Köylü kadın soruyor, "Biz bu köy kıyafetiyle gelsek içeri alır mısınız?" "Ne demek, diyorum, başım üstüne bu kıyafetle gelirseniz daha da memnun oluruz, Taş Ev'in yöresel özelliğine katkı sağlamış olursunuz." Meğerse köylerine gidip gelirken Taş Ev'in önünden geçerlermiş. Tanınmak mutlu ediyor bizi. Elbette iyi izlenim bırakmak, iyi olarak tanınmak, güvenilir olmak önemli.
Pırıl pırıl bir güneş var bugün. Hava sıcaklığı ideal. Ne üşüyoruz ne sıcaklanıyoruz. Her mevsimin güzelliği ayrı deseler de ben bu baharı seviyorum. Ne soğuktan ne sıcaktan şikayet ediyor insan bu mevsimde. Pazarı dolaşmaya devam ediyoruz. Referandum yarışı tam gaz. Hayır'cılar, Evet'çiler harıl harıl çalışıyorlar. Ne kadar kötüleşti halimiz. Eskiden ister şehirli, ister köylü olsun insana bakınca siyasi tercihini anlamak mümkün olmazdı. Şimdi kılık kıyafetine bakınca insanların ne olduğu belli oluyor. Anayasa değişikliği, başkanlık sistemi hikaye. Nisan ayında yapılacak referandum Atatürk mü, Recep Tayyip Erdoğan mı havasına girmiş durumda. Evet oyu vereceklerin önemli bir bölümü Atatürk'ten vaz geçmediklerini söylüyorlar. Bir kısmı Atatürk'e düşman kesilmiş ama bu konuda konuşacak cesaretleri yok. Abdülhamit hayranlığı her geçen gün artıyor. Atatürk, bağımsızlığımızın mimarı, dini kullanarak halkı sömürenlerin korkulu rüyası, kimliğini kaybeden halka ulus bilincini aşılayan bir deha... Bugünleri görmüş çok önceden. Gençliğe emanet etmiş bu vatanı. Gençliğe bakıyorum, ellerinde akıllı telefonlar, ya oyun oynuyorlar ya da birbirlerinin postlarını beğeniyorlar. Referandum umurlarında değil. Hayırcı'ların çoğu orta yaşlı Atatürkçü hanımlar. Atatürk'ün ülkeyi emanet ettiği gençlik ise başlarını örtüp Evet'çiler safına geçmiş durumda.
Pazar alışverişini tamamlıyoruz. Aldıklarımızı yaylaya çıkıp dolaplara yerleştiriyoruz. Fifi Taş Ev'in yanında bizi bekliyor. Sevincini sempatik hareketlerle gösteriyor bize. Ona yiyecek bir şeyler veriyoruz. Salı günleri alışkanlık haline getirdiğimiz balık sofrası kurmak yerine farklı bir şey yapmaya kararlıyız bugün. Kuşadası, İzmir derken Aydın'a gitmeye karar veriyoruz. Tam yirmi yıl önce, Çine Barajının yapımı sırasında bir yılımızı geçirdiğimiz şehre. Aydın'da yakın dostlarımız var, hatta Kaplan günlüğümü de okurlar kendileri. Kızacaklarını biliyorum ama pazar alışverişi nedeniyle geç vakit çıktığımız kısa süreli bu gezimizde onları telaşa sokmamak için kimseye haber vermiyoruz. Vakitten kazanalım diye Selçuk'tan otoyola giriyoruz. Şöyle alabildiğince gaza basmayı özlemişim. Eskiden Aydın çıkışında radar kontrolü olduğu geliyor aklıma, hızımı ayarlıyorum. Hava insanları dışarı davet ediyor...
Otoyol çıkışında kenti selamlamaya başlıyoruz. Şehir oldukça genişlemiş yeni binalar yapılmış ama imar denilen şeyin zerresi yok. Bulvarın üzerine yüksek binalarla adeta set çekilmiş. Yine de yirmi yıl öncesinin köy irisi havası kalmamış. Yeni açılan alışveriş yerleri canlılık getirmiş şehre. Geçen yıl uğradığımız Forum Aydın ilk durağımız. Hafta arası olmasına rağmen oldukça hareketli. Starbucks Coffee hınca hınç dolu. Aslında Aydın'a gittiğimde yapacağım ilk şey geçen sefer belirlediğim yerden kokoreç yemekti. Eşim "Ben aç kalırım sonra." deyip aklımı çeldi. Alışveriş merkezinde epey zaman harcadık. Eşimin en mutlu anları. Beğendiği giysilerin birini giyip birini çıkarıyor. Bu işin sonu gelmeyecek sanki. Onun mutluluğu benim şikayetimin önüne geçiyor. Sessizce bekliyorum işini bitirmesini. Giydikleri yakışıyor üzerine. Fikrimi alıyor, söylüyorum. İyi ki hanımlar giysilerini seçerken beyleri de düşünmüş işyeri sahipleri. Her mağazada oturacak bir yer var. Ayakta durmaktan yorulunca oturuyorum. Eşim inanılmaz bir enerji ile giysi denerken kendinden geçiyor. Oturduğum yerde bir ara uyukluyorum. Gözlerimi açınca bana yeni bir elbise gösteriyor üzerinde. Beğendiğimi söylüyor, tekrar başımı öne indirip uyukluyorum.
Bugün tatil günümüz olduğu halde telefonlar durmuyor. "Ödemişten yola çıktık, yeriniz var mı?" diyor bir misafirimiz. Salı günleri kapalı olduğumuzu özür dileyerek iletiyorum. Alışverişten sonraki durağımız D&R. Büyük bir mağaza buradaki. Fonda Haris Alexiou çalıyor. Bir kitap mağazasında bu tür müzik çalınmasını biraz yadırgasam da hayranlığımı kazanmış bir sanatçıyı dinlemek hoşuma gidiyor. Yarın unutmazsam eğer, Spotify'dan Alexiou'nun parçalarını indirmek ilk işim olacak. Eşim, üniversiteden sınıf arkadaşı, usta eleştirmen, yazar Hülya Soyşekerci ile ilgili Varlık Dergisinde yayımlanmış bir eleştiriyle ilgileniyor. Dergiyi aldıktan sonra Hülya Hanımın kitaplarını soruyoruz, olmadığını söylüyorlar.
Son günlerde eşimin hayranlığını kazanmış 1988 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mısırlı yazar Necib Mahfuz'un hangi kitaplarının bulunduğunu öğrenmek istiyoruz. Yazarın mevcut iki kitabını da satın alıyoruz. Kitap raflarının arasında dolaşan eşim giyim mağazasında olduğundan daha da mutlu görünüyor. Akşama ayak ağrıları, bel ağrılarının başlayacağını hatırlatıyorum.
Karnımızı doyurduktan sonra Forum'dan ayrılıyor, şehrin ana caddesine giriyoruz. Cadde ışıklı taklarla süslenmiş. "Şehir havasına girmiş artık Aydın." diyor eşim. Yol üzerindeki levhaları gösterip "Baksana, şehri de geçmiş, büyük şehir olmuş." diyorum. Ana caddenin arka sokağına girip eskiden oturduğumuz evi görmek istiyoruz. Sokak tek yön yapılmış. Dar bir arka sokağa girmek zorunda kalınca eski evimizden uzaklaşıyoruz. Daha fazla zaman kaybetmemek için dönüş yoluna giriyoruz. Otoban üzerinden Selçuk ayrımına kadar ilerliyoruz. Otoyol çıkışından sonra geriye kalan yolumuz sadece otuz kilometre. Kızım telefonla arıyor annesini. Yarım saat boyunca, eve varıncaya kadar konuşuyorlar. Venüs'ü konuşuyorlar daha çok. Onu veterinere götürmüş, aşısını yaptırmış. Gittiği yerdeki kedi yavrusuyla oynaşmasının videosunu gönderiyor.
Tire-Belevi yolu pek çok kazaya sebebiyet vermesiyle nam salmış olsa da bana yeterince konforlu geliyor. Dar olduğundan bahsedilse de yoldaki standart şerit genişliği 3,50 m. Trafik yoğunluğu nedeniyle duble yol yapılması isteniyor. Hakkari Yüksekova'daki yollar geliyor gözümün önüne. Trafiğin yok denecek kadar az olduğu bu bölgelerdeki yolları düşününce Belevi yolunun duble yolu çoktan hak ettiğini düşünüyorum. Yollar virajlı, hata affetmiyor. Bununla birlikte acemi sürücülerin, sorunlu araçlarla yapılan seyahatin, sürücü hatalarının, aşırı sürat ve alkollü araç kullanımının meydana gelen kazalarda büyük pay sahibi olduğunu düşünüyorum.
Hava karardı, evimize yaklaşıyoruz artık. Yolun kenarında park eden bir aracın stop lambasının ışıkları yol boyunca sıralanan km levhaları üzerindeki kedi gözlerine karışıyor. Aracın durduğu yer yol şeridine elli santim kadar tecavüz etmiş. Karşıdan gelen araçların çoğunun uzun farları açık. Park halindeki aracı sollamak için sol şeride taşmak, karşıdan gelen aracın da iyice sağa yanaşması şart. Buna benzer durumlarda yolun ne kabahati olabilir. Madem park edeceksin, yol şeridini niye işgal ediyorsun? Şikayeti azaltmak için de eğitim şart.