Sıcak bir yaz sabahı. Ağustos böcekleri mesaiye başlamış bile ama sesleri cılız, rahatsız etmiyor. Ortaokul birinci sınıftan aklımda kalan bir buçuk hoca var. Öğretmenlerimizi bir daha göremeyeceğimiz ilkokul sıralarında bıraktık. Ayşe Balık, matematik hocam. Soyadı gibi balık etli, uzun düz saçlı, orta yaşlarda ve orta boylu sıradan bir kadın. Bu renkli gözlü kadın bana matematik dersini sevdirmişti. Ne tarih, ne coğrafya ne de başka bir ders. En yüksek notları matematikten alacaktım onun sayesinde.
İlk defa karşılaştığım İngilizce dersi ise kâbusum olmuştu. Elinden bastonunu düşürmeyen engelli bir hoca geliyordu dersimize. Buçuk dememin sebebi adını hatırlayamadığımdan. Kara gözlükler vardı gözünde. Hani başına bir de fötr şapka geçirse Amerikan caz şarkıcılarından farkı kalmazdı. Çok çalışmama rağmen en düşük notları alıyordum. Mr and Mrs Brown ailesi ile yıldızlarımız bir türlü barışmıyor, yeni çıkan yardımcı ders kitapları da dersi anlamama yetmiyordu. Belki de İngilizce kelime hazinesi bakımından sınıfın en iyisiydim ama o kelimeleri cümle içinde doğru yerlerine oturtamıyordum. Gatenby'ın incecik kitabı, her konunun arkasında cevaplanmak üzere hazırlanmış sorular rüyalarıma giriyordu.
İlk sömestrenin son sınavında soruların yarısının kelime bilgisi olması geçer not almamı sağlamışsa da karneme kırık not gelmesine engel olamamıştı.
Sömestre tatilinde zamanımın çoğu İngilizcede cümle kuruluşunu anlayabilmek için çabalamakla geçti. Bir yabancı dili çözmenin yolu, önce anadile hakim olmakla başlar. Bunu çözdüğüm anda gerisinin çorap söküğü gibi geleceğini düşünüyordum. S+V+O, subject+verb+object. İşte kavramam gereken bütün mesele buydu. Ama yine de acaba sorusu beynimi kemiriyordu.
Okullar açıldı, İngilizce dersinde ilk yazılı sınav geldi, çattı. Yine düşük not alırsam, havluyu atacak, okuldan, okumaktan nefret edecektim. Hayatımın bir dönüm noktasıydı yaşadığım bu anlar. Sınav bitti. Ne yaptım, ne yazdım kafamdan silinmiş. Bir hafta içinde sonuçlar açıklanacaktı. Karamsarlık her yanımı sarıyor, aklımdan geçen küçük bir ümit kıvılcımından medet umuyordum. Keşfettiğim Amerika kıtasının Hindistan çıkmasından korkuyordum(!)
O gün hoca elinde engelli bastonu, aksak adımlarla kürsüye gelip oturduğunda sınıf ölüm sessizliğine bürünmüştü. Hoca ne sınav sonuçlarından bahsetti ne de yeni derse başladı. Başını kaldırıp şaşkın gözlerini sınıfta gezdirirken birini arar gibiydi. Aradığını bulamadı ki, dönüp kürsüye koyduğu kâğıt tomarına indirdi bakışlarını. Sınıfta sinek uçsa kanat seslerini duyabilirdik. Hiddetle adımı çağırdı. Telaş içinde kalktım ayağa. "Tahtaya gel." dedi hükmedercesine. Ayaklarım titreye titreye kürsünün yanındaki yeşil boyalı kara tahtaya doğru ilerledim. Yazılı sınavlarda kötü not alanları sözlüye kaldırırlardı hocalar. Bir kez daha bir çektiğimi, bu kez hocanın beni sınıf önünde rezil edeceğini düşünüyordum. Zaman akmıyordu, bir an önce bitsin istiyordum bu işkence. Kulağımı çekecek, niçin ders çalışmadığımı mı soracak, azarlayacak, arkadaşlarımın önünde beni küçük mü düşürecek...
Hocanın durumu da zordu. Bir önündeki kağıda bakıyor, ardından baştan aşağı beni süzüyor. O ana kadar hiç fark etmediği bir öğrenciyi karşısına almış sınav sonucunu söylemekte zorlanıyor. "On almışsın." sözcükleri dökülüyor dudaklarından. Geçen sömestrenin son yazılı sınavı dışında bütün sınavlardan bir, ikiden başka not almayan bir öğrencinin aldığı tam nota o da inanamıyor benim gibi. Sınıf şaşkın gözlerle bana bakıyor, utanıyorum. Beni niye tahtaya kaldırdı ki diye soruyorum kendime. Kopya çektiğimden şüpheleniyor olmalı. Bu düşünce sevinmeme engel. Şimdi sınavda sorduğu soruları bir kez de tahtada soracak bana. Bütün bilgilerim kanatlanmış uçmuş kafamdan. Ayaklarımın bağı çözülmüş heyecandan. On aldığım falan yok benim, bu bir rüya. Keşke beş altı alsaydım da bu durumu yaşamamış olsaydım. Hoca nedense soru sormadı, aferin de demedi. "Yerine geçebilirsin." dedi sadece. Sınav sonucunu bildirmek için beni niye tahtaya kaldırdığını hâlâ anlamış değilim onca zaman geçse bile. Sırama oturdum. İçim kıpır kıpır. Oldu bu iş be. Çözdüm sonunda. Hoca o gün sınav sonuçlarını okudu not defterinden. Genel olarak bütün sınıf dökülmüştü. En yüksek notu bütün sorulara doğru cevap veren ben almışım. Benden sonra gelen ikinci kişi sınıf birinci olan arkadaşım ancak sekiz alabilmişti.
O sınavdan sonra bütün okul hayatım boyunca en başarılı ve en sevdiğim derslerden biri olmuştu İngilizce.
Ortaokul ikinci sınıfa taşındığımız yere yakın bir okulda başlamıştım. Öğretmenler, okullarda yazın düzenlenen ilave kurslarla ikmale kalan öğrencileri belli bir ücret karşılığı sınava hazırlıyorlardı. İkmale kalmadığım halde annem kendimi yeterli hissetmediğim dersleri almamı sağladı. Zira geldiğim okulda hocaların bir kısmı ders yılı içinde müfredatı bile tamamlayamamışlardı. Bu konuda anneme minnettarım. Onun sayesinde yeni okuluma eksiksiz başlıyordum.
Ortaokul iki ve üçüncü sınıflarımda hafızamda derin izler bırakan olaylar yoktu. Yine de matematik hocam Bakiye Aytaçları unutamam. Kısa boylu, yaşlıca, kendine fazla bakmayan ama hocalığı mükemmel biriydi. Defter çılgınlığı yaşadığımız bir dönemdi. Her ders için ayrı bir defter tutmamız isteniyordu. Sarı saman kağıtlı defterler, düz çizgili defterler, çizgisiz beyaz defterler, kare çizgili defterler... Matematik dersi için defter sayımız dörde çıkmıştı. Günlük defterimiz dışında aritmetik, geometri ve cebir derslerine ait sadece verilen günlük ödevlerimizi yaptığımız ödev defterleri. Hepsi güzelce kağıtla kaplanıp etiketlenecek, her ödevimizin ait olduğu tarih, sayfanın üst sağ köşesine yazılacaktı. Dersimiz ödevlerin kontrolü ile başlar, her sayfa hocamız tarafından imzalanırdı. Ödevlerimi eksiksiz yapardım her gün ama defterlerimin kaplanmasından hoşlanmazdım. Genellikle defter kapaklarında ya manzara, çiçek ya da vak vak amcanın resimleri olurdu. Kitapları kaplamak iyi de o güzelim defter kapaklarını kırmızı ya da mavi renkli garip kağıtların altına gizlemek hangi aklın ürünüydü. Ödev notu defterlere göre verilirdi. Her şey tamam olsa da aldığım en yüksek not dokuz olurdu. Matematik hocam defterlerin kaplanması işine taktığı için bir puanı benden keserdi daima.
Düşünüyorum da, hiç bir hocam bana Türkçe'yi ve edebiyatı sevdirme gayreti içinde olmadı. Belki de bu yüzden kader bana Türkçe ve edebiyat öğretmeni kıymetli eşimi çıkarttı karşıma. Yine ortaokul ikinci sınıfta Türkçe dersimize giren bir Hayat Hanım vardı. Esmer, balık etinde, gözlüklü, minyon tipli biriydi. Matematik ve fen derslerim ne kadar iyiyse Türkçe dersim o kadar kötüydü. Hele kitap okuma alışkanlığının kazanıldığı o yıllarda kitap okumamızı teşvik eden tek bir söz söylediğini hatırlamıyorum.
Okul müdürümüz Raşit Hoca resim dersimize giriyordu. "Herkes sulu boya bir afiş resmi yapacak ve bir sonraki ders sınıfa getirecek" demişti. Özene bezene Omo deterjanının bir afişini hazırlamıştım. Ders başlayınca bütün öğrenciler yaptığı eserleri sıralarına dizmişler, Raşit Hoca'nın değerlendirmesini bekliyorlardı. Sıradan bir hoca değildi Raşit Hoca. Aynı zamanda okul müdürü olduğu için disiplini kendi yöntemlerine göre sağlardı. Saçı uzayan erkekler, saçları dağınık kız öğrenciler, kılık kıyafeti düzgün olmayanlar, ders saatine yetişemeyenler hocanın tedrisatından geçerlerdi. Öyle tokat yumruk, tekme atmazdı ama hepsinden beterdi cezaları. Ya bütün el parmaklarının yukarıda birleştiği uca cetvelin kenarıyla şiddetli bir şekilde vurur ya da kulak arkalarındaki kıkırdak kısmı baş ve işaret parmakları arasında sıkar canımızı yakardı.
Derse girdikten sonra sıraların arasında bir tur attıktan sonra acı bir gülümseme yayılmıştı hocanın suratında. Bu ifadenin gelecek tehlikenin habercisi olduğunu öğrenmiştik artık. Hoca sınıfın başına dönüp ilk afiş çalışmasını eline alıp şöyle bir baktıktan sonra yerine bırakmıştı. Eliyle işaret ederek afişi hazırlayan arkadaşın ayağa kalkmasını sağladı. Kulağına yapıştığı gibi o çok iyi bildiği hassas noktayı yakalayıp olanca kuvvetiyle sıkıştırdı. Zavallı arkadaşımızın yüzü kızarmış, gözlerinden yaş gelmişti. Sonra onun yanındaki aynı kaderi paylaştı, sonra bir başkası. Sadece aralarında bazılarına dokunmuyor, "Aferin" diyor, diğerlerinin kulak tozlarını almaya devam ediyordu. Sıra bana gelince çoğunlukla aynı kaderi paylaştım. Kulağımın koptuğunu hissettiğim o acı içinde zevk alırcasına iri gözlerini bana diktiğini hatırlıyorum. Bu kulağı çekilenler ve aferin alanlar arasındaki farkı bir sonraki derse kadar anlayamamıştık. Meğer afiş resminde kağıt yatay değil düşey tutulurmuş(!)
Bu eğitim tarzı üzerinde sonraları çok düşündüm. Eğer hoca kulağımızı çekmeyip bize dersin başında doğru olanı söyleseydi, bu konu hafızamızda bu kadar yer eder miydi? Şimdi hangi afişe baksam Raşit Hoca gelir aklıma, iz bırakanlar arasında...
(Devamı gelecek)