KATEGORİLER

25 Ağustos 2017 Cuma

VENÜS SAHNEDE

25/08/2016 Cuma, Tire

Aksilikler peşimi bırakmıyor. Yaylada internete bağlanamam canımı sıkıyor. Ne zamandır servise götürmeyi geciktirdiğim arabamın bakım zamanının geldiğini gösteren ikaz ışığı yanınca daha fazla bekleyemeyeceğim aşikar. Ali Ustayı arıyorum. Telefon birkaç kez uzun uzun çaldıktan sonra açılıyor. Gaza yüklenince ıslık sesine benzer bir ses duyulduğunu söylüyorum. Sabah arabayı dokuzda servise bırakmamı, kendi aracıyla bizi yukarı çıkarabileceğini söylüyor.

Sabah yola çıkmak üzereyken telefonum çalıyor. Arayan bizim yeni işe başlayan yardımcı hanım. Artık üç beş yıl geçmeden kimseye şöyle iyi, böyle kötü demeyeceğim. Kayınvalidesi merdivenlerden yuvarlanmış. "Bugün gelmezsem olur mu?" diye soruyor. "Hayır, bırak kaynananı gel." diyecek halim yok elbette. Bugün hava serince. Koca yazı devirdik sayılır.

Venüs'ün oyun merakı can yakıyor. Bizim kara kızlardan en az beş tanesini götürdü. Onları önünde yuvarlanan kara toplar zannediyor. Fifi'yle alt alta üst üste boğuştuğu gibi aynı şeyi tavuklarla yapmak istiyor. E tavuk bu (!) Ne kadar canları var ki. Bizim Venüs çıtaya benzer atletik bacaklarıyla gözüne kestirdiği birini yakalıyor kısa sürede. Ağzına aldığı gibi şöyle sağa sola bir silkeledi mi zavallı hayvan bir kenara yığılıyor. O gün olmasa bile ertesi gün can veriyor. Fifi akıllı mı akıllı. Bakıyor ki Venüs niyeti bozdu, yanına yaklaşan tavukların peşinden koşturarak yanından uzaklaştırıyor. İşte bu yüzden bağlı tutuyoruz Venüs'ü uzunca bir zamandır.

Akşam misafirlerini ağırlarken daha önce telefon eden bir genç geliyor. Yeni bir evlilik teklifi, masa düzenlemesi. Çocuk heyecanlı mı heyecanlı. Titriyor adeta yanımda. Ona daha önce hazırladığımız masa düzenlemelerinden örnek resimler gösteriyorum. Bayramdan önce ailesiyle istemeye gideceklermiş kızı. "Önce teklif etmek gerekir değil mi?" diyor. "Mecburuz, yapacağız." Birlikte çektirdikleri fotoğraflardan birkaç tane bırakıyor, masa düzeninde kullanalım diye. İlk defa süslemede fotoğraf kullanacağız. Güller, gül yaprakları, balonlar ve mum ışıkları altında ömürleri boyunca hafızalarında yer edecek bir gece olacak onlar için. Pazar günü daha kalabalık olur diye cumartesi gününe alıyoruz bu özel geceyi. 

Yukarı salonda nefis şehir manzarasına karşı oturmayı tercih eden genç bir çift keyifle yemeklerini yerken ağır ağır içkilerini yudumluyorlar. Kalkmalarına yakın beyefendi yanıma geliyor, elindeki küçük hediye paketini uzatarak iki orta kahve sipariş ediyor. Kahvelerin yanında uzattığı küçük kutuyu da yukarı getirmemizi rica ediyor. Bana ilginç geliyor bu durum. Cebinden çıkarıp verilecek büyüklükteki kutunun içinde ya bir yüzük ya bir kolye ya da küpe olmalı. Evliliklerinin beşinci yıl dönümleriymiş. Taş Ev yine mutlu bir anın şahitliğine soyunuyor. Bir tabağın içine koyduğumuz hediye paketi, kahvelerin eşliğinde masalarına getiriliyor. Delikanlı paketi alıp hanımefendiye uzatıyor. Bundan sonraki romantik anları yalnız yaşamaları gerektiğinden onları baş başa bırakıyoruz.

24 Ağustos 2017 Perşembe

ARADAN SONRA

24/08/2017 Perşembe, Tire


Güncem, günlüğüm... Seninle yolculuğa çıktım çıkalı ilk kez ayrı düştük. Zaman zaman işlerim yoğundu, uykusuzluğuma aldırmadan sabaha karşı da olsa birkaç satır yazmaya çalıştım. Yazdıkça kendimi buldum. Hep korkardım bir gün yazamazsam sihir bozulacak diye. Ne kadar haklıymışım. Söz, toparlayacağım kendimi. Her gün yazacağım yine bir kaç cümle de olsa.

Geçen gün gelen bir misafirimiz ne kadar doğru tahlilde bulunmuştu. "Aslında benim de hayalim bu. Size dört beş masa yetermiş aslında. O zaman zevkine varırdınız bu işin."

İnsanın yapacak işlerinin olması ne güzel. Kafamda sıralanıyor ardı sıra. Öncelikler belirleniyor sonra. Oldum olası sinir işleri severim. Mesela bakla çizmek. Nefret eder eşim böyle deliye pösteki saydıran işlerden. Doğal olarak ben severim inadına. Doğal olarak dedim, çünkü eşimle zıt kutupların insanlarıyız. Onun sevdikleri benim sevmediklerim. Mesela pırasa en sevdiği yemek. Pırasa sevilir mi? Bırakınız pırasayı bamyaya bile deli olur. Benim ağzıma koymadığım yemek çeşitleri. Senelerce sarımsaklı yemeklere uzak durdum. Eşim "Sarımsaksız meze mi olur? Ağzının tadını bilmiyorsun" der. Benim bayılarak yediğim midye, kokoreç, pastırmadan nefret eder. Hepsi bana kaldığı için bu durumdan hiç de şikayetçi değilim laf aramızda. Dervişin fikri neyse zikri odur hesabı konu yemeye geldi. Sinir işlerden bahsediyordum. Mesela ipe kurutmalık biber dizmek. Önümde koca bir çuval. İpi iğneye geçirmek gençlikteki kadar kolay değil. Bin bir güçlükle geçirdik diyelim incecik deliğinden, ip biberin saplarına dolanır, düğüm olur, düğüm iğne deliğinden geçmez, çöz çözebilirsen. Önündeki biber çuvalı gözünde büyüdükçe büyür. Gecenin saat ikisinde sabırla çuvalın dibini görme hedefine kilitlenirsin. Saatler ilerler, zaman çabuk geçer, sonunda son biberi ipe geçirdin mi tamam. İşte o hazzı anlatamam.

Evet, sihir bozuldu, çok ara verdim. Yağmur yağdı, böyle oldu. Bilmem kaçıncı kez pazardan aldığımız kurutmalık domatesler bir kaç dakikalık yağmura dayanamadı. Oysa iki saat dilimlemek bir o kadar da serme emeği vardı üzerinde. Pazar günü akşamından itibaren bir uğursuzluk başladı. Bir kaç telefon görüşmesinden sonra durum ciddileşince kapıları kapatıp İzmir yollarına düşmemiz farz oldu. Kayınvalidem rahatsızlanmış, alt komşusu sağ olsun bir ambulans çağırıp acile yetiştirmişler. Kapıları pencereleri kapanmaya başladı Taş Ev'in. Yeni gelen misafirlere durum izah edilip geri çevrildi. Son misafirler de hesabı ödedikten sonra süratle Dokuz Eylül Üniversitesi Acil Servisine doğru yola çıktık.

Daha çabuk varabilmek için otoyolu kullandık. Acil servisin salonuna hep birlikte girmemiz mümkün değil. Önce kızım, arkasından eşim girdi. Komşusu başından ayrılmamış. Ambulansa nasıl bindirildiğini, hastaneye nasıl geldiğini hatırlamıyormuş. Bir ara ben de yanına uğradım. Her tarafına kablolar bağlanmış, ekranda tansiyon, nabız, kalp ritim grafikleri gibi bilgiler sürekli değişiyor. Tansiyon yüksek, nabız düşük. Grafik son derece düzensiz. Bir ara tuvalet ihtiyacı için yatağından ayrılınca kablonun ucundaki mandala parmağımı geçiriyorum. Yeşil ekrandaki çizgiler son derece düzenli. Nabız ve tansiyon normal. Kayınvalidemin kalbinin ritmik atışlarına göre grafiğe yansıyan görüntü beni endişelendiriyor.

Geceyi hastanede geçireceği anlaşılınca kızımı refakatçi bırakıp eşimle eve dönüyoruz. Hava inanılmaz derecede sıcak. Gecenin ilerleyen saatlerinde kızım arıyor. Anjiyo kararı verilmiş, sabah, öğlen ya da akşam operasyon olabilirmiş. Öğlene doğru anjiyo yapılıyor, damarlarda bir tıkanıklığın söz konusu olmadığı ancak hafif bir kalp krizi geçirdiği haberini alıyoruz. Geceyi yoğun bakımda geçirdikten sonra ertesi sabah taburcu işlemleri başlıyor.

Dün sabah yoğun bakımdan çıkardığımız kayınvalidemin durumu iyi. Bir süre yanımızda kalacak. Yayla havasının ona iyi geleceğinden eminim.  

5 Ağustos 2017 Cumartesi

HER SON BİR BAŞLANGIÇ

03.08.2017 Perşembe, Tire

Her son bir başlangıç. Sabah sürprizini beklemiyorduk ama her şeye hazır olmayı öğrendik. Güzel şeylerin ömrü kısa oluyor. Evet, belki böylesi herkes için daha iyi olacak. 

Oğlum arıyor, yeni bir iş teklifi almış. Havalara uçuyor. Telefon görüşmelerimiz karşıladığımız misafirlerle bölünüyor. Yağmur yağacak, terasta kurumak üzere serdiğimiz domatesleri içeri almamız lazım. "Tam zamanında" diyoruz gök gürültüsü seslerini duyunca. Gök gürlüyor, uzaklarda şimşekler çakıyor ama beklediğimiz yağmur bir türlü gelmiyor. Güneş çıkıyor, hava tahminleri yanıltıyor yine. 

Üç arkadaşı karşılıyoruz kapıda. Merak edip görelim demişler. Bir kahve içip gideceklerini söylüyorlar. Üst katı gezdiriyorum. Manzarayı görünce fikirleri değişiyor. Telefon edip arkadaşlarına anlatıyorlar Taş Ev'i. Yarım saatte bir masalarına yeni arkadaşları geliyor. İçlerinden mimar olan biri Malatyalı. Üniversiteyi Ankara'da aynı dönemlerde bitirmişiz. 

Sohbet uzayınca müsaade isteyip iki arkadaşlarını daha çağırıyorlar. Gelenler müzisyen. Biri saz diğeri ritm ustası. Geri kalanlar söylüyor. Birden Urfa'nın sıra geceleri havası esiyor. Rahatsızlık veriyorsak kesebiliriz, diyorlar. Rahatsızlık ne kelime. Veranda ve bahçede oturan misafirlerimiz hallerinde ziyadesiyle memnun. Ailelerden biri kızının doğum günü münasebetiyle gelmiş. "Canlı müzik olduğunu bilmiyorduk, kızımız için sürpriz oldu bu." diyorlar. Yemeklerini,tatlılarını bitirmelerine rağmen üst kattan gelen güzel türküleri kaçırmak istemiyorlar.

Sadece onlar mı? Diğer misafirler de hoşnut bu durumdan. Çalan da söyleyen de çok başarılı. Manzara güzel, mezeler, yemekler güzel, sohbet aralarında çalıp söyledikleri güzel. "Merak edip görmeye gelmiştik buraya ama çok güzel bir gece geçirdik sayenizde, her şey çok harikaydı, eğer gürültü çıkarıp rahatsızlık verdiysek özür dileriz." diyerek ayrılıyorlar. Diğer misafirlerden de teker teker özür diliyorlar. Aman efendim ne özrü, çok güzel bir gece yaşattınız, kulağımızın pası silindi.

Geç saatlerde telefonum çalıyor. İlk anda "Açık mısınız?" diye soracaklarını düşünüyorum. Yarın için bir arkadaş grubu ile gelmek üzere rezervasyon yaptırmak istiyor sesi kulağa genç gelen bir beyefendi. Evlilik teklifinde bulunacakmış. Masanın süslenmesini isterken bu hizmetin bedelini soruyor. Söylüyorum. "Aman diyor, ben iki katını vereyim siz de ona göre daha güzel süsleyin." Belli ki işi sağlam tutuyor. "Siz merak etmeyin." diyorum.

Bu gece Taş Ev misafir edecek bizi. Geç saatlere kadar yaylanın temiz ve serin havasının tadını çıkarıyoruz.

2 Ağustos 2017 Çarşamba

NİHİLİZM

01/08/2017 Salı, Tire

Büyük pazar alışverişini yaptıktan sonra güne başlıyoruz. Domatesler dilim dilim kesilip ızgaraların üzerine yerleştirildikten sonra üstüne kaya tuzu serpiliyor. Günlük yazmaya başladığımdan bu yana ilk kez gün atlıyorum. Haftada bir gün yazmaya ara vereceğim bundan sonra. Nedeni yok bunun. Kayda değer bir şey olduğunda bir gün sonra değinirim nasıl olsa. 

Son günlerde meraklı misafirlerimizin sayısında bir artış var. İleriye dönük ne planlarım olacak? Amacım ne? İstediğini gerçekleştirdin mi? Soruların değişmesi misafir profilinin değişmesinden mi kaynaklanıyor yoksa farklı bir aşamadan mı geçiyoruz? Önceleri fikir veren çoktu. "Terası manzara tarafına yapsaydınız daha güzel olurdu." diyenlerden tutun da "Ağaçların altına masa sandalye atın." diyenlere kadar akıl verenlere sabırla cevap vermeye çalışıyordum. 

Bu projede özne benim. Yani müziğinden, yemeğine, mekanından servisine kadar önce benim hoşnut kalacağım bir yer düşlüyorum. Böyle bir yerde yemek yemek ister miyim? Bu soruya "Evet" cevabı verebileceğim ölçüde hedefime yaklaştım demektir. Benim hoşnut olamayacağım bir yer arayanlar için uygun yer değil burası. Pek çok kişiye söylediğim üzere karın doyurma yeri değil burası, keyif yapmak isteyenler gelsin. Öyle de oluyor zaten. On ayda iyi yol aldığımızı düşünüyorum.

Akşam kapanış saatlerine yakın üç genç geliyor. Verandaya oturuyoruz. Fonda harika müzikler çalıyor. Tiyatroyu, sinemayı, kitapları, müziği konuşuyoruz. Sohbetimiz felsefi bir boyuta evriliyor. Çocuklar eğitimli, idealist, yaratıcı. Saatlerce konuşuyoruz. Taş Ev'in tarihinden "Yanni'nin Bahçesi" nden bahsediyoruz. Adı unutulmaya yüz tutmuş bir Rum yaşarmış bu topraklarda. Yukarı yaylada kayrak taştan duvarları bile kalmamış ufak bir kilisenin sorumlusuymuş. Mübadele esnasında kaderi onu kim bilir nerelere savurmuştur acaba? Selanik, Karaferiya bölgesinden zorunlu göç nedeniyle gelen dedelerimiz evlerini, bahçelerini, hatıralarını nasıl orada bıraktılarsa Yanni de her şeyini terk etmeye, aynı dili konuştuğu başka bir ülkeye gitmeye zorlanmış. Biz nasıl dedelerimizin  güzel günler geçirdiği yeşil Karaferiya'yı (günümüzdeki adı Veria) merak ediyorsak, Yanni'nin torunlarının aklına düşmüyor mu dedelerinin yaşadığı bu güzel topraklar?

Taşlar... Yanni'nin sırtını dayadığı Taş Ev'in taşları, şekilsiz, düzensiz, yaşlı, yorgun. Mutlu, neşeli, kederli günlerin geride kalan şahitleri. Dilleri yok anlatsınlar o günleri. Hayal ediyorum taşlara bakıp. Karısı var mıydı Yanni'nin? Adı Marika olmasın? Çocukları?

Dalıp gidiyoruz. Dedim ya çocuklar eğitimli. Orhan Kemal'i çok severim diyor biri. Yaşar Kemal'in anlatım tarzı ile mukayeseler yapılıyor. "Taş Ev ressamların, şairlerin, yazarların yeri" diye çıkıyor ağzımdan bir anda, restoran olduğumuzu unutarak. "Yok onu demek istemedim, sanat atölyesi değil elbette burası, haklısınız. Ama ne güzel olurdu değil mi misafirlerimiz burada sanat konulu sohbetler yapsa. Bu açıdan çok zevk aldım sizlerle sohbet etmekten."

Nihilizm'den bahsediyor İstanbul'daki üniversitelerden birinin oyunculuk bölümü mezunu genç. Duyduğum ama ayrıntıları aklımdan uçup gitmiş bir düşünce tarzı. Bu konuda bir şey sormaya utanıyorum. Eve gittiğimde ilk yapacağım şey "Nihilizm" felsefesini araştırmak.

Bilgisayarımı açıp İnternet'ten araştırıyorum. İlk çağ filozoflarından Yunan Gorgias bu görüşün temsilcilerinden biriymiş. Türkçeye "Hiççilik" ya da "Yokçuluk" olarak çevrilen düşünce tarzı bana çok absürd gelmiyor. Her şeye şüpheyle bakan ben, şüpheciliği temel alan bu felsefeye yakın hissediyorum kendimi. "Herkesin üzerinde uzlaşı sağlayarak var diyebileceği bir varlık yoktur, bir şey bir biçimde var olsa bile o bilinemez, bir şey bir biçimde var olsa ve bilinse bile bu bilgi başkasına aktarılamaz." Düşüncelerimizi aktardığımız dil, güvenilir değildir. Bu yüzden tam olarak iletişim sağlanamaz. Üstün insan olabilmek için eski değerleri bırakıp yeni değerler yaratmak gerekir. Nihilizm felsefesinin en önemli temsilcilerinden Nietzsche "İnsan değer yaratabileceği ölçüde özgürdür." Ona göre mevcut ahlak sistemini zayıf insanlar oluşturmuştur, bu ahlak sistemi köle ahlakıdır.

19. Yüzyılda Rusya'nın genç ve entelektüel kesiminde taraftar bularak tanınan bu görüş, büyük felsefi akımlar arasında kendine yer bulmuş. Nihilizm, metafizik ve ahlaki değerleri yok sayan, mevcut olan değerlere ve düzene karşı çıkan, hiçbir iradeye boyun eğmeyen görüşlerin genel adıymış. Bilimsel akılcılığı savunan bu düşünce tarzından etkilenenlerden biri de Neyzen Tevfik. İnsanın ruh ve bedenden oluşan yapısını reddettiği için dinlerin şiddetli tepkisine yol açan bir görüşmüş. İşte böyle, güzel bir sohbetin ardından bilgilerimizi tazeliyoruz.

Sonuç olarak aşırıya kaçıp kafamızı karıştıran derin konuların yanında "Nihilizm" düşüncesinin insan ilişkileri üzerinde yaptığı değerlendirmeleri çok doğru buluyorum. Bir toplumda ortak dil kullanılmasına rağmen iletişimin sağlanması gerçekten mümkün değilmiş gibi görünüyor. Önce anlatan kişinin meramını kelimelere döküp bütün düşüncesini ve hissiyatını tam olarak karşıya yansıtması oldukça zor. Kelimeler kifayetsiz kalıyor bunun için. Var sayalım, anlattı. İkincisi dinleyicinin anlatılanın ne kadar anladığı, doğru anlayıp anlamadığı hususu sağlıklı ilişki kurulmasında can alıcı bir nokta. Hem hakkını vererek anlatmak hem denileni tam olarak kavramak mümkün değil iken bir de işin içine yalan, dolan, riyakarlık, şakşakçılık, yalakalık girince köle ahlak düzenine mahkum kalıyoruz.  

1 Ağustos 2017 Salı

BİR ANI

30/07/2017 Pazar, Tire

Günlerin ne çabuk geçtiğini en iyi hatırlatan gün bugün. Kahvaltı günümüz olduğu için erken çıkıyoruz yola. Eşim her türlü engellemelerime rağmen boş durmuyor. Yine misafirlere sürpriz kahvaltılıklar hazırlamış. Neler yok ki, cup cake'ler, gül börekleri yetmemiş bir de haşhaşlı kek pişirmiş. Çeşit çok olunca masalarda koyacak yer kalmıyor. Her masanın yanına birer servant eklemek zorunda kalıyoruz. Tatlı, kek, börek onun işi. Hele bir de misafirlerden övgü dolu sözler duyunca bütün yorgunluğunu unutuyor. Rahatsızlığı sebebiyle fazla ayakta durmaması gerektiğinden,  kısa bir müddet unutmuş olsa da sonradan ortaya çıkan ağrıları hatırlatıyor ona yorgunluğunu. Benim engellemem işte bu yüzden ama dinlet dinletebilirsen. 

Öğlen misafirlerimizden övgü dolu bir Google yorumu mutlu ediyor bizi. Bugünün misafirleri zamanlamayı güzel yapmışlar, hani durup durup hepsi birden akın etmiyor. Böyle olunca fazla yorulmuyoruz. 

Bazı anlar vardır yaşam boyu unutulmazlar. İlk sakal tıraşımı olacağım zaman lisenin son yılıydı sanırım. Eskiden öyle köpükler, jeller, kremler yoktu tabii. Bir tasa sıcak su konur, fırçayla silindirik tıraş sabunu köpürtülür, yüze sürülürdü. Anneannem uzaktan acemiliğimi büyük bir dikkatle izlediğinin farkında bile değildim. "Fırçayı sürmeden önce yüzünü suyla ıslat istersen, deden öyle yapardı." Anneannemin söylemiş olduğu bu söz beynimde öyle bir yer etti ki (!) Aradan yıllar geçti, tıraş sabununun modası geçti, önce tıraş kremi, jel ve nihayet tıraş köpüğü kullanmaya başladım. Yüzlerce, hatta binlerce kez tıraş oldum. Tıraş köpüğünü, tıraş bıçağını hazırladıktan sonra lavaboda aynaya bakarım. Karşımda anneannemin hayali belirir, "Yüzünü ıslat istersen." dediğini duyar gibi olurum. Yüzümü ılık suyla ıslatır, tıraşa başlarım. Basit bir söz insanın hayatına bu kadar mı işler. Eskiden her sabah, bu aralar gün aşırı "Günaydın" dercesine karşımda görür, anarım kendisini. Yıllar önce bu dünyadan göçüp gitse de bir hoş sedası kalmıştır anneannemin bende.

Akşam saatlerinde serin olur buraları. Misafirleri uğurladıktan sonra canımız ayrılmak istemez bir süre. Gün içinde fırsat bulup toplayamadığımız yumurtaları folluklardantopluyoruz. Bir haftayı daha devirmenin hüzünlü mutluluğuyla eve dönüyoruz. Yarın tatil günümüz.   

30 Temmuz 2017 Pazar

SUYUNU ÇIKARMAK

29/07/2017 Cumartesi, Tire

İstanbul'un altını üstüne getiren yağmur bahçedeki ağaçların yapraklarını bile ıslatmadı. Birkaç damla serpiştirince reçelleri, domatesleri gözaltında tutuyoruz. Güneş onlara enerjisini akıtmaya devam edecek. Sofralarımızı süslemesi, bizlere o doyumsuz lezzeti sunabilmesi için biraz daha sabretmemiz gerekiyor. Güneş yüzünü gösterince ilk iş olarak dışarı alıyoruz onları.

Güneş ve yağmur. Can veren, can alan ikili. Güneşin olmadığı, yağmurun yağmadığı yerde hayat olur mu hiç? Olsa bile hayat denir mi buna? Güneş çıktı mı sahneye, bulutlar kaçışır. Sonra yağmur alır sahnedeki yerini, gökyüzü bulutlarla kaplanır. Nadiren bir araya gelirler, güneş parlarken gökyüzünde, haylaz bir bulut geçer altından. Birkaç dakikalık serpinti hayrete düşürür insanı. Güneşle yağmurun seviştiği andır bu. Bazen araları açılır yağmur günlerce hatta aylarca görünmez olur. Kuraklık alır başını gider, kıtlık, susuzluk başlar, bütün canlılar hayatta kalma mücadelesi verir. Beklenen yağmur gelir sonunda, tarlaya bahçeye can verir. Tabiatın ölçüyü kaçırdığı anlar vardır. O özlenen yağmur yeter dedirtir insana. Sel olur önüne kattığını götürür, ne can gözetir ne mal.

Olağanüstü olmayan bir pazar günü sonrasında evimize dönüyoruz. "Suyunu çıkarmak" diye bir deyim vardır. Ben severim suyunu çıkarmayı. Neyin suyunu çıkarsam önüme set çekilir. Bir zamanlar günde en az beş altı teneke kutu coca-cola içerdim. Kırk sene çay içmesem aramam ama cola'sız duramazdım. Yaz kış demeden donma noktasına yakın, buz gibi, ya zero ya da light olanından. Yeri geldiğinde hepsini içerim ama ne rakı, ne şarap, ne de bira müptelasıyım. Söz konusu cola olunca başka. Dizimin üzerinde bacağımın yan tarafında bir kaşıntı başlamıştı. Önceleri önemsemedim. Tatlı bir kaşıntıydı çünkü. Üstelik elimin rahatlıkla ulaşacağı bir yerdeydi. Pantolonumun üzerinden bacağımı kaşıdım durdum günlerce, aylarca. Doktora gitmeme konusunda inatlaşınca bazen ben kazanırım, problem kendiliğinden yok olur. Bu sefer öyle olmadı. Cildiye doktorlarını bilir misiniz? Psikiyatr uzmanlarına taş çıkartırlar. Son zamanlarda ne yediniz? Daha önce böyle bir rahatsızlığınız oldu mu? Son günlerde yediklerinizi düşünün. Neredeyse çocukluğuma inecek. Eşim fırsatı kaçırmaz böyle durumlarda. "Sadece altı yedi cola içer günde." Doktor güzel bir pas almış forvet oyuncusu edasıyla, "Tamam, bu bir neden olabilir, kutu içeceklerin alaşımında bulunan nikel sıvıya karıştığında bazı hassas bünyelerde alerji yapabilir." Kutu cola'ya ara verdim ama kaşıntım bana mısın demedi. En az üç dört pantolon kaşımaktan dolayı eridi, attık. Başka doktora gittik, aynı sorular, aynı cevaplar. "Bu bölgede kaşımaktan deriniz kalınlaşmış." Bir merhem, bir hap, değişen bir şey yok. Bir kaç ay daha kaşındım, sonra kendiliğinden geçti.

Şimdilerde geceleri bir litre kola ve yanında bisküvi yemeye başladım. Tiryakilik gibi bir şey bu. Markette litrelik zero ve her zaman aldığım bisküvi türü kalmadı. Yine suyunu çıkarıyorum. Eşim bu su çıkarmalara hep karşı. "Şekerin çıkacak." Bende şeker meker yok ki. Azıcık bir şey çıkmıştı. Biraz kilo verdim, yediklerime dikkat ettim, doktor son ölçümde "Sizde şeker kalmamış." dedi. Kızım karşı çıkıyor, "Yok öyle şey babacım, senin bünyen müsait değil, dikkat etmek zorundasın hayatın boyunca." Hayatım boyunca? Kendime suyunu çıkaracak başka bir meşgale bulmalıyım. Bir yıldan fazla günlük tutuyorum. İlk önceliğim bu. Sesleniyor eşim, "Yemek hazır." Cümlemi bitirip hemen geliyorum. Eşimin cevabı hazır, "Onun da suyunu çıkardın."

29 Temmuz 2017 Cumartesi

HAYAT BİZE GÜZEL

28/07/2017 Cuma, Tire

Bu kez eşimle birlikte çıkıyoruz küçük pazara. Köylü kadınlardan kabak çiçeği bulmak hala mümkün. Aslında bir derin dondurucu da onun için almak lazım. Bu aralar talep "Kabak Çiçeği Dolması" na. "Fellah köfte" ve "Sikordaki" 'ye meydan okuyor. Eşim sarmalık taze yaprak arayışında. Sonunda bir yerden aradığını buluyor. Sapları mor, damarlı, tüylü olmayacakmış. Her işin bir uzmanı var. 

Haftanın ikinci, hatta Toplu Konut'un pazartesi pazarını da sayarsak üçüncü pazarı olmasına rağmen yüklü bir alışveriş yapıyoruz. Havada yağmur taşıyan bulutlar her an bize sürpriz yapabilir. Terasta kurumakta olan domatesleri içeri aldığımızdan dolayı içimiz rahat.

Yayla rüzgarlı bugün. Güneş çıkınca kuruyan domatesleri, güneşlenen reçelleri yeniden terasa almayı düşünüyoruz. Henüz işe başlamadan avluya bir kaç yağmur damlası düşüyor. Hemen vazgeçiyoruz. Gün boyunca yağmur yağmıyor ama biz cesaret edip kurumakta, güneşlenmekte olan zerzevatı dışarı çıkartamıyoruz. 

Dünün aksine misafirlerimiz akşama doğru gelmeye başlıyor. Oysa dün gündüz ve akşam misafirleri daha dengeliydi. Önümüzdeki günlerde askere gidecek bir gence arkadaşları yemek vermek istemiş. Alışveriş yaptığımız mandıralardan birinde hemen hemen hergün yüz yüze geldiğimiz bir genç, saygılı ve efendi. Hatay'a çıkmış görev yeri, denizci. Şanslıymış yine. Hatay güzel memleket, bol bol künefe yer artık. Yine de Suriye'ye sınır. Ateşin sönmesi için silah tüccarlarının kana doymaları gerek.

Öğleden sonra kendimiz için en güzel sofralarımızdan birini hazırlıyoruz verandada. Çünkü masamızda balık var. Üstelik ustamız da bu işin erbabı olunca keyfimize diyecek yok. Böylesine güzel sofrada en azından soğuk bir bira aranıyor. Öyle de güzel gidiyor ki meret ızgara balığın yanında. Birbirimize teşekkür ederek bize bu imkanı bahşeden, yerin göğün sahibi, Ömer dostumun "Tengri" sini minnetle anıyoruz.  

Öğleden sonra Ertuğrul Şefin yaptığı irmik helvasının nefis kokusu burnumun direğini sızlatıyor. Hemen önüme bir tabak geliyor. Balığın üzerine tatlı ne güzel yakışıyor. Her kaşığı daldırışımda tabağımdaki güzelliğin bir kaşık eksildiğini düşünüp hayıflanıyorum. Tabağın sonu geliyor, bir tabak daha mı istesem acaba? Şimdi "Sende şeker var, yeter o kadar yediğin." diyecekler. Bırakıyorum peşini, dağınık kalıyor.

Gece saat 23'ü geçmiş. Bir kaç masa sohbetlerine devam ediyor ama diğerleri sanki bir yere yetişmek için yemeklerini yedikten hemen sonra kalkmışlar. Alkollü içki tüketimi de az bugün. Halbuki dün daha fazla alkol tüketilmişti. Cuma akşamlarının yerleri mi karıştı ki. Bir araba giriyor bahçeye. Servisimiz sona erdi demeye hazırlanıyorum. Sonradan Torbalı'dan geldiklerini öğrendiğim üç beyefendi iniyor arabalarından. Mekanı ilk kez gören diğer misafirlerin verdiğine benzer tepkiler alıyorum. Merak edip gelmişler görmeye Taş Ev'imizi. Hayretler içinde kalıyorlar. "Hep aşağıya giderdik, bize böyle güzel bir yer açıldığını söylemediler ki." Arkadaşı lafa karışıyor. "Hiç insan evine gelen misafirine, bak komşumuza da gidebilirsiniz, hem onun evi daha müsait, ağırlamaları da daha güzel." der mi?