Dört gardiyan kovulmuştu. Telefonu olan mahkûmlar
doksan gün boyunca 3. seviyeye gönderildiler, orada duş, havalandırma ve hücre dışında
yemek yoktu. Geri kalanımız otuz gün süreyle kilitlendik, yani hücrelerimize yedi/yirmi
dört hapsedildik. Toplu cezaların penolojik teorisiyle bir ilgisi olduğundan emin olmamakla beraber bizi hücrelerimize hapsetmek suretiyle Şef'e olan kızgınlığımızı unutmamız sağlanmıştı.
Şef’in senatöre telefonundan bir gün önce, Águila kapının
altından bana bir kâğıt uçurtma fırlattı. Notunda “Hah, tamam şimdi seni köşeye
sıkıştırdım. Qf3” yazıyordu. Ben de
kâğıda Kd8 yazdım ve hemen geri
gönderdim. Homurtu sesleri kulağıma kadar gelmişti. Yeni gelen mesajı okudum, “Lanet
olsun. Rövanş ne zaman?”
Hücrelerimizin kilitlendiği otuz gün boyunca on dört oyun
daha oynadık. İkisinde berabere kaldık. İki tanesini ben kazandım. Gerisini ise o kazanmıştı.
Kilitlenmenin sona erdiği otuz birinci günde, Yüzbaşı, Águila’nın hücresine
geldi ve sadece onun duyabileceği alçak bir sesle bir şeyler söyledi. Ona ne
olduğunu sordum.
“Yüzbaşı randevum olduğunu söylemeye gelmiş.
Öyle anlaşılıyor ki, yerime başka birini bulman gerekecek.”
dedi.
Sessizliğe büründüm, aralarında ne konuştuklarını hayal ediyordum. “Peki, seni ne zaman çağıracaklar?” diye sordum.
“Yüzbaşı, hücrem tahtakuruları tarafından ele
geçirildiğinde beni aldıracağını söyledi.” dedi. Muhtemelen ne düşündüğümü
bilmek istiyordu. Aklı başında saydığı birinin salakça soruları onu sıkmış
olmalıydı.
Radyosunu açtı. Bir yerlerden su şırıltısı geliyordu.
“Bana
aileni anlatır mısın?” diye sordum.
“Dinle Inocente,”
dedi. “Şimdi sana bunları anlatmak için hiç havamda değilim. Fakat şunu bil ki
burada tanıdığın herkes layığı neyse onu bulmuştur.”
“Biliyorum, ama sen yine de anlat bana.” dedim.
“Belki başka bir zaman.” dedi.
Ertesi sabah yeniden sordum. Bana,
“Kitap mı
yazıyorsun?” diye soruyla karşılık verdi.
“Bunu neden soruyorsun?” dedim.
“Hiçbir sebebi yok.” dedi.
“Ya sen?” deyip soruyu bana çevirdi.
“Günlük yazıyorum, yargıçları yazmayı
düşünüyorum. Yazdığım şeyler bunlar. Bundan daha iyisi ne olabilir ki?” dedim.
“Ne, kitap mı yazacaksın? Hâkimler için hem de?”
dedi.
“Evet,” dedim, “Hâkimlerle ilgili.”
Bana güldü. “Bu kadar aptal olma, Inocente, benim bildiğim, onlar
avukatların yazdıklarını bile okumazlar.”
Israrım sonunda işe yaradı. Bana hayatını
anlatmaya başladı.
On üç çocuklu yasa dışı göçmen bir ailenin en
küçük çocuğu olarak Chicago'da doğmuş. On yaşına gelinceye kadar, en büyük
erkek kardeşini babası sanıyormuş.
“Benden on beş yaş büyüktü. Babamı hiç
görmediğimden dolayı onun babam olduğunu düşünüyordum.” dedi.
Águila’nın babası, geceleri küçük bir fırında
çalışıyor, ekmek ve çörek yapıyormuş. Gündüzleri ise şehir merkezindeki bir
lokantada masaları toplamaktan sorumlu bir komiymiş.
“Ev kirasını ödemek, on üç çocuğu
beslemek ve gerekli parayı sağlamak için saati yedi dolardan bir adamın haftada kaç saat
çalışması gerektiğini biliyor musun?” diye sordu. Tahmin etmemi beklemedi.
“Haftanın saat sayısından daha fazla!”
Annesinin her sabah kilisedeki ayinlere katıldıktan
sonra günün geri kalanını evi temizleyerek ve kuru fasulye, kaktüs meyvesi ve
ekmek pişirerek geçirdiğini anlattı. Pazar sabahları, saat sekizde ailenin bütün
fertlerinin toplanıp hep birlikte kiliseye gittiklerini söyledi.
Kilisedeki sıraların kahverengi tenli
insanlarla dolu olduğunu ve rahiplerin İspanyolca verdiği vaazlarda, eşcinsellerin
her zaman iyileştirilebileceğini, kürtajın cinayet ve doğum
kontrolünün ölümcül bir günah olduğunu anlattıklarından bahsetti.
Águila, “Mi padre dejó de ir a la iglesia.*” ama kadınlarla yatıp kalkmayı hiç bırakmadı. “Gerçekten, etrafta dolaşan üvey kardeşlerim bile olabilir, "No Estoy seguro"** dedikten
sonra gülerek ekledi. “Fakat bunu hissediyordum.”
Babasının Teksas'a nasıl geldiğini sordum. Bana acı acı gülümsedi.
İlkokul üçüncü sınıftayken, rakip bir çete iki
kardeşini öldürmüş, üçüncüsünü de yaralamış. Bunun üzerine ailesi, bütün eşyalarını
panelvan bir minibüse doldurmuş ve Meksika'nın merkezindeki büyük babalarının
yaşadığı küçük bir çiftliğe varıncaya kadar gün ve gece boyu süren uzun bir yolculuk
yapmışlar. Águila, on beşinci doğum gününde iş aramak için Teksas'a gelmiş. San
Antonio'daki sosyal konutlarda kalıyormuş. Bir oto tamirhanesinde çalışmaya başlamış ve maaşının
çoğunu ailesine gönderiyormuş. Barda takıldıkları bir akşam, arkadaşlarından biri, gece
tamirhanenin kapısını açması için ona bin dolar teklif etmiş. Bunu yapabilirse arkadaşları, arabaların bazı parçalarını çalıp el altından satacaklarmış.
Águila parayı duyunca şaşırmış, bin dolar! Gerçek
mi bu? Bundan daha harika bir memleket olabilir mi? Mis padres siempre necessan cansados***, doğru
dürüst para kazanmadan ve hiç karınları doymadan ama ben burada, sadece bir
kapı açıp ışık düğmesini çevirmemin karşılığında para alacaktım.
Birkaç hafta sonra, Águila garajın küçük ofisinde
sigarasını içerken arkadaşları beş bin dolara satmayı planladıkları uçak
alüminyumundan yapılmış jantları çıkarıyorlarmış. Tam o sırada kafalarına sadece
gözlerini açıkta bırakan yün başlıklar geçirmiş ve ellerinde Uzi taşıyan iki
Honduraslı adam tamirhaneyi basmış ve herkese yere yatmasını söylemiş. Águila,
masanın altındaki çekmeyi açıp 9 mm'lik bir Heckler & Koch tabancayı çıkarmış.
Şarjörü itip, ofisten dışarı fırlamış ve silahı adamların üzerine boşaltmış.
Ne yazık ki tamirhaneyi
basan koyu esmer tenli iki adam, milli istihbarat servisinin elemanlarıymış. Yani
Águila bilmeden iki polisi öldürmüş.
“İşte bu benim hayat hikâyem. Seninle bir oyun
oynamaya yetecek vaktim var. Beyazla başlayabilirsin.” dedi.
Altı hamleden sonra,
"Eğer gözlüğüm olsaydı muhtemelen
onların kim olduklarını görürdüm. Yani bir bakıma burada olmamın nedeni, sağlık
sigortamın olmaması." Ben bir şey söylemeden önce kendisi güldü. İleriye bir piyon
sürdüm, ona yirmi ikinci hamlede beraberlik teklif ettim.
Águila, "Oyna Inocente." dedi. Yedi hamle sonra yenildiğimi
kabul ettim.
Mayıs ayında bir perşembe sabahı onu infaz için hücresinden alıp götürdüler. Nöbetçiden servis penceremin kapağını kaldırmasını istedi, sonra,
“Hey Inocente,
işte son arzumun bir kopyası, sanırım buna vasiyet diyorsunuz. Gomez sana satranç
setimi bıraktığımı biliyor, tamam mı? Vaya
con Dios, amigo****, Seni özleyeceğim." dedi.
“Ben de seni özleyeceğim.” dedim.
“Dert etme bunu, Mahkûm, düşünmen gereken daha
önemli konular var.” dedi.
Zincirlenmiş ellerini göğüs kafesine doğru
kaldırdı, eğildi ve yapabildiği kadar bana “Elveda”
demeye çalıştı.
İki yıl önce, Águila gibi bir adamı, yerleri
paspaslamak için bile işe almazdım. O gece, ölüm hücresinde 213. günümdü ve
buraya geldiğimden beri ilk kez ağlıyordum.
* “Mi padre dejó de ir a la iglesia.” (İspanyolca, "Babam kiliseye gitmeyi bıraktı.")
** "No Estoy seguro"** (İspanyolca, Bundan emin değilim)
*** Mis padres siempre necessan cansados (İspanyolca, Benim ailem her zaman yorulmuş)
**** Vaya con Dios, amigo (İspanyolca, Tanrı seninle olsun, arkadaş)
(Devam edecek)