25-26-27/06/2017 Pazar, Pazartesi, Salı Tire
Bayram tatili ile birlikte yoğunluk başlıyor. Bugünlerde benim okur yazarlığım da sekteye uğruyor elbette. İşte bu yüzden bayram günlerini tekmili birden yazmak iyi olacak. Bayramın ilk günü vatandaş eş dost, akrabaları ile bayramlaşıyor, bu günü mezar ziyaretleriyle geçiriyor. Akşama doğru yoğunluk artıyor. Geceleri geç dönüyoruz. Şu facebook illetinden kurtulmam lazım. Çok vaktimi alıyor. Bunun yanı sıra e-mail yolu ile iletişim sağladığım bir sosyal medya sitesi, Quora da beni gittikçe daha fazla meşgul ediyor. Bu sitenin özelliği ilginç sorulara verilen akıllı uslu cevaplar. Arzu ederseniz siz de soru sorabiliyorsunuz. Ne zaman bu siteye üye olduğumu hatırlamıyorum ama mevcut üyelerden birisinin davet etmesi durumunda kabul ediliyormuş üyelik. Önceden belirlenen ilgi alanlarına, bulunulan yerin coğrafi konumuna göre sorulan sorulardan ve ona verilen cevaplardan haberdar oluyorsunuz. Esasen herkesin entelektüel düzeyde tartışmaya katılabileceği seviyeli bir forum sitesi bu. Sadece İngilizce yayın yapıyor. Dil, din, ırk farkı yok burada. Eğer konu hakkında bir sözünüz varsa diğer insanlarla paylaşmanın bir yolu da bu. Mesela yurdumuzla ilgili yabancılar tarafından sorulan soruları ve bu sorulara yabancıların verdiği cevapları onların gözüyle görmek ilginç olabiliyor.
Neyse, ilk bayram gecesinde Quora'daki bir soruya takılıyorum. Kabaca soru şu: Türkiye'nin doğu ve batı kültürü arasında sıkışmasının getirdiği sonuçlar nelerdir? Bu soruya bir sürü cevap yazılmış ve yorum yapılmış. Cevapların hepsi ciddiye alınacak türden ve bağımsız. Uzun uzun nedenlerini anlatılıyor yabancı biri cevabında. Yazısının sonuna üç adet fotoğraf ve her fotoğrafın altına kısa bir bilgi notu koymuş. İlk fotoğrafta siyah güneş gözlükleri takmış beyaz mini şortlu genç bir kız görüyoruz, teknenin üzerinde uzanmış, güneşleniyor. Altındaki yazı: Türkiye'nin batıya bakan yüzü. İkinci fotoğraf, yere kadar sarkan modernize edilmiş tesettür giyen bir kadını gösteriyor. Kadının başı Türk usulü kapalı. Bilgi notunda Türkiye'nin "Doğuya bakan yüzü." diyor ve ilave ediyor, "Bu giyim tarzı Araplarınkinden farklı." Gördüğüm üçüncü ve son fotoğraf konuyu günlüğüme taşımama vesile oluyor. Bir bakıma ülkenin gerçek yüzü okurların önüne tüm çıplaklığı ile koyuluyor. Ulusal kimliğimizi kaybetme yolunda geldiğimiz son nokta bu işte diyorum. Bir park kanepesinde oturan hanımefendinin üst kısmı modern tarzda Türk usulü çatkılı türbanla örtülmüş. Altında süper mini etek giyen hatun bacak bacak üstüne atmış poz veriyor. Yazar bu pozun altına ülkenin hem doğu hem batı kültürü arasında sıkışmış yüzü diye yazmakla kalmıyor, bir de dalgasını geçiyor. "Üst taraf Mekke, alt taraf Paris."
Samimi bir ortamda geçen bayramın birinci günde sürpriz misafir bir seyahat acentesinin sahibi. Oldukça kalabalık bir grupla geliyorlar. İlk gelişleri değil bu sıcak ailenin. Bir midibüsü dolduran konuklarımız Taş Ev'i ve bizleri çok sevdiklerini söylüyorlar. Özellikle ailenin en büyüğü, ilerlemiş yaşına ve geçirdiği ameliyattan dolayı kullanmak zorunda kaldığı yürüme aparatına rağmen üşenmeden gelmiş yine. Son derece nazik tavır ve gurur okşayıcı sohbetleri bizi mutlu ediyor. "Biz sizleri çok sevdik, bak yine geldik." Verandada masalar birbirine eklendikten sonra ikişer üçer meze tabaklarıyla donatılıyor. Yemeklerini yerlerken hoşça sohbet edip güzel vakit geçiriyorlar. Tatlılarını yedikten sonra gençlerden birine Tanrıya şükür duası okuması isteniyor. Babaları genç kızın duasını beğenmeyince bir de aile büyüğünden rica ediyor. O da bana çocukken öğretilene benzer Arapça Türkçe karışımı bir dua okuyor. Herkes amin deyip ellerini yüzlerine sürdükten sonra baba bunu da beğenmiyor, annesine eksik okudun deyip takılıyor. Tonton teyze "O kadar kalmış aklımda bu yaşımdan sonra." diyor gülerek.
Bayramın ikinci günü olağanüstü bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Kahvaltı servisiyle başlayan yoğunluk gece geç saatlere dek sürüyor. Selma Hanım'ın ağzından ilk kez "Yoruldum." lafını duyuyorum. Gerçekten hepimiz çok yoruluyoruz. Cambazlı Köyündeki bir aileden aldığım karadut ve koruk şerbetlerini nasıl tüketeceğiz diye düşünürken hepsi bir günde bitiyor. Misafirlerimizin tamamı memnun ayrılıyor. Hiçbir olumsuzluk yaşamıyoruz bugün, onca kalabalığa rağmen.
Üçüncü günü bayramın. Dünkü yorgunluğu arıyoruz. Ama bu kez sinirlerim de geriliyor biraz. Bir ara yoğunluğun ekseriyeti çay kahve içmeye gelenlerden oluşuyor. Her şeyin bir nedeni olmalı. Aşağıda yıllar boyu bizim tarzda hizmet veren iki restoran çay kahve servisini kaldırmışlar, hatta duvar ilanlarıyla bu hizmeti vermediklerini duyurmuşlar gelenlere. Bu yüzden sosyal medyada bazı olumsuz yorumlar da almışlar. Onların kulağını çok fazla çınlattık bugün. Yerden göğe hak verdik. Öyle bir an geliyor ki çay kahve içenler veranda ve bahçeyi dolduruyor. Yemek için bir misafir gelse oturtacak yerimiz yok. Şehir alev topu gibi yanıyor. Yayla serin, ağaçların altında, tatlı tatlı esen rüzgarda sohbetler derinleşiyor. Yemeklerini yeyip geldiklerini, sadece çay içeceklerini söylüyorlar. Arada bir arzularının olup olmadığını soruyoruz. Pişkince, alay eder gibi "Hayır, böyle iyiyiz." diye cevap veriyorlar. Elbette iyi olursunuz, en keyifli yerleri işgal ediyorsunuz, bir çay içip en az üç dört saat oturuyorsunuz. Siz iyi olmayacaksınız da ben mi iyi olacağım? Yok arkadaş, ben o kadar iyi değilim. Buna bir çare bulmak lazım.
İşte iki araba daha yanaşıyor. "Yemek mi alacaksınız?" diye sorup gardımı alıyorum hemen. "Hayır, biz sadece çay içmeye geldik." "Efendim, burası restoran, şehirde çay içilecek güzel çay bahçeleri var, orada dilediğinizce çayınızı kahvenizi içebilirsiniz ama illa ki burada içeceğim derseniz sizi şöyle arka masalardan birinde oturtabilirim." Bozuluyorlar tabii. Ben de bozuluyorum ne yapabilirim. Zira gelen gruptan bir kısmı verandaya geçmiş, sormadan masaları yan yana çevirmişler bile. Konuştuğum kişiler diğerlerini çağırıyorlar, arka tarafta üç masayı birleştiriyoruz Verandada bozdukları masa düzenini eski haline getirmek yine bana düşüyor. Birer çay bir kaç meşrubat içiyorlar, üç saat sonra kalkıyorlar. Kahvehanede otursan kahveci on dakikada bir çayı burnuna dayıyor. Bugün açıldığımızdan bu yana rekor sayıda çay kahve servis ediyoruz. "İki çay alabilir miyiz?" "Elbette efendim." Arkamı döner dönmez sesleniyor onlardan biri. "Bir tanesi açık olsun lütfen." Çayları servis ediyorum. Gruptan bir diğeri daha çıkıyor, belli ki yanındakine gelen çayı görünce çalışıyor beyni. "Ben de bir çay alabilir miyim?" Yan masadan bir başkası; "Bize biri sade, biri az şekerli, biri orta şekerli, biri de şekerli dört kahve getirir misiniz?" Peki efendim, derhal dememe fırsat kalmıyor, değiştiriyor kararını biri "Ya, benimki de sade olsun." "Siz daha önce nasıl istemiştiniz?" Kafa allak bullak oluyor. Masa 3, iki çay biri açık, Masa 5 iki sade, bir az şekerli kahve." Yok arkadaş, kahvecilik zor zanaat. Eşim diyor, "Biz de kaldıralım çay, kahve servisini." İtiraz ediyorum, "Yok fiyatı arttıralım, caydırıcı olsun." Hani bir içen pişman olsun bir de içmeyen. Zaten ufak yer burası. "Taş Ev'de bir çay içtim, beş lira." Tabii şehir alev alev yanarken bir çayın yanında üç saat oturup en güzel masada keyif yaptığını sümme haşa söylemezsin. Hava kararmaya başlıyor, çaycılar yavaş yavaş ayrılıyorlar. Sürpriz oluyor bana bu. Korkum geceyi onlarla birlikte geçirmek. Yemek misafirleri gelmeye başlıyor. Bende hal mecal kalmamış çay kahve taşımaktan.
Bayramı böyle geçiriyoruz işte. Ancak en büyük aksilik pos makinesindeki arıza. O bayram kalabalığında yanında nakit parası olmayanların telefonunu, ismini alıp gönderiyorum. Önemli bir bölümü aralarında denkleştirip ödemeyi yapıyorlar. Eskişehir'den bir arkadaşım arıyor, bayram kutlaması için. Kısa bir konuşmadan sonra arayacağımı söyleyip kapatıyorum. Bayram süresince fırsatını bulup arayamıyorum.
Ertuğrul Şef ve Selma Hanım bayramda büyük iş çıkarıyorlar. Nerede eksik gedik varsa hemen o boşluğu dolduruyorlar. Tatil günleri olmasına rağmen bizi yalnız bırakmıyorlar. Onların hakkını ödemeye paramız yetmez...