KATEGORİLER

28 Temmuz 2017 Cuma

TANITIM

27/07/2017 Perşembe, Tire

"Bugün erken çıkalım yaylaya." diyor eşim. Tire Süt Kooperatifi ürün tanıtımı fotoğraf çekimleri için Taş Ev'i uygun görmüş. Birkaç yere uğrayıp alışverişimizi tamamladıktan sonra yeni bir güne başlıyoruz. Görevli arkadaşlar bizden önce gelmiş. Salonda masalar çekime hazırlanmış, Tire Süt Kooperatifinin koli koli ürünleri bir köşeye istiflenmiş. Bir saat süreceği söylenen çekim tam beş saat sürüyor. 

Ekip yorulunca mola veriyor, yemeklerini yiyor, çaylarını içiyorlar. Yurdun değişik köşelerinden gelen misafirlerimizi zevkle ağırlıyoruz. Ankara'da görev yapan subay ailesi verandada oturmayı tercih ediyor. Aslen Tire'li olan aile anneleriyle  birlikte Şirince'yi gezdikten sonra Taş Ev'e konuk oluyor. Misafirlerimizin yemek tercihi meşhur Tire şiş köftesi. Üç genç geliyor arkasından, hiçbir ailevi bağ yok aralarında. Onları sıkı bir dostlukla birbirine bağlayan bisiklet tutkusu. Hanımefendi Eskişehir, beyefendiler İstanbul ve İzmir'den.

Çekim ekibini uğurladıktan sonra bize destek olmak üzere genç bir işletmeciyi misafir ediyoruz. Bizden hiçbir talebi yok. Eski dostluğun hatırına Taş Ev'i daha iyi tanıtmak için neler yapmalı, neleri değiştirmeli konularında önerilerde bulunacak. Yapılan yatırımın geri dönüşünün kaç yıl olarak planladığımızdan başlıyoruz. "Yok öyle bir şey." diyorum, şaşırıyor. "İlk aşamadaki hedefimi gerçekleştirdim." diyorum. "Nedir hedefiniz?" diye sorunca açıklıyorum. Keyif yapmak, keyif yapmaya gelenleri ağırlamak... Profesyonel birinin garibine gidiyor cevabım. "Aklından zoru mu var bu adamın?" diye düşünmüş bile olabilir. Bu konuda eşim dahil benim gibi düşüneni görmedim şimdiye kadar. Böyle bir işletmenin sahibi olmak, yurdun dört bir yanından kaliteli insanları ağırlamak benim için bir zevk. Ticari kaygım yok. İnsanların bunu anlaması çok zor. Genç arkadaşımız şaşırıyor, "Peki bu işten para da kazansanız daha iyi olmaz mı?" Bu soru biraz düşündürüyor beni. Kim istemez parayı. "Yok ben para kazanmak istemiyorum." demek o kadar gerçekçi gelmiyor insana. Gel gelelim önceliğim değil bu. Önceliğim ne? Eğer önceliğim para olsaydı kendi mesleğime devam eder hiçbir riske girmeden mevcut ciromun yarısından fazlasını elde edebilirdim. Zamanı geldiğine inandım, hayatımın geri kalanını eşimle birlikte farklı bir şekilde geçirmeye karar verdim. Hepsi bu (!)

Logo'dan, motto'dan devam ediyor söyleşimiz. Mevcut olan her ikisinden de hoşnutum. "En güzel anlarınızda..." motto'sunun "Doğayla lezzetin buluştuğu yer." le değiştirilmesi ne kazandıracak ki bana. Misafirlerimiz en güzel anlarını bizimle burada paylaşmıyorlar mı? Sayısız gencin evlilik teklifinde bulunduğu, evlilik yıl dönümünü, doğum günlerini kutladığı yer olmadık mı? 

Fiyatlarımız yüksek, porsiyonlarımız büyükmüş. Fiyatlarımızı düşürüp porsiyonlarımızı küçültmemiz daha uygun olabilirmiş. Her şeye karşı olan ben, buna da karşı çıkıyorum. Taş Ev'i tercih eden misafir, en iyi mezeyi, en lezzetli eti olması gereken miktarlarda yiyecek, gereken ilgiyi, saygıyı bulacak karşısında. Halk pazarı olsun diye açmadım ki bu mekanı. Burası tabldot verilecek bir yer hiç değil. Taş Ev bir keyif mekanı. Yenilen yemeğin lezzeti, manzara, gösterilen ilgi yıllarca akıllarda kalsın istedim. "O halde siz -Fine Dining- konseptine yakınsınız." diyor sevgili arkadaşım. Evet, hedefim aynen odur. Fakat o hedefe henüz çok uzak olduğumu biliyorum. 

"Havuzun kenarına şöyle hasırdan tabureler koysanız..." Yok, artık. "Güzel bir tanıtım filmi işe yarayabilir." Bu adımı attım zaten, hazırlık aşamasında. "Yemek tabaklarınız olması gerekenden çok büyük, porsiyonlar büyük tabakta az görünür." Size saygısızlık etmiş olmayayım ama ne porsiyonları ne de tabak boyutlarını küçültmenin iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum. 

Bu değerlendirmeler zihnimi yoruyor. Doğru bildiğim yolda ilerlemenin isabetli olacağını düşünüyorum, son misafirlerimizi uğurlarken...

RENKLİ MİSAFİRLER

26/07/2017 Çarşamba, Tire

Alışveriş ve diğer işlerimi hallettikten sonra yayla havasına koşuyoruz. Koşuyoruz mu desem yoksa şehrin bunaltıcı sıcağından kaçıyoruz mu, biemiyorum. Zira öğlen saatlerine kadar şehirde klimasız oturulmuyor. Gece boyunca ter damlalarının kulak ucumdan başımı koyduğum yastığa akışından rahatsız oluyorum fakat uykum ağır basıyor. Süs havuzuna suyun geldiğini görünce rahatlıyorum. Zira bu deponun dolduğuna işaret. Soğutucu dolaplarına şişeleri doldurduktan sonra yumurtaları toplayıp tavukları besliyorum. Beni görür görmez çığlık çığlığa peşime takılıyorlar. Onlardan birkaçı kümesin yanındaki kullanılmayan horoz kümeslerinden birini kendine folluk yapmış. Her gün yumurtalarını oraya bırakmayı alışkanlık haline getirmişler. Erken davranırsam yumurtaları alabiliyorum, gecikirsem Venüs onları affetmiyor. 

Günün ilk misafirleri Denizli'den. Onlar da temiz yayla havasında konaklamanın harika bir şey olduğundan dem vuruyor. Üç kızı ile birlikte verandada oturan beyefendi oldukça konuşkan. İşim yoksa masaya oturmamı kendisiyle sohbet etmemi istiyor. Tekstil işi ile uğraşıyormuş. Denizli'ye yolum düşerse beklediğini belirterek telefonunu vermek istiyor. Müşteri ile olan normal bir ilişki gibi değil bu. Gelenlerin kendini borçlu hissederek "Bize de bekleriz." demesi garibime gidiyor. 
Öğleden sonra canım Amy dinlemek istiyor. Misafirlerimiz nazik bir şekilde sesi biraz kısmamı rica ediyor. Anlıyorum ki Türkçe müzik çalmamı istiyorlar. Onları uğurladıktan sonra Rolling Stones 'tan "Angie"dinliyorum. Gençliğimin parçaları... Bob Dylan'dan "Like a Rolling Stone" tamamlıyor "Angie" yi. Evet, elbette Dire Straits geliyor peşinden. Romeo & Juliet. 

Bugün keşkek günümüz. Dün misafirlerimizden birinin siparişi üzerine şefimizin yaptığı patlıcan balığı aklımızdan çıkmıyor. Sağ olsun bizleri  kırmayıp öğle yemeğinde hazırlıyor aynısından. Az sonra ateşten yeni indirdiği keşkek geliyor önümüze. Şöyle bol tereyağlı, bol  salçalı olunca pek de güzel gidiyor. 

Venüs nerede bir gölge bulsa kıvrılıp yatıyor. Her zamanki azgınlığı yok nedense. Fifi rahat ediyor. Tavuklar dur durak dinlemiyorlar girmemeleri gereken bahçeye hatta bazen verandaya geliyorlar. Bugün onları kışkışlamaktan iflahım kesiliyor.

Akşam misafirleri anlaşmış olmalılar (!) Tabiri caizse baskına uğramış gibiyiz. Rezervasyon yaptırmadan gelen misafirlerimizden hangisine öncelik vereceğimiz kafamızı karıştırıyor. Her masadan en az bir kişi daha önce Taş Ev'e gelmiş kişiler. Güzel bir yere gidelim deyince akıllarına ilk gelen yer Taş Ev. Benim istediğim de bu zaten. Daha önce iki kez ağırladığımız yabancı bir şirketin üretimden sorumlu İtalyan müdürü Giovanni ile sohbet ediyoruz. Burada yedikleri mezeleri ve soluduğu havayı başka yerde görmediğini söylüyor. Onun bu değerlendirmesini önemsiyorum. Çünkü bu beyefendi işi gereği dünyanın pek çok ülkesini dolaşıyor. Türkiye'den ayrılmadan önce arkadaşları ile bir kez daha geleceğini söylüyor.

Verandada oturmayı tercih eden bir grup misafirimizi merak ediyorum. Masalarındaki hanımefendinin önerisi üzerine geldiklerini söylüyor hesabı ödemeye gelen genç adam. Kendisinin Avustralya'da yaşadığını, mekanı çok beğendiklerini söylüyor. Ayrılırlarken onun da Giritli bir aileye mensup olduğunu öğreniyorum. Son derece memnun ayrılıyorlar. Söyledikleri mezeleri kısa sürede midelerine indiriyorlar. O kadar hızlılar ki bütün ekip hayrete düşüyoruz. Karınlarının aç olmasının yanı sıra mezelerin lezzetinin de payı var elbette. Beyefendi ile Avustralyayı konuşuyoruz. Kocaman bir kıta ama sadece 24 milyon nüfusu varmış. Hala göçmen kabul edip etmediklerini soruyorum. Çok sıkı kontrolden geçiriyorlarmış artık. Özellikle Müslümanları vatandaşlığa kabul etme söz konusu olunca ince eleyip sık dokuyorlarmış. Işid gibi örgütlerin Müslüman kimliğe verdiği zarardan bahsediyor. Altı yıldır bulunduğu Avustralya onun vatanı olmuş her şeye rağmen. İşsizlik konusunda endişeden uzak bir yaşam sürüyorlar. Her kim işsizim diye başvuruda bulunursa devlet hemen ona bir iş ayarlıyormuş. İnsanları son derece saygılı ve sıcakmış lakin Müslüman olduğunuzu öğrendikleri vakit yüzlerindeki ifade değişiyormuş birden.

İşte böyle, dünyanın değişik ülkeleri hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Bilgiye ulaşmak için fazla bir çaba göstermiyoruz, bilgi ayağımıza geliyor.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

KONAKLAMA MI?

25/07/2017 Salı, Tire

Tatil günümüzü salıya almamız her bakımdan iyi oldu. Sabah pazar alışverişini yapıktan sonra yaylaya çıkıyoruz. Su problemini halletmek için Salih hala adam gönderecek (!) Dün birkaç kez aradım. Son aradığımda lütfetti telefonu açma zahmetine katlandı. "Şimdi yukarı çıkıyoruz." deyince içime bir ferahlık çöktü. Yukarı yaylaya çıkıp yaptıklarını görmeye bile sabrım yoktu. Telefon ettim sıkıntıyı giderip gideremediklerini öğrenmek için. Telefonu açan yok. İş başa düştü deyip patika yoldan yukarı tırmanmaya başladım.

Hava kavurucu sıcak. Hazır çıkmışken yanıma iki kova almayı ihmal etmiyorum. Nasıl olsa boş gelmem, illa ki toplayacak bir şeyler bulurum. İlk hedefim kesilen suya çözüm bulmak. Büyük havuzu besleyen hazne tıkalı. Gideri bulmak için epey uğraşıyorum. Sonunda aradığım elime takılıyor. Hiç akla gelmeyecek bir şey. Tam da boru çapında bir kestane tıpa gibi borunun ağzını kapatmış. Kestaneyi çıkarınca haznede biriken su boruya hücum ediyor. Hem işimi görüyor olmam hem de Salih'e yalvarmama gerek kalmaması bana çifte mutluluk yaşatıyor. 

Kovanın birini armut diğerini erikle doldurmayı hayal ederken armut ağacının yanına gelince fikrim değişiyor. Kuşlar armutları yemeye başlamış çünkü. İki kovayı doldurduktan sonra erik ağaçlarının bulunduğu yere ilerliyorum. Geçen seneki kadar olmasa da iki kova dolusu erik var ağaçlarda. Eşime göstermek için bir kaç avuç numunelik topluyor armut kovalarına dolduruyorum. Kendine özgü bir tadı olan eriğin en sevdiğim özelliği kolaylıkla çekirdeğinden ayrılması. Kayısı eriği dedikleri bu olabilir ama henüz her meyvenin cinsini bilecek kadar kemale eremedim.   

Yoğun bir gün yaşıyoruz. Gelen misafirler verandadan ziyade bahçe kısmını tercih ediyorlar. Rezervasyon yaptıran diğer bir grup manzarayı daha cazip bulduğu için salonda oturmak istiyor. Akşam saatlerinde çıkan esinti misafirlerin keyifli saatler geçirmesine katkı sağlıyor. 

Gün geçmiyor ki birileri burada en büyük eksikliğin konaklama olduğunu söylemesin. İleride ne düşünürüm bilemiyorum ama şimdilik böyle bir planım yok. Yine de buraya uyum sağlayacak nasıl bir şey olabilir diye internet görsellerine göz gezdirmekten kendimi alamıyorum.  

MAVİŞEHİR

24/07/2017 Pazartesi, İzmir

Dün gece yarısı varıyoruz İzmir'e. Tatlı krizimiz tutunca güzel bir pastaneye atıyoruz kapağı. Vitrinde sergilenen pastalar ve çeşit çeşit tatlılar oldukça davetkar geliyor gözümüze. Bu kadar geç saatte mekanların açık olması şaşırtıyor beni. Tek personel oradan oraya koşarak müşterilerin isteklerini yerine getirmeye çalışıyor. Her birimiz farklı bir şey denemek istiyoruz. Sunum ve lezzet yerinde ama bu rengarenk puding, dondurma ve tatlılarda bolca gıda boyası kullanıldığı kesin. Bunu fazla dert etmeden bir çırpıda bitiriyoruz önümüzdekileri. 

Kızımın evi çok sıcak. Yanıma aldığım bilgisayarı açıyorum ama kısa bir müddet sonra uyku teslim alıyor bedenimi. Ertuğrul Şef büyük bir incelik gösterip hayvan dostlarımızla ilgileniyor bugün, içim rahat. Kahvaltıdan sonra Karşıyaka'ya doğru yola çıkıyoruz. Alaybey Karşıyaka arasındaki dar sokaklarda sağlı sollu park etmiş araçların arasından geçerek servisi buluyor, eşimin eli ayağı robotu teslim alıyoruz. Aslında o robotun pabucu çoktan dama atıldı. Bakacağız, inceleyeceğiz, parça talebinde bulunduk henüz gelmedi nev'inden gerekçelerle tamir olacağına dair inancımız kalmadığı için mecburen gidip yenisini almıştık. İki robotumuz olunca  tamirden çıkan robotu yedeğe alıyoruz.

Oraya mı gidelim, buraya mı derken Mavişehir'de karar kılıyoruz. Çarşı içinde bir çok dükkan bulunuyor. Eşimle kızımdan ayrılıyorum. Zira alışveriş bana göre değil. Onlar da başlarında hadi, hadi diyen biri olmaksızın rahat rahat bütün dükkanları geziyorlar. Starbucks'ta oturup kahvemi içerken çevremde dolaşan insanları izliyorum. Giyim kuşamları, birbirlerine olan saygılarını görünce İzmir'in Karşıyaka'ya taşındığı duygusuna kapılıyorum. Şu 35,5 esprisine hak vermeye başlıyorum.

Beklemekten yoruluyor, kızıma telefon ediyorum. Buluşup bir şeyler atıştırıyoruz. Yemekten sonra biraz daha birlikte dolaşıyor, alışverişe devam ediyoruz. Gerçekten de Mavişehir medeniyetin başşehri olmuş. Birbirlerini sosyo-ekonomik bakımdan yakın hissedenler yeni koloniler kurmuş bir bakıma. Ankara'da da aynı şeyleri gözlemlemiştim. Kültür ve ekonomik düzeyi yüksek kesimin oturduğu eski semtlerden bir kaçış var. Yeni yeni şehirler kuruluyor, insanlar burada çok katlı apartmanlarda kutu gibi dairelere milyonlarca para ödüyorlar. Eskiden saatte bir otobüs geçen Çayyolu'nda, Ümitköy'de, İncek'te durum aynı. Bütün kalbur üstü kesim bu yeni yerleşkelere koştu. İzmir'de Balçova köy, Mavişehir bataklıktı. Şimdilerde İzmir'in en sosyetik semti Alsancak'a dönüp bakan yok neredeyse...

Akşamın ilerleyen saatlerinde evimize dönüyoruz.                                                                            

25 Temmuz 2017 Salı

KUYRUK

23/07/2017 Pazar, Tire

Sıcak günlerden biri daha. Kahvaltı servisinden sonra soluklanıyor, kiraz ağacının altındaki masada biraz şekerleme yapma fırsatını yakalıyorum. Bu akşam bir misafirimiz evlilik yıldönümü için özel masa düzenlenmesini talep ediyor.

Yaz sezonunda müşteri portföyümüz değişiyor. Dışarıdan gelenler daha fazla. Bir de şehir sakinlerinden namını duyup ilk kez Taş Ev'i ziyaret edenler var. Arkadaşlarına telefon ederek bulundukları ortamı ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Sadece bir saat kadar oturup kalkmayı düşünenler serin ve temiz havayı bulunca programlarını değiştiriyorlar.

Taş Ev'e ilk kez gelen misafirlerimizi  gezdirirken kısa bilgiler veriyorum. En fazla merak ettikleri konu bu projenin kaç paraya mal olduğu. Bunu sormadan önce bir girizgah yapmayı da ihmal etmiyorlar çoğu zaman. "Epey harcamışsınız bu işe." Daha yapılacak çok şey olduğunu biliyorum. Bazıları bildiğim şeyleri söylüyorlar. Mesela park yerinin iyileştirilmesi, peyzaj gibi... Diğer bir husus salonun manzaraya hakim cephesinde camın altındaki ahşap kısmın biraz yüksek olduğu. Ünal Usta'ya telefon ediyorum. Kuşadası'nda şezlonga uzanmış keyif yaparken yakaladığımı söylüyor. Salı gününe geleceğini, ahşap panoların ısıcamla değiştirilmek için ölçü alıp fiyat verebileceğini söylüyor.

Facebook sayfalarını karıştırırken bir fotoğraf paylaşımı beni hem gülümsetiyor hem de düşündürüyor. İzmir-Aydın otoyolunda ortalama hız sınırını geçen sürücülere ceza kesileceği  kararı üzerine ceza ödememek için sürenin geçmesini bekleyen uyanık sürücüler yol kenarında uzun kuyruklar oluşturuyormuş (!)  

Misafirlerimizden bazıları konaklama konusunu düşünmemi istiyor. Bunu düşünmem için henüz çok erken. Herkesin farklı hayali var elbette. Genç misafirlerimiz ileriki yaşlarında bu yaptığım işin hayallerini kuruyor.

Akşam misafirleri erken ayrılınca ani bir kararla İzmir'e gitmeye karar veriyoruz. Evden birkaç parça eşya alıp çıkıyoruz yola. Geceyi kızımızın evinde geçiriyoruz.        

23 Temmuz 2017 Pazar

İSTER İNANIN İSTER İNANMAYIN


Bu yazımda sizlere hiçbir siyasi oluşum içinde yer almayan sade bir vatandaş olarak 15 Temmuz Destanı hakkında duygu ve düşüncelerimi paylaşacağım. İktidarın her yaptığı doğru diyen arkadaşım, senin gibi düşünmeyen insanların neler düşündüğünü merak etmiyor musun? İçinizden bazıları kızacak belki bana, bazılarının hislerine tercüman olacağım. Bunlar benim düşüncelerim, aklımın aldıkları ya da alamadıkları. Şimdi biraz vaktiniz varsa okuyalım zihnimden geçenleri...

Önce kalkışma dendi, sonra darbe, en sonunda Demokrasi ve Milli Birlik Günü ilan edildi. Beni en çok güldüren, bir yandan da en çok endişelendiren "demokrasi" ve "milli birlik" sözcükleri. Demokrasi, laiklik tanımı gibi anlamını yitirdi artık. Günümüzde nasıl dinsizlikle eş tutuluyorsa laiklik, ayan beyan faşizm uygulaması demokrasi diye yutturuluyor. Faşizm olsa yazabilir misin bunları diyenler olabilir aranızda. Öyle çok ön planda biri olmadığımdan ciddiye almazlar beni. Hani bir gazetenin köşe yazarı olsam ya işimden olurum bu yazdıklarımla, ya da Fetö'cülükten kodesi boylarım. Milli birlik deseniz nasıl birlik, anlayan varsa beri gelsin. Karpuz gibi ikiye bölündük. İktidar yanlıları ve iktidara karşı duranlar. Öyle basit bir bölünme değil bu. Keskin bir ayrışma. Eski demokrat ve halkçıların iktidar muhalefet ilişkisi gibi değil. Sağcının faşist, solcunun komünist diye birbirini öldürdüğü, işkence ettiği yetmişli yılların sağ sol arasındaki fikir ayrılığı bile hafif kalır yanında. Ha o zamanlar her gün onlarca genç ölüyordu diyeceksiniz. Üst akıl isterse onu da yapar kolaylıkla. Bugün PKK ile mücadelede giden canlar dolduruyor boşluğu. İktidar yanlıları sözde demokrasi tutkunu, iktidara karşı duranlar ya PKK'lı ya da Fetöcü. İktidara yan gözle bakan terörist damgası yiyor, özgürlükleri ellerinden alınıyor. Son örnek Kocaeli'de bir yerel gazete yazarının "Yerim sizin destanınızı" başlıklı yazısından sonra göz altına alınması hangi rejimde olağan bir durumdur başka?

Garibim Kılıçdaroğlu parti başına geçtiğinden bu yana ilk kez hayırlı bir iş yaptı, adalet yazılı pankartı eline alıp yürüdü. Yürüdü de ne oldu? Ne olacak? Kilometrelerce yürümesi bu ülkede adaletin olmadığını bir kez daha gösterdi. Onu da PKK destekçisi ve Fetöcü yaptılar. Oysa daha düne kadar Fetö ile içtikleri su bile ayrı gitmeyen iktidar sahipleri "Alçak herif aldattı bizi." deyip bütün pisliklerden arındırdılar kendilerini. Adaletin kör gözü açıldı. İyiler iktidarın başarısı, kötüler Fetö'nün suçu oldu. Amerikanın gazına gelip Rus uçağını düşürdüler. Arkasından en üst makamlardan "Tekrar yapsın, yine düşürürüz." sesleri yükseldi, o yaz turizm ve ihracat gelirlerimiz yerlerde süründü. Sonra o iş de Fetö'ye yıkıldı. Gittiler, Ruslardan özür dilediler, sanki kusur bizimmiş gibi ödediğimiz vergilerle Ruslara tazminat ödediler. "Biz yapmadık, Fetö yaptı." dediler, milli gururumuzu yerle bir ettiler. Koca Rusya bunu yer mi? Yemedi elbette, istediklerini fazlasıyla aldı. Sınır ötesine uçak geçiremez olduk. Toprak bütünlüğümüzü tehdit eden terörist faaliyetleri seyretmekle yetinmek zorunda bırakıldık. Bölgedeki etkimiz kalmadı. Rusya egemenliğini ilan etti, biz ezik kaldık. Nerede kaldı o gür sesler? Hepsi birden kesildi.  

Kendisine darbe yaptığını iddia ettiği örgüt tarafından kandırıldığını söylemek bir lider için ne acı. Hele bu lider devleti temsil ediyorsa, halkı için ne kadar yüz kızartıcı bir durum. Ve bu lider hala ülkenin en çok tutulan, alkışlanan lideri olma özelliğinden bir şey kaybetmiyorsa ulusal bir akıl tutulması değil de nedir bu? Aslında durum söylenen ve bize gösterilenden çok farklı. "Neredeeeen nereyeee?" diyerek uzattığı o gür sesi hala kulaklarımda. Hiç onda kandırılacak göz var mı? Sen kalk kale gibi güçlü orduyu devir, YÖK'ü ele geçir, yargıyı avucunun içine al, medyayı kuklaya çevir... Şimdi diyeceksiniz ki, dış destek almasa yapamazdı bunların hiçbirini. Haklısınız ama yine de başka biri olsa iktidar ve menfaat karşılığı üstlendiği bu misyonu çoktan eline yüzüne bulaştırırdı. Zeki adam vesselam. İçinden çıkılamayacak durumların adamı... Gezi olaylarını hatırlayalım. Günün cumhurbaşkanı dahil, başbakan yardımcıları, bakanlar, valiler direnişin karşısında koltuklarının iyice sallandığını görünce geri adım atmaya hazırlanırken o kendinden emin bir şekilde Kuzey Afrika ülkelerinden birini ziyaret ediyordu. Memlekete döner dönmez yandaşlarını gaza getirip büyük bir gövde gösterisi yaptı. "Bütün Geziciler terörist." deyip ortalığı toz duman etti. İstanbul Valisinin Fetöcülüğü henüz çıkmamıştı ortaya. Fetö henüz darbe (!) teşebbüsünde bulunmadığından Gezi Park eylemcileri Fetöcü değil, sadece teröristti, ya aşırı soldan ya da PKK yanlısı. Gözlerinden zeka fışkıran o gençlerin üzerine silahlarla, gaz bombalarıyla saldırdılar, iftira ettiler. Neymiş, camiye ayakkabı ile girip içeride içki içmişler (!) Caminin imamı bile isyan etti bu kadarına. Yani demem o ki, bu adam hiç de öyle kandırılabilecek biri değil. Acıma duygusu körelmiş, kutsal duyguları harekete geçirmesini gayet iyi bilen ve hatipliği sayesinde halkın büyük kısmını hipnotize eden çağımızın Hitler'i. Evet, evet Fetö onu kandırmadı, kandıramaz da...

Serbest çalıştığım bir dönemdi. Karadeniz'in şirin bir sahil beldesinde ofisimizin kapısına her sabah Zaman gazetesi bırakılıyordu. Kimdi bu dağıtımı yapan, kim öderdi paralarını bilmiyorduk. Hani sorsak da söylemezlerdi. Eğer çok samimi bulurlarsa, hali vakti yerinde, hayırsever birinin Allah rızası için bu işi üstlendiğinden bahsederlerdi. Yalnız kaldığım akşamlar TV'de Fetö'nün kanalına takılır, konuşmalarını dinlerdim hoca efendinin. Camide vaaz verirken bir anda aşka gelir gözlerinden yaşlar boşalırdı. Onu izleyen kalabalık aşka gelir, Allah, Allah sesleriyle kendinden geçerdi. Hep hikaye anlatırdı, öyle güzel anlatırdı ki onu izleyen cemaat coşardı. Sadece merak ediyordum bu adamı. Acaba ne söylüyor ki bu kadar insanı takıyor peşine... Zerre kadar etkilemiyordu sözleri beni. Bilakis o ağladıkça benim gülesim geliyordu. Kendimden şüphe ettim, acaba ben mi anlamıyorum herkesin anladığını? Şimdiki durum farklı değil aslında. Şu "Samimiyetle ifade ediyorum, şahsım başta olmak üzere tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı." sözleri hiç de samimi, inandırıcı gelmiyor bana. Tüm ülkeyi yanlış yönlendiren kuşkusuz belli. Hala aldatmaya devam eden yine aynı kişi. O Hocaefendinin vaazlarını dinlerken içinde bulunduğum tuhaf bir durum içindeyim. Nasıl inanıyor halkımız bu adamlara, bu aldatılma hikayelerine? Yine benim kafam basmıyor bu işe...

Zaman ne çabuk geçiyor... Kaç yıldır tek başına iktidarlar. Ne bu hırs? 2023 yılında ne olacak? Cumhuriyetin sonuna mı geleceğiz? "Ne istediler de vermedik?" deyip Fetö'ye yani terörist örgüte, yani darbecilere her istediğini verdiğini alenen itiraf eden nasıl suçsuz olur? Nasıl bir adalet? Uydurma suçlamalarla şanlı ordumuzun asil subaylarına, değerli yargı mensuplarına, öğretim üyelerine, medya mensuplarına karşı açılan davaların savcısı olduğunu söyleyip onların gururlarıyla oynayan, ellerinden özgürlüklerini alıp hapishane köşelerinde çürümesine, bazılarının ölümüne sebebiyet verenler kim? Hiç mi sızlamaz vicdanınız? Gece yarısı baskınlarıyla evlerinden çıkarılıp gözaltına alınan kıymetli insanlar için hiç mi canınız acımadı, üzülmediniz? Türkan Saylan gibi ülkemizin iftihar ettiği bir bilim insanına teşekkür etmenin yolu bu muydu?

Doğal olarak her aldanan bir bedel öder. Pazara gider, iki kilo domates alırsın. Eve gittiğinde bir de ne göresin? Alta çürük çarığı doldurmuş adam. Yarısını atarsın çöpe, aldığın domates sana iki katına mal olur, bir kilo domates parasından olursun. Aldanan sen, bedel ödeyen sen. Fetö aldatınca, aldanan değil haksız yere hapse atılan, yaralanan, hayatını kaybeden insanlar ve onların aileleri ödüyor bedelini. İşin garibi bedel ödeyen bu insanların çoğu Fetö'nün aldatamadıkları (!) Adalet terazisinin kalibrasyona ihtiyacı olmalı.

Şu "Aldatıldım." sözü Fetö'nün vaazları gibi beni hiç etkilemedi. Bu durum oldukça enteresan kapılar açıyor önüme. Evet aldatılmadı o. Yani, bütün olan bitenden haberi vardı. Bu tez üzerinden pek çok alternatif geliştirilebilir. Mesela Kılıçdaroğlu buna "Kontrollü darbe" diyor. Kim bu darbeden karlı çıkan? AKP. O zaman rahatlıkla önünü alabileceğiniz bu darbeyi Fetö'cülere siz yaptırdınız. Eğer Fetö ile iktidar arasında ipler kesin olarak koptuysa mantıklı bir senaryo gibi gelebilir insanın aklına. Tabii, Kılıçdaroğlu'nun jetonu aylar sonra düşüyor böyle bir mantık yürütmek için, o ayrı. Önce gidiyor Ahırkapı mitinginde AKP'nin ekmeğine güzel bir yağ sürüyor, iktidarı kahraman, demokrasi havarisi yapıyor.

Bana göre Fetö ile AKP'nin arasındaki ipler kopmadı, kopamaz. Onların yaptığı sadece kayıkçı kavgası. Öyle bize gösterdikleri gibi değil olaylar. Bu sonuca nereden mi varıyorum? Kompleks gibi görünen bu sorunun cevabını bulmak için az çalışan bir beyin yeterli aslında. Çok kişi yazdı çizdi bu konuda. Sözde darbenin ertesi günü kaleme aldığım günlüğümdeki düşüncelerim hiç değişmedi. Bu darbe değil. Kötü hazırlanmış bir senaryo,  sahneye konulmuş başarısız bir oyun. Nasıl emin olabiliyorum bundan? Gerçeğe, akla, mantığa uymayan, sadece saf saf inanmamız istenen basit bir kurgu bu.  Madde madde sayalım bakalım:

1. Cumhurbaşkanının ve Genelkurmay başkanının karacı subay olan baş yaverleri Fetö'cü (!) Ne kötü bir durum değil mi? Yaver dediğin emir eri. Cumhurun başı Marmaris'e tatile gidiyor. Ne başyaverini ne diğer yaverlerini yanına alıyor? Başyaverini kendisine sunulan alternatif subaylar arasından özenle kendi seçmiş. Başyaver darbeci olursa kaçarı olmaz. Dayarsın hedef aldığın kişinin başına silahı, çekersin tetiği. Darbe böyle olur. İşte o zaman ne camilerden senkronize salalar okunur, ne de halk sokağa dökülür. Hadi yapamadın, derdest eder, geçirirsin kafasına çuvalı, indirirsin binanın bodrumuna.

2. İki tankı boğaz köprüsüne gönderip gişeleri trafiğe kapatmakla darbe mi olur? Sen o emir eri askercikleri azgın insan kalabalığının önüne at kafalarını kessinler. Kim yazdıysa bu senaryoyu yazıklar olsun. Özel televizyon kanalları ölümü göze alıp cumhurun başının talimatlarını ekranlarına taşıyor. Darbe bu yahu, hiç görmediysek 12 Eylül'ü gördük. Sokağa çıkma yasağı ilan etti ordu, kafamızı kapıdan dışarı uzatamadık.

3. Hani çıkıyorlar televizyona birileri, "Tankın topuna çaput soktum, ateşleyemedi, egzozuna ceketimi soktum istop etti." diyorlar ya. Neremle güleceğim şaşırıyorum. Belediyenin hafriyat kamyonlarının teyakkuza geçerek kışla kapılarını kapatması da güzel bir tedbir gerçekten... Ya siz benimle kafa mı buluyorsunuz? Bunlara inanmamı beklemiyorsunuz değil mi? Bence orduyu lağvedip savaşa belediyenin çöp kamyonlarıyla gitmek en iyisi. Hem daha ucuza mal olur.

4. Ya darbeci pilotlar havada cirit atarken, TV ler zat-ı muhteremin uçağının nerede olduğunu, nereye ineceğini bangır bangır duyururken  onun büyük bir soğukkanlılık içinde İstanbul Atatürk Havalimanına iniş yapması. Kim olsa onun yerine altına kaçırırdı böylesi bir durumda. Ama o darbe yapıldığını MİT'ten, askerden değil, eniştesinden öğreniyor. Çok inandırıcı değil mi?

5. Sözde darbe oyununda yüzlerce kişi öldürülüyor, binin üzerinde yaralı var. Ey inananlar, size yalvarıyorum beni de inandırın. Bu darbe halka mı yapıldı yoksa siyasi iktidara mı? Hiç burnu kanayan bir partili duydunuz mu bu siz? Ölenlere şehit de demiyorum. Şehit kurtuluş savaşında ayağında yırtık çarıklarla, yokluk içinde canını verip topraklarımızı, namusumuzu koruyan vatan evlatlarının sıfatıdır. Şehit sözcüğü de anlamını yitirdi, sulandırıldı. Sözde darbede hayatını kaybedenler acımasız, kirli bir oyunun kurbanları. Halkımız, askerlerimiz... Sözde darbenin kaybedenleri. Zaman gelecek tarih yazacak bunları teker teker. Tarih kazananların tarihi. İktidarların da bir ömrü var. Gün gelecek, Hitler'den, Nazi Partisinden daha çok aşağılanacaklar. Bire bin katarak anlatılacak yaptıkları zulüm, haksızlıklar, yalan dolan. Yalakalar saf değiştirecek, en fazla darbeyi onlardan yiyecekler. Herkes birbirini suçlayacak...

6. Kim yaptı bu darbeyi? Fetö mü? Tek başına? Yok canım, o kadar da değil. Orduya sızmış subaylarıyla. Başka? Yargıya sızmış adamlarıyla. Başka? Emniyete, Milli Eğitime, bürokrasinin her kademesine, iş adamlarına, medyaya sızmış adamlarıyla. Yani? Her yere sızmış bu adamlar bir tek yer hariç. Siyasete sızamamışlar (!) Hadi canım sen de... Elbette siyasetin de içindeler. Yukarıda saydığım kurumları ben mi doldurdum teröristlerle? "Aldatıldım" deyince bütün günahlardan arınılıyor mu? Yemezler.

NELER OLDU NELER?

Darbe falan yok. ABD ile ittifak halinde bir iktidar var. ABD bizi böcek gibi eziyor. Çekindiği anlı şanlı, güçlü bir Türk ordusu yok artık karşılarında, Atatürk'ün ilke ve inkılaplarını benimseyen. Artık belediyenin çöp kamyonları ile dize getirilen bir ordu var karşılarında. Neden çekinsinler ki?

İktidar partisi ile Fetö'nün amaçları da bu değil miydi zaten. Güçlü bir ordu ne rejim değişikliğine müsaade eder ne de yabancı ülkelerin topraklarımız üzerindeki kirli emellerine. Bu bir kocaman oyun. PKK Amerikan desteği olmadan ne zamana kadar varlığını sürdürebilir? Birlikte oynadıkları oyunun baş kahramanlarından biri olan Fetö'yü niye versin Türkiye'ye? Onun sayesinde ordumuzun en mahrem yerlerine ulaşmadılar mı?

Gelelim Fetö ile iktidar partisinin ortaklığına. Kimsenin bilmediği gizli işler dönüyor. Aynı kaptan yemek yiyenler birbirinin kabahatlerini ortaya çıkarmıyor. Aynı Bülent Arınç'ın seçimden sonra İ. Melih Gökçek'in ne dolaplar çevirdiğini anlatacağım deyip susturulduğu gibi. Ortada dönen para büyük olunca dostluğun bozulacağı bir hakikat. İktidarın cemaatçi dershaneleri kapatma kararı Fetö ile aralarındaki anlaşmazlığı su yüzüne çıkardı. Bunun karşılığında Fetö'nün kuyruk acısıyla ortağına verdiği ders hafızalarda canlılığını koruyor. Ayakkabı kutularını hatırlayın. Milyonlarca doları koyacak yer bulamadıkları dolarları... Bakanların sorgusuz sualsiz aklanmalarını... Ne parasıydı bunlar? Nereden geldi, kime verildi? Devlet sırrı (!) Ört bas edip el konulan paralar yine sorgusuz sualsiz iade edildi.

Oysa ne güzel anlaşıyorlardı düne kadar. Orduyu, emniyeti, üniversiteleri, yargıyı, medyayı ve diğer bütün devlet kurumlarını, paraya yön veren her türlü organı nasıl ele geçirmişlerdi. Her ikisinin ortak düşmanı olan Atatürkçüleri teker teker nasıl etkisiz hale getirmişlerdi. Hedefleri aynıydı. Dini duyguları kullanarak halkı sömürmek. Paranın dini olmaz derler ama dini kullanarak çok paralar kazandılar, servetlerine servet kattılar. Milleti dinle kandırdılar. Daha güzel kandırmak için ellerinden gelen ne varsa yaptılar. Önce Fetöcü'lerindi sıra. Memleket sevdalısı, Atatürkçü, bilim aşığı ne kadar asker, öğretim üyesi, yargı mensubu, yazar çizer, gazeteci, iş adamı vs. varsa sildiler, süpürdüler. İktidar hep destekledi bu kıyımı. Tam da istediği şeylerdi yapılanlar. "Tamam" dediler, "Askerin, yargının, bürokrasinin vesayeti kırıldı." Şimdi duyuyor musunuz sıkça kullandıkları "vesayet rejimi" sözcüğünü ağızlarında?

Artık yapılanlar örtbas edilemiyordu. Mızraklar çuvalları delmeye başladı. ABD'nin kılavuzluğunda oyunun ikinci perdesine start verilmesi kaçınılmazdı. İkinci perdenin adı "İyi polis, kötü polis." Darbe başarılı olsaydı iyi polis Fetö ve ülkeyi bir örümcek gibi sarıp sarmalayan kolları, kadroları iktidara egemen olacaklardı. Bugünkü iktidarın bilinen ya da bilinmeyen, hatta yapmadıkları bir sürü pislikleri ortaya dökülecekti. Fetö örgütünün ülkeyi uçurumun ucundan nasıl döndürdüğünü anlatacaktı TV'ler, radyolar, gazeteler. Bütün iktidar taraftarları en hızlı Fetöcü'lerden olacaktı. Atatürk heykellerine şimdilik dokunulamayacaktı ama her yer Fetö posterleriyle donatılacaktı. Ak Saray yerden yere vurulacak, israfın ülkeye verdiği zararlardan dem vurulacaktı. Şimdiki cumhurun başı terörist başı ilan edilecek, Katar'dan iadesi talep edilecekti. İktidarın ileri gelenleri ya yurt dışına kaçmış olacak, ya da "Kandırıldım (!)" diyecekti. Göz altına alınanların hepsi birkaç gün sonra usulen kurulan mahkemelerde ettirilecek, eski görevlerine döneceklerdi. Su yüzüne çıkan her türlü yolsuzluk, haksızlık, sınav hileleri, seçim hileleri, ayakkabı kutuları içindeki dolarlar için yolsuzluk dosyaları açılacak, bu işin yargı süreci yirmi yıl kadar sürecek ve zaman aşımına bırakılacaktı. Vatandaş iki elini başının arasına alıp "Vay anasını, ucuz atlatmışız." deyip Fethullah Hoca Efendiyi baş tacı edecekti. Memleketi uçurumun kenarından kurtaran Hoca Efendinin işaret ettiği mukaddes biri yeni kurulacak partinin başına geçip ilk seçimleri kazanacaktı. Her devrin müzmin muhalefeti solcular için değişen bir şey olmayacak, muhalefetlerine kaldıkları yerden devam edeceklerdi. Müttefimiz ABD için de değişen bir şey olmayacaktı. Ne de olsa Fetö'ye az kucak açmamışlardı. Onların da "Ne istedin de vermedik?" deme hakkı vardı.

Olmadı, çünkü böylesi süper güç için daha uygundu. Ne yaparsa yapsın milleti eline avucuna almayı başaran bir iktidarın başı vardı karşılarında. Hocanın onun kadar başarılı olacağını düşünmüyorlardı. Olması gereken Fetö'nün kötü polis rolünü oynamasıydı. Bu seçenek çok zekice görünüyordu. Bu sayede mevcut iktidarın bütün hataları, yolsuzlukları, haksızlıkları ve başarısızlıkları Fetöye mal edilecekti. Fetö darbeci, terörist ve Allah'ın cezası bir yaratık yapıldı. İktidarın başı demokrasi şampiyonu, ülkeyi darbeye karşı koruyan bir kahraman yapıldı. ABD için değişen bir şey yoktu. PKK terörünü destekleyerek Türkiye'nin kuyruğuna istediği zaman basabiliyor, her istediğini hükumete yaptırıyordu. Solcular muhalefet etmeyi sürdüreceklerdi yine. Fetö'cü ilan ettikleri kişileri zamanla unutturmaya çalışacak, bir müddet sonra aralarına alacaklardı. Kurunun yanında yaşlar yanar bazen. Bu büyük oyunun hiçbir şeyden habersiz neferleri, beyni yıkananlar, kendini borçlu hissedenler, kandırılanlar, aldatılanlar çekti sıkıntıyı neler döndüğünün farkına olmadan. Onlar olayın iç yüzünü bilmeden öldüler, yaralandılar, sakat kaldılar, özgürlükleri ellerinden alındı bir süreliğine de olsa. Elebaşılar zarar görmez bu işlerde. Patronları korur onları. Olan beyni yıkanmış zeki subaylara, astsubaylara, ne olduğunu anlamadan halkın içine sürülen askerlere, salalarla sokağa dökülen ve darbeyi önlediğine inandırılan gariban halka oldu.

SÖZÜN ÖZÜ

Sözün özü şudur ki, Fetö ve siyasal iktidar ayrılmaz bir bütündür. İdealleri, kültürleri hedefleri, dostları, düşmanları, işbirlikçileri, hizmet ettikleri kitle birbirinin aynıdır. ABD yaşadığımız olayların perde arkasındaki güçtür. Hepsi beraber 15 Temmuz'da ülkemiz üzerinde bir tiyatro sergilediler. Senaryo çok kötü olmasına rağmen halkın nezdinde başarılı oldular, istediklerini sağladılar. Tiyatro devam ediyor kaçıranlar için. TV ler, radyolar, yazılı basın 15 Temmuz Demokrasi ve Birlik Günü adı altında oynanan bu oyunu çoktan destanlaştırdılar. Beyinler yıkanmaya, algılar oluşturulmaya devam ediyor tam gaz. İster inanın, ister inanmayın (!)                                                                                                                                                                                                          

KULE

22/07/2017 Cumartesi, Tire

Güzel bir hafta sonuna giriyoruz. Sıcak günlerden biri daha. Yeni giydiğim tişört terden sırılsıklam olmuş. Hemen duşa girip üstümü değiştiriyorum. Duştan çıkar çıkmaz iki gün önce Ödemiş'ten gelen misafirlerimizi karşılıyoruz. İki yaşlarındaki tombik kızları Cemre terliklerini atmış, karınca kararınca yardım ediyor bana. Ayağı çıplak dolaşmayı çok severmiş (!) Bir bakıyorum veranda kapısından içeri girmiş, güçlükle uzandığı tezgaha bırakıyor elindeki bardağı. Büyük iş yapmanın gururuyla gözlerini süzerken sessizce masalarına dönüyor. Bir müddet sonra elinde bir tabak aynı hareketleri tekrarlıyor. O yumuk ellerinde acemice tuttuğu tabağı şimdi düşürecek diye izliyorum uzaktan. Ama o hiçbir şey kırmadan defalarca geliyor, gidiyor. Selma Hanım'ın bahçe meyvelerinden hazırladığı meyve tabağından en güzel kayısıyı seçip götürüyorum ona. Çekinmeden alıyor elimden.

Ömer Bey arıyor akşama doğru. Yanındaki genç arkadaşıyla Taş Ev'i konu alan bir tanıtım filmi çekmeyi öneriyor. Davet ediyorum onları. Telefon kapandıktan sonra "Yoksa salı günü mü yapsaydık bu görüşmeyi." diye aklımdan geçiyor. Zira onların geleceği saatlerde yoğunluk artıyor. Düşündüğüm gibi onların gelişleriyle birlikte üç masa misafir aynı anda giriyorlar bahçeye. Ömer'in arkadaşı Sinema ve TV bölümü mezunu, kısa metrajlı film yarışmalarında dereceleri var. Gösterdiği örnek tanıtım filmleri etkileyici ama benim nazarımda Amélie filminin müziklerini yapan Yann Tiersen'in en güzel bölümlerinden birini fon müziği olarak kullandığı tanıtım filmi bir adım öne çıkıyor. Anlaşmak için tek şartımı söylüyorum. Bizim tanıtım filminin fon müzikleri de aynısı olacak. Anlaşıyoruz, hemen start veriyorlar çalışmaya. 

Gecenin en etkileyici misafirleri müstesna kişilikler, baba dostları. Eskilerin "Kule" ismini verdikleri bu taş evde "Nice güzel anları paylaştığım babanızı hatırlar, bunu kaldıramam." demiş, davetli olduğu açılışımızdan affını istemişti. Onca zaman geçtikten sonra bu sefer oğlu Murat'ı kıramıyor, eşiyle birlikte konuğumuz oluyor. Rahmetli babamızı konuşuyoruz zaman zaman takıldığımız masalarına. O zamanlar "Bizim masamıza oturabilmek için aramızdan en az birinin icazeti gerekirdi." diyor. Eşinin konuşması, tavırları, zarafeti Taş Ev'de eski bir İstanbul havası estiriyor. Murat Bey'le ikinci karşılaşmamız olmasına rağmen samimi tavırları ortamı ısıtıyor. "Evimizde gibiyiz." diyorlar. Necmettin Ağabey rakısını yudumlarken gözleri dalıyor. "Hatırlar mısınız, Kaplan Köyünde Turgut Baba'ya ziyaretimizi?" diye soruyorum. Çoktan hakkın rahmetine kavuşmuş Turgut Baba'nın kapısının önündeki küçük verandada okunan şiirleri, anlatılan öyküleri ve merakla dinlediğim sohbetleri anımsıyorum. Rakı eşliğinde imece usulü toplanan erzak babanın evinde özenle hazırlanır, pişirilir, sofraya getirilirdi. Herkes dozunda içer oturduğu gibi kalkardı. Bir kez katıldığım bu sohbet yemeğinden kısa süre sonra Turgut Baba'nın vefatını öğrendim. Hiç kimseye zararı olmayan, görgüsünü bilgisini cömertçe paylaşan bu güzel insanları arıyorum.

Bahçenin en son masasında gençler bira içiyor. "Size bir şey sorabilir miyiz?" diyor içlerinden biri. "Bir daha ki sefer geldiğimizde birkaç arkadaşımız enstrümanlarıyla müzik yapabilirler mi burada?" Diğer masaları rahatsız etmeyeceklerse neden olmasın. Zaten uzun zamandır bahçede bu tür bir aktivitenin nasıl olabileceğini düşünüyordum. "Eğer misafirlerimiz rahatsız olmayacaksa, olabilir." cevabını veriyorum. Taş Ev'in genç misafirleri eğlenmeyi, yaş almış misafirleri kafalarını dinlemeyi seviyor. Yaşını almış gençler olan bizler onlarla birlikte hem eğlenmeyi hem kafamızı dinlemeyi seviyoruz.