Dün ekiple birlikte kararlaştırdığımız üzere yarım saat önce düşüyoruz yollara. Aşkın Şefi de alıyoruz rotamız üzerinde bir yerden. Havanın soğuk olacağını düşünüyoruz. Bu yüzden ilk yapacağımız şey şömine sobanın yakılıp salonun ısıtılması...
Rezervasyon saatine tam bir buçuk saat kala Taş Ev'e varıyoruz. Böyle durumlarda saniyeler çok daha hızlı akıyor sanki. Şömine sobayı yakıyor Fırat. Depodan bir araba dolusu kestane odunu getirip merdiven altına depoluyorum. Aşkın, ızgaranın ateşini hazırlıyor. Ayşe Hanım her zaman olduğu gibi işinin başında. Ben de onlara yardımcı oluyorum. Rezervasyon misafirlerini beklerken Büyük Şehir Belediyesine ait bir araç giriyor bahçeye. Aslında çalışma saatimiz bile başlamamış. Halk Eğitimde yapacakları bir toplantı için gelmiş misafirler. Sabah güneşi serinliğin önüne geçmiş. Üst kattaki salona çıktıklarında içeride sigara içmek için müsaade istiyorlar. "Terasta içebilirsiniz, hem hava da o kadar soğuk değil." diyorum. Birlikte çıkıyoruz terasa. Pırıl pırıl bir güneş havayı iyice yumuşatmış. Terasta oturabileceklerini, servisin dışarı taşınmasını rica ediyorlar. Siparişler alınıyor. Aşkın Şef meşhur gözlemesini terasa gönderince, yenisinin siparişi gecikmiyor.
Rezervasyon saati hayli geçtiği halde gelen giden yok henüz. Kışın öğle yemeğine fazla misafir gelmez. Gelecek olanlar da genelde rezervasyon yaptırırlar. Erken gelmemiz Belediye'den gelen misafirlere yarıyor. Yemeklerini yedikten sonra hesabı ödeyip ayrılıyorlar. Şehre inip alışveriş yapmam lazım. Söylenen saatin üzerinden yarım saat geçtiği halde beklemeye devam ediyoruz. Personeli yarım saat önce göreve çağırmış olmamın hiçbir anlamı kalmıyor. Rezervasyon yaptıran dostumu arıyor, misafirlerin geciktiğini söylüyorum. İstanbul'dan gelecek misafirlerin uçaklarının rötar yaptığını ancak er ya da geç mutlaka gelecekleri söylüyor. Bir saat daha geçiyor. Aşkın Şef beklememe gerek olmadığını ve gecikmeden şehre inebileceğimi söylemiş olsa da ilk defa gelecek bu özel konukları bizzat kendim ağırlamak istiyorum. Telefonum çalıyor. Ekranda İzmir kodlu sabit bir numara görünüyor. Henüz bekledikleri misafirlerin gelmediğini, bu sebeple yemeği iptal etmek durumunda olduklarını söylüyor. Gecikmeli de olsa şehre iniyorum.
Alışveriş işinden sonra eve uğruyorum. Eşim yine boş durmamış nefis bir yaprak sarma hazırlamış yukarısı için. Yapraklar tülden daha ince ve harika görünüyor. Onun yorulmasına gönlüm razı değil ama boş duramama hastalığı var kendisinde. Yorulmasına karşı olduğum için "Ne gereği vardı şimdi bunun, zaten satılmıyor, yazık değil mi onca emeğine?" deyip söyleniyorum. Çok geçmeden o zehir hafızasıyla dalga geçtiğimi çıkarıyor ortaya. "Geçen sefer birbiri arkasına satılmamış mıydı?" diye çıkışıyor. "Haklısın" diyorum. Aslında istediğim tek şey onun yorulmaması.
Eski tanıdıklarımdan birini makamında ziyaret ettim. Odasında birkaç misafiri vardı. Hepsine merhaba deyip ellerini sıktıktan sonra masanın karşısındaki koltuklardan birine oturdum. Yanımdaki misafirlerden biri dikkat çekecek kadar çok konuşuyor. Daha sonra onun devletten emekli, orta düzey bir memur olduğunu öğreniyorum. O konuştukça hepimiz ağzımız açık dinliyoruz. Meslek hayatı boyunca karşılaştığı olayların nasıl üstesinden geldiğini anlatıyor. Öyle bir anlatıyor öyle bir anlatıyor ki, "Yok artık." diyecek hale geliyorum. Böyle bir insan yeryüzünde yok. Bu kadar dürüst, düzene bu kadar kafa tutan, kimsenin dokunmaya gücünün yetmediği... İnanmaya çalışıyorum, olmuyor. Nezaketen inanır gözüküyor, hatta dolduruşa gelip takdir dolu sözler bile sarf ediyorum. Hızını alamıyor, mafyayı nasıl dize getirdiğini anlatmaya başlıyor, avcıların abartılı hikayeleri gibi. İki husus var aklımda. Birincisi insanın kendini övdüğü konularda daima tersi çıktığını tecrübe etmiş olmam, ikincisi mevcut düzenin kendisine karşı insanları uzun süre karar verici makamlarda tutamayacağı... Kimse hiç yalan söylemiyorum demesin bana. Bilirim ki o yalancının tekidir. Kimse ben dürüstüm demesin, bilirim ki her türlü namussuzluk onda. Kimse adilim demesin, kendini övmesin. Bıraksın yaptıklarını başkaları değerlendirsin.
Akşamın erken saatlerinden itibaren rezervasyon yaptıran, yaptırmayan misafirler gelmeye başlıyor. Eşimin hazırladığı yaprak sarma en çok talep edilen yemek. Aşkın Şefin maharetini bilen ya da bu yörenin insanları menüde bulunmadığı halde çoban kavurma ya da mantarlı bonfile sote sipariş ediyorlar. Şef işini iyi biliyor. Kuzu şiş için önceden marine edilmiş kuzu etlerini kullanıyor. Lokum kıvamında öyle güzel bir çoban kavurma çıkarıyor ki ortaya, tarifi mümkün değil. Ancak resimlerini çekmekle yetiniyorum.
Misafir masasına oturmak adetim değil. Lakin misafirim üniversiteden yakın bir arkadaşım, yanında getirdiği arkadaşları da kafa dengi olunca durum değişiyor. Geç vakte kadar oturuyoruz. Arka masada sadece genç bir çift var. Çok geçmeden onlar da kalkıyor. Sohbet derinleşiyor. Siyasi mevzulara dalıyor, memleketin gidişatını konuşuyoruz. Her birimizin siyasi görüşleri farklı olsa da birleştiğimiz husus Atatürk'ü sayıp seviyor, onun fikirlerini benimsiyor olmamız. Çok kitap okuyan, eğitim kültür düzeyleri yüksek insanlar. Ülkenin maceraya sürüklendiğini, bütün yaşananların ülkemiz üzerinde tezgahlanan hain planın birer parçaları olduğunu konuşuyoruz. Siyasilerin göz yumduğu hatta alenen destek verdiği Fetö örgütlenmesinin orduya nasıl adım adım sızdığını anlatan bir kitabı anlatıyorlar. Doğruyu, yanlışı görebiliyorlar. Yine de benim kadar karamsar değiller ülke geleceğine dair.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder