Perran Kutman'ın bir dizisi vardı bir zamanlar bilmem hatırlar mısınız, Hayat Bilgisi. Perran Kutman, "Hocam" diyen öğrencilerine "Hoca camide, hoca camide." diye çıkışır, kendisine "Öğretmenim" denilmesini isterdi. İlkokula giderken öğretmenlerimiz, ortaokula geçtiğimizde birden hocalarımız olunca büyümenin gururunu yaşadığımızı düşünürdük eskiden.
Eğitim hayatımız boyunca bize ışık olan, verdikleri bilgilerle hayatımıza yön veren onlarca öğretmenimiz, hocalarımız oldu. Bunlardan bazıları hafızalarımızdan silinip giderken içlerinden bazıları derin izler bıraktı...
Yaşar öğretmenimi hatırlıyorum. Henüz yedi yaşında olmama rağmen bütün hatları ile zihnime kazınmış. Yuvarlak yüzlü, kıvırcık olmasa bile yoğun dalgalı kısa saçları, iri mavi gözleri, yuvarlak burnu, pembe tombiş yanakları ve her zaman güleç ve şefkatli bakışlarıyla. Üzerinde pöti kare önlüğü, tebeşir tozuna bulanmış irice elleri ve makyajsız yüzü, silindirik vücudu ile cinsiyetini saklarmış gibi bir havaya sokardı kendini. Başarılı öğrencilerin formalarına, önce beyaz, okumayı sökenlere kırmızı, en başarılılara ise metal bir yıldız takardı. Beyaz kolalı yakalarla süslenen kara önlüklerimizin sol göğüs kısmı önce beyaz, sonra kırmızı ve en sonunda altın rengi yıldızlarla bezenirdi. Göğsümüzdeki o sembol değiştikçe terfi almış memur gibi sevinir, gururlanırdık.
Sene sonunda ilk öğretmenimizle ayrılmak vakti gelmişti. Ne yazık ki bu ayrılış onu bir daha hiç göremeyeceğiz anlamına geliyordu. Çok sevdiğimiz Yaşar öğretmenin tayini çıkmış, Adana'ya gidecekti. Bizimle vedalaşırken gözlerinin dolduğunu dün gibi hatırlıyorum. Ben dahil pek çoğumuz ne olduğunu idrak edemezken, bazılarımız haberi öğrenince hüngür ağlamaya başlamışlardı.
İkinci ve üçüncü sınıfta öğretmenimizin adı Zehra olmuştu. Sanki bize hiçbir şey öğretmemiş gibi kalmış aklımda. Dolgun vücudu, boyalı ve fön çekilmiş saçları vardı. Ders sırasında el çantasından küçük aynasını çıkarır, kürsüde otururken makyajını yapar ve dudaklarına ruj sürerdi. Bir gün ormanı andıran ağaçlıklı bir bölgeye götürdüler bizi. Sonbahar, rüzgarını arkasına alarak çınar ağaçlarının yapraklarını ayırıyordu dallarından. Tahta piknik masalarına kurulmuş, annelerimizin hazırladığı ekmek arası peynir, börek, çöreklerle karnımızı doyurmaya başlamıştık ki, Zehra öğretmen diğer öğretmenlerle birlikte oturduğu biraz ötemizdeki piknik masasından seslenip beni yanına çağırdı. Heyecanla yanına koşup gittiğimde bir tarafından ısırılmış olduğu diş izlerinden belli olan, kağıt peçeteye sarılmış bir kek parçasını burnuma doğru uzatıyordu. Geri çevirmemin ayıp olduğu aklımdan bile geçmez iken bunu yaparsam kızacağından korkarak keki dikkatlice küçük ellerime almıştım. Bir yandan o kadar arkadaşım dururken niye beni çağırdığını düşünürken küçük bir parça aldım ağzıma. Ağız kokusu. Berbat bir şey. Midem bulanırken göz ucuyla öğretmenimi kesiyordum. Yemez bırakırsam sanki beni azarlayacakmış gibi geliyor, elimdeki keki agzıma götürürken, Zehra öğretmenle göz göze geliyor, korkum mide bulantımı yeniyordu. O bana gülücükler atarken "Aferin, ye bitir hepsini" dermiş gibi baktıkça ben kabus yaşıyordum. O piknik bana zehir olmuştu.
Dördüncü sınıfa geçtiğimde Zehra öğretmenden ayrıldığıma hiç üzülmedim. Ancak bu kez karşıma çıkan yaşlı, bilgili ve sert biriydi. Hesna öğretmen. Belki de bizi mezun edip emekliye ayrılacaktı. Zehra öğretmenden sonra ondan bize kalan bilgi eksikliklerini yaşıyor ve normal seviyemize erişmek için zorlanıyorduk. Zehra öğretmenin aksine dolu dolu bir öğretmendi Hesna öğretmen. Zayıf, kırlaşmış saçları vardı. Artık kırışmaya başlamış yüzünün bir kez olsun güldüğüne dair hafızamda bir iz yok. Tabiat bilgisi dersi için ince bir tele kartondan kesilmiş insan vücudunu yerleştirir, üzerine iskeleti çizer, kemiklerin isimlerini, organlarımızın yerlerini ezberlerdik. Öğrencilerden her birinin kendine özel olarak yaptığı bir iskeleti vardı ve onu okul çantasında taşırdı her zaman. Sonradan tıp öğrencilerinin eğitim esnasında kullandıkları kadavralara "Mahmut Amca, Makbule Teyze" diye isim taktığını öğrendiğimde keşke bizim iskeletlere de birer isim koysaydık diye hayıflandığım olmuştur. Derslerinde ne kadar zorlansam da ona çok şey borçlu olduğumu hatırlıyorum.
İlkokul son sınıfa geçtiğimde başka bir semte taşındığımız için okul değiştirmek zorunda kalmıştım. Hesna öğretmen sayesinde yeni sınıfımda bir anda sivrilmiştim. Yeni öğretmenim Müşerref İyibak, (soyadıyla aklımda kalan tek ilkokul öğretmenim) dört yıl okuttuğu diğer öğrencilerine (sınıflarına yeni katılmama rağmen) beni örnek almalarını söylerdi. Bütün derslerde benim ve başarıda devamlı yarıştığımız Fahrettin'in parmağı her zaman havadaydı. Öğretmenimizin dersle ilgili sorduğu her soruyu önceden hazırlandığımız için güzel bir şekilde cevaplandırır, ikimiz de aferin alır, onun gözüne girerdik. Gel zaman git zaman, Müşerref öğretmen nasıl olsa bunlar biliyor diye olsa gerek, ne bana ne de Fahrettin'e soru sormayı bırakmış, soruları hep başkalarına sormaya başlamıştı.
O günü unutmam mümkün değil. Yaz tatiline iyice yaklaştığımız sıcak, bunaltıcı bir gündeydik, dersimiz tarih. Öğretmen Otlukbeli Savaşını kim anlatacak bize diye soruyor. Her zamanki gibi Fahrettin ve benim parmaklar havada. Önceleri tek tük de olsa arada kalkan cılız parmakları arıyor gözlerim. Ama yok işte, yok. "Yok mu bu arkadaşlarınızdan başka dersini çalışan?" diye sınıfa yüklenirken beni allar basıyor. Ve o an geliyor, bana veriyor sözü. O kadar emindim ki, her zaman olduğu gibi bize sormayacağından. Bu yüzden kitabın kapağını bile kaldırmamışım. Neler zırvaladığımı hatırlamak bile istemiyorum. Hani öğretmen bir şey sorar, bilemezsin ya da yanlış cevap verirsin. Yok, bu başka bir şey. Bunun medeni cesaretle alakasi yok, resmen öğretmeni kandırmışım. Öğretmen durumu anlıyor elbette. Hiçbir kötü laf etmeden Fahrettin'e veriyor sözü bu kez. O hazırlıklı, bir güzel anlatıyor. Ben de hayat derslerimden birini almış oluyorum. İnsan başkasını değil sadece ve sadece kendini aldatır.
Okul bitene kadar Fahrettin'le birincilik yarışımız devam ediyor. Arada en yüksek notu ben alsam da genellikle onun arkasından gelir, nefesimi kulağında hissettirmeye devam ediyorum. İkincilik bir bakıma daha iyi. Kaçmak yerine kovalamak hoşuma gidiyor. Lakin yaşadığım talihsizlikten sonra bir an önce okulun bitmesini istiyordum.
Eskiden ilkokulda sınıfları geçmek diploma alabilmek için yeterli değildi. Ayrıca bitirme sınavını geçmek zorundaydık. Benim için hiç de zor olmayan bir sınavdı bu. Sınavı geçince artık ortaokula kaydolmamız için hiçbir engel kalmamıştı.
(Devamı gelecek)
Eski günlerinizi okuyunca kendi ilk okul anılarım aklıma geldi,duygulandım...Eğitim eskiden daha kaliteliymiş...
YanıtlaSilOna ne şüphe. Günümüzün eğitim politikaları ne yazık ki pek çok değerli hocanın elini kolunu bağlıyor aynı zamanda.
SilDiziden benim de aklımda kalan repliktir "hoca camide" Okul hayatı pek de eskisi gibi değil artık. Geçmek kalmak gibi heyecanlar yok. Biz anne-babalar için not heyecanı yok. Karne verilmese tınmayacağız sanki. Malesef çok öğretmen bile heyecansız yapıyor işini.
YanıtlaSilKatılıyorum size. Her mesleğin kendine göre zor yanları var ama eğitimci olmak bir başka zor bu ülkede. Eğitim bir gönül işi. Öğretmenleri saçma sapan ve her sene değişen kurallarla yaratıcılıklarının önüne set koymamamız gerek, tabii ilerlemekse gayemiz.
SilBen parmağımı iyi biliyormuşum gibi kaldırırdım, karasız, hafifçe. Öyle kaldırırlardı :D Gerçi sonra o numaramı da yemediler.
YanıtlaSilYalnız nasıl terlemişsindir kim bilir bilmediğin konuda anlatmaya çabalarken :D
Çok utanmıştım öğretmenden ya. Allah o duruma kimseyi düşürmesin.
Silha haa tatlıydııııı ama en çok zehrayı sevdiiiim bak kek anısı ne hoş amaaaa :)
YanıtlaSilİğğreeenççç:(((
Sil