Kendimi bildim bileli gece kuşuyum. Öğrencilik yıllarımda, meslek hayatım boyunca saat 2.00 den önce uyku girmezdi gözüme. Gecenin sessizliğini severim. Bazen hızımı alamayıp sabaha kadar çalıştığım, okuduğum, yazdığım, TV de haber programlarını ya da tekrarlarını izlediğim olmuştur. Sabah yeniden doğuşu simgeler. Çoğu insana umut veren günün bu ilk bölümü bende farklı duygular uyandırır. Geceyi bitirdiği için sabaha öfkelenirim. Güneşin doğup ortalığı aydınlatmaya başladığı saatler bana daha hızlı akarmış gibi gelir. Ömrümden bir günün gittiğini bu saatlerde düşünürüm. Bitmez gibi gelen gecenin sakinliği sabahın telaşına bırakır yerini. Bir koşturmadır başlar hayatta kalma mücadelesinde. Sabahları günün sürprizlerine hazırlarken kendimi, geride bıraktığım gecede kalır aklım. O bir daha hiç gelmeyecek, giderken ömrümüzden bir günü de yanında götürecektir. Bu yüzden sabahın erken saatleri hüzün çöker üzerime.
Son zamanlarda değişmeye başladı bu güzel huyum, geceleri oturamıyorum artık. Bilgisayarımın yanı başında koltuğuma kaykılıp hemen sızıyorum. Eşim halimi görüp yatağa gitmemi söylüyor. Gözlerimi açıyor, yazımı yazdıktan sonra yatacağımı söylüyorum. Bedenim laf dinlemiyor. Kısa bir süre sonra tekrar uyuklamaya başlıyorum. Yaşıma göre beş saat uyku yetiyor bana. Sabaha karşı saat 3.00'te bazen 4.00'te ya da en fazla 5.00'te uyanıyorum.
Yine her zamanki koltuğumda sızarken bir rüya görüyorum. Belki rüya bile denemez buna. Sadece bir sahne var gözümün önünde. Eşimin elini sıkıyorum. İşte bütün rüya bu. Zorum ne idi bilmiyorum, oldukça sert sıkıyorum eşimin elini. Sağ elim hissiz, on gündür ağrıyan kolumun acısıyla uyanıyorum. Bir üşüme hissi sarıyor bedenimi. Saat sabaha karşı üçü çeyrek geçiyor. Bilgisayarı bile kapatmadan yatağa atıyorum kendimi.
Sabah ilk işim şu Hepatit aşısının ikincisini yaptırmak. Tahlil sonuçlarında herşey negatif çıkınca kızım paniklemiş, hazır hastaneye gitmişken oracıkta yaptırmıştı ilkini. Hava serince. Güneş bulutların arasında saklambaç oynuyor. Eşimin aksine dakik bir insanım. Eşim dakikten de öte. Eski genel müdürüm gibi ne olur ne olmaz diye bir saat öncesinden hazırlanır. Ben ise tam vaktinde giderim randevularıma. Ne erken, ne de geç. Saatime baktım, duşumu alıp, traş olacağım. Evden çıkıp yürüme mesafesindeki hastaneye doğru yol alıyorum. Enfeksiyon Hastalıkları bölümünü danışmadan sorup öğrenmem bir kaç dakika ilave zamanımı alır. Tam saatinde poliklinikte doktorun kapısındayım. Kapının üzerinde başka birinin ismi yazıyor. Genel bilgilendirme ekranında benden sonra gelen kişi bu. Hemen danışmadaki sekretere saatimi gösteriyorum. Tam randevu saatim. Erken gelmiş doktor, beni anons edip bulamayınca yerime benden sonrakini almış. Görevli "Hasta çıksın, siz girersiniz." diyor. On dakika kadar bekliyorum. Kapının üzerindeki ışıklı bilgi levhasında şimdi benim adım yazıyor. İçeri giriyorum, doktordan başka kimse yok. Ben kapıda beklerken dışarı çıkan biri olmadığından eminim. Doktorun ancak gönlü oldu demek. Durumu anlatıyorum. Orada aşı yapılmıyormuş, ilgilenip bir başka servisi arıyor. Gidip orada aşımı yaptırıyorum.
Pazar alışverişini bir an evvel tamamlayıp yola çıkmam lazım. Çarşıdaki alışveriş merkezinin otoparkında güç bela bir yer buluyorum. İşlerimi tamamlayıp yaylaya çıkıyorum. Kapıyı açık gören Aşkın Şef içeri giriyor. Akşam saatlerinde ucuzladığı için sarmaşıkları onun almasını istiyorum. Fifi'ye biraz ekmek parçalıyorum. Aldığım malzemeleri dolaplara yerleştikten sonra İzmir'e doğru yola koyuluyorum.
Kızımın evine vardığımda Venüs ile birlikte karşılıyorlar beni. Görmeyeli epey büyümüş. Yaramaz mı yaramaz. Tüyleri beyaz bir pöstekiyi andırıyor. Saatlerce oynuyoruz. Bitmez, tükenmez bir enerji ile yerinde duramıyor. Dişleri çok keskin ama canımı yakmamaya özen gösteriyor. Türlü türlü oyuncaklar almış kızım ona. Dün geceyi kızımla birlikte geçiren eşimi alıp alışverişe çıkıyoruz. Taş Ev'i süslemek için Alaçatı aydınlatması adını verdikleri ağacın dallarına asıldığında ortama güzel bir ahenk getiren renkli avizelerden aldıktan sonra sahil yolu üzerinden kızımın evine dönüyoruz. Sahil yolunda çalışmalar henüz bitmemiş. Güneş kalın bulutların arasında sönük bir ışık olarak kendini belli ediyor. Deniz dalgalı.
Kızımın sesi kısık hala. Nöbetini bir arkadaşına devretmiş. Akşama Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosunda Aşk-ı Memduh isimli bir oyuna bizim için de bilet almış. Nice zamandır tiyatroya gitmediğimden ilaç gibi geliyor bu bana. Evden çıkıp Bostanlı'ya varıyoruz. Oyunun başlamasına daha bir saat var. Eşimin geç kalacağız nidalarına kulak tıkayan kızım bizi ünlü bir pizzacıya sürüklüyor. Dükkan tıklım tıklım. Tam geri dönmeye hazırlanırken bir masa boşalıyor dışarıda. Garson siparişleri alıyor. Onlarca seçenekler arasından hepimiz farklı türden pizza sipariş ediyoruz. Benim tercihim dört peynirli olanından. Pizza hamurları ince ama gerçek İtalyan pizzası kadar değil.
Yemekten sonra tiyatro binasına doğru acele adımlarla yürüyoruz. Kızım sinirleniyor birden. Telefonundan oturacağımız yerleri öğreniyor. Birinci sınıf diye aldığı biletler ortadaki bölümlerin en arka ve en kenarından. Bilet satış görevlisi ile konuşuyoruz. Birinci sınıf dedikleri bölümler seyircilerin oturacağı yerlerin yüzde doksanı. Sadece sağlı sollu iki küçük kanat ikinci sınıfmış. "Sıkılmayın siz." diyor görevli, "Nasıl olsa önde boş yerler olacak, oraya geçersiniz." İçeri girip kötü yerlerimize oturuyoruz. Oldukça rahatsızlık verici. Kızımın yüzünden düşen bin parça. Aldatıldığını düşünüyor. Koltukların arkalığı bile yok, duvara sırtımızı dayıyoruz. Oyunun başlamasına dakikalar var artık. Kızım sahneyi ortadan gören boş bir yer kestiriyor gözüne. Hadi kalkın diye işaret ediyor önümüzden giderken. Gidip bize ait olmayan yeni yerlerimize yerleşiyoruz. Bizi gören birkaç kişi de yan taraftaki boşlukları dolduruyor. Oyun eski zamanların bir pop şarkısıyla başlyor. "
Biraz oyundan bahsetmek gerekirse; Dört oyuncu var sahnede, Volkan Severcan, Nurseli İdiz, Melda Gür ve Erhan Yazıcıoğlu. Oyun iki perdeli komedi. Volkan Severcan, oyundaki adıyla Memduh, çok sevdiği karısı tarafından aldatılmış, titizlik hastası, asansöre, uçağa binme, kapalı yerde kalma, köprüden geçme gibi daha bir sürü şeye fobisi olan sümsük bir karakteri canlandırıyor. Uçakta karışan valizini değiştirmeye geldiği evin sahibesi Canan rolünde Melda Gür oynuyor. Melda, evde kalmış, bir yuva kurmanın hayalini yaşayan, Memduh'un aksine kontrolü her zaman elinde tutmaya çalışan bir kız. Melda'nın annesi Münevver'i ise Nurseli İdiz canlandırıyor. Münevver, kızına aşırı derece düşkün, sık sık onu telefonla arayarak bunaltan bir tip. Dr. Aşkın Sevgiseli rolündeki Erhan Yazıcıoğlu ABD Başkanı tiplemesine bürünmüş, seyircilerle interaktif diyalog kurmaya çalışırken kendini aşk doktoru olarak lanse eden bir tip.
İki zıt karakterin komik ilişkisi üzerine kurulan oyunda Melda Gür ve Volkan Severcan'ı başarılı buldum. Nurseli İdiz oyunun birkaç bölümünde rol alıyor. Güzelliği ile göz dolduran sanatçı kapasitesinin altında bir rol üstlenmiş. Erhan Yazıcıoğlu ise tam bir fiyasko. Onun rolü sanki sonradan oyuna iliştirilmiş. Bir bakıyorsunuz seyircilere karışmış, bir bakıyorsunuz kızın yatak odasından fırlayıvermiş. Sanki yoldan çevirip, "Sen de doğaçlama bir şeyler söyle bari." demişler. Doğal olarak oyunun büyüsünü bozarken "Hiç olmasaydı daha iyiydi." dedirtiyor. Nurseli İdiz özellikle ikinci perdede şuh pozlarla seyircinin dikkatini çekiyor. Bu roller ona güzel oturuyor zaten. Sahnede oldukça rahat.
Tiyatrodan çıkıp eşime soruyorum kaç puan verdiğini. "Yedi puan" diyor. Ben ise en fazla beş puan veriyorum. Her şeye rağmen sahne çalışanlarının emeği var elbette. İyi ki gitmişim yine de. Ayrı ayrı puan vermem istenirse Melda Hanıma on puan Volkan Severcan'a dokuz puan, Nurseli İdiz'e yedi puan, Erhan Yazıcoğlu'na ise sıfır puan verirdim. Sahne dekoru idare eder, ışıklandırma vasat. Müzikler de çok daha iyi seçilebilirdi.
Gece evimize dönüyoruz. Kızım Venüs'ü alıp geliyor yanıma. Geç saatlere kadar oynuyoruz onunla. Uyku ağır basınca günlüğü yazmam yarına kalıyor.
Sabah ilk işim şu Hepatit aşısının ikincisini yaptırmak. Tahlil sonuçlarında herşey negatif çıkınca kızım paniklemiş, hazır hastaneye gitmişken oracıkta yaptırmıştı ilkini. Hava serince. Güneş bulutların arasında saklambaç oynuyor. Eşimin aksine dakik bir insanım. Eşim dakikten de öte. Eski genel müdürüm gibi ne olur ne olmaz diye bir saat öncesinden hazırlanır. Ben ise tam vaktinde giderim randevularıma. Ne erken, ne de geç. Saatime baktım, duşumu alıp, traş olacağım. Evden çıkıp yürüme mesafesindeki hastaneye doğru yol alıyorum. Enfeksiyon Hastalıkları bölümünü danışmadan sorup öğrenmem bir kaç dakika ilave zamanımı alır. Tam saatinde poliklinikte doktorun kapısındayım. Kapının üzerinde başka birinin ismi yazıyor. Genel bilgilendirme ekranında benden sonra gelen kişi bu. Hemen danışmadaki sekretere saatimi gösteriyorum. Tam randevu saatim. Erken gelmiş doktor, beni anons edip bulamayınca yerime benden sonrakini almış. Görevli "Hasta çıksın, siz girersiniz." diyor. On dakika kadar bekliyorum. Kapının üzerindeki ışıklı bilgi levhasında şimdi benim adım yazıyor. İçeri giriyorum, doktordan başka kimse yok. Ben kapıda beklerken dışarı çıkan biri olmadığından eminim. Doktorun ancak gönlü oldu demek. Durumu anlatıyorum. Orada aşı yapılmıyormuş, ilgilenip bir başka servisi arıyor. Gidip orada aşımı yaptırıyorum.
Pazar alışverişini bir an evvel tamamlayıp yola çıkmam lazım. Çarşıdaki alışveriş merkezinin otoparkında güç bela bir yer buluyorum. İşlerimi tamamlayıp yaylaya çıkıyorum. Kapıyı açık gören Aşkın Şef içeri giriyor. Akşam saatlerinde ucuzladığı için sarmaşıkları onun almasını istiyorum. Fifi'ye biraz ekmek parçalıyorum. Aldığım malzemeleri dolaplara yerleştikten sonra İzmir'e doğru yola koyuluyorum.
Kızımın evine vardığımda Venüs ile birlikte karşılıyorlar beni. Görmeyeli epey büyümüş. Yaramaz mı yaramaz. Tüyleri beyaz bir pöstekiyi andırıyor. Saatlerce oynuyoruz. Bitmez, tükenmez bir enerji ile yerinde duramıyor. Dişleri çok keskin ama canımı yakmamaya özen gösteriyor. Türlü türlü oyuncaklar almış kızım ona. Dün geceyi kızımla birlikte geçiren eşimi alıp alışverişe çıkıyoruz. Taş Ev'i süslemek için Alaçatı aydınlatması adını verdikleri ağacın dallarına asıldığında ortama güzel bir ahenk getiren renkli avizelerden aldıktan sonra sahil yolu üzerinden kızımın evine dönüyoruz. Sahil yolunda çalışmalar henüz bitmemiş. Güneş kalın bulutların arasında sönük bir ışık olarak kendini belli ediyor. Deniz dalgalı.
Kızımın sesi kısık hala. Nöbetini bir arkadaşına devretmiş. Akşama Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosunda Aşk-ı Memduh isimli bir oyuna bizim için de bilet almış. Nice zamandır tiyatroya gitmediğimden ilaç gibi geliyor bu bana. Evden çıkıp Bostanlı'ya varıyoruz. Oyunun başlamasına daha bir saat var. Eşimin geç kalacağız nidalarına kulak tıkayan kızım bizi ünlü bir pizzacıya sürüklüyor. Dükkan tıklım tıklım. Tam geri dönmeye hazırlanırken bir masa boşalıyor dışarıda. Garson siparişleri alıyor. Onlarca seçenekler arasından hepimiz farklı türden pizza sipariş ediyoruz. Benim tercihim dört peynirli olanından. Pizza hamurları ince ama gerçek İtalyan pizzası kadar değil.
Yemekten sonra tiyatro binasına doğru acele adımlarla yürüyoruz. Kızım sinirleniyor birden. Telefonundan oturacağımız yerleri öğreniyor. Birinci sınıf diye aldığı biletler ortadaki bölümlerin en arka ve en kenarından. Bilet satış görevlisi ile konuşuyoruz. Birinci sınıf dedikleri bölümler seyircilerin oturacağı yerlerin yüzde doksanı. Sadece sağlı sollu iki küçük kanat ikinci sınıfmış. "Sıkılmayın siz." diyor görevli, "Nasıl olsa önde boş yerler olacak, oraya geçersiniz." İçeri girip kötü yerlerimize oturuyoruz. Oldukça rahatsızlık verici. Kızımın yüzünden düşen bin parça. Aldatıldığını düşünüyor. Koltukların arkalığı bile yok, duvara sırtımızı dayıyoruz. Oyunun başlamasına dakikalar var artık. Kızım sahneyi ortadan gören boş bir yer kestiriyor gözüne. Hadi kalkın diye işaret ediyor önümüzden giderken. Gidip bize ait olmayan yeni yerlerimize yerleşiyoruz. Bizi gören birkaç kişi de yan taraftaki boşlukları dolduruyor. Oyun eski zamanların bir pop şarkısıyla başlyor. "
Biraz oyundan bahsetmek gerekirse; Dört oyuncu var sahnede, Volkan Severcan, Nurseli İdiz, Melda Gür ve Erhan Yazıcıoğlu. Oyun iki perdeli komedi. Volkan Severcan, oyundaki adıyla Memduh, çok sevdiği karısı tarafından aldatılmış, titizlik hastası, asansöre, uçağa binme, kapalı yerde kalma, köprüden geçme gibi daha bir sürü şeye fobisi olan sümsük bir karakteri canlandırıyor. Uçakta karışan valizini değiştirmeye geldiği evin sahibesi Canan rolünde Melda Gür oynuyor. Melda, evde kalmış, bir yuva kurmanın hayalini yaşayan, Memduh'un aksine kontrolü her zaman elinde tutmaya çalışan bir kız. Melda'nın annesi Münevver'i ise Nurseli İdiz canlandırıyor. Münevver, kızına aşırı derece düşkün, sık sık onu telefonla arayarak bunaltan bir tip. Dr. Aşkın Sevgiseli rolündeki Erhan Yazıcıoğlu ABD Başkanı tiplemesine bürünmüş, seyircilerle interaktif diyalog kurmaya çalışırken kendini aşk doktoru olarak lanse eden bir tip.
İki zıt karakterin komik ilişkisi üzerine kurulan oyunda Melda Gür ve Volkan Severcan'ı başarılı buldum. Nurseli İdiz oyunun birkaç bölümünde rol alıyor. Güzelliği ile göz dolduran sanatçı kapasitesinin altında bir rol üstlenmiş. Erhan Yazıcıoğlu ise tam bir fiyasko. Onun rolü sanki sonradan oyuna iliştirilmiş. Bir bakıyorsunuz seyircilere karışmış, bir bakıyorsunuz kızın yatak odasından fırlayıvermiş. Sanki yoldan çevirip, "Sen de doğaçlama bir şeyler söyle bari." demişler. Doğal olarak oyunun büyüsünü bozarken "Hiç olmasaydı daha iyiydi." dedirtiyor. Nurseli İdiz özellikle ikinci perdede şuh pozlarla seyircinin dikkatini çekiyor. Bu roller ona güzel oturuyor zaten. Sahnede oldukça rahat.
Tiyatrodan çıkıp eşime soruyorum kaç puan verdiğini. "Yedi puan" diyor. Ben ise en fazla beş puan veriyorum. Her şeye rağmen sahne çalışanlarının emeği var elbette. İyi ki gitmişim yine de. Ayrı ayrı puan vermem istenirse Melda Hanıma on puan Volkan Severcan'a dokuz puan, Nurseli İdiz'e yedi puan, Erhan Yazıcoğlu'na ise sıfır puan verirdim. Sahne dekoru idare eder, ışıklandırma vasat. Müzikler de çok daha iyi seçilebilirdi.
Gece evimize dönüyoruz. Kızım Venüs'ü alıp geliyor yanıma. Geç saatlere kadar oynuyoruz onunla. Uyku ağır basınca günlüğü yazmam yarına kalıyor.