KATEGORİLER

4 Temmuz 2017 Salı

LİMONATA GİBİ HAVA

03/07/2017 Pazartesi, Tire

Kavurucu sıcaklar sona erdi. Yaylaya çıkarken zeytinliğe uğruyorum. İki sene önce diktiğimiz fidanların bir kısmı kurumuş. Kendini kurtaranlar da var aralarında. Her taraf yabani otlarla sarılmış. Geçen sene epey meyvesini topladığımız iki armut ağacını arıyorum. Zor olmuyor onları bulmam. Ne yazık ki üzerinde sadece on on beş meyve kalmış. Çoğunu kuşlar yemiş gerisini bahçeden geçenler. Armut toplamak kolay. Sapı dalından hemen ayrılıyor, vişne gibi insanın tırnaklarını sökmüyor. Komşumuz Nihat Dayı birkaç kasa armut toplamış pazara hazırlıyor. Arabayı durdurup hal hatır soruyorum. O da kasadan iki armut alıp bana uzatıyor.

Avluda güzel bir esinti var. Tam keyif yapılacak bir hava. Motosikletli bir genç geliyor. Pos makinesi arızasından dolayı hesabı ödeyemediğinden üşenmemiş borcunu hemen getirmiş. O kadar yolu sadece bunun için gelmesi üzüyor beni. Çay kahve ikram etmek istiyorum, işi olduğunu söyleyip ayrılıyor.

Kışın gündüz saatleri genel olarak sakin geçiyordu. Taş Ev'de ilk yazımızı yaşıyoruz. Havaların ısınmasıyla beraber misafirler artık daha erken saatlerde gelmeye başladılar. Pazar tatil günü olduğu için pazartesi günleri bazen durgun geçiyor. Bununla birlikte kesin bir genelleme yapmak doğru değil. Hiç ummadığımız bir anda sanki anlaşmışlar gibi bahçe arabalarla doluyor. Uzun bir aradan sonra bugünü sakin geçiriyoruz. Böylelikle biriken günlüklerimi yazmama fırsat doğuyor. 

Şehre dönüp derin bir nefes alıyorum. Gerçekten hava limonata kıvamında. Akşam üzeri şefimiz güzel bir masa hazırlıyor. Terzi söküğünü dikemez hesabı mezeleri tatma fırsatı bulamıyordum. E, bu kadar mezeyi karşımda görünce canım yanında soğuk bir bira çekiyor. Şefim ağzımdan çıkar çıkmaz buz gibi birayı masaya koyuyor. Ne yazık ki eşim yanımda değil. Onun şanssızlığı mı desem, böyle bir fırsat yakalayamıyoruz. Bir bakıma onun da kabahati var bunda. Mesela o burada olsaydı, illa ki mutfakta bir şeyler deniyor olurdu. Mezelerin hepsi benden on numara alıyor. Şefin sikordaki adlı mezesi gerçekten beğenildiği kadar var. Kiraz ağacının altındaki masadan kalkar kalkmaz yakın bir dostumu karşılıyorum. Güneş batarken sevgili oğluyla birlikte rakılarını yudumluyorlar. Hafiften esen rüzgar tenimizi tatlı tatlı okşarken durgun havalarda ara sıra ortaya çıkan sivrisinekleri de uzaklaştırıyor.

Venüs'ün keyfi yerinde. Misafirler biraz ilgi gösterdiğinde şımarıyor. Kulübesine kapatmak ona eziyet olacağından mecburen bir ağaca bağlayacağız bundan sonra.

3 Temmuz 2017 Pazartesi

MADIMAK KATLİAMI

02/07/2017 Pazar, Tire

Bütün memleket sıcaktan kavruluyor. Yayla da nasibini alıyor bundan. Normal olarak su içmeyen ben, bardak bardak buzlu su tüketiyorum. Zaman zaman esen hafif rüzgar ağaçların yapraklarını kıpırdatmaya başlayınca bir oh çekiyorum. 

Verandayı yemek misafirlerine ayırıyoruz. Avludaki masalar dolunca gelen misafirlerimizi geri göndermek zorunda kalıyoruz. Genç bir çift verandadaki masalardan birine oturuyor. Delikanlı kolunu gösteriyor. Güneşin yaktığı yer pembe bir renk almış. 

Hayvan dostlarımız da sıcaktan bunalmış durumda. Kara kızlar ağzı açık dolaşıyor, toprağı eşeleyip kendilerine serinleyebilecekleri yerler hazırlıyorlar. Venüs havuzunda yıkandıktan sonra gölge yerler arıyor. 

Madımak Oteli faciasının yıl dönümü imiş bugün. Ayna Hikayesi/Aytül Örcün'ün yazısını okudum. Harika bir yazı, çünkü yaşadıkları dökülmüş kaleminden. Sivas'ın topraklarından ilericiler, gericiler, halk ozanları fışkırır. O gün tam manasıyla bir katliamdı. Nasıl örtbas edildi bu facianın sorumluları? Diri diri yaktılar ülkenin yüreği güzel insanlarını. Bu ülkenin bir vatandaşı olmaktan utanıyorum. Bir insan nasıl bu kadar canileşebilir? Her 2 Temmuz'da etkinlikler düzenleniyor. Etkinlikleri düzenleyenler, bu etkinliklere zamanları el verdiğince katılanlar sadece o dehşet gününü hatırlıyor, hayatını kaybeden o genç insanlara üzülüyorlar. Ne var ki bir daha böyle insanlık dışı olayların yaşanmaması için elle tutulur bir tedbir alınamıyor bu ortamda. Yurdum insanları özellikle sorgulamayan, dogmatik fikirlerle bezenmiş bir eğitim sistemi içinden geçirilerek birer canlı bomba haline getiriliyor. Ne değişti o günden bu yana? Yine bir kıvılcım yeter yeni Madımak'lara... Çağımızın teknolojisini kullanarak daha kalabalık güruh daha büyük faciaların mimarı olabilir. 

Çaresizlik... Toplumu en kolay kandırmanın yolu dini duyguları kullanmak. Din dışı söylemlere kimsenin aklı ermiyor. Hak, adalet hak getire. Kılıçdaroğlu yürüyor günlerdir adalet vurgusu yaparak. Birileri çıkıyor bu yürüyüş "Fetö'ye hizmet ediyor." diyor. Milletimiz kanıyor buna (!) Aklımı yitireceğim. Herkesin bildiğini tekrarlamama gerek yok. Yahu kim hizmet etti Fetö'ye? Kim dedi "Ne istediniz de vermedik?" Kim orduyu, yargıyı, emniyeti, üniversiteleri Fetö'cülere teslim etti? Kim onların rahat rahat ülke idaresine yuvalanmalarına kol kanat gerdi? 

Ama biliyorum. Gün olur, devran döner. Ne zaman ki ABD alacağını alır bu zat-ı muhteremlerden, işte o zaman sonları hayır olmayacak. Aynı Osama Bin Ladin'e yaptıkları gibi önce palazlandırıp alacaklarını aldıktan sonra terörist ilan edecekler. O günleri görür müyüz bilemem ama görmeyi en çok arzulayanlardan biriyim. Eğer insan üstü bir adalet mekanizması varsa hak yolunu bulacaktır. 

Memleketimin kafası çalışan güzel insanlarına güzel bir şeyler söylemek isterim. Lakin o masum vatandaşların canice yakıldığı yıllardan daha geriye gitmiş bir durumda görüyorum ülkemizi. Sorun kötü yönetim, cepleri doldurma, sağlık, adaletsizlik değil bence. Onlar belli bir misyonun vicdan yoksunu askerleri. Görevlerini başarıyla yapıyorlar. Bana göre en büyük sorun halkın düşünme kapasitesini yitirmesi. Evladını gönderiyor askere. Vatanı korumak için değil, sadece ABD çıkarları için. Gencecik çocuklar ölüyor. Üzerine bir etiket, "Şehit oldu." Annesinin bağrı yanıyor ama taş basıyor yüreğine. Babası başı önde, "Vatan sağ olsun." Hangi vatan? Kimin vatanı? Milli çıkarımız nerede? Terör bitecek "Evet" çıksın yeter ki (!)" Hemen ertesi gün bitecek terör. "Analar ağlamasın, evet deyin." Ah benim balık hafızalı, demeye dilim varmıyor ama düşünme yoksunu halkım. Birileri çıkıyor "Öl de ölelim." diye nara atıyor. Ölüyorlar da. Kimi Marmara gemisinde, kimi Boğaz Köprüsünde, kimi terörist kurşunuyla. "Şehit" diyorlar adına. Neyin uğruna? Kurtuluş savaşı mı bu? Yoksa iktidarın politik hatalarından doğan tablo mu? Adam demokrasiyi bir araç olarak gördüğünü söylemişti gençliğinde. Şimdi nimetlerinden faydalanıyor. Milli İrade (!) "Halkım beni seçiyor, beni istiyor. Hata üstüne hata yapıyorum, bir sürü insanın kanları var elimde, yine beni destekliyorlar." Bu toplumun ayarı kaçmış. Demokrasi her zaman söylediğim üzere kocaman bir kandırmaca. Lider iyi bir hatip, halk sorgulayıcı olmazsa demokrasi Hitler'in faşist rejiminden daha kötü hale gelir. Şimdi Reis çıksa dese ki, "Ya bunlar laftan anlamıyorlar, gidin şurayı da ateşe verip hepsinin kökünü kurutun." Kaç yüz bin kişi toplar acaba? Korkutucu bir durum.

Bu konulara girmeyim diyorum ama girmeden olmuyor işte. Akşamın ilerleyen saatleri. Güzel bir esinti çıktı. Geç vakitlere kadar oturuyorlar. Haksız de değiller. Bu güzel esinti insanı yerinden kaldırmıyor. Eşim ve kızımı gönderiyorum. Venüs kulübesine girmemek konusunda ısrarcı. Bu gece serbest bırakıyorum. Havlamayı öğrendi nasıl olsa. Hem de ne havlama. Bir gür sesi var ki, hiç bir hanımefendiden çıkmaz öyle bir ses. 

2 Temmuz 2017 Pazar

SICAKKK...

29/06/2017 Perşembe, Tire

Sabah alışverişinden sonra ilk durağım servis. Ne yazık ki pos cihazı bir türlü olmuyor. Merkezden destek alacaklarmış. Eşim ve oğlumu biraz dinlenmeleri için evde kalıyorlar, yalnız çıkıyorum yaylaya. Bunaltıcı sıcak var. Dün akşam geç dönünce yazacak takat kalmıyor. Facebook sayfalarında gezinmeye devam ediyorum. Güzel müzik paylaşımları var. Bir de hünerli hayvan dostlarımızın gösterileri. Küçük kedi yavrusu ile civcivin oynaşması gülümsetiyor. Sayfayı her aşağı sürüklediğimde bu son diyorum ama karşıma daha ilginç bir şey çıkıyor. Zaman su gibi akıyor. 

Nihayet sakin bir gün yaşıyoruz. Bayram süresince biriken günlüklerimi yazma imkanı veriyor bu sakinlik. Bayramdan sonra menüde yapmayı düşündüğüm düzenleme var aklımda. Açıldığımız günden bu yana fiyatlarda artış yapmadık. Kasabından mandıra ürünlerine, fırınından manavına en az iki kez zam gördük. Fiyatlarımızın piyasaya göre düşük kaldığını misafirlerimizin tepkilerinden anlamak mümkün. Birkaç gün önce üç kişilik arkadaş grubunu ağırlamıştık. Hesabı ayrı ayrı ödemek istediler. Çıkardığım hesaba inanamayıp "Bu toplamı mı yediklerimizin? Emin misiniz?" diye ısrarla sordular defalarca. 

Çarşıda karşılaştığım bir bankanın müdürü, şubedeki çalışma arkadaşları ile cuma gününe geleceklerini söylüyor. Akşam misafirlerini ağırlıyoruz. Çok yorucu bir gün olmaması soluk almamızı sağlıyor.

30/06/2017 Cuma, Tire

Bugün çok çok özel bir gün. Evet, evlilik yıl dönümümüz. Ne var ki işler de çok yoğun. Eşime sürpriz hazırlamayı düşünürken yukarıdan telefon geliyor. Kahvaltı için misafirler gelmiş. Dönüp eşimi alıyor, yaylaya çıkıyoruz. Hafta arası kahvaltı vermiyoruz ama gelenler geriye çevirmeyeceğimiz insanlar. Bankanın misafir grubuna hazırlıklar devam ederken ardı ardına rezervasyonlar geliyor. 

Boğucu bir sıcak var. Yaylada bile yaprak kımıldamıyor. Kahvaltıdan itibaren bir saniye boş oturmuyoruz. Pos makinesinin serviste olması sıkıyor canımı. Gelen misafirlerimiz durumu anlayışla karşılıyor, ödemeleri nakit olarak yapıyorlar. Yanında nakit bulundurmayanların isim ve telefon numarasını alıp "Bir sonra geldiğinizde ödersiniz." diyorum. Karşılıklı mahcup hissediyoruz kendimizi birbirimize karşı. "Kusura bakmayın" demeleri beni daha çok üzüyor. "Ne demek efendim, hata bizim, ama elden ne gelir, acelesi yok sonra ödersiniz." Genç bir çifti uğurlarken "Cihazınız gelince bizi arayın, kaldığımız yerden devam ederiz, zira burayı çok sevdik." diyor. 

Yeni bir şişe soğutucu dolaba ihtiyacımız var. Parasını ödedikten birkaç saat sonra servis getirip kuruyor. Hizmetteki sürat şaşırtıyor. Böylelikle hiçbir markanın soğutucu dolabına ihtiyacımız kalmıyor. İstediğimi istediğim yerden alırım artık.

Akşamın çat kapı misafirleri gelince veranda ve bahçe doluyor. Bankacı grubun masalarını düzenlemeye başlıyoruz. Onların işi kolay, önceden kararlaştırdığımız bir menü alacakları için. Servisler açılıyor, mezeler masalara yerleştiriliyor. Bütün şube çalışanları gönüllerince yemeklerini yerken içkilerini yudumluyorlar ağaçların altında. Bugün tüm zamanların cuma günü rekorunu kırıyoruz. Demek ki, ticaret böyle bir şey. Dünkü sakinliğin ardından bugünün hareketliliği tam bir tezat oluşturuyor. Mutfak ve servis misafirlerden tam not alıyor. 

Arada bugünün evlilik yıl dönümümüz olduğu aklıma düşüyor. Çaresizliğime üzülüyorum. Eşim de yoruluyor ama o halinden memnun. Misafir ağırlamak onun ruhunda var. Ne bel ağrısını düşünüyor ne ayak ağrısını. O telaş içinde zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Saat 22.04'te bir araba daha giriyor bahçeye. Ben servisimizin kapandığını söylemeye hazırlanırken eşimin geleni geri çevirmeye hiç niyeti yok. Çaresiz kabul ediyorum. Verandada boşalan masalardan birine oturuyorlar. Soğukların yanı sıra sıcakları hemen söylüyorlar. Misafirler hallerinden memnun. Şehir yanarken burada tatlı tatlı esmeye başlayan rüzgarı kaçırmak istemiyorlar. Saat 24.00 te müziğin sesini kısıyorum. Ekibi gönderdiğimizde grupla birlikte daha üç masa var oturan. Yarım saat sonra grup misafirlerini uğurluyoruz. Geç gelen konuklar içkilerinin yarısında henüz. Sabırla bekliyoruz. Kalkın artık demeye dilimiz varmıyor. Eşimin ısrarıyla servis saati bittikten sonra kabul ettiğimiz misafirlerimiz saat 01.30' a kadar oturuyorlar. Eşim bu vakte kadar kalmamızın sebebini kendinden görüp beni yalnız bırakmıyor. Böylelikle orijinal bir evlilik yıl dönümü geçiriyoruz. 

01/07/2017 Cumartesi, Tire

Ayın ilk günü. Sıcak kavurmaya devam ediyor. Oğlumun biletini alıp çıkıyoruz yaylaya. Bugün akşam yolcu edeceğiz onu. Bugün de hareketli başlıyor. Öğleden sonra gelen konuklarımız açıldığımız günden beri bizi tercih ediyor. 

Her gün aksatmadan yazdığım günlük bedenimin yorgun düşmesinden dolayı aksıyor. Dolayısıyla önemli ayrıntılar zihnimden kayboluyor. Bu iyi bir şey değil. Lakin Ödemiş'ten gelen misafirleri unutmam mümkün değil. Veranda ve bahçe dururken salonda oturmak istiyorlar. Yukarıda ne kadar katlanır cam varsa hepsini açıyorum. Masayı mezelerle donatıyoruz. Rakısından şarabına, birasından sodasına kadar her türlü içki geliyor masaya. Sıcaklardan sonra meyve ve tatlılarıyla devam ediyorlar eğlenceli sohbetlerine. Arada özel olarak istedikleri müzik parçalarını memnuniyetle kabul ediyorum. Bir diskjokeyliğimiz kalmıştı yapmadığım, Allah onu da nasip etti. Bu masa açıldığımız günden bu yana en yüksek hesabı bırakıyor. Eşime takılıyorum, "Her gün böyle iki masa olsa yeter." Misafirlerimiz Taş Ev'i kendi evleri gibi görecek kadar rahatlar. Böyle hissetmeleri bizi memnun ediyor. Bazen aşağı inip biralarını kendileri yukarı çıkarıyorlar. Adisyon defteri arkalı önlü doluyor, ilk defa ikinci bir sayfa açıyorum aynı masaya. 

Bu arada yaşlıca bir çift geliyor. Teşhir masasındaki bizim kara kızların yumurtaları dikkatini çekiyor hanımefendinin. Otuz adet yumurta hazırlamamızı istiyorlar. Epey bir kararsızlıktan sonra kiraz ağacının altındaki masaya oturuyorlar. Beyefendi subay emeklisi yanlış hatırlamıyorsam. Yakın zaman önce yine gelmiş çay içmişlerdi. Epey bir sohbet etmiştik ama ayrıntıları aklımda kalmamış. "Önce birer çay içelim." diyorlar, "Yemekleri daha sonra söyleriz." Asıl niyetleri şehrin bunaltıcı sıcağından bir nebze olsun kurtulmak. Müziğin sesini biraz kısmamızı istiyorlar. Salondaki misafirlerin taleplerine ters bir durum ama yine onların dediğini yapıyorum. Yemek yemek gibi bir niyetleri de yok belli. Menemen, sahanda yumurta ve bir de keşkek söylüyorlar. Bir müddet sonra oturdukları yerden kalkıp daha manzaralı bir masaya geçiyorlar. Siparişleri yerine getiriliyor. Tam servis edilecekken beyefendi giriyor içeri. "Kusura bakmayın biz kalkmak istiyoruz." Şaşkın bir vaziyette "Yemekleriniz hazırlandı, kalkmanıza nedir sebep?" diyorum. "Yukarıda içki içiyorlar, biz rahatsız olduk." Çaresiz kabul ediyorum, misafirin her zaman haklı olduğu felsefesine uygun olarak. Düşünüyorum bir yandan. Empati yapıyorum. Ben olsam ne yapardım. Öncelikle burası alkollü içki servisi yapılan bir lokanta. İçki içilen bir yer istemiyorsam park ve bahçeler müdürlüğüne ya da çay bahçesine giderdim. Daha önemlisi, diyelim ki hata yaptım içki içilen bir yere düştüm. Hemen kalkmam gerekiyorsa en azından siparişini verdiğim ve benim için hazırlanan yemeklerin parasını verirdim. Hani ben yine yemedikleri yemeğin parasını alacak kadar çiğ değilim ancak böyle bir nezaket de beklemek hakkım. Eski subayların hele kurmayların nezaket kuralları ve nerede nasıl oturup kalkılması hususunda eğitimden geçirildiklerini biliyorum. Şimdiki subaylar içkili lokantaya geliyor, "Burada namaz kılabileceğim bir yer var mı?" diye soruyorlar. Bunları yazarken rahatlıyorum. Kızıyor muyum? Hayır. Her şeye hazırlıklı olmam gerektiğine olan inancım bana geniş bir tolerans kabiliyeti veriyor. Üzülüyor muyum? Evet. Dili, dini, siyasal görüşü ne olursa olsun Taş Ev'de misafir ettiğimiz insanların seviyeli olmasından mutluluk duyuyorum. Aksi durumlar üzüyor beni elbette. Kişisel olarak milli kıyafetimizle alakası olmayan ve belli bir görüşü taşıdıklarını haykıran kıyafetler rahatsız ediyor beni. Ancak böyle kıyafetlerle gelen son derece yüksek kültür seviyesine sahip insanları da ağırlıyoruz burada. Hizmette kusur etmiyoruz kişisel rahatsızlıklarımızı bir yana bırakıp. Hatta bu sıcaklarda üzülüyorum onlara. Her zaman düşünürüm, erkekler başına geçirse o örtüleri ne kadar dayanırlar acaba?

Tam kapanış saatinde üç kişi daha geliyor. Kıramıyoruz dakika farkıyla. Hemen sıcak siparişlerini alıp servisi kapatıyor, ekibi gönderiyoruz. Saat 23.00. Üç araba dolusu insan, çoluk çocuk bir düğün alayı gibi bahçeye giriyor. Nazik bir şekilde servisimizin kapandığını söylüyoruz. Onlar çıkar çıkmaz iki çift daha geliyor motosikletleriyle. Anlaşılan şehirden bunalan kapağı atıyor yaylaya. Motosikletlileri de nazikçe uğurluyoruz. Kalan tek masanın kalkmaya niyetleri yok gibi. İçlerinden biri yakından tanıdığım biri. "Açıkça söyleyeyim." diyor, "Buradan kalkıp şehrin cehennem sıcağına gitmeyi istemiyoruz." Gece yarısını geçtikten sonra uğurluyoruz misafirlerimizi. Işıkları kapatıp bahçe kapısından çıkarken bir arabayla burun buruna geliyoruz. İnip demir kapıyı kilitlerken gelenler kapattığımızı anlıyor, geri geri giderek hiçbir şey söylemeden uzaklaşıyorlar. Gelen her kimse ya uykusu kaçmış ya da sıcak başına vurmuş olmalı.

30 Haziran 2017 Cuma

NE GÜNDÜ AMA...

28/06/2017 Çarşamba, Tire

Dünden yanıma aldığım pos cihazını servise bırakıyorum. Yaylaya çıkıp işleri düzene koyduktan sonra güzel bir sofraya oturup yemeğimizi yiyoruz. Tire sıcaktan yanmaya devam ediyor. Terasta güneşlenmeye bıraktığımız vişne reçelleri yüzlerce arının istilasına uğramış. Tepsilerde neredeyse bir şey bırakmamışlar geriye. Servisten arıyorlar, "Hattınız kapanmış (!)" Macera başlıyor. Neden kapanmış belli değil. Ankara'dan getirdiğimiz Vera marka yeni nesil pos cihazı hattının hangi şirkete ait olduğunu bilmediğimiz gibi hat numarasını da bilmiyoruz. Bir bankadan aldığımız bu pos cihazının hat bedelini aynı banka ödüyordu şimdiye kadar. Servise gösterince hattın Vodafon'a kayıtlı olduğunu söylüyor. İki adımda bir karşımıza çıkan Vodafon bayilerinde işten anlayan yok. Birbirlerine havale ediyorlar işi. En sonunda hat numarası bulunuyor. Hattın borcu yok, sahibi bankanın kendisi görünüyor. Biri çıkıyor "Niye siz uğraşıyorsunuz, götürün çalıştığınız bankaya o uğraşsın." diyor. Çalıştığım bankaya gidiyorum, "Bizim işimiz değil bu, servise sorun." diyor. Allah'ın sıcağında oradan oraya koşturuyorum. Sonunda Vodafon kestirmeden bir çözüm sunuyor. Bu hattı kapatın, yeni hat alın. Turkcell'e gidiyorum. O da bir başka şubeye yönlendiriyor. Rezaletin daniskası. Bu sefer de ellerinde M2M dedikleri hat çipi yok. "Ödemiş'ten getirmemiz lazım, ancak yarına." diyor benimle ilgilenen sözüm ona uzman. Nasıl beklerim ben yarını deyip itiraz ediyorum. Bir elemanları tesadüfen Ödemiş otobüs terminalinde imiş. Telefon edip gelirken getirmesini sağlıyorlar. Uzun uzun sözleşmeler hazırlanıyor, imzalıyorum okumadan. Yeter ki şu hat açılsın, misafirlerimize mahcup olmayalım daha fazla. Vergi levhası istiyorlar. "Tamam getiririm." diyorum, "Yeter ki hattı açın hemen." 

Yaylaya çıkıp vergi levhasını arıyorum. Elime artık uğraşamam dediğim "Çiftçi Kayıt Sistemi" ne ait belgeler geçiyor. Bu belgeleri doldurup imzalattıktan sonra İlçe Tarım'a vereceğim. Sadece iki günüm kalmış. Zaten kendimden ümit kesmiştim. Evrakı görünce birden hareketleniyorum. Önce mal sahibi eşimle kira sözleşmesi yapıyoruz. Köy muhtarını arıyorum. "Tire'deyim ama burada yanıyorum, az sonra köye çıkacağım." diyor. İki de aza bulmam lazım evrakları imzalatmam için. Aman Tanrım, bu işler hiç bana göre değil. Önce bir azayı buluyorum bahçesinde. Ondan imzayı aldıktan sonra muhtarla köy meydanında buluşuyoruz. Diğer aza da imzalayınca belge işleri tamam. Tarım İlçe beni Ziraat Odasına gönderiyor yeniden çiftçilik belgesi tanzim etmek için. Bu arada oda harcı olarak verecekleri mazot, gübre desteklemesinin % 25'ini peşinen geri alıyorlar. Oradan Tarım İlçe Müdürlüğü'ne gidiyorum. Nefret ediyorum bu işlerden ama başladık bir kere, sonunu getirmek lazım. İşte böyle, sansına arada bu işi çıkarıyorum. Sıra geliyor Turkcell'e vergi levhasını götürmeye. 

Bayii, bıraktığım kimliği iade ederken "Tamam, hattınız açıldı, pos cihazınızı kullanabilirsiniz." deyince sevinçten havalara uçuyorum. Ama yine bir aksilik olmasın diye pos cihazını ve yeni aldığım hat çipini servise götürüyorum. Zira Vodafon'un uzmanları (!) yuva yatağındaki sert plastik tırnağı kırmışlar eski çipi çıkarırken. Servis taksın yerine, hem de çalışıp çalışmadığını denesinler istiyorum. Servis "Tamam, problem yok." diyor. Moralle yaylaya çıkıyorum. Bahçede iki araba var. Misafirlere hoş geldiniz diyorum. Artık içim rahat, posumuz çalışıyor ya (!)

Misafirlerimiz yiyor, içiyorlar keyiflerince. İçlerinden biri yanıma gelip kartını uzatıyor. "Aman görmesinler, masaya getirirsen hesabı onlar ödemek ister." Güvenle pos cihazının tuşlarına basıyorum. Hayal kırıklığı. Aynı hatayı veriyor. Canım sıkılıyor. Bir kez daha deniyorum, olmuyor. Kapatıp açıyorum, değişen bir şey yok. Servisi arıyorum. "Hatta problem olabilir, Turkcell merkezi arayın." diyorlar. En sevmediğim işlerden biri daha. "Bireysel başvuru yapacaksanız bire, kurumsal ise ikiye basın." Basıyorum, anamın kızlık soyadının ilk iki harfini soruyor mekanik bir ses. Daha onlarca soru, her sorunun karşılığı bir tuş. Tam sonuna geldim derken başka bir yetkiliye aktarmalar... Yeniden sorunu anlat, o olmadı sil baştan. En sonunda hattımın açık olduğu söyleniyor. Servisi arayıp durumdan haberdar ediyorum. Pos cihazı yanlarında olmadan bir şey yapamayacaklarını söylüyorlar. Hadi bana yine yol görünüyor. Beyefendi üzülüyor halime. "Bir daha ki sefere alırım hesabı." diyorum, "Hayır, olmaz, gidip para çekeyim, ödemeyi yapayım." diyor. Bu kadar iyi insan olur mu? "Ben aşağı ineceğim pos cihazını götürmeye, o kadar ısrar ediyorsanız bir yere bırakırsınız. diyorum. Kartını uzatıyor, "Bu kartı alın, şifrem şu, parayı çekersiniz Halkbank'tan." O, ne kadar ısrarcı ise ben o kadar çaresizim. Kartı alıp yola çıkıyorum. Servise varıp pos cihazını hemen problemi çözerler umuduyla uzatıyorum. İşin içinden çıkamayınca İstanbul'daki merkezlerini arıyorlar. "Bu iş bugün olmaz." diyor teknik eleman. Halkbank ATM sinden çekiyorum misafirin parasını. Hemen yukarı dönüyorum. Adamcağız o kadar iyi ki, mahcubiyetim iki katına çıkıyor. Tatlılarını da yedikten sonra son derece memnum ayrılıyorlar.

Taş Ev aynı zamanda fotoğraf çekimleri için çok güzel bir mekan. Nişan ve nikah çekimleri için süslü gelin arabalarını misafir ediyor.

Geceyi yoğun geçiriyoruz. Yayla havası bırakılıp şehrin bunaltıcı sıcağına gitmek istemiyor misafirlerimiz. Ekibi gönderiyorum. Saat 23.00 ü gösterirken bir araba daha bahçeye girip ağaçların altına park ediyor. Orta yaşlı bir çift iniyor arabadan. "Servisiniz var değil mi?" "Maalesef efendim, servisimiz saat 22.00 de sona eriyor. Ekibimizi de gönderdik zaten. Beyefendi ne hayallerle gelmiş kim bilir? Park yerinden çıkarken yardımcı oluyorum. "Kusura bakmayın, efendim." diyerek, hata bendeymiş gibi. Hiç olmadı bir telefon et değil mi? Aşağıdan ışıkları görünce gelmişler besbelli. Araba lastiklerinden ses çıkartarak gözden kayboluyor. Muhtemelen kabul etmediğim için küfür bile etmiş olmalılar. Gecenin bir yarısında çat kapı bir restorana gidilemeyeceğini öğrenmiş oluyorlar bu tecrübeyle.

Son misafirlerimizi saat 01.00 de uğurluyor, yarına biraz dinlenmeyi umuyoruz. Venüs ciyak ciyak bağırıyor. Ayağına diken batmış olmalı. Sol arka ayağını ısırıyor, yalıyor. Bu vakit kim bakar ki buna. Biraz sakinleşir gibi oluyor. Aklımız onda sabahı bekliyoruz.

29 Haziran 2017 Perşembe

LE BAYRAM

25-26-27/06/2017 Pazar, Pazartesi, Salı Tire

Bayram tatili ile birlikte yoğunluk başlıyor. Bugünlerde benim okur yazarlığım da sekteye uğruyor elbette. İşte bu yüzden bayram günlerini tekmili birden yazmak iyi olacak. Bayramın ilk günü vatandaş eş dost, akrabaları ile bayramlaşıyor, bu günü mezar ziyaretleriyle geçiriyor. Akşama doğru yoğunluk artıyor. Geceleri geç dönüyoruz. Şu facebook illetinden kurtulmam lazım. Çok vaktimi alıyor. Bunun yanı sıra e-mail yolu ile iletişim sağladığım bir sosyal medya sitesi, Quora da beni gittikçe daha fazla meşgul ediyor. Bu sitenin özelliği ilginç sorulara verilen akıllı uslu cevaplar. Arzu ederseniz siz de soru sorabiliyorsunuz. Ne zaman bu siteye üye olduğumu hatırlamıyorum ama mevcut üyelerden birisinin davet etmesi durumunda kabul ediliyormuş üyelik. Önceden belirlenen ilgi alanlarına, bulunulan yerin coğrafi konumuna göre sorulan sorulardan ve ona verilen cevaplardan haberdar oluyorsunuz. Esasen herkesin entelektüel düzeyde tartışmaya katılabileceği seviyeli bir forum sitesi bu. Sadece İngilizce yayın yapıyor. Dil, din, ırk farkı yok burada. Eğer konu hakkında bir sözünüz varsa diğer insanlarla paylaşmanın bir yolu da bu. Mesela yurdumuzla ilgili yabancılar tarafından sorulan soruları ve bu sorulara yabancıların verdiği cevapları onların gözüyle görmek ilginç olabiliyor.

Neyse, ilk bayram gecesinde Quora'daki bir soruya takılıyorum. Kabaca soru şu: Türkiye'nin doğu ve batı kültürü arasında sıkışmasının getirdiği sonuçlar nelerdir? Bu soruya bir sürü cevap yazılmış ve yorum yapılmış. Cevapların hepsi ciddiye alınacak türden ve bağımsız. Uzun uzun nedenlerini anlatılıyor yabancı biri cevabında. Yazısının sonuna üç adet fotoğraf ve her fotoğrafın altına kısa bir bilgi notu koymuş. İlk fotoğrafta siyah güneş gözlükleri takmış beyaz mini şortlu genç bir kız görüyoruz, teknenin üzerinde uzanmış, güneşleniyor. Altındaki yazı: Türkiye'nin batıya bakan yüzü. İkinci fotoğraf, yere kadar sarkan modernize edilmiş tesettür giyen bir kadını gösteriyor. Kadının başı Türk usulü kapalı. Bilgi notunda Türkiye'nin "Doğuya bakan yüzü." diyor ve ilave ediyor, "Bu giyim tarzı Araplarınkinden farklı."  Gördüğüm üçüncü ve son fotoğraf konuyu günlüğüme taşımama vesile oluyor. Bir bakıma ülkenin gerçek yüzü okurların önüne tüm çıplaklığı ile koyuluyor. Ulusal kimliğimizi kaybetme yolunda geldiğimiz son nokta bu işte diyorum. Bir park kanepesinde  oturan hanımefendinin üst kısmı modern tarzda Türk usulü çatkılı türbanla örtülmüş. Altında süper mini etek giyen hatun bacak bacak üstüne atmış poz veriyor. Yazar bu pozun altına ülkenin hem doğu hem batı kültürü arasında sıkışmış yüzü diye yazmakla kalmıyor, bir de dalgasını geçiyor. "Üst taraf Mekke, alt taraf Paris."

Samimi bir ortamda geçen bayramın birinci günde sürpriz misafir bir seyahat acentesinin sahibi. Oldukça kalabalık bir grupla geliyorlar. İlk gelişleri değil bu sıcak ailenin. Bir midibüsü dolduran konuklarımız Taş Ev'i ve bizleri çok sevdiklerini söylüyorlar. Özellikle ailenin en büyüğü, ilerlemiş yaşına ve geçirdiği ameliyattan dolayı kullanmak zorunda kaldığı yürüme aparatına rağmen üşenmeden gelmiş yine. Son derece nazik tavır ve gurur okşayıcı sohbetleri bizi mutlu ediyor. "Biz sizleri çok sevdik, bak yine geldik." Verandada masalar birbirine eklendikten sonra ikişer üçer meze tabaklarıyla donatılıyor. Yemeklerini yerlerken hoşça sohbet edip güzel vakit geçiriyorlar. Tatlılarını yedikten sonra gençlerden birine Tanrıya şükür duası okuması isteniyor. Babaları genç kızın duasını beğenmeyince bir de aile büyüğünden rica ediyor. O da bana çocukken öğretilene benzer Arapça Türkçe karışımı bir dua okuyor. Herkes amin deyip ellerini yüzlerine sürdükten sonra baba bunu da beğenmiyor, annesine eksik okudun deyip takılıyor. Tonton teyze "O kadar kalmış aklımda bu yaşımdan sonra." diyor gülerek.

Bayramın ikinci günü olağanüstü bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Kahvaltı servisiyle başlayan yoğunluk gece geç saatlere dek sürüyor. Selma Hanım'ın ağzından ilk kez "Yoruldum." lafını duyuyorum. Gerçekten hepimiz çok yoruluyoruz. Cambazlı Köyündeki bir aileden aldığım karadut ve koruk şerbetlerini nasıl tüketeceğiz diye düşünürken hepsi bir günde bitiyor. Misafirlerimizin tamamı memnun ayrılıyor. Hiçbir olumsuzluk yaşamıyoruz bugün, onca kalabalığa rağmen.

Üçüncü günü bayramın. Dünkü yorgunluğu arıyoruz. Ama bu kez sinirlerim de geriliyor biraz. Bir ara yoğunluğun ekseriyeti çay kahve içmeye gelenlerden oluşuyor. Her şeyin bir nedeni olmalı. Aşağıda yıllar boyu bizim tarzda hizmet veren iki restoran çay kahve servisini kaldırmışlar, hatta duvar ilanlarıyla bu hizmeti vermediklerini duyurmuşlar gelenlere. Bu yüzden sosyal medyada bazı olumsuz yorumlar da almışlar. Onların kulağını çok fazla çınlattık bugün. Yerden göğe hak verdik. Öyle bir an geliyor ki çay kahve içenler veranda ve bahçeyi dolduruyor. Yemek için bir misafir gelse oturtacak yerimiz yok. Şehir alev topu gibi yanıyor. Yayla serin, ağaçların altında, tatlı tatlı esen rüzgarda sohbetler derinleşiyor. Yemeklerini yeyip geldiklerini, sadece çay içeceklerini söylüyorlar. Arada bir arzularının olup olmadığını soruyoruz. Pişkince, alay eder gibi "Hayır, böyle iyiyiz." diye cevap veriyorlar. Elbette iyi olursunuz, en keyifli yerleri işgal ediyorsunuz, bir çay içip en az üç dört saat oturuyorsunuz. Siz iyi olmayacaksınız da ben mi iyi olacağım? Yok arkadaş, ben o kadar iyi değilim. Buna bir çare bulmak lazım.

İşte iki araba daha yanaşıyor. "Yemek mi alacaksınız?" diye sorup gardımı alıyorum hemen. "Hayır, biz sadece çay içmeye geldik." "Efendim, burası restoran, şehirde çay içilecek güzel çay bahçeleri var, orada dilediğinizce çayınızı kahvenizi içebilirsiniz ama illa ki burada içeceğim derseniz sizi şöyle arka masalardan birinde oturtabilirim." Bozuluyorlar tabii. Ben de bozuluyorum ne yapabilirim. Zira gelen gruptan bir kısmı verandaya geçmiş, sormadan masaları yan yana çevirmişler bile. Konuştuğum kişiler diğerlerini çağırıyorlar, arka tarafta üç masayı birleştiriyoruz Verandada bozdukları masa düzenini eski haline getirmek yine bana düşüyor. Birer çay bir kaç meşrubat içiyorlar, üç saat sonra kalkıyorlar. Kahvehanede otursan kahveci on dakikada bir çayı burnuna dayıyor. Bugün açıldığımızdan bu yana rekor sayıda çay kahve servis ediyoruz. "İki çay alabilir miyiz?" "Elbette efendim." Arkamı döner dönmez sesleniyor onlardan biri. "Bir tanesi açık olsun lütfen." Çayları servis ediyorum. Gruptan bir diğeri daha çıkıyor, belli ki yanındakine gelen çayı görünce çalışıyor beyni. "Ben de bir çay alabilir miyim?" Yan masadan bir başkası; "Bize biri sade, biri az şekerli, biri orta şekerli, biri de şekerli dört kahve getirir misiniz?" Peki efendim, derhal dememe fırsat kalmıyor, değiştiriyor kararını biri "Ya, benimki de sade olsun." "Siz daha önce nasıl istemiştiniz?" Kafa allak bullak oluyor. Masa 3, iki çay biri açık, Masa 5 iki sade, bir az şekerli kahve." Yok arkadaş, kahvecilik zor zanaat. Eşim diyor, "Biz de kaldıralım çay, kahve servisini." İtiraz ediyorum, "Yok fiyatı arttıralım, caydırıcı olsun." Hani bir içen pişman olsun bir de içmeyen. Zaten ufak yer burası. "Taş Ev'de bir çay içtim, beş lira." Tabii şehir alev alev yanarken bir çayın yanında üç saat oturup en güzel masada keyif yaptığını sümme haşa söylemezsin. Hava kararmaya başlıyor, çaycılar yavaş yavaş ayrılıyorlar. Sürpriz oluyor bana bu. Korkum geceyi onlarla birlikte geçirmek. Yemek misafirleri gelmeye başlıyor. Bende hal mecal kalmamış çay kahve taşımaktan.

Bayramı böyle geçiriyoruz işte. Ancak en büyük aksilik pos makinesindeki arıza. O bayram kalabalığında yanında nakit parası olmayanların telefonunu, ismini alıp gönderiyorum. Önemli bir bölümü aralarında denkleştirip ödemeyi yapıyorlar. Eskişehir'den bir arkadaşım arıyor, bayram kutlaması için. Kısa bir konuşmadan sonra arayacağımı söyleyip kapatıyorum. Bayram süresince fırsatını bulup arayamıyorum. 

Ertuğrul Şef ve Selma Hanım bayramda büyük iş çıkarıyorlar. Nerede eksik gedik varsa hemen o boşluğu dolduruyorlar. Tatil günleri olmasına rağmen bizi yalnız bırakmıyorlar. Onların hakkını ödemeye paramız yetmez...

25 Haziran 2017 Pazar

DOĞAL ORTAK

24/07/2017 Cumartesi, Tire

Bayram telaşı her tarafı sardı. Çarşıya ve arife pazarına girmeye korkuyor insan. Erkenden çıkıp biraz alışveriş yapıyorum. İşler yolunda gidiyor, yoğunluğa rağmen kolay park yeri buluyorum. Dün telefon ettiğim kasap siparişleri hazırlamış, hiç zaman kaybetmiyorum. Hava sıcak ve bunaltıcı. Bir an önce yaylaya çıkmak için sabırsızlanıyorum.

Kızım eşlik ediyor bugün bana. Venüs'ü çok özlemiş. Oğlum İzmir'e varmış, gelince eşimle birlikte çıkacaklar yukarı. Bahçeye girer girmez Venüs annesinin görünce çıldırıyor, üzerine sıçramaya çalışıyor. Daha sonra eşim ve oğlum gelince kadro tamamlanıyor.

Şefimiz tabak süslemelerinden sonra vitrine el atmış. Bahçeden topladığı çiçeklerle pek alımlı hale geliyor vitrin soğutucumuz. Misafirlerimizi ekseriya verandada ağırlıyoruz. Onlardan biri Sun Express pilotu imiş. Ailesinden ayrı olarak havalı bir motosikletle geliyor. Yarın uçuşu olduğu için erken ayrılıyor.

Yarın bayram olduğuna göre bolca "Eski bayramlar" muhabbeti yapılacak. Bayram bazıları için yoğun çalışmak, bazıları için ise tatil. Bizim için ise hem çalışmak hem tatil. Çocuklarımızla birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bana göre Ramazan Bayramı dini bir bayram olması münasebetiyle vecibelerini tam olarak yerine getirenler in hakkı. Biz de onların sayesinde arada kaynıyoruz.

Akşama doğru bir fırsatını bulup yukarı yaylaya çıkıyor, kalan vişneleri topluyorum. Dallar ince, çekince önüme kadar eğiliyor ancak sapları kolay kolay bırakmıyor. Yere düşen meyveler sarmaşıkların arasında kayboluyor. Zahmetli bir iş vişne toplamak, kiraza toplamaya hiç benzemiyor.

Taş Ev'in önündeki kayısı ağacını gösteriyor Selma Hanım, üzerinde tek meyve kalmamış. Sabah geldiklerinde her yer kayısı parçalarıyla doluymuş. Sincaplar bir günde bütün meyvelerin hakkından gelmiş. Çekirdeklerini aşırıp gözüm gibi baktığım meyveleri parçalamışlar. Yapacak bir şey yok. Mis kokulu kırmızı erik olgunlaşmaya başlamış. Onların başına da bir şey gelmemesini diliyorum.

Eve yorgun dönüyoruz, keyifli bir günün ardından...

24 Haziran 2017 Cumartesi

YARIN GÜZEL OLACAK

23/06/2017 Cuma, Tire

Ramazan ayının sonuna geldik. Çiftçi destekleme primi alabilmem için son müracaat tarihinin ay sonu olduğuna dair Ziraat Odasından gelen mesaj altı aydır bir türlü el atamadığım, sürekli ertelediğim işi hatırlatıyor. Belge doldurulduktan sonra muhtar ve iki azaya imzalatılıp İlçe Tarım Müdürlüğü'ne verilecek. Bu basit bürokratik işlem gözümde o kadar büyüyor ki onun yerine elli çuval un taşımayı tercih ederim. Geçen sene hazırladığım belgelerin Tarım İlçe Müdürlüğü'ne teslim edilmediği gerekçesiyle teşvik parası yerine havamı almıştım. Mazot, gübre desteği olarak alacağım altı yedi yüz lira kadar bir para. Bürokrasi ve hastanelerde koşturmak, sıra beklemek oldum olası hazzetmediğim işler.

Rutin işlerimizi tamamladıktan sonra keyifli bir sofra hazırlıyor arkadaşlar. Yemeğimizi tatlı bir sohbet eşliğinde tamamlamak üzereyken bir araba yanaşıyor. Misafirleri Venüs karşılıyor. Son lokmamı aceleyle ağzıma atarken yanlarına koşup onu uzaklaştırmaya çalışıyorum. Karşı çıkıyorlar, "Bırakın, bırakın bizim de aynısı var, alışkınız biz." Genç kız üzerinin kirlenmesine aldırmadan sarmaş dolaş oluyor bizim haydutla. İstanbul'dan geldiklerini söylüyorlar. Verandada ağırlıyoruz misafirlerimizi. Bugün özel olarak yaptırdığım karadut şerbetini deniyorlar yemekle birlikte, hoşlarına gidince ikincini istiyorlar.

Bugün eşim dinlensin istedim. "Eşim" ve "dinlenmek" sözcüklerinin bir araya geldiğini görmedim oysa. O ne yapar ne eder bir iş çıkarır kendine. "Sıkışırsan gelip alırsın beni." demeyi ihmal etmiyor. Ertuğrul Şef rezervasyonlar bir biri ardına gelince "Birlikte üstesinden geliriz, bırakın dinlensin biraz eşiniz." diyor. 

Geçenlerde misafir ettiğimiz bir beyefendi Tire şubemiz gibi çalışıyor. Ödemiş'ten, Torbalı'dan hatta Aydın'dan gelen tanıdıklarına bizi öneriyor. Gelenler hoşnut kalıp ona teşekkür ediyor olmalılar ki, o da devamlı bizi tavsiye etmeye devam ediyor. Telefon ediyor. "Ödemiş'ten yola çıktılar iftar için size yönlendirdim." Teşekkür ediyorum. Az sonra yine arıyor. "Tamam, beni aradılar az önce Tire'ye gelmişler." diyorum. "Şimdi gönderdiklerim başka, birbirlerini tanımıyorlar, onlar Aydın'dan gelecekler." diye cevap veriyor. Diğer rezervasyonlarla birlikte iftar misafirlerinin artması kısa bir panik yaratıyor. "Keşke daha önce haber verseydiniz, çorbamız yeterli olmayabilir." diyorum. "Çorbanız olursa iyi olur." deyince beyefendinin misafirlerine mahcup olmamak için elimizden geleni yapmamız gerektiğini anlıyorum. Şefimiz kısa süre kalmasına rağmen beni sakinleştiriyor. "Hallederiz." Tecrübe sahibi şefler hep böyledir zaten, mutlaka bir çözüm yolu bulurlar. Hemen işe koyuluyor, misafirler gelmeden çorba hazır. İşin ilginç yanı çok sayıda başlangıç aldıktan misafirlerimiz arasında çorba siparişi veren olmuyor. Bu işler böyle olur zaten. O çorba yetişmeseydi, herkes çorba isterdi. Şefimiz bu durum karşısında "Nur topu gibi bir tencere çorbamız oldu." diyor gülerek. 

Güzel bir haber alıyorum oğlumdan. Tam dokuz gün bizimle birlikte olacak. Kızım da akşam yola çıkıyor İzmir'den. Tatilimizi ailecek Taş Ev'de geçireceğiz. Yarın bütün aile hep birlikteyiz, keyfimize diyecek yok. 

Güzel bir şekilde ağırlıyoruz misafirlerimizi. Hepsinin ortak bir sözü var. "Cennette yaşıyorsunuz, insan yaşlanmaz burada." 

Eve döndükten kısa bir süre kızım geliyor. Eline kalın bir kitap alıp okumaya başlıyor. Ne günlük yazmamı, ne TV tartışma programı izlememi ne de bilgisayarımla meşgul olmamı istiyor. "Bak ben senin için geldim, ortak bir şey yapalım." diyor. Eşim yoldaki oğlumu saat başı arayarak nerede olduğu hakkında bilgi alıyor. Gecenin ilerleyen saatleri. Kızım kitabı elime tutuşturarak "Baba, benim boğazım ağrımaya başladı, sen devam eder misin biraz?" Kitabın konusu ilgimi çekiyor ama gözlerim de ağırlaşmaya başlıyor. Kalan yerden yüksek sesle okumaya devam ederek bölümü bitiriyorum. Kızım iyi geceler dileyerek odasına gidiyor. Eşim zaten ondan önce uykuya teslim olmuş. Yalnız kalınca uykum kaçıyor. Facebook sayfalarında güzel müziklere takılıyorum. Allah'ım ne kadar kötü bir alışkanlığım var. Bir şeye alışmaya göreyim. Saat sabahın beşine kadar ilginç bulduğum sayfalara saplanıp kalıyorum. Klasik müzik, opera türünden gözüme ilişen paylaşımlarla vaktim geçiyor. Sabahın köründe eşim yine uyandıracak. Bari iki saat uyuyabileyim diye kalkıp yatağıma gidiyorum. Yarın güzel bir gün olacak, çocuklarımla hep birlikte...