KATEGORİLER

27 Mayıs 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 24/2


Taylor çığlık attı. “Hey, hey, sakin olun adi herifler!”

Karşı hücredeki adam sevinç içinde bağırdı, “Helal sana, Adolf, bombaları iyi savuşturdun. Dayan komutan!”  

Elinde aeresol kutusu olan muhafız ona kadar saydı, sonra bir Ninja servis penceresi kapağını kaldırıp içeri doğru göz yaşartıcı sprey püskürttü.

Taylor, “Yeter artık, göremiyorum. Bu yaptığınız orantısız güç kullanımı. Yüzbaşıyla görüşmek istiyorum. Onun öksürdüğünü duydum.” dedi.

Elinde aerosol olan muhafız, "Tabii, hemen onu size getireceğim" dedikten sonra Ninja’lardan birine başıyla işaret edip yeniden servis penceresinin kapağını açmasını istedi ve Taylor'a bir kez daha göz yaşartıcı sprey püskürttü. O yan tarafa çekildiği esnada üç Ninja içeri daldı. İçlerinden biri, “Yat aşağı, yat, yat, yat.”  derken, kısa bir kargaşa oldu ve sonra Taylor'u çırılçıplak gördüm. Elleri arkasından kelepçelenmişti. Yüzükoyun yatarken Ninja’lardan birinin ayağı sırtına basıyordu. Her şey saniyeler içinde olmuştu. Diğer taraftan iki gardiyan daha geldi ve şilte, havlu ve Taylor’ın kıyafetlerini hücreden dışarı çıkardı.


Taylor, “Lanet olası zenci işbirlikçisi pislikler.” diye bağırdı.  Ninjalardan biri kafasına bir tekme savurdu. Video kameralı gardiyan, yanındakilere, tüm eşyalarını dışarı çıkarıp ateşe vermelerini söyledi. Ninjalar Taylor'ı hücresine geri itti. Video kameralı gardiyan,

“Hücreni temizleyene kadar yerde uyuyabilirsin.” dedi. Ona paspası uzattı. Zamanı kaydetmek için kamerayı kol saatine doğru tuttu ve sonra dördü hep beraber ayrıldılar.

Koridorun karşısındaki mahkûm keyifle söyleniyordu, “Ne eğlenceydi ama!”

İki saat sonra, sıkıca sarılarak fişek haline getirilmiş çizgili bir defter kâğıdı çelik hücre kapımın altından geçerek metal komodine çarptı ve yere düştü. Onu alıp dikkatlice açtım. Kurşun kalemle yazılmış, üçüncü sınıf karalama bir mesajdı:

Cehenneme hoş geldin, Çaylak. Ben, El Águila. Yan komşun bir dazlak, belki de çirkin olduğu için yüzünü Nazi sembolü bir dövmeyle kapatmaya çalışmış. Onun adı Taylor. Yine de endişelenmene yer yok. Sadece konuşur o. Duyduklarım doğruysa yaşlı karısını öldüren zengin bir adammışsın. Satranç oynar mısın benimle? Eğer cevabın evet ise, açılış hareketim e4. Ha bu arada Nerelisin?

Not, gülen bir suratla imzalanmıştı.

İlk bakışta onu ​​görmezden gelmeyi düşünüyordum. Burada arkadaş edinmek, özellikle de yanlış kişilerle arkadaşlık yapmak istemiyordum. Ancak Taylor'ın aksine bu adam deliye benzemiyordu ve tahta olmaksızın satranç oynama teklifi hoşuma gitmişti. Kâğıdın arkasını çevirdim ve yazmaya başladım.

“Beni lütfen rahat bırak. Adım Zhettah. Houston'lıyım. Ayrıca, mahkûmların diğer mahkûmlara neden burada olduklarını sormamaları gerektiğini düşünüyorum. e5.” 

Kâğıdı aynı şekilde kıvırıp fişek yaptım, yere uzanıp kapının altından karşı kapıyı görmeye çalıştım ve kağıda orta parmağımla sert bir fiske vurdum. Águila'nın "İyi atıştı, Çaylak” dediğini işittim. Bir an için kendimle gurur duydum.

İki dakika geçmeden mesaj geri döndü. Águila şöyle yazmıştı:

Sana bir şey sormadım, Çaylak. Ne biçim ismin var senin? Sana ben "Avcı" diyeceğim, anlaştık mı? Şahın Gambit’ini seviyorum. f4.”
Ben de ona hemen cevap yazdım,

Haklısın, söylemedin. Ama merak ediyorsan söyleyeyim, ben masumum. Sen nerelisin? exf4.”

Tamam, her neyse Patron. Aslına bakarsan, hiçbir yerden değilim. Laredo'da doğdum ama çok yer dolaştım. NF3.” şeklinde bana cevap verdi.


Mideme bir şey saplandı. İlçe hapishanesinde,  yanı başımdaki hücreye mahkûm süsü verdikleri bir polis koymuşlardı.  Onunla arkadaşlık edip bütün sırlarımı paylaşacağımı ümit etmiş olmalıydılar. Yapılan tüm hile ve tuzakları, birden samimi olmalarını, benimle iletişim kurmak için bahane yaratmalarını kavramaya başlamıştım. Ama neyi bana hala itiraf ettirmeye çalıştıklarını anlayamıyordum. Zaten suçlu bulunmuştum. Zaten mahkûm olmuştum. Zaten buradaydım. Yapmaya çalıştıklarının hiç bir anlamı yoktu. Oturdum yazdım;

Hepiniz bir senedir yapmadığım bir şeyi yaptığımı söylememi istiyorsunuz. İstediğiniz olmayacak. Ben eşimi sevdim.”

Son cümlemin altını çizmiştim. Sonra hamlemi “d6” olarak not ettim ve bir de dipnot ekledim: Ben zengin biri değilim.”

Anında geri döndü.

Bu Fischer Savunması. Oyunu gerçekten biliyor gibisin. Bunu yarına kadar düşünmeliyim. Epey açıldığını görüyorum. Ve ayrıca sakinleşmen gerek, Avcı. Yapmadığın şey için bana bok atman gerekmez. Buenas noches, Inocente.” (*) 


Bir anda ona haksızlık ettiğimin farkına vardım. Sabah olunca kendisinden özür diledim. Saatime baktım. Zaman bir şekilde geçiyordu. Neredeyse gece yarısı olmuştu. Pleksiglas penceremden gördüğüm beyaz parıltılı ışıkların hapishane duvarlarına yansıyan güvenlik projektörleri olduğunu anımsayana kadar onları ay ışığı parıltısı sanmış ve büyülenmiştim. Dişlerimi fırçaladım, yüzümü yıkadım ve uzandım. Gözlerimi kapattım. Sabaha karşı saat dördü çeyrek geçe servis penceresinin demir kapağı sert metalik bir ses çıkararak açıldı ve gardiyanlardan biri toz yumurta, ılık kahve ve kızartılmamış bir dilim beyaz ekmek paketinden oluşan kahvaltı tepsisini içeri sürdü. Tam dört saat boyunca deliksiz uyudum. Hemen hemen iki yıldır bu kadar iyi dinlenmemiştim.


İlçe hapishanesinin ortak alanında bulunan TV'ler, öğleden sonraları sürekli olarak komşunun çimine çişini yapan köpeğin sahibini konu alan ya da Bluegrass'ın hakimiyetindeki banliyöde, garaj orkestrasından birinde hip-hop yapan öfkeli gençlerle ilgili anlaşmazlıklara başkanlık eden yargıçların şovlarına ayarlanmıştı. Mahkûmlar, bu sahte hukukçuların sahte sertliğine gülüyorlar, onları zorba olarak kabul ediyorlar, onlara cevap vermelerine izin verilmeyen zayıf insanlarla alay ediyorlar ve güçsüz insanları aşağılayıp şikâyetlerini önemsemiyorlardı. O şovlardan nefret ediyordum. Onları bile özlemiştim. Çünkü ölüm hücrelerinde televizyon yoktu.


Taylor’un göz yaşartıcı gazları yediğinden sonraki sabah, saat sekizde Lila geldi ve bana bir ziyaretçim olduğunu, eşyalarımı toplayıp ayakkabılarımı giymemi söyledi. Hiç bir şeyim yoktu ve hiç ziyaretçi beklemiyordum.

“Emin misin, benim için mi gelmişler?” diye sordum.

“ Malzemelerini al, yoksa seni onları almadan çıkartırız.” dedi.

“Hiç malzemem yok.” dedim.

“Eller” dedi.

Arkamı dönüp çömeldim, hücreye doğru uzandı ve kelepçelerimi taktı. Sonra,

“Geri çekil.” dedi.

(*) Buenas noches, Inocente: (İyi geceler, Masum)

(Devam edecek)

25 Mayıs 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 23/2


23.Gün: Tecrit bu sabah resmen sona erdi. Trustee yemek tepsimi getirdiğinde, gardiyanların öğleden sonra beni havalandırmaya götüreceklerini, yarın da duş için hazır olmamı söyledi. Yönetmelik, hava almamız için günde bir saatliğine beş buçuk metrekarelik hücremizin dışına çıkartılmamız gerektiğini ve haftada dört kez de duş alma hakkımız olduğunu söylüyor. Ancak biz bunların ancak yarısına razı olmak durumundayız. Çoğu mahkûm ise bu durumdan şikâyet etmeyip uyumayı tercih ediyor.


Saat üçü biraz geçiyorken gardiyanlar beni götürmeye geldiler. Gelenler yabancı değildi, Lila, Forester ve McKenzie. Arkamı dönüp çömeldim ve onlar istemeden bileklerimi uzattım. Forester bana bakıp güldü,

"Bakıyorum ininden çıkmaya pek heveslisin." dedi. Koridor boyunca yürüdük, sola döner dönmez önümüze “C-Tipi Cezaevi – Bütün mahkûmlar kelepçeli tutulmalıdır” yazan bir bilgi levhası çıktı. Tekrar sola döndük. Hemen önümde değişik bir kafes gördüm. Bu, beton bir zemine sahip, disko dans platformu büyüklüğünde, yerden tavana kadar çift sıra çelik çubuklarla çevrilmiş dairesel bir dans pistiydi. İçi tamamen boştu.

"Havalandırma dediğiniz şey bu mu? diye sordum.

McKenzie, Forester’a bakarak,

"Soru mu şimdi bu? Yoksa Mahkûm bizimle kafa mı buluyor? dedi. Lila'ya baktım. Gözlerini benden kaçırdı.

Havalandırma süremi değerlendirmek için her beş turda bir yön değiştirerek dairesel kafesin çevresinde yürüdüm. Her on turdan sonra şınav yaptım. Lisedeki spor derslerinden bu yana şınav yapmamıştım. On turluk iki alıştırmadan sonra üçüncü alıştırmada yedi tur ve sonuncuda da beş turluk seriyi tamamladım. Üçüncü alıştırmadan sonra kollarım titriyordu. Yanıma geldiklerinde bir saat oldu mu? diye sordum.

McKenzie, "Yirmi beş dakika oldu koçum, hadi artık gitme zamanı." dedi. O gece terli gömleğimle uyudum. Onu üzerimden çıkaramayacak haldeydim, her yanım ağrıyordu.

Ertesi gün duş sıram gelmişti. Birçok kişi sırasından feragat ediyordu. Çünkü su, bazen aşırı derece sıcak, bazen de dondurucu soğuk olabiliyor, gardiyanlar, hücrenize geri götürene kadar birkaç saat boyunca sizi duş kabinlerinde unutabiliyorlardı. Fakat ben bu durumu umursamamıştım. Sırtımın ağrılarına sıcak suyun çok iyi tesir edeceğini düşünüyordum. Ayrıca, hapishaneye ilk geldiğimde, beni sabun ve dezenfektanla yıkadıkları günden beri, hijyen adına tek yaptığım şey, hücremde bulunan küçük lavaboda ıslanmaktan ibaretti. Acilen bir duşa ihtiyacım vardı. Görevliler beni almaya geldiğinde, kelepçe takmaları için arkamı döndüm ve bileklerimi uzatıp kapının yanına çömeldim. Servis penceresinden bakan gardiyan,

"Mahkûm Za-heater, ilk önce havlu ve sabununu almalısın, çünkü  senin uşağın yok burada." dedi.

Başımdan aşağı sular damlamaya başladı, önce sıcak akan su kısa süre sonra soğumaya ve daha sonra tekrar ısınmaya başladı. Kollarımı yukarı kaldırıp öne doğru eğildim ve avuç içlerimi duvardaki karoya yapıştırdım. Tieresse'nin öldüğü günden beri dünyada tek başımaydım fakat küflü duş kabini içindeki borudan damlayan ılık sulardan çıkan seslerin, mahkûmların gürültülerini geçici olarak unutturduğu o anda, ilk kez kendimi tamamen yalnız hissettim. Suyu kapattım ve beton oturağa çöktüm. Bence gardiyanlar halimi görüp insafa geldi ve beni yeniden kelepçeleyip hücreme götürmek yerine tam kırk beş dakika boyunca orada kalmama göz yumdular.


Taylor’ın hücresinin önünden geçtik. Radyosunda country müzik çalıyordu ve bulunduğu yerden kanalizasyon kokusu geliyordu.

Bela, "Neler oluyor?" dedi. McKenzie servis penceresini kaldırdı ve arkasından hemen kapattı. Taylor ona yine pisliğini atmaya çalışmıştı. McKenzie Bela'ya,

"Reflekslerim biraz daha yavaş olsaydı öldürürdüm onu." dedi. Bela,

"Büyük hayır işlerdiniz, efendim." dedi. Taylor bağırarak ortalığı inletti,

"Beni dinleseniz iyi olur, koğuş temizlenene kadar barış olmayacak." dedi. Sonra kendi kendine mırıldandığını duydum, ama dediklerini anlayamadım. 

McKenzie, "Sen toplumun utanç duyduğu geri zekâlı mahkûmun tekisin. Seninle sonra hesaplaşacağız." dedi. 

Taylor, "Cehenneme kadar yolun var, McKenzie, defol git başımdan, giderken yanımdaki hücrede kalan Che Guevara'yı da al götür. Artık lanet olası tacizlere katlanmayacağım." dedi.

Beni koruyan masif çelik kapıya rağmen, içimde bir korku hissettim.

Taylor bana, "Sen de mi gülüyor musun, Che Guevara? Eğer gülüyorsan, senin de canın cehenneme." dedi ve gardiyanların arkasından bağırdı.

"Onu buradan götür, McKenzie, ya da benim seviyemi yükselt!"

Burada üç seviyemiz vardı. Seviye 1, benim olduğum yer. Seviye 2, küçük bir ihlal yapan mahkûmların gönderildiği yer. Seviye 3’e ise delik adını veriyoruz. Seviye 3'teki mahkûmlar, eğer varsa, radyolarını kaybederler ve gardiyanlardan spor, havalandırma, duş veya başka bir şey talep edemezler. Nihayetinde bu seviyelerin neleri kapsadığı konusunda ilk elden bilgi edinebilirdim, fakat bunu yapmam için Taylor'a gülmediğimi söylemem gerekip gerekmeyeceği konusunda kararsız kaldım.

Lila'nın hücre kapımı açmasını beklerken, McKenzie, Bela'ya bir ekip çağırmasını söyledi. Ne yapacaklarını merak ettim, ama bunu onlara sormak için doğru zaman değildi. Bela, kapımı kapatıp kilitledi ve başka bir söz söylemeden kelepçelerimi söküp aldı.

Kapımın arkasında hücremin tam karşı tarafındaki birinden kahkaha sesi geliyordu. Görünen o ki yeni bir komşum olmuştu. Ben duştayken taşınmış olmalıydı. Rahatlığına bakılırsa yeni bir mahkûm olmadığı anlaşılıyordu. Muhtemelen başka bir koğuştan gelmişti. Sahte bir pelteklik verdiği yüksek perdeli bir sesiyle,

“Sizleri çok özledim aşklarım” derken bir öpücük sesi çıkardı ve arkasından “Sen de beni özledin mi Adolf?” dedi.

Taylor, “Kapat çeneni pislik” diye bağırdı hücresinden.

Yeni mahkûm bir yandan gülerken ona cevap yetiştirmeye devam etti.

“Teksas hapishanelerinin en aptal adamı olmana rağmen Adolf, senin Nazi kıçını kızartırlarken yine de üzüleceğim. Sana gerçekten acıyorum, geri zekâlı herif. Bak bunu bütün samimiyetimle söylüyorum. Az sonra yanına geldiklerinde, bir yandan oturmuş patlamış mısırımı yerken, seni fahişeler gibi ağlatan gardiyanların eğlenmelerini izleyeceğim."


Taylor, “Adi herifler, kavgaya hazır olduğumu biliyorlar. Bugün benimle uğraşmazlar.” diye söylendi. 

Yeni mahkûm, “Lanet olsun, sen aptalın tekisin, Taylor” dedikten sonra bana laf attı. 

“Ya sen, çaylak, sen de izlemeye hazır mısın?”

Kısa bir süre sonra Taylor'un hücresinin önünde dört özel güvenlik görevlisi göründü. Servis kapağı üzerindeki deliklerden onları izliyordum. Üç tanesi siyah Ninja kıyafeti giymiş, başlarında miğfer ve ellerinde şeffaf birer kalkan taşıyorlardı. Dördüncüsünün bir elinde video kamera, diğer elinde ise bir aerosol kutusu vardı. Ninjalardan biri aniden bağırarak servis penceresinin kapağını kaldırdı ve içeri bir şey fırlattı. Boğuk bir patlama sesi duydum, burnuma barut kokusu geldi.


Trustee : ABD cezaevlerinde tahliye olmalarına az kalmış ve iyi hal gösteren ve koğuş işlerinde gardiyanlara yardımcı olan mahkumlara verilen ad. (Kaynak: Deep) 

(Devam edecek;) 

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 40

Taha Akkurt ve Edischar 'ın başlattığı ve daha sonra İrem Can ve Deep moderatörlüğünde yürütülen Ağaç Ev Sohbetleri dokuz ayını doldurdu. Bundan sonra sevgili Zeynep/Kayıp Fısıltı tarafından koordine edilecek sohbetlerimiz umarım uzun yıllar devam eder ve amacına ulaşır. Oldukça faydalı bir etkinlik olarak gördüğüm bu platform pek çok amaca hizmet ediyor: Fikirsel açıdan birbirimizi daha iyi tanımak, farklı düşüncelere saygı göstermek, bilmediğimiz yeni şeyler öğrenmek, yeni insanlarla birlikte, kendimizi daha iyi tanımak ve özgürce içimizi dökmek bunlardan sadece bazıları. Ağaç Ev Sohbetlerinin 40. Bölümünde konuyu öneren Benim Düşüncelerim. Arkadaşımızın seçtiği konu oldukça güncel:


İlk kez bir bayramı ülkece evde ve yalnız kutluyoruz. Bu durum size ne hissettirdi? Eski bayramlarınız nasıldı? En güzel bayramınız nedir? Bizimle paylaşmak ister misiniz?


Biliyorum, kimse benden klasik bir cevap beklemiyor artık. Beni tanıyanları yanıltmayacağım yine. Evde yalnız kutladığım bu ilk bayramın bende hissettirdiği çok fazla bir şey yok. Çocukluğumuzda bayramlar şöyleydi, böyleydi diye uzun uzun anlatacak değilim. Ancak, gençlik yıllarımdan beri dini bayramların, araya hafta sonlarının girmesiyle birlikte on güne kadar uzayıp güzel bir tatil fırsatına dönüştürüldüğünü bilirim. Büyükler de artık bu durumu kabullenmişler, yıl boyunca çalışan çocuklarının bayramı tatile çevirmelerine, yoğun iş ortamında soluklanıp dinlenecek olmalarına buruk bir şekilde hak verir olmuşlardı. Bu sene Koronavirüs nedeniyle pek çok kimse yazlıklarına, tatil beldelerine gidemeyip evlerine hapsoldu, tek fark bu. Yani bayramla falan pek ilgisi yok, vallahi de yok, billahi de. Yine kutlamaların çoğu, telefon üzerinden yapıldı. Büyük ziyaretleri, görüntülü konuşmalarla anlam kazandı. Olsun varsın, yeter ki sağlıkları yerinde olsun dedik, dediler...

Bayram faslında en sevmediğim konu, telefon rehberinde kayıtlı bütün kişilere gönderilen alıntı tebrik mesajları... Gönderen kişinin mesajı kime gönderdiğinden bile haberi olmaz çoğu durumda. Bir düğmeye basar, rehberinde kayıtlı herkese kanatlanıp uçar gider mesaj.

"Tatlı rüzgarların yaladığı kavak ağaçlarının altına saçılan bonbon taneleri sizin olsun, Ramazan Bayramınız mübarek olsun!"

Fakat bu bayramda önemli bir fark oldu virüs sayesinde! Gençler, akıllı telefonların sayesinde aynı anda aile fertlerinin ekranda toplandığı görüntülü aramalarla şenlendirdi evleri. Bak bu gerçekten hoşuma gitti. 

Her şey anlamını yitirdi dini bayramlar gibi. Özellikle şehir yaşamında bayramlaşmalar neredeyse ortadan kalktı. Bakmayın şimdi virüsü bahane edenlere, virüs yüzünden ziyaret edemedik büyüklerimizi diyenlere. Eğer virüs olmasaydı, kim bilir hangi tatil beldesinden (o da adetten olması sebebiyle) telefon açılıp büyüklerin elleri öpülecekti. Her zaman yapılması, hatırlanması gereken şeyleri bir güne sığdırmak oldum olası içime sinmez oldum olası. Sadece 10 Kasım'da Atatürk'ü anmak, sadece Cumhuriyet Bayramında bağımsızlığımızı hatırlamak, Anneler Gününde annemizi, Sevgililer Gününde sevgilimizi, eşimizi hatırlamak... Dini bayramlar da aynı. Sen dinin yarım yamalak şekli gereklerini yerine getir, ama asli ruhunu içine sindirme. Orucunu tutma, namazını kılma, sonra kalk bayramını kutla! Ya da orucunu tut, namazını tut, yoksulu ez, yalan söyle, iftira at, bekle torunlar gelsin öpsün elini bayram deyü! Tamam özel günlere tamamen karşı değilim ama abartmamalı insan.

Yani Atatürk'e olan sevgimizi onun koyduğu hedeflere uygun davranarak göstermeliyiz. Elimize bayraklarımızı alıp milli bayramlarımızı kutlamanın yanı sıra ülkemizi hem siyasi hem de ekonomik bakımdan köleleştiren politikaları güden siyasi partileri devletimizin başına getirmeyerek varlığımızı sürdürmeliyiz. Yani annemize ya da sevgilimize, eşimize olan sevgimizi bir güne, bir güle ya da bir hediye paketine sığdırmamalıyız. İnançlı kişiler bağlı bulundukları dinin çağdaş ve vicdani ahlak kurallarını içselleştirmeli ve insanlığa icraatlarıyla örnek olmak zorundadır.  Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar bu kişilerin önünde saygıyla eğilirim. Bana göre dini bayramlar belirttiğim sınırlar dahilinde yaşamayı kendilerine vazife telakki etmiş Müslümanlar içindir. Bu manada "Müslümanım" diyen herkesin bayramını kutlarım.

Eski bayramların herkesin anlattığı üzere kültürel değeri, el öpmek, harçlık ya da mendil almak gibi bazı ritüelleri vardır. Panayırlar kurulur, salıncaklara binerdik falan. Bunların çoğu dediğim üzere dini değerlerimizin yozlaştırılması sebebiyle tarih oldu. Şimdi artık "Ramazan Bayramında Bodrum'dayız" var-dı. "Dı" kısmı virüse takıldı. Önümüzdeki bayramlarda muhtemelen eski haline dönecektir. 

En güzel Ramazan Bayramımı düşünüyorum. Aklıma bir şeyler geliyor ama oldukça flu. Güzelliği bana bayram olması sebebiyle değil sanırım. Söylemek istediğim sadece, dedemi çok severdim.

Sohbetimize katılmak isteyen herkes; bu kapı herkese açık, ister veli ol, ister meczup, söyleyecek varsa lafın, bekleriz efendim.

24 Mayıs 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 22/2


Teksas Eyalet Hapishanesine ilk geldiğim zamanlarda, ölüm hücrelerine gönderilenden daha fazla insan, seri bir şekilde infaz ediliyordu. Bu nedenle koğuşta her gün yeni yerler açılıyordu. Karşımdaki ve solumdaki hücreler boşalmıştı. Akneli çocuk kapımı açarken, McKenzie, boş kalan hücrelerin kötüye giden ekonominin göstergesi olduğunu söyleyerek bir espri yaptı ve bundan dolayı Amerikan Başkanını suçladı.

McKenzie, akneli çocuğun bu espriye  kahkahayla karşılık vermesini boşuna bekledi. Lila gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. Beni hücreme koyup yanımdan ayrıldılar ve Taylor'la yeniden baş başa kaldık.


Biri ranzamın üstüne, Taylor’ın davasıyla ilgili makale bulunan eski bir gazete bırakmıştı. Hikâyeye göre, halen otuz sekiz yaşında olan Taylor, hayatının yirmi bir yılını hapiste geçirmişti. İlk olarak Dallas yakınlarında zencilerin gittiği bir kiliseyi ateşe vermek suçundan mahkûm edilmiş, içerideyken, Aryan Kardeşler adında bir çete kurup KKK (Klu Klux Klan) ile anlaşma yoluna gitmişlerdi. Kefaletle serbest bırakıldıktan sonra, Doğu Teksas’ın Vidor kasabasında komşusu olan, iki zenci siyasetçiyi öldürdüğünden şüphelenilen Taylor, bu suçtan dolayı hiçbir zaman ceza almamış, daha sonra annelerinin rızası olmadan, beyaz Hristiyan bebekleri kürtajla aldıkları iddiasıyla varlıklı üç Yahudi doktoru, San Antonio mahallesindeki evlerinde öldürmekle suçlanmıştı.


O gün öğleden sonra, Lila beni kontrol etmeye geldi, servis penceresinin demir kapağını kaldırdı. Elimi kaldırıp "Buradayım" dedim.

"Mahkûm, Za-heater" dedi, "Bir ortak noktamız var seninle; o da komşunuzun benden nefret ettiği kadar senden de nefret etmesi."

Lila’nın yanındaki Forester lafa daldı.

"Şunu anlamanı istiyorum Mahkûm, bu adam, benim ve diğer gardiyanlardan çoğunun hiç umurunda değil, ancak eğer onun saldırısına uğrarsan, sizin yüzünüzden öğle yemeğimi yarıda bırakmak istemem. Sen yine de bana bir iyilik yap ve bu tür şeylerin vardiyamda olmasına izin verme, biliyorsun bu işler benim için yığınla evrak demek." 

Lila, "Bu doğru." dedi.

"Sizlerden biri ranzama gazete bıraktı mı?" dedim. Cevap vermeden servis penceresinin kapağını çarptı. Taylor'ın sesini işittim.

"Alayınız yalancı o.çocuğusunuz, hepiniz, hepiniz aynısınız şerefsizler." diye bağırıyordu.


O gece ilerleyen saatlerde Mors alfabesine benzeyen ritmik vuruşlar duydum. Hücremin içindeki ses düzenine henüz hâkim değildim. Sesler kapımın yanından, yukarıdan veya bir mil öteden gelmiş olabilirdi. Dışarı doğru bağırdım,

"Eğer bu benim için gönderilen şifreli mesajsa bundan hiçbir şey anlamıyorum."

Sesler kesildi, sonra bir fısıltı duydum,

"Benim" dedi.

"Sen kimsin?" dedim.

"Benim işte pislik, komşun Taylor." dedi. Ne diyeceğimi bilmiyordum.

"Kahrolası sadist gardiyanlar, ortalığı karıştırmaktan hoşlanıyor." dedi ve devam etti. 

"Hapishane Müdürü, sizinle komşu olmak istemediğimi mi söyledi? Bunların hepsi saçma. Ben ırkçı falan değilim. Onlara, sadece zenci komşum olmasın dedim, onlar da zaten benimle yaşamak istemezler. Bu, kişisel bir şey değil."


Başını çelik kapının dibine dayamış, sanki hücresinde yere uzanmış gibiydi. Yüzükoyun yattım, ona doğru uzandım ve "Ben de o tür komşulardan birini seveceğimden emin değilim." dedim.

"Burada kalan zenci var mı?" diye sordum.

"İnsanlardan ve zencilerden sana ne?" dedi.

İnsanlar derken ne demek istediğinden emin değildim.

"Gerçekten ne demek istiyorsun, hiçbir şey anlamadım." dedim.

"Anlamanı beklemiyordum zaten." dedi, Taylor. "Bunun için bir yıl devamlı benimle konuşman gerek, tabii eğer hala burada kalabilirsek."


Birkaç dakika geçti. Uyuklamaya başladığını sanıyordum. Günlüğüme, onunla sohbetimiz hakkında bir şeyler yazmaya başladım fakat on beş dakika aradan sonra seslendi,

"Kâğıt mı oynuyorsun?"

"Hayır" dedim.

"Oynamak istersen sana öğretebilirim." dedi. "Diri kalman için bir şeyler yapmalısın. Şınav çek ya da kâğıt oyna, uzun ömrün sırrı bu." dedi.

"Dalga mı geçiyorsun?" dedim.

"Neden ki?"dedi.

Cevap vermedim. "Tavsiyen için teşekkürler." dedim sadece.


Taylor’u tanıdıktan sonra onun hakkındaki endişelerimden biraz olsun kurtuldum. Biz burada hücre hapsindeyiz. Komşumuzdan hoşlanmadığımız zaman onu öldürme şansımız yok. Yanı başımızdaki dinlenme salonlarına giremeyiz, duşa giden yol üzerinde volta atamayız, ellerimiz kelepçeli, önü kalın demir çubuklarla tecrit olmamız size gülünç gelebilir, bizimle eğlenebilirsiniz, gardiyanlar sabrımızı sınayabilir ama burada karşılaşabileceğimiz en kötü şey birinin bize tükürmesidir. 


Ölüm hücrelerinde sadece gardiyanlar suç işler. Haftanın bazı günleri, ellerinde kalkan ve bayıltıcı sprey olduğu halde, kask ve yüz maskelerini takıp haber vermeden hücrelerimizi basarlar. Sözde kaçak eşya aradıklarını söylerler – onların aradıkları, yere fırlatılmış bir diş fırçası sapı ya da yemek tepsisinin köşesinden kırılmış bir plastik parçası değildir elbette. Gardiyanların kaçak eşya sınıfına soktukları, genellikle, Houston'daki caz istasyonunu çekmek üzere ayarlanmış transistörlü bir radyo, bir koli limonata ya da kuru üzümden damıtılmış bir galon ev yapımı içkiden başka bir şey değil. Eğer aramalar sırasında uyuşturucu bulunmuşsa, onu, mahkumlara satan mutlaka gardiyanlardan biridir.


İkinci hafta kapım ilk kez çalındığında çavuş, ateş yakmak için Sports Illustrated dergime  ihtiyacı olduğunu söyledi. Dışarı çıkıp dergide gördüğü motosiklet yarışlarıyla ilgili bir makaleyi okumaya başladığında, yanında bulunan görevliler şişman parmaklarını kahve kavanozumun içindeki bayat tuzlu krakerlere daldırdılar ve anında içini boşalttılar. Hep birlikte yanımdan ayrılmadan önce, infaz memurlarından biri,

"Akşam yemeğine kadar ortalığı temizle, Za-heater, yoksa kıçını kaldırmasını biliriz." dedi.

Benden sonra Taylor’ın hücresine geçtiler. Taylor, içini idrarıyla doldurduğu plastik meyve suyu şişesini hücre kapısından dışarı fırlatarak onları selamladı. Memurlar, onu dört saat boyunca pislik içinde bıraktı ve bir hafta tecrit cezası verdi.


Müslüman Kardeşler'den birinin gardiyanlara "Kuş beyinli faşistler çetesi" diye seslendiğini duydum. Birbirinden nefret eden mahkûmları, sadık müttefikler haline dönüştürmek için, onlara ulu orta ceza vermekten daha iyisi yoktur.

(Devam edecek)

23 Mayıs 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 21/2


Hala o ilk geceyi hatırlıyorum. İlk gece, duyduğum o sesleri…

Bir yıldan fazla bir zaman geçirdiğim İlçe Hapishanesinde mahkûmların umutları vardı. Hep beraat etmeyi hayal ediyorlar, bir an önce evlerine dönmek istiyorlardı. İlçe Hapishanesinde,  gece saat on olup ışıklar söndürüldüğünde, gürültü jilet gibi kesilirdi. Buna uymayan çılgın mahkûmlar başka bir yere götürülürdü. Birkaç gece kuşu oturup fısıldamaya devam ederdi ya da lamba ışığı altında kitap okurlardı fakat çoğumuz uyurduk. Cezaevi idarecileri telsizlerinin ses düzeyini kısar ve biz mahkûmları kendi halimize bırakırdı. Çünkü onlar bu canlı performansın kendileri açısından geçici olduğunu, bir iki hafta içerisinde devriyeye çıkacaklarını bilirlerdi. Bu yüzden mahkûmlara sürekli hadlerini bildirerek kendilerinin bizden farklı olduklarını kanıtlamaları gerekmiyordu. Biz istediğimiz zaman ayrılamazdık ama günün birinde, buradan ayrılacağımızı hepimiz biliyorduk. Bu Allah'ın emriydi. Bize huzur veren, sakinleştiren tek şey ümidimizdi.


İnsanlar hücreye tıkılmalarından dolayı delirmezler. Hiç kimse dışarıdan alınıp içeri sokulduğunda çıldırmaz. Çatlak içeriden dışarıya doğru oluşur. Birinin yüreğinden umudu söktüğün zaman, onun yerini delilik alır, delilik gürültülüdür. Ölüm hücreleri, şimdiye kadar gördüğüm en gürültülü yerdi, özgür dünyadaki her şeyden daha fazla sese sahipti, orada bir konserden çıkan seslerin kat kat fazlasını duyabilirdiniz. Bir jet gürültüsünden daha keskin, kulağınızın dibinde patlayan bir havai fişekten bile daha kuvvetli sesler hiç eksik olmazdı, her zaman, sabahları, gündüzleri ve geceleri... 


Burada, özgürlüğümüze kavuşmak için kaç günümüz kaldığını hesaplamayız. Öleceğimiz tarihe kadar kaç günümüz kaldığını sayarız. Gürültü yapmak, henüz ölmediğinizin bir kanıtıdır. Umut yoktur, öfke vardır, öfke ise çok ses ve gürültü demektir.


Eğer dikkat eder de kulak verirseniz, ses katmanlarını duyabilirsiniz: hücrelerinin çelik kapılarına vurup çığlık atanlar, iyi hal gösterdikleri için satın almalarına izin verilen transistörlü radyolardan yerel müziğin dibine vuranlar, İsa Peygamberin kurtuluş çağrısıyla ilgili dini konuşmalardan etkilenip galeyana gelenler, vardiya değişikliklerini anons eden hoparlörlerden yükselen bildirimler, sayım saatini hatırlatan duyurular...

Burada güvenlik personeli de diğerlerinden farklıdır. İlçe Hapishanelerinde, mesaileri boyunca bir şey yapmaksızın oturup daha sonra kendilerini sokağa atan şerif bozuntularına benzemezler. Ölüm hücrelerinde görevli personel, aynı müebbet hapis cezası almış hükümlüler gibidir. Gelecekleri bizimkiler kadar kasvetlidir. Hiçbir kin ya da bıkkınlık emaresi göstermeyen bu memurlar, mahkûmları yerinden kaldırıp kontrol ederler, sapkın bir ruh hali içinde onların hala hayatta olduğuna kanaat getirdikten sonra servis pencerelerinin çelik kapağını çarparak kapatırlar. Çelik yemek arabalarını kapılara var güçleriyle çarparlar. Gürültü ve patırtı çıkarmak adeta işlerinin bir parçasıdır. Hücremde geçirdiğim ilk gece, kulaklıklarım, özgürlüğümden bile daha önemliydi benim için.


Bazıları, en kötü gecenin ilk gece olduğunu söylerler ama ben onlara katılmıyorum. Fark eden ne ki! Şimdiye kadar bildiğiniz hiçbir şeye benzemez burası. Sürekli gürültü, patırtı günlük hayatınızın bir parçası. Sizi sürekli tehdit eden beyaz ırkçılara, sadist gardiyanlara, tutarsız gevezelere ve aşka gelip anlamsız çığlık atan meczuplara alıştıktan sonra bütün geceler en kötüdür.

2.Gün: Sabah oldu, ölüm hücremdeki bu ilk sabahım, kirlenmiş güneş ışığı hücremde dilimleniyor ve ben hala gözlerimi kırpmadım. Dizlerimi göğsüme çektim ve yatağımı topladım. Tuvaleti yere sabitleyen cıvataları inceledim ve sonra acaba bir ataş kullanarak kapıyı açabilir miyim diye düşündüm. Buna kabiliyetim olmadığını biliyordum lakin bunun hiçbir önemi yoktu, çünkü yanımda ataşım da yoktu. Başımı kaldırıp yukarı baktım, yeterince kilo vermeyi başarabilirsem minik pencereden vücudumu geçirebilir miydim? (Binanın çevresinde üstüne jiletli tel çekilmiş üç buçuk metre yüksekliğindeki duvarı da dikkate almam lazımdı.) Elbette bunların hepsi birer fanteziydi. Şimdiye kadar hiç kimse bu hapishaneden kaçamamış hatta hücresinden dışarı çıkmayı bile başaramamıştı. Ama bu türden fantezilerim hep vardı ve onlar gibi nicelerini, burada olduğum her gün, onlarca kez hayal ediyordum.


Kahvaltıda toz yumurta, tam buğday ekmeğinden çok daha fazla kimyasal katkı içeren bir dilim kızartılmamış beyaz ekmek vardı. Kutu meyve suyundan tek bir yudum içtim. Gardiyanlar, sabah tepsileri toplamak için geldiğinde, yanımdaki hücrede bulunan adam, beni onun ​​yanından almaları için yeniden bağırıp çağırmaya başladı. Gardiyanların isimlerini henüz  bilmiyordum ancak bir gün önce tanıştığım ağzında diş telleri olan çocuk, yanımdaki servis penceresinin kapağını kaldırdı ve adama susmasını söyledi. Sonra lafın arasında,

"Taylor, komşun sadece Meksikalı değil, o aynı zamanda bir Yahudi. Sanırım bir kez daha kaybettin." dedi.

Çelik pencere kapağını yüzüne çarparken genç gardiyanın güldüğünü işittim. Taylor arkasından çığlık atarak bağırıyordu,

"Yüzbaşıya I-90 istediğimi söyle, hey beni duydun mu sürtük?"

Birkaç gün sonra, I-90'ın, mahkûmların herhangi bir konuda şikâyette bulunacakları zaman doldurmaları gereken bir form olduğunu öğrendim. Taylor’ın şikâyetinin ne olduğu benim açımdan son derece açıktı ancak her ihtimale karşı bana bunu bir kez daha hatırlattı:

"Bu şahsi bir konu değil, Chavez. Senin tek yapman gereken şey, Mukaddes Kitabı okumak. Tanrı, zenci ve Meksikalılarla kaynaşmamamız gerektiğini söylüyor. Yaşa ve yaşat." dedi.

Ona Tanrı'nın cinayet işlemeyi yasakladığını da söylemek isterdim. Fakat bunun yerine ona tek söylediğim,

“Adım Chavez değil.” demek oldu.

Günün sonunda gardiyanlar beni almaya geldi. Kurallara hala alışamamıştım. Ne yapmam gerekiyor diye sordum. McKenzie adındaki baş gardiyan,

"Cebine kimliğini koy, kıçına da pantolonunu geçir." dedi.

"Ne?" dedim şaşkınlık içinde. Ancak istediklerini yaptım,

"Geri dön  ve bana ellerini uzat geri zekâlı aptal ördek!" dedi. O, yüzü sivilceli çocuk ve Lila hep birlikte beni, altı kapı ve üç koridordan geçirdikten sonra terk edilmiş lise bahçesine benzeyen bir avluya getirdiler. McKenzie, orada, kapılardan birini çaldı ve sonradan hapishane müdürünün sekreteri olduğunu öğrendiğim bir kadına, itici bir ses tonuyla bir şeyler söyledi. Kadın bizi bir odaya yönlendirdi. Müdür ayağına bot giymişti, üzerinde ekose desenli bir gömlek ve belinden kemerle sıkılmış polyester bir pantolon vardı. McKenzie'ye baktı ve bugün mahkûmların rodeo günü dedi. Sonra  bana kendini tanıttı, kuralları takip edersem herhangi bir problem yaşamayacağımı söyledi. Herhangi bir sorunum olup olmadığını sordu. "Var" demek istedim. "Birinin bana içinde bulunduğum bu kâbusu anlatmasını istiyorum" demek istedim. Sonra kendimi toparlayıp, 

"Hayır, efendim." dedim. Arkamda, ağzında diş teli olan çocuk, McKenzie'ye sordu,

"Müdür rodeo yarışmasına katılıyor mu?"

McKenzie, fısıltı halinde "Ben nereden bileyim, geri zekalı." deyip tersledi onu.

18 Mayıs 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 39

Haftalar su gibi geçiyor. Bir blogger klasiği haline gelen Ağaç Ev Sohbetleri de her geçen gün daha çok seviliyor, daha fazla ilgi topluyor. 39. haftanın sohbet konusu Hayalleri Yaşamak'tan geliyor. Arkadaşımız güzel sorular sormuş ve  bu sorulara blog sayfasında kendi penceresinden bakmış. Fazla uzatmadan sohbet konusunu açıklayıp görüşlerimi sizlerle paylaşayım:

Sezgilerine göre mi, yoksa mantığına göre mi karar verirsin?
Yeni biriyle tanıştığında onun hakkındaki izlenimlerine ne kadar güvenirsin?


Sözcüklerin manası kişilerin anlama kapasitesi ve kabiliyetiyle sınırlıdır.  Bu yüzden herhangi bir konu hakkında fikrimi açıklamadan önce kelimelerin anlamına bir kez daha bakarım. Sözlüğe bakınca "sezgi" sözcüğünün Farsça "feraset" ile eş anlamlı olduğunun gördüm. Feraset, yani sezgi, görünenin ötesine geçmek, işlerin, olayların ve insanların iç yüzünü, dış belirtilerinden sezme, anlama ustalığıymış. O halde konunun biraz daha içine dalalım:

Sadece sezgilerimi kullanarak önemli konularda karar veren biri olduğumu sanmıyorum. İki sözcüğün altını çizdim. Mantığımla karar aşamasına geldikten sonra, karşımda birbirleriyle eşit avantaj ve risk taşıyan iki ya da daha fazla alternatifle karşılaşmam durumunda içlerinden birisini sezgisel olarak seçebilirim. Yani burada çıkış noktam yine akıl olmakta. Basit konularda vereceğim kararlar sezgisel olabilir. Çünkü bilirim ki yanlış karar verdiğimde canım fazla yanmayacaktır. Örneğin ucuz bir elektrikli ev aleti. Güzel ve sağlam görünüyor ama tanınmış bir marka değil. Bilinen bir markayı tercih etmem daha mantıklı. Fakat içimden bir ses pişman olmayacağımı söylüyor. Gider alırım. İyi çıkarsa sevinirim, kötü çıkarsa yanlış karar verdim der geçerim.

Aklımı kullanarak verdiğim kararlarda seçimim, çoğunlukla tek ve tartışmasızdır. Önem derecesine göre bazen karar aşaması uzun sürebilir. Bazen bu karar süresi benim dışımda kısıtlanmış da olabilir. O zaman yanlış karar vermekten korkarım. Konu ne olursa olsun, karar vermeden önce, ne tür avantaj elde edeceğim, nelerden vazgeçmek zorunda kalacağım, hangi riskleri göze alacağım gibi soruları kendime sorup vereceğim cevaplara göre kabul ya da reddederim. Bir örnek vereyim: Harika bir ev gördüm ve piyasa fiyatlarının yarısına alabiliyorum. İyi bir yatırım olduğundan eminim. Fakat istenilen paranın yarısına sahibim. Kredi kullanıp normal yaşantımda kısıntı yapmam gerek. Eyvallah, bankadan kredi kullanma imkanım var ve gerekirse bir süreliğine kemerleri sıkabilirim. Peki, kredi borcunu ödeyebilecek gelire sahip miyim? Bugün öyle olsa bile, borcum bitene kadar bu mümkün olabilecek mi? Patronum iyi bir adama benziyor yarın beni işten çıkarmaz mı diyeceğim? İşten çıkarılırsam hemen yeni bir iş bulabilecek miyim? En kötü ihtimalle kredi borcunu ödeyemezsem ne kaybım olur? İşte bütün bu sorular ve daha fazlasının cevabını bulup ona göre mantığımla karar vermeliyim.

İnsan ilişkileri söz konusu olduğunda pek mantık aranmaz. Çünkü insanla olan ilişkilerin mantığı yoktur. Mantıkla çözemezsiniz insanı. Ne hesaba gelir ne kitaba. İnsan ilişkilerinde mantık, sezgiden sonra gelir. Sezgi duygusal bir iletişim. İnsanın yüzüne, davranışlarına, konuşmasına, giyimine kuşamına bakarak mizacını, ahlakını, huyunu anlamak mümkün. Fakat herkesin yapabileceği bir şey değildir bu, ancak bilgili ve alim kimseler başarabilir. Bu tür insanlar "ferasetli" sıfatıyla anılan "insan sarrafı" kişilerdir. Ferasetin aksi ahmaklığa girer ki bu, insanın içini hoş eden bir durum hiç değildir. Feraset, yani sezgi iki koldan beslenir; İlkinin sebebi bilinmez, şans ya da ilham diyebilirsiniz adına. İkinci kol ise kazanmak ve öğrenmektir ki, bunun adı da tecrübe olsun. İnsan, zamana göre değişen, egoist ve acımasız bir canlı olduğu için onun kafasından neler geçtiğini bilemezsiniz. Çözümü olmayan çok bilinmeyenli bir denklemdir o. Hakkında mantık yürüterek verdiğiniz kararlar sizi yarı yolda bırakır. Bu yüzden mantığı bir tarafa bırakıp ferasetle vermek lazım kararı, ahmaklığa düşmeden.   

Yeni biriyle tanıştığımda onun hakkında izlenimlerime ferasetim nispetinde güvenirim. Bu konuda fazla yanıldığımı da söyleyemem hani. Çünkü şanslı olduğuma inanıyorum, e yılların birikimini de göz ardı etmemek lazım. Dış görünüşün insanı yanıltacağını gayet iyi bilirim ama bu ilk izlenim benim için yine de önemlidir. Bazı insan tipleri ilk görüşte elenip giderler nazarımda. İlişkide olduğum kişi yalan söylememeli, ona güven duymalıyım, elbette onun da bana güven duyması önemli. Yalan söylediğini fark ettiğim anda silerim defterimden. Yeni biriyle tanıştığımda, ona önce şüpheyle yaklaşırım. Sanırım, hiçbir zaman tam olarak güvenmem de. İnsanlar ilişkileri genellikle karşılıklı çıkara dayanır ki, bu durum son derece doğaldır. Son zamanların tartışma konusu fakat buna "sevgi" yi de dahil ediyorum. Aşk mı dediniz, o müstesna! Çıkara dayanmayan bir ilişkinin, birkaç istisna dışında varlığına inanmıyorum. İlişki kurduğum kişiye, acaba ondan bir şeyler öğrenebilecek miyim gözüyle bakarım. Konuşmaya değer bulduğum kişiler her zaman aklını kullanan insanlar olmuştur. Kendilerini hemen belli ederler. Bu yüzden kısa süre içinde onlar hakkında yeterince izlenim sahibi olurum ve kolay kolay da yanılmam.

Ağaç Ev Sohbetleri çatısı altında, bu güzel konuya farklı düşünceleriyle katkı sağlayacak ve yazılan yazıları yorumlarıyla zenginleştirecek tüm blog dostlarına şimdiden teşekkür ediyorum.     

12 Mayıs 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 38

Bu haftanın konusu Aysu Arıcı'dan. Gerçekten de üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken, üzerine sayfalar dolusu makalelerin yazılabileceği bir konu seçmiş arkadaşımız. Ağaç Ev Sohbetlerinin 38. bölümünde geniş bir girizgah yapıldığı için fazla uzatmadan hemen soruya geçiyorum:

"Kelimeleri çok değerli buluyorum, kendimizi ifade etmemizi sağlıyorlar ve günlük hayatımızda çok önemli bir yer kaplıyorlar. Bu yüzden sorularımı kelimeler ve kelimelerle bir yönden ilişkili olan dil hakkında seçeceğim. Dil konusuna girmişken ilk olarak olmazsa olmaz bir soru sormak istiyorum: Dilimizin içerisinde bulunan yabancı sözcüklerle ilgili ne düşünüyorsunuz? İkinci ve son olarak da sizin için değerli olan, ister günlük hayatta sıkça kullandığımız ister dilimizin derinliklerinden gelen, bilinmedik bir sözcük söylemenizi istiyorum. Bu sözcük hakkında bir şeyler duymak istiyorum! Sizin için neden değerli olduğu gibi:)"


Yaşantımızda kelimelerin önemi yadsınamaz. Çoğu zaman yetersiz kalsalar da hali hazırda kendimizi ifade etmemizin en önemli yollarından biri bu. Yanlış zamanda yanlış kelime seçimi, insan hayatına bile mal olabiliyor. Dil konusu o kadar geniş ki, sohbetin ana konusundan ayırıp sürekli başka yerlere çekiyor beni. 


Dilimize giren yabancı sözcüklere değişik açılardan bakmakta fayda görüyorum: Bir milleti millet yapan şey ne ırk, ne toprak ne de dindir. Milleti millet yapan unsurların başında tarih ve dil gelir. Türlü medeniyetler kuran milletler, tarih ve dilleri sayesinde süreklilik arz etmişlerdir. Millet geleceği için diline sahip çıkmak zorundadır. Elbette bu husus, millet olma bilincine erişmiş insanlar açısından bir anlam ifade eder. Bu aleme geldik, gidiyoruz, hangi milletten olduğumuzun ne önemi var diyen biri, pek çok şeyi kafaya takmadığı gibi, dil konusunda da umursamaz tavrını sürdürür.

Eşim, Türk Dili ve Edebiyatı mezunu ve zaman zaman bu konuyu tartışırız aramızda. Karakter yapımız genel olarak birbirine yakın olsa da düşünsel açıdan farklı yanlarımız vardır ki, bunun olması son derece doğal ve sağlıklı bir durumdur. Örneğin onun milli duyguları benden daha fazladır. Bense bu topraklarda doğmuş olmamın, tamamen bir tesadüf olduğunu ve bu durumun bana ne bir üstünlük sağlayacağını ne de bir zafiyet getireceğini düşünürüm. Bu yüzden dilimize sahip çıkmak konusunda onun, bana kıyasla çok daha tutucu olduğunu söyleyebilirim.

Şahsen dilin kendi dinamikleri içinde gelişen bir iletişim aracı olduğunu ve bunun temelinde baskın kültürün yattığını düşünüyorum. Orta Asya'dan Anadolu'ya, oradan Avrupa ve Akdeniz ülkelerine yayılmaları sonucunda dilimize dışarıdan pek çok kelime girmiş ve bizden de diğer dillere pek çok kelime geçişi olmuştur. Günlük konuşmalarımızda kullandığımız sözcüklerin çok büyük bir kısmının yabancı kökenli olması, kültürümüzü yayan değil dışarıdan kültür ithal eden bir konumda olduğunu gösterir ki, bu durum son derece üzücüdür. Bunun yanı sıra, hızla gelişen teknoloji ve bilim dünyasında geri kalmamız, yabancıların araştırma, keşif ve buluşlarından sonra ortaya yeni çıkan terimler için dilimizde uygun karşılık bulma konusunda hantal davranmamız da ayrı bir sorun oluşturuyor. 

Dilimizde çok sayıda Arapça kelimenin yer alması, İslam dininin etkisi ve buna bağlantılı olarak halkımızın Arap kültürüne ilgi göstermesinin doğal sonucudur. Benzer şekilde Osmanlının son dönemlerinde, aydınlarımızın etkisiyle Fransızca kelimeler, daha sonra Amerikan kültür emperyalizmi nedeniyle İngilizce kelimeler, dilimizi işgal etmiştir.  

Günümüzde diğer dillerden etkilenmeyen hiçbir dil yoktur. Almanya, Fransa gibi bazı ülkeler, dilin önemini kavradıkları için kendi dillerinin, başka diller tarafından bozulmasına karşı tavır almakla birlikte ülkemizin de içinde bulunduğu pek çok ülke, kendi dillerini unutup  geleceklerini tehlikeye atmaktadır. 

Bana gelince; dilimizi yabancı sözcüklerden arındırmak amacıyla aşırı bir gayret içine girilmesini gereksiz ve suni buluyorum. Böyle bir çaba, Cumhuriyetin ilk yıllarında ulus bilincinin geliştirilmesi için mutlak surette gerekliydi ancak, iletişimin geldiği bu noktada, dilin yabancı sözcüklerden arındırılması işini zor kullanarak çözmenin hem gereksiz hem de imkansız olduğunu düşünüyorum.

Diğer taraftan, siyasi nedenlerden ötürü, dilimize yerleşmiş bazı Türkçe sözcükler yerine, ısrarla Arapça karşılıklarının kullanılmasına yönelik gayretler beni isyan ettiriyor. Ülkenin ileri gelenlerinin televizyonlara çıkıp, güzel sanatlarda ilerleme kaydetmiş eski bir Türk kavmi olan Uygurlardan türetilmiş  "uygarlık" sözcüğü yerine, eski bir Arap şehri olan Medine'den türetilen "me-de-niyyet" sözcüğünü y harflerinin üzerine basa basa kullanması, kimliğimizden ne kadar uzaklaştığımızı ortaya koyuyor. Ne yazık ki, Atatürk tarafından 12 Temmuz 1932'de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyetinden sonra değiştirilen adıyla Türk Dil Kurumu da, diğer bütün kurumlar gibi siyasetin etki alanına girmiş durumda. 

Tamam dil bir zenginlik, hangi dil olursa olsun bir kelime öğrenmek dahi insanı yüceltiyor fakat ota çöpe yerli ve milli derken, kendi öz dilimize arkamızı dönüp Arapça'ya özenmek büyük bir çelişki değil mi?
  
İkinci soruya ilişkin size "okul" sözcüğünün öyküsünü anlatayım: Bilinmeyen bir sözcük değil ama ben bu sözcüğün Fransızca "ékol" (okul) sözcüğünden dilimize geçtiğini düşünüyordum. Dilimizin yabancı sözcüklerden arındırılması amacıyla en büyük mücadele, Atatürk'ün önderliğinde, 1934-1935 yıllarında yapılmış. Türkçe dil bilgisi kurallarına uygun bir şekilde türetilmiş pek çok sözcük dilimize o yıllarda girmiş. Bunun için izlenen yöntemlerin son derece demokratik olduğunu görüyoruz. Şöyle ki, konuşma dilimize girmiş yabancı sözcüklere Türkçe karşılık bulmak için halka anket fişleri dağıtılırmış mesela. Fişlerde değiştirilmesi istenen yabancı sözcükler, onun yerine kullanılması önerilenler ve bu önerilerin gerekçeleri gibi bilgiler soruluyormuş. Eğer, yabancı bir sözcük için Türkçe bir öneri getirilmiyorsa fişin dikkate alınmayacağı özellikle belirtiliyormuş.

Diğer taraftan gazeteler kanalıyla halka çağrı yapılarak dilimizin yabancı kelimelerden arındırılması amacıyla yabancı sözcüklere Türkçe karşılık önermeleri isteniyormuş. Bu vesileyle dilimizde yer alan yabancı sözcüklerin yerine halk arasında kullanılan uygun karşılıklar aranıyormuş. Toplanan bütün öneriler Dil Tetkik Cemiyetinde kurulan komisyonda değerlendirildikten sonra her gün seçilen beş yeni sözcük gazetelere gönderiliyor ve bunların yabancı sözcüklerin yerine kullanılması isteniyormuş. Gazeteler bazen yabancı sözcükleri, bazen de önerilen Türkçe karşılıklarını kullanıyorlarmış belli bir süre. Hatta aynı paragraf içinde aynı anlama sahip yabancı ve Türkçe sözcükler bulunabiliyormuş. Zamanla yeni sözcüklerden bazıları kalıcı oluyor bazıları ise silinip gidiyormuş.

İşte, "okul" sözcüğü de bunlardan biriymiş. Toplanan yüzlerce öneri arasından Urfa'dan derlenen fişlerde mektep yerine önerilen "okulağ", Denizli'den derlenen "okunak" bir adım öne çıkmış. Atatürk ilk kez çektiği bir telgrafta mektep yerine "okula" (Siyasal Bilgiler Okulası) sözcüğünü kullanmış. Daha sonraki yıllarda kelimenin sonundaki -a harfi atılmak suretiyle "okul" sözcüğü yaygınlaşmış.

Sadece bir kelimeyi dilimize kazandırmak için ne kadar büyük çaba sarf edildiğine hayret etmemek elde değil. "Okul" sözcüğünün ortaya çıkış öyküsünü kaleme alan Yrd. Do. Dr. Sedat Balyemez'in, SDÜ Fen ve Edebiyat Fakültesi dergisinde yayınlanan makalesini şurada bulabilirsiniz.