KATEGORİLER

14 Nisan 2017 Cuma

DEMİRYOLU GEÇİDİ

12/04/2017 Çarşamba, Tire

Dün pazar alışverişini şefe yaptırmıştım. Domates fiyatları hala çok yüksek. Dün telefonla aramış, en ucuzu dört beş lira olduğunu söylemişti. Bunun üzerine "Bırak sen, yarın gider halden alırım." demiştim. Biraz erken çıkıp emanet bıraktığı bir esnaf arkadaşından malzemeleri alıyorum. Hale doğru çeviriyorum yönümü. Kiloda kazancım sadece elli kuruş. Bazen pazardaki fiyattan bile daha yüksek fiyatlardan aldığımı düşünüp seviniyorum yine de. Düşünüyorum da; sanırım bazı yapısal değişiklikler oldu bende. Eskiden ekmek kaç para diye sorsa biri, utanır cevap veremezdim. Nadir olarak yaptığım alışveriş sonrası eşim sorardı. Falancayı kaça aldın? Cevap veremezdim hiçbir seferinde. Şimdi öyle mi ya, kuruşu kuruşuna her aldığımın fiyatını biliyorum.

Yaylaya çıkıp kolları sıvıyoruz. Hava bugün oldukça serin. Yağmur yağdı yağacak. Her seferinde şömine sobayı son defa yaktığımı düşünüyorum. Öyle gün boyu yakmama gerek kalmıyor. Salonda soğuğun kırılması için birkaç odun atsam yetiyor. Şef işinin başında. Pazar alışverişi türlü türlü mezelere dönüşüyor. Bir anda ortalığı kesif bir koku sarıyor. Hayran olduğum bir koku bu. Çocukluğum geliyor gözlerimin önüne. Tek katlı, arka tarafta küçük bir avlusu olan evimizin mutfağındaki bakır tencerede pişen arapsaçının anason kokusunu hatırlıyorum. Hiç bu kadar güzel ve kuvvetli bir rayihaya şahit olmamıştım. Hemen mutfağa koşup şefe soruyorum. "Nereden aldın bu arapsaçını, nefis kokuyor?" Aşkın Şef işine iyice konsantre olmuş, başını kaldırmadan "Köylüden aldım, yetiştirme değil." diyor.

İşlerimi tamamladıktan sonra bilgisayarımın başına geçiyorum. İki gün boyunca her gittiğim yerde siyaset görmekten bıktım. Panolarda, televizyonlarda, radyolarda, sohbetlerde siyasetten başka bir şey yok. 16 Nisan'dan sonra işler arapsaçına dönecek endişesini içimde hissediyorum. Bir demiryolu geçidindeyiz sanki. Bariyeri birileri kontrolsüz şekilde açacak 16 Nisan'da. Oluk oluk akacak insanlar demiryoluna. Durmadan, duymadan, bakmadan, dinlemeden, düşünmeden... Gelecek tehlikeyi görmeden... Oysa kocaman bir kara tren geliyor karşıdan. Ezip geçecek üzerlerinden.

Başka bir şey yazmak gelmiyor içimden. İnsanların sormadan sorgulamadan vereceği oylara göre ülkenin kaderinin belirlenmesini yadırgıyorum. Ülkemiz üzerinde oynanan büyük oyunu görmüyor gözler. Gözlerin görmediği daha çok şey var. Mesela Kılıçdaroğlu'nun yeni yeni gündeme getirdiği "Kontrollü Darbe" iddiası. Benim sözde darbenin ikinci günü gördüğümü nasıl görmüyor bu insanlar. Hepsi bir oldular, kuzu kuzu gittiler CB yi demokrasi kahramanı yaptılar. Açıkçası o zamanlar Kılıçdaroğlu'nun halkın nazarında darbeci damgası yememek için sözde darbeyi eleştirmekten çekindiğini düşünmüştüm. Politikanın kuralları farklı olsa da, halk onu düşünür, böyle etkilenir demeksizin doğruların üzerinden gitmeli bence. Mesela Sakarya'da kara çarşaflılara CHP rozeti takılmasını da eleştirmiştim. Eşim "Olsun varsın onları da kazanmak lazım." derken, ben "Hayır." demiştim. "Bu insanlar Atatürk'e, onun yarattığı modern Türkiye Cumhuriyetine karşılar. Eskiye, dinin yaşam şekli olarak algılandığı düzene yakınlar. Bunların CHP gibi bir partide işleri de yerleri de olmaz." Nitekim üç gün geçtikten sonra Baykal'ın törenle taktığı rozetleri fırlatıp atmıştı hepsi.

Bugün de siyaset yazıyorum hiç istemediğim halde. Hiç bir partiyi ya da organizasyonu savunmuyorum. En fazla eleştireceğim parti CHP aslında. Parti görüşleri değil eleştirmek istediğim. İktidara gelme mücadelesinde yaptıkları vahim hatalar. İktidar partisinin yaptığı hataların yüzde birini onlar yapmış olsalardı çoktan silinir giderlerdi. Ülkeyi talan etmelerine, keselerini haramla doldurmalarına, dış politikada devletimizi sersefil etmelerine, terörü hortlatmalarına, adaleti can güvenliğini yok etmelerine, dini siyasete, ticarete, sosyal yaşama alet etmelerine rağmen iktidarın hala ayakta kalması ve iki kişiden birinin oyunu alması iktidarın başarısı değil, muhalefetin, özellikle CHP'nin acizliği. Başka bir şey demiyorum.

"Kontrollü Darbe" konusuna gelince: Ne demek bu? Bu şu demek: Yapılacak darbe biliniyor ve hazırlıklar takip ediliyordu. Her türlü tedbiri aldılar. Kimin ne yapacağı önceden belliydi. Hatta onlardan önce düğmeye basıp darbecileri paniklettiler, hazırlıksız yakalanmalarına sebep oldular. Bence bu söylem en iyimser senaryo. Bakmayın siz sahte demokrasi kahramanlarına. Bana göre sözde darbeyi tezgahlayan iktidarın ta kendisi. Fetö falan hepsi hikaye. Ülkeyi parçalayacak, karanlık günlere götürecek senaryonun mimarları belli. ABD, Fetö ve iktidar...  Nereden mi vardım bu kanıya. Her şeyden önce Fetö'yü devletin en kritik makamlarına yerleştirenler kim? Askeri Şûralarda Fetöcü subayların ordudan atılmasına şerh koyanlar kim? İktidara geldikten sonra orduyu, yargıyı, polisi, valiyi, kaymakamı ve bütün kritik görevleri Fetöcü'lerle dolduranlar kim? İktidarın ta kendisi elbette. Ya darbe maskaralığı? Boğaz köprüsüne iki tank gönder, radyolar, TV'ler bas bas darbenin naklen yayınını yapsın, camilerde salalar okunsun, milleti sokağa dök, darbeyi önle. "Şehitlerin kemiğini sızlatıyor Kılıçdaroğlu" diyor başbakan, "Kontrollü Darbe" dedi diye. O vebal kurdukları senaryo gereği halkı sokağa dökenlerin üzerinde. Sözde demokrasi şehitleri diyorlar. Şehit dedikleri tankın topuna elini sokup darbeyi önlediğini sanan zavallı insancıklar... ABD niye Fetö'yü vermiyor. Verir mi hiç ortağını. Yok eder, ortadan kaldırır yine vermez. İktidarın da işine gelmez bu, pislikleri dökülmesin diye. Bence Fetö ile iktidar ortaklığı devam ediyor. Siz hiç siyasetten Fetö'cü diye sorgulanan, hapse atılan birini duydunuz mu hiç? Fetö iktidarla anlaşmaları gereği yasa dışı işleri sahipleniyor. Hırsızlıkları, dış politika yanlışlarını, terörü, yitirilen canları ve her türlü politik başarısızlıkları at Fetö'nün üzerine, kendini çıkart temize. Fetö bu tabloyu niye kabul etti acaba? Ortaklardan birinin bu pislikleri, diğerlerini temize çıkarması karşılığında kabullenmesi gerekirdi. Bu ABD olmayacağına göre ya iktidar ya Fetö olacaktı. Eğer darbe başarılı olsaydı günah keçisi iktidar olacaktı. Darbeye karşı kazanan taraf, üzerindeki bütün kara lekeleri Fetö'ye yıkmış oldu. Günlerce bütün televizyon kanalları adeta beyin yıkayarak bunun bir darbe olduğunu anlattılar. Anlatmak zorundalardı. Tekrar tekrar, ballandıra ballandıra... Böyle bir darbe ne görülmüş ne duyulmuştu. CB'nin, ordunun başındaki kişinin yanlarından ayrılmayan emir subayları Fetö'nün has adamları değil miydi? Madem iktidarı ele geçirmeye niyetleniyorsun, halka tankları göndermek yerine bu makamdakilerin kafasına birer kurşun sıkmak daha mı zordu? Bak o zaman bir kişi çıkar mıydı sokağa? Önceden uygun yerlere monte edilmiş kamera görüntüleri servis edilmeye başlandı, yeni görüntüler çıktı diyerek. Bir anlaşma vardı aralarında. Aksaray külliyesine dokunulmayacak. Meclis bombalanabilir. Haberler uçtu jetlerden önce. Meclisteki sözde demokrasi havarileri barınaklara kaçtı. Tamam, kimse kalmadı, meclis bombalanabilir. Her şey kontrol altında. Aman bir siyasetçimizin burnu kanamasın. Halktan ölenler olabilir. Onlara da terör mağduru, şehit der, ailelerine üç beş kuruş verince  ağızlarını kapatırız. İşte kontrollü darbe bu. Ama var mı bir babayiğit bunları dile getirecek, şöyle etkili, yetkili makamdan? Yok tabii. Ya Fetö'cü derler sonra, ya da terörist. Gelsin desinler bana. Alnım ak, sicilim temiz. Her şeyden önce ahmak değilim.

Yeter artık bu kadar siyaset. Sakin sayılabilecek bir gün geçirdik ama Mayıs ayı rezervasyonları süper. Mayıs ayının üç günü restoranı kapattık gibi. Hele bir grup var ki tam seksen kişi.  Mecburen bahçede ağırlayacağız misafirlerimizi.       

12 Nisan 2017 Çarşamba

AK KAŞIK

11-12/04/2017 Salı,  Çarşamba, Tire

Ne bir partiye üyeliğim oldu ne de bir partinin fanatik destekçisi oldum bugüne kadar. Ülkemizde uygulanan çok partili sistem bu şekilde gittiği sürece benim mizacımdaki bir insanın politika yapması bir tarafa oy kullanması dahi zoraki oluyor. Bugün siyaset yazacağım. Siyasi bir yazı değil bu. Bazılarının hoşuna gidebilir, hatta katılabilir düşüncelerime. Ama biliyorum ki bazılarının hoşuna gitmeyecek söylediklerim. Tek dileğim bizi yönetmeye aday kişilerin sözlerine göre değil, yaptıklarına göre karar verilmesi. Hani derler ya, "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz."

Referandum tarihi yaklaşıyor. Şehrin bütün panoları iktidar partisi tarafından zaptedilmiş. Muhalefete kenarda köşede birkaç yer kalmış. Hangi TV kanalını açsam, ya partili tarafsız cumhurbaşkanı, onun dizinden ayrılmayan başbakan, reislerine şartsız biat eden bakaniar, milletvekilleri ve siyaset konuşanlar çıkıyor karşıma. Çok ender muhalefet parti liderlerinin toplumun ilgisini uyandırmaktan uzak bir iki cümlesine ve görüntüsüne rastlanıyor. En iyi yönetim şekli dedikleri "demokrasi" bu mu? Önüne gelenin boğazını sık, sen bas bas bağır. Atatürk'e ve onun kurduğu cumhuriyete kin besleyenler sokaklarda... Ellerinde "evet" bayrakları... "Neye "evet"? Tayyib'e evet. Anayasa değişikliği, başkanlık sistemi? "Boş ver onları, Reis ne yapsa doğrusunu yapar." Bu insanlarla benim oyum aynı değere sahip ya, beni üzen, kahreden konu bu. Millete gidiyoruz, söz milletin türünden lakırdılar oldum olası korkutuyor beni. Millete güvenmiyor musun sen? Kim ne derse desin, benim cevabım kocaman bir "Hayır" Evet, millete güvenmiyorum. O millet ki, demokratik bir şekilde diktatörünü seçmiş, yine seçecek. Kenan Evren'i referandumda Fransızlar mı yoksa İngilizler mi getirdi başımıza?

Kendimi zor tutuyorum. Aziz Nesin bir laf etmişti hani... Sonra Türk Milletine hakaret etti diye dava açmışlardı. Benim söyleyeceklerim müebbet hapislik bu millet hakkında. Ama susuyorum. Korkmak değil susmamın nedeni. Yanlış anlaşılmak. Beni anlayacak olanları geçersek, anlamayana laf anlatmanın zorluğu korkutuyor beni. Ama anlatacağım yine dilim döndüğünce aklımda kalmayıp dışarı taşanları...

Bazı sorular var bu milletin sorması gereken. Tıkıyor kulaklarını güzel halkım, başkaları sorunca.

Atatürk'çü subaylar, yargıçlar, öğretim üyeleri, gazeteciler, siyasiler defalarca uyardıkları halde Fetö'nün devlet içinde yapılanmasına kim, kimler imkan verdi? Onları kimler himaye etti, onlara kimler destek verdi? Şimdi ülkeyi ele geçirmeye teşebbüs eden iktidar sahipleri, Fetö örgütünü dize getirdik diye kahraman ilan ediyorlar kendilerini. Yahu, Fetö sizdiniz, sizin arkadaşlarınızdı. Aranızda paylaşamadınız iktidarı sadece. İktidar para demek. Haksız - siz haram diyebilirsiniz olarak elde ettikleri parayı paylaşamadılar. Bütün işlenen suçlar, hırsızlıklar, haksızlıklar, ayakkabı kutularındaki paralar, gemicikler, adaletsizlikler, dış politika başarısızlıkları, yanlış kararlar, düşürülen Rus uçağı, her türlü siyasi hatalar Fetö'ye yapıştı, kendileri sütten çıkmış ak kaşık. Başka söze ne hacet. Sadece bu bile yüce divanda yargılanmayı, yüzlerce kez müebbet hapis cezasını gerektirir. Ah, zavallı Menderes, bana göre pek makbul bir kişi olmasan da, şimdikileri görünce kendimi tutamıyorum, bebek davası, kilot davası deyip ayıp etmişler sana.

Ya PKK terör örgütüne verilen tavizleri nasıl kabul eder bu halk? O sınırdan zafer kazanmış edalarla giren teröristlere yapılan karşılamalar... Gökler e çıkarttıkları sözde "Barış Süreci". Hele biraz daha sabredebilseydi terör örgütü, neredeyse Abdullah Öcalan'ı serbest bırakacaklardı. Böyle bir dönemi nasıl unutur bu millet? Ülkede cirit atan teröristler ilçelere silah yığınağı yaparken, Allah aşkına söyleyin, valilere "Dokunmayın" talimatını veren ben miydim? Bu kadar büyük hatalar "Aldatıldım." deyince nasıl unutuluyor? Bu milletin beyni dumura mı uğradı?

Hatırlayın bir on yıl öncesini. Ne demişti başbakan? Dünya ülkeleriyle, komşularla "sıfır sorun." Neydi bu politikanın adı? "Win-win" Yani "kazan-kazan" Amerika, Avrupa ülkeleri, Rusya kazanan, biz hep kaybeden. Sıfır sorun derken, bütün ülkelerle papaz olmadık mı? Yoksa onlar da mı kandırdı kötü kaderimizin mimarını?  

Kardeşim Esad'ın Esed'e dönüşünü, refah düzeyimizin her geçen gün daha da aşağı çekildiği, fırsat eşitsizliğinin alabildiğince arttığı memlekette halkı doyurmakta zorlanırken oy devşirmek pahasına üç milyon Suriyeliye kucak açışını unutmak mümkün mü? Sınır boylarımızın terörist örgütlerle dolmasına sebep olan yanlış politikaları güden, her gün çatışmalarda ölen ana kuzularına, şehirlere kadar inen bombalı saldırılarda ölen halkımıza bu zulmü yapan bir insan nasıl bu kadar oy toplar?

Gezi olaylarına katılan ve sazlı sözlü, yaratıcı eleştirilerini duyurmaya çalışan gençlere terörist deyip, camide içki içtiler diye iftira atma küstahlığını gösteren, üzerlerine gaz sıkan, silah attıran güruha hükmedenler ne çabuk unutturuyorlar marifetlerini...

Ergenekon, balyoz, kafes vs. davaları saçmalığıyla yıllarca ülke gündemini meşgul eden, bütün Atatürkçü insanları görevden alan, küçük düşüren, hapse attıran, hürriyetlerini kısıtlayan ya da bunlara göz yumanlar hangi yüzle oy istiyorlar halktan? Az mı geldi yaptıkları. Ne kaldı geriye? Gaz odalarında toplu infaz mı, fırınlarda yakıp sabun yapmak mı? 

Prof. Dr. Türkan Saylan gibi vatansever bir bilim insanına yaptıklarını nasıl unutturuyorlar bu halka. Korkarım ki tarih en salak millet diye yazacak bizi.  

10 Nisan 2017 Pazartesi

VENÜS & FİFİ

10/04/2017 Pazar, Tire

Her pazar olduğu gibi erken çıktık yola. Bugün olası yoğunluk nedeniyle ilave bir destek elemanı gelecekti sözde. Balıkesir'e gitmiş. Bugün bizde çalışmaya söz vermişti oysa. Telefonda neler demişti, yüzünü bile görmediğim halde. Çalışmaya çok ihtiyacı varmış, ne zaman çağırırsam gelirmiş...

Neyse ki kalan ekip sağlam. Yaylaya gelir gelmez temizlik işlerini bitiriyorlar kısa sürede. Bir gün önce gelen bankacılar grubundan bir misafir, eşini alıp kahvaltıya gelmiş. Çalışma saatimize daha on dakika var. Buyur ediyoruz ama henüz çay suyu bile kaynamamış. Terasta oturup güneşlenmeyi tercih ediyorlar. Eşim çocuklu gelen olursa üşüyebilirler diye sobayı yakmamı istemişti. Artık sobayı yakmak iş değil benim için. Ceviz kabuğu dolu bir naylon poşetin içine yumurta viyolünden bir tane parçalıyorum. Şömine sobanın tam ortasına içi dolu poşeti yerleştirdikten sonra çadır kurar gibi ince ve kuru odunları diziyorum. Geriye  torbaya bir delik açıp tutuşturmak kalıyor. Ne soba yakacağı, ne çıraya ihtiyaç var.

Sobayı kendime yakmış gibiyim, kahvaltıya gelen misafirlerin hepsi terası tercih ediyor. Grupların dışında dünden hiç rezervasyon olmadığı halde yoğun bir gün yaşanacağının sinyallerini alıyorum. Telefonum durmuyor. Şehirden bir hanımefendi otız kişilik bir grup getirmek istediğini söylüyor. Gününü ve satini soruyorum. Olacak şey değil. Anlaşmışlar gibi İzmir'den gelecek otuz kişilik sağlık çalışanlarının tam geliş saatini söylüyor. "Yer konusunda sıkıntı yaşarız, salonumuz bu kadar kişiyi kaldırmaz." diyorum. Sadece onlar olsa neyse. Grup harici gelenleri de düşününce kapasitemizi hayli aşmış olacağız. Eşim kızıyor bana, yerimiz yok dedim diye. Telefondaki hanımefendi ısrarla gelmek istediklerini söylüyor. Neyse, hava güzel olduğuna göre gruplardan birini dışarıda diğerini salonda ağırlarız. Menü fiyatını soruyor. Örnek menü fiyatlarını veriyorum. Arkadaşları ile konuşup bana döneceğini söylüyor. 

Bir fırsatını bulup sağlık çalışanlarını organize eden hanımı arıyorum bir. Telefona cevap vermiyor. İki grup da gelmeyecekse biz normal olarak misafir kabul edelim bari. Bir müddet sonra diğer grup liderini arıyorum. Yürüyüş grupları gelecekmiş çevre ilçelerden. Yemeğin iptal edildiğini bu yüzden aramadığını söylüyor. Arkasından diğeri arıyor. Hastanede nöbette olduğu için telefonuma cevap veremediğinden özür diliyor. "Size e-posta ile ala kart ve menü fiyatları göndermiştim, bana dönmediniz." deyince "Daha önümüzde çok zaman var" diyor. "Siz bugün gelmeyecek miydiniz?" diyorum şaşkın vaziyette. "Hayır, biz mayıs ayının yedisinde, pazar günü geleceğiz demiştim. Çok kalabalık olur, erken rezervasyon yaptırırsanız yer bulursunuz demişlerdi." Tevekkeli bir ay sonra yer bulduğu için çılgınca sevinmişti.

Rahatlıyorum. Çünkü soluk alacak zaman bulamıyoruz. Masalar doluyor, boşalıyor. Nefes almak için ara sıra çıktığım avluda Fifi ile Venüs şakalaşıyorlar. Akşamın ilk saatlerinde ekmek tükeniyor, bonfile kalmıyor. Benim ayrılmam mümkün değil. Kızım hızır gibi yetişiyor. Ne zaman gitti, ne zaman geldi farkında bile olmuyorum. 

Akşam yine nefis bir doğum günü yemeği var. Torbalı'dan gelen hanımefendi eşine güzel bir sürpriz hazılıyor. İki gün önce telefonla arayıp özellikle pastayı eşimin hazırlamasını istemişti. Güzel bir ordövr tabağı hazırlamamızı istiyor bizden. Sohbet esnasında hanımefendinin aslen Antakya'lı olduğunu öğreniyorum. Aklıma eşimin yaptığı meşhur fellah köftesi geliyor. Öyle bir anlatıyorum, öyle bir anlatıyorum ki, meraklarına yenilip "Bir porsiyon gelsin bakalım." diyorlar. Mutfağa inip siparişleri verirken Aşkın Şef fellah köftesi kalmadığını söylüyor. Beni alıyor bir telaş. Şimdi ne diyeceğim ben bu insanlar? Eşim "Beklerlerse yaparım." diyor. Salon dolu, herkes siparişlerini bekliyor. Ne zaman yapacağız fellah köftesini. "Yok, gerek yok, gidip izah ederim durumu." diyorum. Anlayışla karşılıyorlar. Genç çift iki çocuklarıyla güzel bir gece geçiyorlar ve memnun ayrılıyorlar. 

Gece eşimi kızımla gönderiyorum. Venüs de onlarla birlikte tabii. O da gününü gün etti bugün. Arabaların altına girip çıktı, kirlendi. Ama en ilginci Venüs'ün sosyete mamalarını Fifi götürürken Venüs gidip Fifi'nin et suyuna ekmek ufalamasını yedi. Bir ara sarmaş dolaş oldular, zaman zaman Fifi kıskançlık krizlerine girdi.  

9 Nisan 2017 Pazar

DOĞUM GÜNLERİ

08/04/2017 Cumartesi, Tire
Tam artık havalar ısındı demeye başlamışken serin bir sabah karşılıyor bizi. Güneşin bulutların arkasına gizlendiği anlarda batıdan esen soğuk rüzgar kış günlerini anımsatıyor. "Soba yakılmaz artık bundan sonra." dediğimiz anda ister istemez şömine sobayı tutuşturuyoruz. Bir iki odun atsam salonun soğuğunu kırmaya yetecek.

Havuzun yanı başında elemanların hazırladığı güneşe nazır kahvaltı masası davetkar görünüyor. Hafta sonları alışkanlık haline getirdiğimiz çıtır simit vazgeçilmezimiz. Uzun yıllar Ankara'da bulunmamız sebebiyle çocukluğumun "Gevrek" sözcüğü hala garip geliyor dilime. Temizlik ve hazırlık işleri tamamlandıktan sonra kahvaltımızı yapıyoruz.    

Erken saatlerden itibaren Kaystros Müzesi ziyaretçilerini ağırlamaya başlıyor. Bazı misafirler arabalarını bahçe kapısının girişinde bırakıp keşif kollarını gönderiyorlar. Mekanı ve manzarayı beğenince gidip dışarıda onlardan haber bekleyen yakınlarını alıp geliyorlar. Artık ciddi ciddi düşünmeye başlıyorum gezmek ve fotoğraf çekmek için bir ücret koymayı.

İki hanımefendi ürkek adımlarla yaklaşıyor Taş Ev'e. Kapıda karşılıyorum. "Biz şöyle bir gezelim dedik, arkadaşlarımız gelmiş, çok beğenmiş." "Buyrun, efendim. İstediğiniz gibi gezebilirsiniz, şimdilik bu iş için ücret almıyoruz." İlk soruları beni şok ediyor. "Buralarda böyle satılık ev var mı bildiğiniz?" Sakin olmalıyım, sakin olmalıyım. "Efendim, satalım size bu Taş Ev'i eğer çok beğendiyseniz?" Şaşırıyorlar, "Gerçekten mi?" Gerçek değil elbette.
"Hanımefendi, emlakçınıza sorabilirsiniz bu soruyu, burası bir restoran."
Hanımefendinin merakı başka.
"Peki siz niye satmak istiyorsunuz?"
Yok bacım, benim sattığım falan yok, Allah sattırmasın.
"Hani öyle dediniz ya."
"Siz beni emlakçı yapınca, benim ağzımdan da öyle bir cevap çıktı, işte."
"Espri yaptınız yani."
"Öyle diyelim."
"Peki o zaman, annemizi alıp geliyoruz."
Az sonra elinde değneği olan teyzeyi alıp geliyorlar. Kapıdan içeri girince merdivenlere dikiyor gözlerini yaşlı kadın. Bana dönüp derin bir iç çekiyor, "Aşağıda oturacak yer yok mu? Ben çıkamam, ki." Yanındakiler bana göz kırparak yaşlı kadına dönüyorlar. "Çıkarsın, çıkarsın." Tırabzanlara dayanıp ağır ağır çıkıyor yukarı, teyzem.

Dün İzmir'den Tire'ye iş için geldiklerini söyleyen iki iş adamını ağırlamıştık. Yemeklerinin yanında ayranlarını içtikten sonra usulca yanına çağırdı onlardan biri. "Burada namaz kılabileceğimiz bir mescit var mı?" Çıkarken dostane tavsiyesini bırakıyor. "Namaz kılmak için bir oda ayarlayın en azından." Söylenecek çok söz var ama içime akıtıp susuyorum.  İçkili lokantada mescidin ne işi var? Beyefendi devam ediyor. "Sadece bizim için değil başkaları da sorabilir."

Bugüne doğum günleri imzasını atıyor. Kiraz'dan bizi bulup nişanlısına doğum günü sürprizi hazırlayan beyefendi yemeğin sonunda eşimin hazırladığı nefis doğum günü pastasının iki dilimini büyük bir keyifle midesine indirdikten sonra garsona kalanının paketlenmesini söylerken Aşkın Şefin bütün hayalleri suya düşüyor.  

Gecenin ilerleyen saatlerinde eğlenceli ikinci doğum gününe ev sahipliği yapıyoruz. Aşkın Şef'in çok sevdiği kızının doğum günü tam bir parti havasında geçiyor.

8 Nisan 2017 Cumartesi

BİR FOLLUKTA İKİ KARA TAVUK

07/04/2017 Cuma, Tire

Fifi geldiğimizi görür görmez sevgi gösterilerinde bulunuyor. Onunla aramda sıcak bir bağ oluştu. Çok fazla dokunmamaya çalışıyorum, o ise okşanmaktan çok hoşlanıyor. Benim ona güzel sözler sarf etmem, göz teması kurmam inanılmaz derecede karşılık buluyor. Bazen kapıyı kapalı tutuyoruz. Bahçeye misafir aracı girdiğinde havlayıp bize ilk haber veren o oluyor.

Kümese epey bir zaman uğramadım. Tavuklarımız serpilmiş görmeyeli. Bir ay sonra yumurtlamaya başlarlar. Önceki tavuklardan ikisi kuluçkaya yatmış. Altında on beş yumurtaya yer bulamayınca kardeşini çağırmış yanına. Bir follukta iki kara tavuk dip dibe yumurtaların üzerine oturmuşlar.

Erken sayılabilecek saatlerde kayınpederimi tanıyan iki ihtiyar geliyor, biri konuşkan diğeri daha sessiz. "Çok methini duyduk Taş Ev'in bir gelip bakalım dedik." diyor. Eşimi, eşimin babasını, dedesini iyi tanıyor. "Asil insanlardı, onlar." diyor, gözleri derinlere dalıyor. Kimbilir ne tatlı sohbetler yapılmıştır aralarında...

Ne zaman kendime zaman ayırsam misafir baskın yapar. Bunu çok denedim. Elemanlar karnını doyurmuşlar bir fırsatını bulup. "Bana da şöyle bol yumurtalı bir şey yap." dedim aşçıya. Ayak üstü atıştırmaya başladıktan hemen sonra dışarıdaki kalabalığın sesleri bizim Fifi'nin sesine karıştı. Fifi artık iyice tecrübe sahibi oldu. Gelen misafirleri karşılayıp "Hoş geldiniz." diyor. Dışarı çıktığımda dört arabanın aynı anda park etmeye çalıştığını görüyorum. Gelenler verandaya, salona ve terasa yayılıyor. Bazıları salonda oturmayı tercih ediyor. Merak edip keşif yapmaya gelenler var aralarında. "Merak ettik, çay içip şöyle bir dolaşacağız." Manzaraya hayranlıkla bakarken "Çok güzel olmuş burası, çok güzel olmuş..." İlk açıldığımız günün misafirleri gibi. İnsanlar evlerinden ancak çıkıyor, sezonu yeni açıyor. Dubai'nin Yelken oteli gibi yapsam iyi para basarım burada. Bahçe kapısına bir gişe, Taş Ev'i gezmek, fotoğraf çekmek kişi başı 20 TL. Ne dedikodumuz yapılır ama. "Bi gazino açmışla, daha gimeden para alıyolla. Gitmeyiveririz gari, başka yer mi yok." İçin için gülüyorum, "Reklamın kötüsü olmaz." lafına. Haksız da sayılmam hani. Gel gez, manzarayı seyret, bol bol hatıra fotoğrafı çektir, biz çay içmeye geldik de, çaylar gelsin önüne, çocuklar ellenmedik cam bırakmasın, sonra işimiz var deyip hep beraber sıvış.

Bir gelen birkaç gün sonra sevdiklerini getiriyor yanında. İşte onlardan biri. Patronu ile birlikte gelmişti geçen gün. Bu sefer çok sevdiği anne, babasını getirmiş. Öyle güzel bir bonfile sote yemiş ki, anne babasına da yedirmezse eksiklik hissedecek.

Güzel bir gün geçiyor. Gündüz saatlerinde Aşkın Şef ve Ayşe hanım bol bol sarmaşık ve kuzu kulağı toplamış. Aşkın Şef'in aradığı başka bir şey aslında. Kuzu göbeği adındaki bir mantar türünün peşinde. Define arar gibi onu arıyor. Bulduğu zaman çok mutlu olacak. "Kurusunun kilosu 250 TL'ye satılıyor." diyor. 

Geç saatlerde Ödemiş'ten geliyor telefon. Yola çıktıklarını söylüyorlar. Gelen misafirler eğlenmeyi bilen son derece saygılı dörtlü bir arkadaş grubu. Aslında ilişkilerinin ne olduğunu çok merak ediyordum ama cesaret edip soramamıştım. Geçen gün giderlerken salonda tablet bilgisayarlarını unutmuşlardı. "Aslında o bizim bir kez daha gelmek için bahanemiz." diyorlar, gülerek. Her zaman oturdukları masa müsait. Servislerini açıyorum.

Bir diğer konuğumuz bankacılar. Yaşları oldukça genç. İlk kez geldikleri Taş Ev'de iyi vakit geçirdiklerini gözlüyorum. Az sonra Ödemişliler geliyor. Yine her zamanki gibi neşe içinde. Ben sormadan anlatıyor iri cüsseli beyefendi. Bizim için kiloluk bulundurursanız iyi olur, yetmişlik kesmiyor. Geç saatlere kalan son masa oluyor bu, sipariş ettikleri soğuk ve sıcak çeşitleriyle keyif yapıyorlar. Bu arada sohbet derinleşiyor. Onlar beni merak ediyor, ben onları. Beyefendinin yanındaki hanımefendi ve iki beyefendi onun çalışanlarıymış. O kadar güzel bir bağ oluşmuş ki aralarında yedikleri içtikleri ayrı düşmüyor. Masalar doluyor boşalıyor. İçlerinden biri, güleç yüzlü bir delikanlı. Hayatında ilk kez bir mühendisten alıyor servisi. Dillerinden "zahmet verdik, size" lafı düşmüyor "Ne demek, size hizmet etmek benim için en büyük zevk." Masada boşalan tabakları almak istiyorum, "Hayır kalsın, biz hallederiz." diyorlar. Aşağı inerken, arkamdaki sese döndüğümde delikanlının elinde tabaklarla peşim sıra geldiğini görüyorum. "Ne yaptınız siz?" diyorum gülerek. "Size yardımcı olmak istedim." diyor, aynı içten gülümseme yüzünde belirirken. İşte, diyorum, kendi kendime, burası tam istediğim yolda ilerliyor.

7 Nisan 2017 Cuma

BUGÜN ÇOK HATIRLANDIM

06/04/2017 Perşembe, Tire

Bugün benim doğum günüm. Sevinmeli miyim, üzülmeli miyim? Sevinecek bir şey arıyorum, bulamıyorum. Bilakis sayılı günlerimden bir sene daha tükendiği için, tuhaf bir burukluk var içimde. Dünden beri bir sürü kutlama mesajı, iyi dilek temennisi göndermiş tanıdıklarım. Gün boyunca telefon ederek yaş günümü kutladı yakınlarım. Geride bıraktığım yaşımda kayda değer en önemli iş Taş Ev'i faaliyete geçirmek oldu sanırım. Çocuk yaşlarda doğum günleri daha farklı algılanır. Bir yaş almak, bir yaş büyümek, yaşamdan beklenen iddialı hedeflere biraz daha yaklaşmak demekti o çağlarda. Üniversitenin en sevdiği bölümünü kazanmaya giden yol bir yıl daha kısalırken bir önceki yıla nazaran daha fazla adam yerine konulacaktır.

Artık çocukların etrafımızda "Dede, dede" diye koşuşturdukları yaşa gelindiğinde yaş günleri kişiye özel yılbaşı gibi. Sağlıklı, mutlu nice yaşlar dileniyor sağlıklı, mutlu nice yıllar yerine. Önümüzdeki yıl sevgili kayınpederimi kaybettiğim yaşa geleceğim. Her yaş günü bir yılı alıp götürse de yanında, ölüm ne kadar uzak geliyor insana. Başka ne kaldı yapacak bu dünyada, çocuklarımızın mutlu günlerini beklemekten başka...

Sabah ilk kutlamayı eşim yapıyor, doğal olarak. Bugünkü gün toplantısına katıldıktan sonra yanımda olmak istediğini söylüyor. Bir kaç parça alışveriş yaptıktan sonra yaylaya çıkıyorum. Rutin temizlik işleri, tavukların beslenmesi derken Aşkın Şef, "Biraz işim var aşağıda yarım saate gelirim." diyor. Artık günler yoğun geçiyor. Mesai saatinde izin istemesi garip. Belli ki önemli bir iş. Özel bir konu olabilir, söylemek istemeyebilir diye "Ne işin varmış?" diye sormuyorum bu kez. Sadece "Telefonun açık, değil mi?, Gelen olursa..." diye hatırlatmakla yetiniyorum. "Açık, açık, merak etme gecikmem." diyor.

Günün ilk saatlerinde elemanlar bahçeye dağılıp kuzu kulağı, sarmaşık topluyorlar. O sırada iki ihtiyar delikanlı geliyor Taş Ev'e. Onlardan biri kayınpederin asker arkadaşıymış. 83 yaşında olmasına rağmen oldukça dinç görünüyor. "Sekiz silindirli araba sadece bende vardı o zamanlar. Alım satım işiyle uğraşıyordum. Kayınpederine de bir Opel vermiştim, otuz beş kırk sene önce." devam ediyor konuşmasına, verandanın en keyifli masasında. "Saatte iki yüz kilometre yapardım, lakabım deliye çıkmıştı  bu yüzden."

Az sonra Aşkın Şef bir pasta ile birlikte dönüyor. Ayşe Hanım çayları koyuyor, pastayı mutfakta süsleyip, verandaya getiriyorlar. Yanan mumu üfleyip pastayı kesiyorum. Aldığım kutlama mesajları pastanın güzel tadına karışıyor. Ardı arkasına kutlama telefonları geliyor. Kızımdan bugün pasta yeme izni aldım nasıl olsa. Eşimi arıyor, arkadaşların yaptığı sürprizden söz ediyorum. "Onlar niye pasta aldı? Ben pastanı yapmıştım, gel beni al." diyor biraz önceliğinin alınmış olduğuna üzülerek.

İkinci pasta eşimden. Hediyesini de ihmal etmemiş sağ olsun. Taş Ev'in verandasına ikinci defa servis hazırlanıyor. Tam toplanıp pastayı keseceğim sırada misafirler geliyor. Pastayı bırakıp misafirlerle ilgileniyoruz. Bu saatten sonra biraz zor fırsat bulacağımızı düşünerek pastanın kesilmesi işini araya sıkıştırıyoruz. Bol çikolatalı nefis bir şey bu.

Genç çiftler bu akşamın ağırlıklı konukları. Cuma akşamı olması münasebetiyle fazla içki satışı olmuyor diyeceğim ama değil. Çünkü gün günü tutmuyor. Her gün sürprizleriyle birlikte geliyor.

Evde Yazar duyunca şaşırıp üzülecek ama ilk kez bir şey paylaşacağım burada. İki yıl ara verdiğim sigaraya başladım yine. Hep bizim elemanlar yüzünden. Yine ilaç desteğiyle yaş günüm olan bugün itibarıyla sigarayı bırakmaya çalışıyorum. Kızıma bugünden başlayarak sigara içmeyeceğime dair bilmem kaçıncı sözü verdim.   

6 Nisan 2017 Perşembe

"GÜN" LERDEN BİR "GÜN"

05/04/2017, Çarşamba, Tire

Dün yapılan grup rezervasyonu nedeniyle eşime ihtiyacım olacak. Birlikte yola çıkıp yolumuz üzerinden Ayşe Hanım'ı alıyoruz. Aşkın Şefe de erken gelmesini söylemiştim. Dün pazar dönüşü temizlik işlerini tamamlayıp masaları düzenlediğim için rahatım.

Taş Ev'in önünde Fifi karşılıyor bizi. Öylesine sevgi gösterisinde bulunuyor ki, görmelisiniz. Gönlümden onu kucaklamak, sarıp sarmalamak geçse de dokunmamaya özen gösteriyorum. Ayağımı uzatıyorum önüne doğru. Usulca ayağımın üzerine koyarken başını, patileriyle yüzünü kapatıyor. Yanından zor ayrılıyorum.

Ekiple mutfakta konuşuyoruz. "Bu hanımların gün toplantısı olabilir." diyor Aşkın Şef. Uzun zamandır gün toplantısı yapılmıyor. "Yok, gün toplantısı olsa söylerdi, bu bir arkadaş toplantısı." diyorum, umutla. Eşim de destek veriyor şefe. "Gün toplantısı olabilir." O zaman papazı bulduk. Piknik yapmaya gelirlermiş gibi yanlarında pastalar, börekler, patlamış mısırlar, ay çekirdeklerini getiren bir kadınlar topluluğu canlanıyor gözümde. Daha masalarına oturmadan çok acıktık derken yarımşar porsiyon köfte ısmarlayıp yediklerinden fazla ikram bekleyen, yediklerinin keyfine varmak yerine kusur arayan bir grup. Neyse ki bütün endişelerim boşa çıkıyor. 

Hanımefendi rezervasyon için dün aramış, geliş saatini ve misafir sayısını bildirmişti. Saat 13.00'ten sonra minibüs misafirleri kapıda bırakıp gidiyor. Bahçe içi yol boyunca Taş Ev'e doğru yürürlerken karşılıyorum onları. Telefonda görüştüğüm hanımefendi vakur duruşunun yanı sıra titizliği ile dikkatimi çekiyor. İlk kez geldiği bir mekanda misafirlerini ağırlayacak olmasının gerginliği yüzüne yansıyor. Haklı olarak kusursuz bir hizmet bekliyor, misafirlerine mahcup olmamak için. Belli ki, birilerinden duymuş olmalı Taş Ev'in methini. Görünüşünden öğretmen olduğunu tahmin ediyorum.

Evet, bir gün toplantısı bu. Ama farklı diğerlerinden. Daha önce severek ağırladığımız birkaç gün grubu gibi. Misafir sayısı söylenenden dört kişi fazla. Hemen bir masa ilave ediyorum. Gelenlerin çoğu eşimin önceden tanığı simalar. Eşim alıyor siparişleri isim isim. Konuştuğumuz üzere ortaya salatalar servis ediliyor. Sipariş üzerine sevdikleri soğuk mezelerin tadına bakıyorlar sonra. Sürekli olarak beğenilerini ifade ediyorlar. "Salatanın içine ne koydunuz?" "Nar ekşisi efendim." "Yok, nar ekşisini bilirim, bu başka bir şey, çok hoş bir aroması var." "Zeytinyağından olabilir, efendim. Kendi yağımızı kullanıyoruz." "Çok beğendik salatanızı, elinize sağlık." "Afiyet olsun efendim."

Soğukların ardından sıcak siparişleri sunuluyor misafirlere. Pazar günü ağırladığımız Lion Club üyelerinden bile daha düzenli, daha saygılı. Naif, kibar, anlayışlı ve sabırlı insanlar. Sıradan siparişler alınırken, hiç biri ben de şundan isterim deyip araya girmiyor. Karmaşa olmayınca her şey daha düzgün yürüyor. Yemekten sonra tatlı siparişleri geliyor. Soğuklardan patlıcan ezme, sıcaklardan pirzola, ara sıcaklardan keşkek, tatlılardan dondurmalı irmik helvası en çok talep edilen lezzetler. Öyle yarım porsiyon, kenarından, ucundan da değil. Porsiyonu bitiremeyen bir kaç misafir kalanı paket yapmamızı rica ediyor.

Bu güzel topluluktan kuver almıyor, mevsim salata, çay ve kahveleri ücretsiz ikram ediyoruz. Yemekten sonra terasta sohbet ederken çay ve kahveler içiliyor. Birbiri ardına dondurmalı irmik helvası sipariş ediliyor. Ne patlamış mısırlar çıkıyor çantalardan, ne de ay çekirdekleri. Burası bir restoran. Gelen misafirler naif insanlar. Çok memnun kalıyorlar hizmetimizden, mekandan, doğadan ve yedilerinden. Sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum bizimle birlikte ev sahipliği yapan hanımefendiye ve onun misafirlerine. Böyle "gün" lerin başımın üstünde yeri var.

Havası olmalı Taş Ev'in. Falanca gazinolarda çekirdek çitlenen "gün" lerden farklı olmalı "gün" ler. Ben "gün" ümü Taş Ev'de yaptım deyince hanımefendi, beş yıldızlı bir otelde tatilini geçirmişçesine ayrıcalığı olmalı. Bizleri daha yükseklere taşımalı, aşağı çekmek yerine...

Misafirlerimizi uğurladıktan sonra yeni gelenlerle günün yoğunluğu akşama taşınıyor. Misafirlerimizin tavsiye üzerine gelmiş olmaları doğru yolda olduğumuzu gösteriyor. Eksiklerimizi biliyoruz. Mükemmelliğe giden yolda sabır ve kararlılıkla ilerliyoruz.

Oğlum sık sık arıyor. O aradığında ben meşgul, ben aradığımda o meşgul oluyor. Kızım başka bir yol seçmiş kendine. Durmaksızın Venüs'ün videolarını resimlerini gönderiyor bana. Sağlık haberlerini duymak keyiflendiriyor beni. Venüs çok yaramazlık yapıyor, oradan oraya koşup duruyormuş. Kızım "Nereden buluyor bu enerjiyi?" diye soruyor. 

Akşam misafirleri çok geç vakte kalmıyor. Hepsini teker teker yolcu ediyorum. Onlar mutlu, ben mutlu.