KATEGORİLER

5 Ağustos 2017 Cumartesi

HER SON BİR BAŞLANGIÇ

03.08.2017 Perşembe, Tire

Her son bir başlangıç. Sabah sürprizini beklemiyorduk ama her şeye hazır olmayı öğrendik. Güzel şeylerin ömrü kısa oluyor. Evet, belki böylesi herkes için daha iyi olacak. 

Oğlum arıyor, yeni bir iş teklifi almış. Havalara uçuyor. Telefon görüşmelerimiz karşıladığımız misafirlerle bölünüyor. Yağmur yağacak, terasta kurumak üzere serdiğimiz domatesleri içeri almamız lazım. "Tam zamanında" diyoruz gök gürültüsü seslerini duyunca. Gök gürlüyor, uzaklarda şimşekler çakıyor ama beklediğimiz yağmur bir türlü gelmiyor. Güneş çıkıyor, hava tahminleri yanıltıyor yine. 

Üç arkadaşı karşılıyoruz kapıda. Merak edip görelim demişler. Bir kahve içip gideceklerini söylüyorlar. Üst katı gezdiriyorum. Manzarayı görünce fikirleri değişiyor. Telefon edip arkadaşlarına anlatıyorlar Taş Ev'i. Yarım saatte bir masalarına yeni arkadaşları geliyor. İçlerinden mimar olan biri Malatyalı. Üniversiteyi Ankara'da aynı dönemlerde bitirmişiz. 

Sohbet uzayınca müsaade isteyip iki arkadaşlarını daha çağırıyorlar. Gelenler müzisyen. Biri saz diğeri ritm ustası. Geri kalanlar söylüyor. Birden Urfa'nın sıra geceleri havası esiyor. Rahatsızlık veriyorsak kesebiliriz, diyorlar. Rahatsızlık ne kelime. Veranda ve bahçede oturan misafirlerimiz hallerinde ziyadesiyle memnun. Ailelerden biri kızının doğum günü münasebetiyle gelmiş. "Canlı müzik olduğunu bilmiyorduk, kızımız için sürpriz oldu bu." diyorlar. Yemeklerini,tatlılarını bitirmelerine rağmen üst kattan gelen güzel türküleri kaçırmak istemiyorlar.

Sadece onlar mı? Diğer misafirler de hoşnut bu durumdan. Çalan da söyleyen de çok başarılı. Manzara güzel, mezeler, yemekler güzel, sohbet aralarında çalıp söyledikleri güzel. "Merak edip görmeye gelmiştik buraya ama çok güzel bir gece geçirdik sayenizde, her şey çok harikaydı, eğer gürültü çıkarıp rahatsızlık verdiysek özür dileriz." diyerek ayrılıyorlar. Diğer misafirlerden de teker teker özür diliyorlar. Aman efendim ne özrü, çok güzel bir gece yaşattınız, kulağımızın pası silindi.

Geç saatlerde telefonum çalıyor. İlk anda "Açık mısınız?" diye soracaklarını düşünüyorum. Yarın için bir arkadaş grubu ile gelmek üzere rezervasyon yaptırmak istiyor sesi kulağa genç gelen bir beyefendi. Evlilik teklifinde bulunacakmış. Masanın süslenmesini isterken bu hizmetin bedelini soruyor. Söylüyorum. "Aman diyor, ben iki katını vereyim siz de ona göre daha güzel süsleyin." Belli ki işi sağlam tutuyor. "Siz merak etmeyin." diyorum.

Bu gece Taş Ev misafir edecek bizi. Geç saatlere kadar yaylanın temiz ve serin havasının tadını çıkarıyoruz.

2 Ağustos 2017 Çarşamba

NİHİLİZM

01/08/2017 Salı, Tire

Büyük pazar alışverişini yaptıktan sonra güne başlıyoruz. Domatesler dilim dilim kesilip ızgaraların üzerine yerleştirildikten sonra üstüne kaya tuzu serpiliyor. Günlük yazmaya başladığımdan bu yana ilk kez gün atlıyorum. Haftada bir gün yazmaya ara vereceğim bundan sonra. Nedeni yok bunun. Kayda değer bir şey olduğunda bir gün sonra değinirim nasıl olsa. 

Son günlerde meraklı misafirlerimizin sayısında bir artış var. İleriye dönük ne planlarım olacak? Amacım ne? İstediğini gerçekleştirdin mi? Soruların değişmesi misafir profilinin değişmesinden mi kaynaklanıyor yoksa farklı bir aşamadan mı geçiyoruz? Önceleri fikir veren çoktu. "Terası manzara tarafına yapsaydınız daha güzel olurdu." diyenlerden tutun da "Ağaçların altına masa sandalye atın." diyenlere kadar akıl verenlere sabırla cevap vermeye çalışıyordum. 

Bu projede özne benim. Yani müziğinden, yemeğine, mekanından servisine kadar önce benim hoşnut kalacağım bir yer düşlüyorum. Böyle bir yerde yemek yemek ister miyim? Bu soruya "Evet" cevabı verebileceğim ölçüde hedefime yaklaştım demektir. Benim hoşnut olamayacağım bir yer arayanlar için uygun yer değil burası. Pek çok kişiye söylediğim üzere karın doyurma yeri değil burası, keyif yapmak isteyenler gelsin. Öyle de oluyor zaten. On ayda iyi yol aldığımızı düşünüyorum.

Akşam kapanış saatlerine yakın üç genç geliyor. Verandaya oturuyoruz. Fonda harika müzikler çalıyor. Tiyatroyu, sinemayı, kitapları, müziği konuşuyoruz. Sohbetimiz felsefi bir boyuta evriliyor. Çocuklar eğitimli, idealist, yaratıcı. Saatlerce konuşuyoruz. Taş Ev'in tarihinden "Yanni'nin Bahçesi" nden bahsediyoruz. Adı unutulmaya yüz tutmuş bir Rum yaşarmış bu topraklarda. Yukarı yaylada kayrak taştan duvarları bile kalmamış ufak bir kilisenin sorumlusuymuş. Mübadele esnasında kaderi onu kim bilir nerelere savurmuştur acaba? Selanik, Karaferiya bölgesinden zorunlu göç nedeniyle gelen dedelerimiz evlerini, bahçelerini, hatıralarını nasıl orada bıraktılarsa Yanni de her şeyini terk etmeye, aynı dili konuştuğu başka bir ülkeye gitmeye zorlanmış. Biz nasıl dedelerimizin  güzel günler geçirdiği yeşil Karaferiya'yı (günümüzdeki adı Veria) merak ediyorsak, Yanni'nin torunlarının aklına düşmüyor mu dedelerinin yaşadığı bu güzel topraklar?

Taşlar... Yanni'nin sırtını dayadığı Taş Ev'in taşları, şekilsiz, düzensiz, yaşlı, yorgun. Mutlu, neşeli, kederli günlerin geride kalan şahitleri. Dilleri yok anlatsınlar o günleri. Hayal ediyorum taşlara bakıp. Karısı var mıydı Yanni'nin? Adı Marika olmasın? Çocukları?

Dalıp gidiyoruz. Dedim ya çocuklar eğitimli. Orhan Kemal'i çok severim diyor biri. Yaşar Kemal'in anlatım tarzı ile mukayeseler yapılıyor. "Taş Ev ressamların, şairlerin, yazarların yeri" diye çıkıyor ağzımdan bir anda, restoran olduğumuzu unutarak. "Yok onu demek istemedim, sanat atölyesi değil elbette burası, haklısınız. Ama ne güzel olurdu değil mi misafirlerimiz burada sanat konulu sohbetler yapsa. Bu açıdan çok zevk aldım sizlerle sohbet etmekten."

Nihilizm'den bahsediyor İstanbul'daki üniversitelerden birinin oyunculuk bölümü mezunu genç. Duyduğum ama ayrıntıları aklımdan uçup gitmiş bir düşünce tarzı. Bu konuda bir şey sormaya utanıyorum. Eve gittiğimde ilk yapacağım şey "Nihilizm" felsefesini araştırmak.

Bilgisayarımı açıp İnternet'ten araştırıyorum. İlk çağ filozoflarından Yunan Gorgias bu görüşün temsilcilerinden biriymiş. Türkçeye "Hiççilik" ya da "Yokçuluk" olarak çevrilen düşünce tarzı bana çok absürd gelmiyor. Her şeye şüpheyle bakan ben, şüpheciliği temel alan bu felsefeye yakın hissediyorum kendimi. "Herkesin üzerinde uzlaşı sağlayarak var diyebileceği bir varlık yoktur, bir şey bir biçimde var olsa bile o bilinemez, bir şey bir biçimde var olsa ve bilinse bile bu bilgi başkasına aktarılamaz." Düşüncelerimizi aktardığımız dil, güvenilir değildir. Bu yüzden tam olarak iletişim sağlanamaz. Üstün insan olabilmek için eski değerleri bırakıp yeni değerler yaratmak gerekir. Nihilizm felsefesinin en önemli temsilcilerinden Nietzsche "İnsan değer yaratabileceği ölçüde özgürdür." Ona göre mevcut ahlak sistemini zayıf insanlar oluşturmuştur, bu ahlak sistemi köle ahlakıdır.

19. Yüzyılda Rusya'nın genç ve entelektüel kesiminde taraftar bularak tanınan bu görüş, büyük felsefi akımlar arasında kendine yer bulmuş. Nihilizm, metafizik ve ahlaki değerleri yok sayan, mevcut olan değerlere ve düzene karşı çıkan, hiçbir iradeye boyun eğmeyen görüşlerin genel adıymış. Bilimsel akılcılığı savunan bu düşünce tarzından etkilenenlerden biri de Neyzen Tevfik. İnsanın ruh ve bedenden oluşan yapısını reddettiği için dinlerin şiddetli tepkisine yol açan bir görüşmüş. İşte böyle, güzel bir sohbetin ardından bilgilerimizi tazeliyoruz.

Sonuç olarak aşırıya kaçıp kafamızı karıştıran derin konuların yanında "Nihilizm" düşüncesinin insan ilişkileri üzerinde yaptığı değerlendirmeleri çok doğru buluyorum. Bir toplumda ortak dil kullanılmasına rağmen iletişimin sağlanması gerçekten mümkün değilmiş gibi görünüyor. Önce anlatan kişinin meramını kelimelere döküp bütün düşüncesini ve hissiyatını tam olarak karşıya yansıtması oldukça zor. Kelimeler kifayetsiz kalıyor bunun için. Var sayalım, anlattı. İkincisi dinleyicinin anlatılanın ne kadar anladığı, doğru anlayıp anlamadığı hususu sağlıklı ilişki kurulmasında can alıcı bir nokta. Hem hakkını vererek anlatmak hem denileni tam olarak kavramak mümkün değil iken bir de işin içine yalan, dolan, riyakarlık, şakşakçılık, yalakalık girince köle ahlak düzenine mahkum kalıyoruz.  

1 Ağustos 2017 Salı

BİR ANI

30/07/2017 Pazar, Tire

Günlerin ne çabuk geçtiğini en iyi hatırlatan gün bugün. Kahvaltı günümüz olduğu için erken çıkıyoruz yola. Eşim her türlü engellemelerime rağmen boş durmuyor. Yine misafirlere sürpriz kahvaltılıklar hazırlamış. Neler yok ki, cup cake'ler, gül börekleri yetmemiş bir de haşhaşlı kek pişirmiş. Çeşit çok olunca masalarda koyacak yer kalmıyor. Her masanın yanına birer servant eklemek zorunda kalıyoruz. Tatlı, kek, börek onun işi. Hele bir de misafirlerden övgü dolu sözler duyunca bütün yorgunluğunu unutuyor. Rahatsızlığı sebebiyle fazla ayakta durmaması gerektiğinden,  kısa bir müddet unutmuş olsa da sonradan ortaya çıkan ağrıları hatırlatıyor ona yorgunluğunu. Benim engellemem işte bu yüzden ama dinlet dinletebilirsen. 

Öğlen misafirlerimizden övgü dolu bir Google yorumu mutlu ediyor bizi. Bugünün misafirleri zamanlamayı güzel yapmışlar, hani durup durup hepsi birden akın etmiyor. Böyle olunca fazla yorulmuyoruz. 

Bazı anlar vardır yaşam boyu unutulmazlar. İlk sakal tıraşımı olacağım zaman lisenin son yılıydı sanırım. Eskiden öyle köpükler, jeller, kremler yoktu tabii. Bir tasa sıcak su konur, fırçayla silindirik tıraş sabunu köpürtülür, yüze sürülürdü. Anneannem uzaktan acemiliğimi büyük bir dikkatle izlediğinin farkında bile değildim. "Fırçayı sürmeden önce yüzünü suyla ıslat istersen, deden öyle yapardı." Anneannemin söylemiş olduğu bu söz beynimde öyle bir yer etti ki (!) Aradan yıllar geçti, tıraş sabununun modası geçti, önce tıraş kremi, jel ve nihayet tıraş köpüğü kullanmaya başladım. Yüzlerce, hatta binlerce kez tıraş oldum. Tıraş köpüğünü, tıraş bıçağını hazırladıktan sonra lavaboda aynaya bakarım. Karşımda anneannemin hayali belirir, "Yüzünü ıslat istersen." dediğini duyar gibi olurum. Yüzümü ılık suyla ıslatır, tıraşa başlarım. Basit bir söz insanın hayatına bu kadar mı işler. Eskiden her sabah, bu aralar gün aşırı "Günaydın" dercesine karşımda görür, anarım kendisini. Yıllar önce bu dünyadan göçüp gitse de bir hoş sedası kalmıştır anneannemin bende.

Akşam saatlerinde serin olur buraları. Misafirleri uğurladıktan sonra canımız ayrılmak istemez bir süre. Gün içinde fırsat bulup toplayamadığımız yumurtaları folluklardantopluyoruz. Bir haftayı daha devirmenin hüzünlü mutluluğuyla eve dönüyoruz. Yarın tatil günümüz.   

30 Temmuz 2017 Pazar

SUYUNU ÇIKARMAK

29/07/2017 Cumartesi, Tire

İstanbul'un altını üstüne getiren yağmur bahçedeki ağaçların yapraklarını bile ıslatmadı. Birkaç damla serpiştirince reçelleri, domatesleri gözaltında tutuyoruz. Güneş onlara enerjisini akıtmaya devam edecek. Sofralarımızı süslemesi, bizlere o doyumsuz lezzeti sunabilmesi için biraz daha sabretmemiz gerekiyor. Güneş yüzünü gösterince ilk iş olarak dışarı alıyoruz onları.

Güneş ve yağmur. Can veren, can alan ikili. Güneşin olmadığı, yağmurun yağmadığı yerde hayat olur mu hiç? Olsa bile hayat denir mi buna? Güneş çıktı mı sahneye, bulutlar kaçışır. Sonra yağmur alır sahnedeki yerini, gökyüzü bulutlarla kaplanır. Nadiren bir araya gelirler, güneş parlarken gökyüzünde, haylaz bir bulut geçer altından. Birkaç dakikalık serpinti hayrete düşürür insanı. Güneşle yağmurun seviştiği andır bu. Bazen araları açılır yağmur günlerce hatta aylarca görünmez olur. Kuraklık alır başını gider, kıtlık, susuzluk başlar, bütün canlılar hayatta kalma mücadelesi verir. Beklenen yağmur gelir sonunda, tarlaya bahçeye can verir. Tabiatın ölçüyü kaçırdığı anlar vardır. O özlenen yağmur yeter dedirtir insana. Sel olur önüne kattığını götürür, ne can gözetir ne mal.

Olağanüstü olmayan bir pazar günü sonrasında evimize dönüyoruz. "Suyunu çıkarmak" diye bir deyim vardır. Ben severim suyunu çıkarmayı. Neyin suyunu çıkarsam önüme set çekilir. Bir zamanlar günde en az beş altı teneke kutu coca-cola içerdim. Kırk sene çay içmesem aramam ama cola'sız duramazdım. Yaz kış demeden donma noktasına yakın, buz gibi, ya zero ya da light olanından. Yeri geldiğinde hepsini içerim ama ne rakı, ne şarap, ne de bira müptelasıyım. Söz konusu cola olunca başka. Dizimin üzerinde bacağımın yan tarafında bir kaşıntı başlamıştı. Önceleri önemsemedim. Tatlı bir kaşıntıydı çünkü. Üstelik elimin rahatlıkla ulaşacağı bir yerdeydi. Pantolonumun üzerinden bacağımı kaşıdım durdum günlerce, aylarca. Doktora gitmeme konusunda inatlaşınca bazen ben kazanırım, problem kendiliğinden yok olur. Bu sefer öyle olmadı. Cildiye doktorlarını bilir misiniz? Psikiyatr uzmanlarına taş çıkartırlar. Son zamanlarda ne yediniz? Daha önce böyle bir rahatsızlığınız oldu mu? Son günlerde yediklerinizi düşünün. Neredeyse çocukluğuma inecek. Eşim fırsatı kaçırmaz böyle durumlarda. "Sadece altı yedi cola içer günde." Doktor güzel bir pas almış forvet oyuncusu edasıyla, "Tamam, bu bir neden olabilir, kutu içeceklerin alaşımında bulunan nikel sıvıya karıştığında bazı hassas bünyelerde alerji yapabilir." Kutu cola'ya ara verdim ama kaşıntım bana mısın demedi. En az üç dört pantolon kaşımaktan dolayı eridi, attık. Başka doktora gittik, aynı sorular, aynı cevaplar. "Bu bölgede kaşımaktan deriniz kalınlaşmış." Bir merhem, bir hap, değişen bir şey yok. Bir kaç ay daha kaşındım, sonra kendiliğinden geçti.

Şimdilerde geceleri bir litre kola ve yanında bisküvi yemeye başladım. Tiryakilik gibi bir şey bu. Markette litrelik zero ve her zaman aldığım bisküvi türü kalmadı. Yine suyunu çıkarıyorum. Eşim bu su çıkarmalara hep karşı. "Şekerin çıkacak." Bende şeker meker yok ki. Azıcık bir şey çıkmıştı. Biraz kilo verdim, yediklerime dikkat ettim, doktor son ölçümde "Sizde şeker kalmamış." dedi. Kızım karşı çıkıyor, "Yok öyle şey babacım, senin bünyen müsait değil, dikkat etmek zorundasın hayatın boyunca." Hayatım boyunca? Kendime suyunu çıkaracak başka bir meşgale bulmalıyım. Bir yıldan fazla günlük tutuyorum. İlk önceliğim bu. Sesleniyor eşim, "Yemek hazır." Cümlemi bitirip hemen geliyorum. Eşimin cevabı hazır, "Onun da suyunu çıkardın."

29 Temmuz 2017 Cumartesi

HAYAT BİZE GÜZEL

28/07/2017 Cuma, Tire

Bu kez eşimle birlikte çıkıyoruz küçük pazara. Köylü kadınlardan kabak çiçeği bulmak hala mümkün. Aslında bir derin dondurucu da onun için almak lazım. Bu aralar talep "Kabak Çiçeği Dolması" na. "Fellah köfte" ve "Sikordaki" 'ye meydan okuyor. Eşim sarmalık taze yaprak arayışında. Sonunda bir yerden aradığını buluyor. Sapları mor, damarlı, tüylü olmayacakmış. Her işin bir uzmanı var. 

Haftanın ikinci, hatta Toplu Konut'un pazartesi pazarını da sayarsak üçüncü pazarı olmasına rağmen yüklü bir alışveriş yapıyoruz. Havada yağmur taşıyan bulutlar her an bize sürpriz yapabilir. Terasta kurumakta olan domatesleri içeri aldığımızdan dolayı içimiz rahat.

Yayla rüzgarlı bugün. Güneş çıkınca kuruyan domatesleri, güneşlenen reçelleri yeniden terasa almayı düşünüyoruz. Henüz işe başlamadan avluya bir kaç yağmur damlası düşüyor. Hemen vazgeçiyoruz. Gün boyunca yağmur yağmıyor ama biz cesaret edip kurumakta, güneşlenmekte olan zerzevatı dışarı çıkartamıyoruz. 

Dünün aksine misafirlerimiz akşama doğru gelmeye başlıyor. Oysa dün gündüz ve akşam misafirleri daha dengeliydi. Önümüzdeki günlerde askere gidecek bir gence arkadaşları yemek vermek istemiş. Alışveriş yaptığımız mandıralardan birinde hemen hemen hergün yüz yüze geldiğimiz bir genç, saygılı ve efendi. Hatay'a çıkmış görev yeri, denizci. Şanslıymış yine. Hatay güzel memleket, bol bol künefe yer artık. Yine de Suriye'ye sınır. Ateşin sönmesi için silah tüccarlarının kana doymaları gerek.

Öğleden sonra kendimiz için en güzel sofralarımızdan birini hazırlıyoruz verandada. Çünkü masamızda balık var. Üstelik ustamız da bu işin erbabı olunca keyfimize diyecek yok. Böylesine güzel sofrada en azından soğuk bir bira aranıyor. Öyle de güzel gidiyor ki meret ızgara balığın yanında. Birbirimize teşekkür ederek bize bu imkanı bahşeden, yerin göğün sahibi, Ömer dostumun "Tengri" sini minnetle anıyoruz.  

Öğleden sonra Ertuğrul Şefin yaptığı irmik helvasının nefis kokusu burnumun direğini sızlatıyor. Hemen önüme bir tabak geliyor. Balığın üzerine tatlı ne güzel yakışıyor. Her kaşığı daldırışımda tabağımdaki güzelliğin bir kaşık eksildiğini düşünüp hayıflanıyorum. Tabağın sonu geliyor, bir tabak daha mı istesem acaba? Şimdi "Sende şeker var, yeter o kadar yediğin." diyecekler. Bırakıyorum peşini, dağınık kalıyor.

Gece saat 23'ü geçmiş. Bir kaç masa sohbetlerine devam ediyor ama diğerleri sanki bir yere yetişmek için yemeklerini yedikten hemen sonra kalkmışlar. Alkollü içki tüketimi de az bugün. Halbuki dün daha fazla alkol tüketilmişti. Cuma akşamlarının yerleri mi karıştı ki. Bir araba giriyor bahçeye. Servisimiz sona erdi demeye hazırlanıyorum. Sonradan Torbalı'dan geldiklerini öğrendiğim üç beyefendi iniyor arabalarından. Mekanı ilk kez gören diğer misafirlerin verdiğine benzer tepkiler alıyorum. Merak edip gelmişler görmeye Taş Ev'imizi. Hayretler içinde kalıyorlar. "Hep aşağıya giderdik, bize böyle güzel bir yer açıldığını söylemediler ki." Arkadaşı lafa karışıyor. "Hiç insan evine gelen misafirine, bak komşumuza da gidebilirsiniz, hem onun evi daha müsait, ağırlamaları da daha güzel." der mi? 

28 Temmuz 2017 Cuma

TANITIM

27/07/2017 Perşembe, Tire

"Bugün erken çıkalım yaylaya." diyor eşim. Tire Süt Kooperatifi ürün tanıtımı fotoğraf çekimleri için Taş Ev'i uygun görmüş. Birkaç yere uğrayıp alışverişimizi tamamladıktan sonra yeni bir güne başlıyoruz. Görevli arkadaşlar bizden önce gelmiş. Salonda masalar çekime hazırlanmış, Tire Süt Kooperatifinin koli koli ürünleri bir köşeye istiflenmiş. Bir saat süreceği söylenen çekim tam beş saat sürüyor. 

Ekip yorulunca mola veriyor, yemeklerini yiyor, çaylarını içiyorlar. Yurdun değişik köşelerinden gelen misafirlerimizi zevkle ağırlıyoruz. Ankara'da görev yapan subay ailesi verandada oturmayı tercih ediyor. Aslen Tire'li olan aile anneleriyle  birlikte Şirince'yi gezdikten sonra Taş Ev'e konuk oluyor. Misafirlerimizin yemek tercihi meşhur Tire şiş köftesi. Üç genç geliyor arkasından, hiçbir ailevi bağ yok aralarında. Onları sıkı bir dostlukla birbirine bağlayan bisiklet tutkusu. Hanımefendi Eskişehir, beyefendiler İstanbul ve İzmir'den.

Çekim ekibini uğurladıktan sonra bize destek olmak üzere genç bir işletmeciyi misafir ediyoruz. Bizden hiçbir talebi yok. Eski dostluğun hatırına Taş Ev'i daha iyi tanıtmak için neler yapmalı, neleri değiştirmeli konularında önerilerde bulunacak. Yapılan yatırımın geri dönüşünün kaç yıl olarak planladığımızdan başlıyoruz. "Yok öyle bir şey." diyorum, şaşırıyor. "İlk aşamadaki hedefimi gerçekleştirdim." diyorum. "Nedir hedefiniz?" diye sorunca açıklıyorum. Keyif yapmak, keyif yapmaya gelenleri ağırlamak... Profesyonel birinin garibine gidiyor cevabım. "Aklından zoru mu var bu adamın?" diye düşünmüş bile olabilir. Bu konuda eşim dahil benim gibi düşüneni görmedim şimdiye kadar. Böyle bir işletmenin sahibi olmak, yurdun dört bir yanından kaliteli insanları ağırlamak benim için bir zevk. Ticari kaygım yok. İnsanların bunu anlaması çok zor. Genç arkadaşımız şaşırıyor, "Peki bu işten para da kazansanız daha iyi olmaz mı?" Bu soru biraz düşündürüyor beni. Kim istemez parayı. "Yok ben para kazanmak istemiyorum." demek o kadar gerçekçi gelmiyor insana. Gel gelelim önceliğim değil bu. Önceliğim ne? Eğer önceliğim para olsaydı kendi mesleğime devam eder hiçbir riske girmeden mevcut ciromun yarısından fazlasını elde edebilirdim. Zamanı geldiğine inandım, hayatımın geri kalanını eşimle birlikte farklı bir şekilde geçirmeye karar verdim. Hepsi bu (!)

Logo'dan, motto'dan devam ediyor söyleşimiz. Mevcut olan her ikisinden de hoşnutum. "En güzel anlarınızda..." motto'sunun "Doğayla lezzetin buluştuğu yer." le değiştirilmesi ne kazandıracak ki bana. Misafirlerimiz en güzel anlarını bizimle burada paylaşmıyorlar mı? Sayısız gencin evlilik teklifinde bulunduğu, evlilik yıl dönümünü, doğum günlerini kutladığı yer olmadık mı? 

Fiyatlarımız yüksek, porsiyonlarımız büyükmüş. Fiyatlarımızı düşürüp porsiyonlarımızı küçültmemiz daha uygun olabilirmiş. Her şeye karşı olan ben, buna da karşı çıkıyorum. Taş Ev'i tercih eden misafir, en iyi mezeyi, en lezzetli eti olması gereken miktarlarda yiyecek, gereken ilgiyi, saygıyı bulacak karşısında. Halk pazarı olsun diye açmadım ki bu mekanı. Burası tabldot verilecek bir yer hiç değil. Taş Ev bir keyif mekanı. Yenilen yemeğin lezzeti, manzara, gösterilen ilgi yıllarca akıllarda kalsın istedim. "O halde siz -Fine Dining- konseptine yakınsınız." diyor sevgili arkadaşım. Evet, hedefim aynen odur. Fakat o hedefe henüz çok uzak olduğumu biliyorum. 

"Havuzun kenarına şöyle hasırdan tabureler koysanız..." Yok, artık. "Güzel bir tanıtım filmi işe yarayabilir." Bu adımı attım zaten, hazırlık aşamasında. "Yemek tabaklarınız olması gerekenden çok büyük, porsiyonlar büyük tabakta az görünür." Size saygısızlık etmiş olmayayım ama ne porsiyonları ne de tabak boyutlarını küçültmenin iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum. 

Bu değerlendirmeler zihnimi yoruyor. Doğru bildiğim yolda ilerlemenin isabetli olacağını düşünüyorum, son misafirlerimizi uğurlarken...

RENKLİ MİSAFİRLER

26/07/2017 Çarşamba, Tire

Alışveriş ve diğer işlerimi hallettikten sonra yayla havasına koşuyoruz. Koşuyoruz mu desem yoksa şehrin bunaltıcı sıcağından kaçıyoruz mu, biemiyorum. Zira öğlen saatlerine kadar şehirde klimasız oturulmuyor. Gece boyunca ter damlalarının kulak ucumdan başımı koyduğum yastığa akışından rahatsız oluyorum fakat uykum ağır basıyor. Süs havuzuna suyun geldiğini görünce rahatlıyorum. Zira bu deponun dolduğuna işaret. Soğutucu dolaplarına şişeleri doldurduktan sonra yumurtaları toplayıp tavukları besliyorum. Beni görür görmez çığlık çığlığa peşime takılıyorlar. Onlardan birkaçı kümesin yanındaki kullanılmayan horoz kümeslerinden birini kendine folluk yapmış. Her gün yumurtalarını oraya bırakmayı alışkanlık haline getirmişler. Erken davranırsam yumurtaları alabiliyorum, gecikirsem Venüs onları affetmiyor. 

Günün ilk misafirleri Denizli'den. Onlar da temiz yayla havasında konaklamanın harika bir şey olduğundan dem vuruyor. Üç kızı ile birlikte verandada oturan beyefendi oldukça konuşkan. İşim yoksa masaya oturmamı kendisiyle sohbet etmemi istiyor. Tekstil işi ile uğraşıyormuş. Denizli'ye yolum düşerse beklediğini belirterek telefonunu vermek istiyor. Müşteri ile olan normal bir ilişki gibi değil bu. Gelenlerin kendini borçlu hissederek "Bize de bekleriz." demesi garibime gidiyor. 
Öğleden sonra canım Amy dinlemek istiyor. Misafirlerimiz nazik bir şekilde sesi biraz kısmamı rica ediyor. Anlıyorum ki Türkçe müzik çalmamı istiyorlar. Onları uğurladıktan sonra Rolling Stones 'tan "Angie"dinliyorum. Gençliğimin parçaları... Bob Dylan'dan "Like a Rolling Stone" tamamlıyor "Angie" yi. Evet, elbette Dire Straits geliyor peşinden. Romeo & Juliet. 

Bugün keşkek günümüz. Dün misafirlerimizden birinin siparişi üzerine şefimizin yaptığı patlıcan balığı aklımızdan çıkmıyor. Sağ olsun bizleri  kırmayıp öğle yemeğinde hazırlıyor aynısından. Az sonra ateşten yeni indirdiği keşkek geliyor önümüze. Şöyle bol tereyağlı, bol  salçalı olunca pek de güzel gidiyor. 

Venüs nerede bir gölge bulsa kıvrılıp yatıyor. Her zamanki azgınlığı yok nedense. Fifi rahat ediyor. Tavuklar dur durak dinlemiyorlar girmemeleri gereken bahçeye hatta bazen verandaya geliyorlar. Bugün onları kışkışlamaktan iflahım kesiliyor.

Akşam misafirleri anlaşmış olmalılar (!) Tabiri caizse baskına uğramış gibiyiz. Rezervasyon yaptırmadan gelen misafirlerimizden hangisine öncelik vereceğimiz kafamızı karıştırıyor. Her masadan en az bir kişi daha önce Taş Ev'e gelmiş kişiler. Güzel bir yere gidelim deyince akıllarına ilk gelen yer Taş Ev. Benim istediğim de bu zaten. Daha önce iki kez ağırladığımız yabancı bir şirketin üretimden sorumlu İtalyan müdürü Giovanni ile sohbet ediyoruz. Burada yedikleri mezeleri ve soluduğu havayı başka yerde görmediğini söylüyor. Onun bu değerlendirmesini önemsiyorum. Çünkü bu beyefendi işi gereği dünyanın pek çok ülkesini dolaşıyor. Türkiye'den ayrılmadan önce arkadaşları ile bir kez daha geleceğini söylüyor.

Verandada oturmayı tercih eden bir grup misafirimizi merak ediyorum. Masalarındaki hanımefendinin önerisi üzerine geldiklerini söylüyor hesabı ödemeye gelen genç adam. Kendisinin Avustralya'da yaşadığını, mekanı çok beğendiklerini söylüyor. Ayrılırlarken onun da Giritli bir aileye mensup olduğunu öğreniyorum. Son derece memnun ayrılıyorlar. Söyledikleri mezeleri kısa sürede midelerine indiriyorlar. O kadar hızlılar ki bütün ekip hayrete düşüyoruz. Karınlarının aç olmasının yanı sıra mezelerin lezzetinin de payı var elbette. Beyefendi ile Avustralyayı konuşuyoruz. Kocaman bir kıta ama sadece 24 milyon nüfusu varmış. Hala göçmen kabul edip etmediklerini soruyorum. Çok sıkı kontrolden geçiriyorlarmış artık. Özellikle Müslümanları vatandaşlığa kabul etme söz konusu olunca ince eleyip sık dokuyorlarmış. Işid gibi örgütlerin Müslüman kimliğe verdiği zarardan bahsediyor. Altı yıldır bulunduğu Avustralya onun vatanı olmuş her şeye rağmen. İşsizlik konusunda endişeden uzak bir yaşam sürüyorlar. Her kim işsizim diye başvuruda bulunursa devlet hemen ona bir iş ayarlıyormuş. İnsanları son derece saygılı ve sıcakmış lakin Müslüman olduğunuzu öğrendikleri vakit yüzlerindeki ifade değişiyormuş birden.

İşte böyle, dünyanın değişik ülkeleri hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Bilgiye ulaşmak için fazla bir çaba göstermiyoruz, bilgi ayağımıza geliyor.