KATEGORİLER

30 Mayıs 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 27/2


Dört gardiyan kovulmuştu. Telefonu olan mahkûmlar doksan gün boyunca 3. seviyeye gönderildiler, orada duş, havalandırma ve hücre dışında yemek yoktu. Geri kalanımız otuz gün süreyle kilitlendik, yani hücrelerimize yedi/yirmi dört hapsedildik. Toplu cezaların penolojik teorisiyle bir ilgisi olduğundan emin olmamakla beraber bizi hücrelerimize hapsetmek suretiyle Şef'e olan kızgınlığımızı unutmamız sağlanmıştı.

Şef’in senatöre telefonundan bir gün önce, Águila kapının altından bana bir kâğıt uçurtma fırlattı. Notunda “Hah, tamam şimdi seni köşeye sıkıştırdım. Qf3” yazıyordu. Ben de kâğıda Kd8 yazdım ve hemen geri gönderdim. Homurtu sesleri kulağıma kadar gelmişti. Yeni gelen mesajı okudum, “Lanet olsun. Rövanş ne zaman?

Hücrelerimizin kilitlendiği otuz gün boyunca on dört oyun daha oynadık. İkisinde berabere kaldık. İki tanesini ben kazandım. Gerisini ise o kazanmıştı. Kilitlenmenin sona erdiği otuz birinci günde, Yüzbaşı, Águila’nın hücresine geldi ve sadece onun duyabileceği alçak bir sesle bir şeyler söyledi. Ona ne olduğunu sordum.

“Yüzbaşı randevum olduğunu söylemeye gelmiş. Öyle anlaşılıyor ki, yerime başka birini bulman gerekecek.” dedi.

Sessizliğe büründüm, aralarında ne konuştuklarını hayal ediyordum. “Peki, seni ne zaman çağıracaklar?” diye sordum.

“Yüzbaşı, hücrem tahtakuruları tarafından ele geçirildiğinde beni aldıracağını söyledi.” dedi. Muhtemelen ne düşündüğümü bilmek istiyordu. Aklı başında saydığı birinin salakça soruları onu sıkmış olmalıydı.

Radyosunu açtı. Bir yerlerden su şırıltısı geliyordu.

“Bana aileni anlatır mısın?” diye sordum.

“Dinle Inocente,” dedi. “Şimdi sana bunları anlatmak için hiç havamda değilim. Fakat şunu bil ki burada tanıdığın herkes layığı neyse onu bulmuştur.”

“Biliyorum, ama sen yine de anlat bana.” dedim.

“Belki başka bir zaman.” dedi.

Ertesi sabah yeniden sordum. Bana,

“Kitap mı yazıyorsun?” diye soruyla karşılık verdi.

“Bunu neden soruyorsun?” dedim.

“Hiçbir sebebi yok.” dedi.

“Ya sen?” deyip soruyu bana çevirdi.

“Günlük yazıyorum, yargıçları yazmayı düşünüyorum. Yazdığım şeyler bunlar. Bundan daha iyisi ne olabilir ki?” dedim.

“Ne, kitap mı yazacaksın? Hâkimler için hem de?” dedi.

“Evet,” dedim, “Hâkimlerle ilgili.”

Bana güldü. “Bu kadar aptal olma, Inocente, benim bildiğim, onlar avukatların yazdıklarını bile okumazlar.”

Israrım sonunda işe yaradı. Bana hayatını anlatmaya başladı.

On üç çocuklu yasa dışı göçmen bir ailenin en küçük çocuğu olarak Chicago'da doğmuş. On yaşına gelinceye kadar, en büyük erkek kardeşini babası  sanıyormuş.

“Benden on beş yaş büyüktü. Babamı hiç görmediğimden dolayı onun babam olduğunu düşünüyordum.” dedi.

Águila’nın babası, geceleri küçük bir fırında çalışıyor, ekmek ve çörek yapıyormuş. Gündüzleri ise şehir merkezindeki bir lokantada masaları toplamaktan sorumlu bir komiymiş.

“Ev kirasını ödemek, on üç çocuğu beslemek ve gerekli parayı sağlamak için saati yedi dolardan bir adamın haftada kaç saat çalışması gerektiğini biliyor musun?” diye sordu. Tahmin etmemi beklemedi.

“Haftanın saat sayısından daha fazla!”

Annesinin her sabah kilisedeki ayinlere katıldıktan sonra günün geri kalanını evi temizleyerek ve kuru fasulye, kaktüs meyvesi ve ekmek pişirerek geçirdiğini anlattı. Pazar sabahları, saat sekizde ailenin bütün fertlerinin toplanıp hep birlikte kiliseye gittiklerini söyledi.

Kilisedeki sıraların kahverengi tenli insanlarla dolu olduğunu ve rahiplerin İspanyolca verdiği vaazlarda, eşcinsellerin her zaman iyileştirilebileceğini, kürtajın cinayet ve doğum kontrolünün ölümcül bir günah olduğunu anlattıklarından bahsetti.

Águila, “Mi padre dejó de ir a la iglesia.*” ama kadınlarla yatıp kalkmayı hiç bırakmadı. “Gerçekten, etrafta dolaşan üvey kardeşlerim bile olabilir, "No Estoy seguro"** dedikten sonra gülerek ekledi. “Fakat bunu hissediyordum.” 

Babasının Teksas'a nasıl geldiğini sordum. Bana acı acı gülümsedi.

İlkokul üçüncü sınıftayken, rakip bir çete iki kardeşini öldürmüş, üçüncüsünü de yaralamış. Bunun üzerine ailesi, bütün eşyalarını panelvan bir minibüse doldurmuş ve Meksika'nın merkezindeki büyük babalarının yaşadığı küçük bir çiftliğe varıncaya kadar gün ve gece boyu süren uzun bir yolculuk yapmışlar. Águila, on beşinci doğum gününde iş aramak için Teksas'a gelmiş. San Antonio'daki sosyal konutlarda kalıyormuş. Bir oto tamirhanesinde çalışmaya başlamış ve maaşının çoğunu ailesine gönderiyormuş. Barda takıldıkları bir akşam, arkadaşlarından biri, gece tamirhanenin kapısını açması için ona bin dolar teklif etmiş. Bunu yapabilirse arkadaşları, arabaların bazı parçalarını çalıp el altından satacaklarmış.

Águila parayı duyunca şaşırmış, bin dolar! Gerçek mi bu? Bundan daha harika bir memleket olabilir mi? Mis padres siempre necessan cansados***, doğru dürüst para kazanmadan ve hiç karınları doymadan ama ben burada, sadece bir kapı açıp ışık düğmesini çevirmemin karşılığında para alacaktım.

Birkaç hafta sonra, Águila garajın küçük ofisinde sigarasını içerken arkadaşları beş bin dolara satmayı planladıkları uçak alüminyumundan yapılmış jantları çıkarıyorlarmış. Tam o sırada kafalarına sadece gözlerini açıkta bırakan yün başlıklar geçirmiş ve ellerinde Uzi taşıyan iki Honduraslı adam tamirhaneyi basmış ve herkese yere yatmasını söylemiş. Águila, masanın altındaki çekmeyi açıp 9 mm'lik bir Heckler & Koch tabancayı çıkarmış. Şarjörü itip, ofisten dışarı fırlamış ve silahı adamların üzerine boşaltmış.

Ne yazık ki tamirhaneyi basan koyu esmer tenli iki adam, milli istihbarat servisinin elemanlarıymış. Yani Águila bilmeden iki polisi öldürmüş.


“İşte bu benim hayat hikâyem. Seninle bir oyun oynamaya yetecek vaktim var. Beyazla başlayabilirsin.” dedi.

Altı hamleden sonra,

"Eğer gözlüğüm olsaydı muhtemelen onların kim olduklarını görürdüm. Yani bir bakıma burada olmamın nedeni, sağlık sigortamın olmaması." Ben bir şey söylemeden önce kendisi güldü. İleriye bir piyon sürdüm, ona yirmi ikinci hamlede beraberlik teklif ettim. 

Águila, "Oyna Inocente." dedi. Yedi hamle sonra yenildiğimi kabul ettim.

Mayıs ayında bir perşembe sabahı onu infaz için hücresinden alıp götürdüler. Nöbetçiden servis penceremin kapağını kaldırmasını istedi, sonra,

“Hey Inocente, işte son arzumun bir kopyası, sanırım buna vasiyet diyorsunuz. Gomez sana satranç setimi bıraktığımı biliyor, tamam mı? Vaya con Dios, amigo****, Seni özleyeceğim." dedi.

“Ben de seni özleyeceğim.” dedim.

“Dert etme bunu, Mahkûm, düşünmen gereken daha önemli konular var.” dedi.

Zincirlenmiş ellerini göğüs kafesine doğru kaldırdı, eğildi ve yapabildiği kadar  bana “Elveda” demeye çalıştı.

İki yıl önce, Águila gibi bir adamı, yerleri paspaslamak için bile işe almazdım. O gece, ölüm hücresinde 213. günümdü ve buraya geldiğimden beri ilk kez ağlıyordum.

* “Mi padre dejó de ir a la iglesia.” (İspanyolca, "Babam kiliseye gitmeyi bıraktı.")
** "No Estoy seguro"** (İspanyolca, Bundan emin değilim)
*** Mis padres siempre necessan cansados (İspanyolca, Benim ailem her zaman yorulmuş)
**** Vaya con Dios, amigo (İspanyolca, Tanrı seninle olsun, arkadaş)

(Devam edecek)

29 Mayıs 2020 Cuma

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 26/2

Görüşme salonu yavaş yavaş sessizliğe ve karanlığa bürünmüştü. Kabinler boşaldı ve ziyaretçiler özgür dünyalarına döndüler. Saat tam beşte, gardiyanlardan biri Olvido’nun arkasındaki kapıyı tıkırdattı, Luther kalkıp kapıyı açtı. Olvido görevliyi adıyla selamladı. Gardiyan gülümsedi, daha fazlasına müsaade edemeyeceğini söyledi ve saatini gösterdi. Avukatlarım hep birlikte ayağa kalktılar. Laura,

“Onlara yasal hakkımız olan bu ziyaretimizin normal çalışma saatlerini aşacağı hususunda bilgi vermemiştik ancak yakında yine döneceğiz.” dedi.

Olvido, “Ayrılmadan önce, bana sormak istediğin bir şey var mı?” diye sordu.

“Masum olduğumu nasıl ispatlayacaksın?” diye sordum.

“Henüz bilmiyorum," dedi. "Başka?”

“Kantinden alışveriş yapabilmem için banka hesabımdan para çekmelerine izin vermek istiyorum. Bunun için bir dilekçe yazıp imzalayabilir miyim? Miras hakkıma el koydular ancak biraz birikimim vardı. Bir radyo, birkaç kitap ve yiyecek bir şeyler almak istiyorum.” dedim.

Kafamdaki plana göre her gün ton balığı, fıstık ezmesi, kuru fasulye, mısır ekmeği, bir kavanoz salsa ve plastik poşetler içinde önceden yıkanmış salata çeşitleri yiyecektim. Bunları satın almak için basit bir form doldurup her sabah gelip beni kontrol eden gardiyana vermem yeterliydi. Teksas Eyaleti beni altı, bilemedin yedi yıl içinde infaz etmeyi planlamıştı ama onlardan önce hapishanede verdikleri yemeklerin beni öldürmesine izin vermeyecektim.


“Bir şeyler satın alabilmek için nasıl form doldurulacağı konusunda bana yardımcı olabilecek bir komşum var, ondan biraz borç aldım, ancak burada kullanacağım kendime ait bir hesabım yok.” dedim.

Luther, “Merak etme hallederiz, bu bir sorun değil.” dedi.

Bizi birbirimizden ayıran camın altındaki yuvanın kapak sürgüsünü açtı, çantasından çıkarttığı beyaz bir kağıdı benden tarafa itti. İmzaladım ve ona geri uzattım.

“Tek yapmam gereken bu mu?” diye sordum.

Luther, “Bir haftaya kalmaz para hesabınızda.” dedi.

Olvido, “Hadi artık, son çağrı yapıldı.” dedi. Kafamı meşgul eden son konuyu da öğrenmek istiyordum.

“Komşu hücremde kalan mahkum muhbir olabilir mi?” diye sordum.

Laura, sanki soruma gülmüştü, ama bundan emin olamadım.

Olvido, “Hayır, hayır böyle bir şeyin olacağını sanmıyorum.” dedi. “İdam cezasına çarptırılmış bir mahkûm olduğunuzu hatırlatırım. Artık onların herhangi bir muhbire ihtiyaçları yoktur.” dedi.

“Anlıyorum.” dedim.

Ayağa kalktılar ve elleriyle cama dokundular. Sanırım aynı şeyi benim de yapmam ve cama dokunmam bekleniyordu, ben de öyle yaptım. Demir kapı açıldı ve gittiler.

Orada iki saatten fazla yalnız başıma oturup bekledim. Sonraki ziyaretime gelmeden önce tuvalete gitmem gerektiğini unutmamalıydım. Gardiyanlar beni orada unutmamıştı, sadece götürmek için acele etmediler. Hücreme döndüğümde, masamda, plastik bir tepsi içinde güvece benzeyen soğuk, tepeleme sığır eti kâsesi gördüm. Bezelye olduğunu düşündüğüm griye kaçan yeşil bir nesneyi inceledikten sonra tuvalete boşaltıp sifonu çektim. Avukatlarla yaptığım konuşmaları hatırlamaya çalıştım, onlara her şeyi anlatmış olduğumu düşünüyordum. Acaba ben de onlara, kendileri hakkında soru sormalı mıydım? Burada kimseye mahkûm olmanın görgü kuralları öğretilmiyor!

Águila lütfedip özrümü kabul etti. “Bu kadar zamanda henüz kafayı sıyırmış olamazsın, muchacho*. No me molesta**. ” dedi.

Bana ne tür sabun, tıraş bıçağı ve duş terliği alacağıma dair önerilerini içeren bir not uçurdu. Notta ayrıca hangi muhafızların kelepçeleri çok sıkı bağladığını, hangisinin duşta bir saat ya da daha fazla kalmama izin vereceğini, hangisine rüşvet vererek ev yapımı alkollü içki ya da uyuşturucu temin edebileceğimi ayrıntılı bir şekilde yazmıştı.  
İdam mahkûmlarının çoğu, başkalarının ne yaptığını merak etmez, ancak Águila, hepsinin beni tanıdıklarını söylemişti. Benim duruşmalarımı radyonun gece haberlerinde sıkı bir şekilde takip etmişler. Águila, kurbanımın şöhretli bir kişi olması nedeniyle meşhur olduğumu söyledikten sonra,

“Ünlü olmanın burada sana pek bir faydası olmaz, Inocente.” dedi

Yere yığılmıştım ve ona sessizce Valium'un fiyatını bilip bilmediğini, param gelince ödemek üzere birisinin bana bunu dışarıdan temin etme imkânı olup olmadığını sordum. Herkesin duyabileceği kadar yüksek bir sesle,

“Bunu rüyanda görürsün, Cazador***, senin kafan iyi galiba.” dedi.

Bir süre sonra kapımın altından atılan sıkıca katlanmış kâğıt bir fişek gördüm. Kâğıdın içinde kalemle çizilmiş gülen bir yüz ve altı küçük beyaz hap vardı. "Gracias****" yazdım ve kağıdı kıvırıp geri uçurdum.

Ertesi sabah, Águila, dokuzuncu hamlede Bxf4 oynadı. Biraz düşünüp ona Vezir e8'e dedim.

“Vay canına! Güzel hamle, Inocente” dedi. “Sana geri döneceğim.”

İlk dört ayda, otuz üç kez ayrıldım hücremden: birer saatlik on sekiz havalandırma izni, birer saatten toplam on iki saat duş, bir kez de hapishane müdürünü ziyaret. Ayrıca bekleme sürelerim de dâhil olmak üzere toplam 17 saat süren yasal ziyaretlerim için iki kez hücremin dışına çıktım. Görüşmeler ve ihtiyaç sürelerimin toplamı 50 saat yapıyordu. Bunun dışında, 2.878 saatlik zamanımı beş buçuk metrekarelik hücremde yalnız geçirmiştim. Gelecek ay ise hücremden hiç dışarı çıkamayacaktım!

123. Gün: Bugüne kadar, ölüm hücrelerindeki mahkûmların yaklaşık yüzde onunda cep telefonu vardı. Bende yoktu, ama kimlerde olduğunu biliyordum. Bunu herkes biliyordu. Her bir telefonun karşılığında, mahkûmların aileleri gardiyanlara nakit para ödemişti. Mahkûmlar telefonlarını, kalın kitapların içini oyarak oluşturdukları boşluklarda, daktilo içlerinde ya da muhafızların bakmadığı başka yerlere gizliyorlardı.

Operasyon, Şef adıyla bilinen bir mahkûmun, salı gecesi saat yedi buçukta, Teksas Senatosu, Adalet Komisyonu Başkanıyla yaptığı telefon görüşmesi üzerine başlatıldı. Rivayet edildiğine göre, senatör, evde ilk votka martinisini yudumlarken telefonla aranmıştı. Hiç kimse bizim Şef’in senatörün gizli numarasını nasıl eline geçirdiğini bilmiyordu. Önce kendisini tanıtmış ve hücresinden aradığını söylemiş. Bilgisayar ve spor ekipmanı taleplerini dile getirdikten sonra, sadist gardiyanlardan, saçma sapan yemek saatlerinden ve parçalı fıstık ezmesi bulamadıklarından yakınmış. Duyduğum bu hikâyenin pek çok versiyonu var.  Bunlardan birine göre Senatör, "Kim bu yine" deyip söylenmiş, Şef, hiç istifini bozmadan, adını ve mahkum numarasını bir kez daha tekrarladıktan sonra sorunlarının ne kadar bir süre içinde giderilebileceğini sormuş.

Senatörün kokteyl saatinin yarıda kesilmesine sebep olan bu olaydan yaklaşık on beş dakika sonra gardiyanlar bütün ölüm hücrelerine baskın yapmaya başladılar. Bu iş birkaç gün sürmüştü. O sırada hapishanede idam cezasına çarptırılmış 378 mahkûm vardı. Şafak vaktine kadar yapılan aramalarda on dört cep telefonu bulunmuştu. Ertesi gün akşam yemeğinde bu sayı yirmi üçü buldu. Aramalar bittiğinde, biri tekerlekli sandalyedeki bir mahkûmun rektumunda, diğeri de Big Al adlı obez mahkûmun karın yağı kıvrımlarının altına gizlenmiş toplam otuz bir tane cep telefonu bulundu. Ben yine de hepsini bulamadıklarını biliyordum.


muchacho* :İspanyolca, delikanlı
No me molesta**  :İspanyolca, bu beni rahatsız etmez
Cazador*** : İspanyolca, avcı
Gracias**** : İspanyolca, teşekkürler

(Devam edecek)

28 Mayıs 2020 Perşembe

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 25/2


Hücremin kapısı açıldığında, diğer üç gardiyanı gördüm, muhafaza timi olmalıydı. Beni çekiştirirlerken Águila bağırdı,

“Çaylağa iyi davranın, o Innocent*” Onun arkamdan güldüğünü duydum. Gardiyanlardan biri önde yol gösterirken diğer ikisi, sağıma ve soluma geçti, ellerini omuzlarıma yapıştırıp öndekini takip etti. Koridor boyunca yürüdük ve iki elektronik kapıdan geçtik, daha sonra dışarı çıktık. Yukarı baktığımda gökyüzünü görebiliyordum. Üzerine spiral jiletli tel çekilmiş, dört metre yüksekliğindeki duvarların arasından geçtik.1,20 metre genişliğinde epey dar bir geçitti. Önümdeki muhafız, kimliğini küçük bir video kameraya tuttu ve önümüzde diğer bir elektronik kapı açıldı. Birden soğuk bir hava cereyanıyla karşılaştık. Solumda tek kişilik ziyaret kabinleri bulunan başka bir salona girdik. Üzerinde 3B yazan kapıyı açıp içeri girmemi beklediler. Kapı elektronik değildi. Muhafız arkamdan kapıyı kapattı ve dışarıdan kilitledi. Çömeldim, gardiyanlardan biri delikten uzanıp kelepçelerimi çözdü.


Kalın, kafes telli camın diğer tarafında, üç kişi beni bekliyordu: otuz yaşlarında görünen dolgun kumral saçlı bir kadın, dazlak kafalı siyahî bir adam ve yirmili yaşların başında, alt dudağında parlak mor renkli piercing ve bir küpe bulunan bir genç kız. Onların arkasında sırtlarına ceket giymiş, ziyaretçileri izleyen iki kadın gardiyanı fark ettim. Ziyaretime gelenler arasındaki kumral saçlı kadın, camın yan tarafındaki telefonu işaret etti, telefonu alıp kulağıma dayadım.

“Adım Olvido. Sana iki hafta önce kendimi tanıtan bir mektup yazmıştım. Burada senin temyiz avukatın olarak bulunuyorum.” dedi.

“Mektubunu aldım ama senden davama bakmanı istediğimi hatırlamıyorum.” dedim.

“Biliyorum,” dedi. “Ölüm cezasına çarptırılan mahkûmların otomatik temyizi vardır. Hâkim beni ve ekibimi bu iş için görevlendirdi. İstediğiniz başka biri varsa onu tercih edebilirsiniz, bu sizin en doğal hakkınız.”

“Benim burada olmamın tek sebebi daha önceki avukatlarımı kendim seçmiş olmam.” dedim.

“Tamam, o zaman anlaştık.” dedi.

Luther ve Laura adlarında iki meslektaşını tanıttı.

“Tanıştığımıza memnun olduk” dediler aynı anda. Ben de "Memnun oldum.” dedim. Olvido, dokuz ay içinde karara itirazda bulunacaklarını, Bölge Savcısının altı ay içinde dilekçemize yanıt vereceğini ve Mahkemeden de bir yıl içinde karar çıkabileceğini söyledi.

“Siz bana, davayı kazansam bile, iki buçuk üç yıl burada kalacağımı mı söylüyorsunuz?” diye sordum.

“Evet” dedi.

“Ya kaybedersem?” diye sordum.

Olvido, Federal Mahkemeye yeni bir temyiz talebinde bulunacağını, eğer iş o noktaya gelirse, avukatım olarak devam etmesini isteyip istemediğime veya onu başka birisiyle değiştirmeye karar verebileceğimi açıkladı.

Luther, “Tabii ki, o noktaya gelemeyebiliriz.” dedi.

Laura, Luther’in takımın iyimseri olduğunu söyledi. Laura ve Olvido birlikte gülümsediler. Anladığımı göstermek için başımı salladım. Beni şaşırtmışlardı. Kimse bana  avukatlarımın bir gün ayaklarıyla gelip beni bulacaklarından söz etmemişti. 

“ Kusura bakmayın," dedim. "Ziyaretçi beklemiyordum."

Arka tarafta bulunan muhafızlardan biri,  genç siyahî adamı ziyaret eden, camın diğer tarafındaki güzel kadının fotoğrafını çekti. Genç kadın cama iyice yapışmış, mahkuma dokunacak kadar yaklaşmıştı, birbirlerini ayıran sadece aralarındaki camdı. Muhafız fotoğrafı kadına verdi. Ben kadının dudaklarını okuyabiliyordum. Muhafıza “Teşekkür ederim.” dedi. Gardiyan gülümsedi.

Olvido'ya “Bu işte ne kadar tecrübelisin? diye sordum.

“Aslında olduğumdan daha genç görünürüm. Uzun zamandır ağır ceza davalarına bakıyorum. Luther ve Laura’nın iş tecrübesi fazla değil ama ikisi de müthiş zekiler, onları sırf bu yüzden işe aldım.” dedi.

"Anlıyorum." dedim.

İşe yeni bir kadın şef almaya karar verdiğimde, baş vurduğum bir numara vardı. Bana bir omlet pişirin derdim. Yumurtaları tavaya boşalttığı anda ona arkamı dönüp ızgarada pişen balığa bakmasını ve aynı zamanda yapmakta olduğum sosla da ilgilenmesini söylerdim. Sonra yanından uzaklaşır başka bir işle ilgilenirdim. Bazıları beklenmedik kaos karşısında panik yaparlar. Böyle insanları bir cumartesi gecesi yoğunluğunda değil, bir mülakat sırasında tanımak daha kolay. Hapishanenin daha önce hiç bulunmadığım bir yerinde, hiç görmediğim ve kim olduklarını bile bilmediğim avukatlarla görüşüyordum. Dünyam tersine dönmüştü. Ne hakkında konuşuyorduk? Luther’in omzunun üzerinden yine arka taraflara doğru bakmaya başladım. Bazı mahkûmlar ebeveynleri olabilecek yaşlılarla, bazıları da çocukları olabilecek daha genç insanlarla görüşüyorlardı. Üzerinde haç işareti bulunan bir kıyafet giymiş zenci mahkûm, ona deri ciltli kitaptan İspanyolca İncil okuyan bir adamı dinliyordu. Kolları yeşil dövmelerle kaplı, beyaz obez bir adam, yutkunma tiki olan minyon tipli bir rahibenin karşısında oturuyordu.

Luther başını arkaya çevirdi, gördüklerimin aynısını o da gördü. “Aynı Ulusal Futbol Ligi gibi, burası Amerikan halkının eritme potası.” dedi.

Sanırım şaka yapıyordu, ama bundan emin olamadım, bu yüzden ona,

“Ha evet, sanırım öyle.” dedim. Arkada soda, şekerleme, sandviç ve cips otomatları gördüm. Laura bana yiyecek bir şeyler isteyip istemediğimi sordu. Ona teşekkür ettim, aç olmadığımı söyledim. Olvido,

“Müsait olduğun başka bir gün de olabilir fakat duruşmadan önce bana hayat hikâyeni anlatmanı istiyorum.” dedi.

“Hayatımın aşkıyla evlenmiştim. Fakat onu ben öldürmedim.” dedim.

Başıma gelenleri herkesin bildiğini sanıyordum. Fakat Olvido benim hakkımda pek çok şeyi bilmiyordu. Niye bilmeliydi ki zaten? Onlara Tieresse'nin öldürüldüğünü öğrendiğim günü anlatmaya başladım, ancak Olvido araya girdi.

“Önce bana onunla nasıl tanıştığınızı anlat.” dedi.

Beş saat boyunca Olvido ve arkadaşlarına Tieresse ile nasıl tanıştığımı ve onunla birlikte geçen hayatımızı anlattım. Ailemden ve çocukluğumdan, restoranımdan ve kariyerimden bahsettim. Tieresse'nin sevdiği yerler hakkında ve desteklediği yardım kuruluşlarını anlattım, bu işleri neden yaptığına dair bilgiler verdim. Neredeyse her şeyi anlatmıştım.


* Innocent: İspanyolca Masum

(Devam edecek)

AIN'T GOT NO, I GOT LIFE - Mrs. KEDİ'YE...

Nina Simon (21 Şubat 1933 - 21 Nisan 2003) Caz ve soul müziğin en önemli isimlerinden. "Ain't Got No, I Got Life" parçası ünlü  "Hair" müzikalinde aklıma kazınmıştı. "Hiçbir şeyim yok fakat beynim var" diyor. "Yok" derken yüzündeki ifadeye bakıyorum, gözlerinde bir umursamazlık.

Ne bir isyan ne de kıskançlık seziyorum. sözlerinde. Sonra "Var" dediklerini öyle bir gururla sayıyor ki, baş ağrısı, diş ağrısı, Afrika dahil, her şey var... Uçuyorum onunla birlikte.

Yokları çok daha fazla: "God", "Mother", "Father", Love", "Home", "Money"... Ama her şeyin ötesinde "Ben varım" diyor, kimsenin elimden alamayacağı kafam var, beynim, ağzım, burnum, kulaklarım var.

Kimsenin elimden alamayacağı!!! Doğru ya! O elimden giderse ben zaten "yok" olurum.

27 Mayıs 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 24/2


Taylor çığlık attı. “Hey, hey, sakin olun adi herifler!”

Karşı hücredeki adam sevinç içinde bağırdı, “Helal sana, Adolf, bombaları iyi savuşturdun. Dayan komutan!”  

Elinde aeresol kutusu olan muhafız ona kadar saydı, sonra bir Ninja servis penceresi kapağını kaldırıp içeri doğru göz yaşartıcı sprey püskürttü.

Taylor, “Yeter artık, göremiyorum. Bu yaptığınız orantısız güç kullanımı. Yüzbaşıyla görüşmek istiyorum. Onun öksürdüğünü duydum.” dedi.

Elinde aerosol olan muhafız, "Tabii, hemen onu size getireceğim" dedikten sonra Ninja’lardan birine başıyla işaret edip yeniden servis penceresinin kapağını açmasını istedi ve Taylor'a bir kez daha göz yaşartıcı sprey püskürttü. O yan tarafa çekildiği esnada üç Ninja içeri daldı. İçlerinden biri, “Yat aşağı, yat, yat, yat.”  derken, kısa bir kargaşa oldu ve sonra Taylor'u çırılçıplak gördüm. Elleri arkasından kelepçelenmişti. Yüzükoyun yatarken Ninja’lardan birinin ayağı sırtına basıyordu. Her şey saniyeler içinde olmuştu. Diğer taraftan iki gardiyan daha geldi ve şilte, havlu ve Taylor’ın kıyafetlerini hücreden dışarı çıkardı.


Taylor, “Lanet olası zenci işbirlikçisi pislikler.” diye bağırdı.  Ninjalardan biri kafasına bir tekme savurdu. Video kameralı gardiyan, yanındakilere, tüm eşyalarını dışarı çıkarıp ateşe vermelerini söyledi. Ninjalar Taylor'ı hücresine geri itti. Video kameralı gardiyan,

“Hücreni temizleyene kadar yerde uyuyabilirsin.” dedi. Ona paspası uzattı. Zamanı kaydetmek için kamerayı kol saatine doğru tuttu ve sonra dördü hep beraber ayrıldılar.

Koridorun karşısındaki mahkûm keyifle söyleniyordu, “Ne eğlenceydi ama!”

İki saat sonra, sıkıca sarılarak fişek haline getirilmiş çizgili bir defter kâğıdı çelik hücre kapımın altından geçerek metal komodine çarptı ve yere düştü. Onu alıp dikkatlice açtım. Kurşun kalemle yazılmış, üçüncü sınıf karalama bir mesajdı:

Cehenneme hoş geldin, Çaylak. Ben, El Águila. Yan komşun bir dazlak, belki de çirkin olduğu için yüzünü Nazi sembolü bir dövmeyle kapatmaya çalışmış. Onun adı Taylor. Yine de endişelenmene yer yok. Sadece konuşur o. Duyduklarım doğruysa yaşlı karısını öldüren zengin bir adammışsın. Satranç oynar mısın benimle? Eğer cevabın evet ise, açılış hareketim e4. Ha bu arada Nerelisin?

Not, gülen bir suratla imzalanmıştı.

İlk bakışta onu ​​görmezden gelmeyi düşünüyordum. Burada arkadaş edinmek, özellikle de yanlış kişilerle arkadaşlık yapmak istemiyordum. Ancak Taylor'ın aksine bu adam deliye benzemiyordu ve tahta olmaksızın satranç oynama teklifi hoşuma gitmişti. Kâğıdın arkasını çevirdim ve yazmaya başladım.

“Beni lütfen rahat bırak. Adım Zhettah. Houston'lıyım. Ayrıca, mahkûmların diğer mahkûmlara neden burada olduklarını sormamaları gerektiğini düşünüyorum. e5.” 

Kâğıdı aynı şekilde kıvırıp fişek yaptım, yere uzanıp kapının altından karşı kapıyı görmeye çalıştım ve kağıda orta parmağımla sert bir fiske vurdum. Águila'nın "İyi atıştı, Çaylak” dediğini işittim. Bir an için kendimle gurur duydum.

İki dakika geçmeden mesaj geri döndü. Águila şöyle yazmıştı:

Sana bir şey sormadım, Çaylak. Ne biçim ismin var senin? Sana ben "Avcı" diyeceğim, anlaştık mı? Şahın Gambit’ini seviyorum. f4.”
Ben de ona hemen cevap yazdım,

Haklısın, söylemedin. Ama merak ediyorsan söyleyeyim, ben masumum. Sen nerelisin? exf4.”

Tamam, her neyse Patron. Aslına bakarsan, hiçbir yerden değilim. Laredo'da doğdum ama çok yer dolaştım. NF3.” şeklinde bana cevap verdi.


Mideme bir şey saplandı. İlçe hapishanesinde,  yanı başımdaki hücreye mahkûm süsü verdikleri bir polis koymuşlardı.  Onunla arkadaşlık edip bütün sırlarımı paylaşacağımı ümit etmiş olmalıydılar. Yapılan tüm hile ve tuzakları, birden samimi olmalarını, benimle iletişim kurmak için bahane yaratmalarını kavramaya başlamıştım. Ama neyi bana hala itiraf ettirmeye çalıştıklarını anlayamıyordum. Zaten suçlu bulunmuştum. Zaten mahkûm olmuştum. Zaten buradaydım. Yapmaya çalıştıklarının hiç bir anlamı yoktu. Oturdum yazdım;

Hepiniz bir senedir yapmadığım bir şeyi yaptığımı söylememi istiyorsunuz. İstediğiniz olmayacak. Ben eşimi sevdim.”

Son cümlemin altını çizmiştim. Sonra hamlemi “d6” olarak not ettim ve bir de dipnot ekledim: Ben zengin biri değilim.”

Anında geri döndü.

Bu Fischer Savunması. Oyunu gerçekten biliyor gibisin. Bunu yarına kadar düşünmeliyim. Epey açıldığını görüyorum. Ve ayrıca sakinleşmen gerek, Avcı. Yapmadığın şey için bana bok atman gerekmez. Buenas noches, Inocente.” (*) 


Bir anda ona haksızlık ettiğimin farkına vardım. Sabah olunca kendisinden özür diledim. Saatime baktım. Zaman bir şekilde geçiyordu. Neredeyse gece yarısı olmuştu. Pleksiglas penceremden gördüğüm beyaz parıltılı ışıkların hapishane duvarlarına yansıyan güvenlik projektörleri olduğunu anımsayana kadar onları ay ışığı parıltısı sanmış ve büyülenmiştim. Dişlerimi fırçaladım, yüzümü yıkadım ve uzandım. Gözlerimi kapattım. Sabaha karşı saat dördü çeyrek geçe servis penceresinin demir kapağı sert metalik bir ses çıkararak açıldı ve gardiyanlardan biri toz yumurta, ılık kahve ve kızartılmamış bir dilim beyaz ekmek paketinden oluşan kahvaltı tepsisini içeri sürdü. Tam dört saat boyunca deliksiz uyudum. Hemen hemen iki yıldır bu kadar iyi dinlenmemiştim.


İlçe hapishanesinin ortak alanında bulunan TV'ler, öğleden sonraları sürekli olarak komşunun çimine çişini yapan köpeğin sahibini konu alan ya da Bluegrass'ın hakimiyetindeki banliyöde, garaj orkestrasından birinde hip-hop yapan öfkeli gençlerle ilgili anlaşmazlıklara başkanlık eden yargıçların şovlarına ayarlanmıştı. Mahkûmlar, bu sahte hukukçuların sahte sertliğine gülüyorlar, onları zorba olarak kabul ediyorlar, onlara cevap vermelerine izin verilmeyen zayıf insanlarla alay ediyorlar ve güçsüz insanları aşağılayıp şikâyetlerini önemsemiyorlardı. O şovlardan nefret ediyordum. Onları bile özlemiştim. Çünkü ölüm hücrelerinde televizyon yoktu.


Taylor’un göz yaşartıcı gazları yediğinden sonraki sabah, saat sekizde Lila geldi ve bana bir ziyaretçim olduğunu, eşyalarımı toplayıp ayakkabılarımı giymemi söyledi. Hiç bir şeyim yoktu ve hiç ziyaretçi beklemiyordum.

“Emin misin, benim için mi gelmişler?” diye sordum.

“ Malzemelerini al, yoksa seni onları almadan çıkartırız.” dedi.

“Hiç malzemem yok.” dedim.

“Eller” dedi.

Arkamı dönüp çömeldim, hücreye doğru uzandı ve kelepçelerimi taktı. Sonra,

“Geri çekil.” dedi.

(*) Buenas noches, Inocente: (İyi geceler, Masum)

(Devam edecek)

25 Mayıs 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 23/2


23.Gün: Tecrit bu sabah resmen sona erdi. Trustee yemek tepsimi getirdiğinde, gardiyanların öğleden sonra beni havalandırmaya götüreceklerini, yarın da duş için hazır olmamı söyledi. Yönetmelik, hava almamız için günde bir saatliğine beş buçuk metrekarelik hücremizin dışına çıkartılmamız gerektiğini ve haftada dört kez de duş alma hakkımız olduğunu söylüyor. Ancak biz bunların ancak yarısına razı olmak durumundayız. Çoğu mahkûm ise bu durumdan şikâyet etmeyip uyumayı tercih ediyor.


Saat üçü biraz geçiyorken gardiyanlar beni götürmeye geldiler. Gelenler yabancı değildi, Lila, Forester ve McKenzie. Arkamı dönüp çömeldim ve onlar istemeden bileklerimi uzattım. Forester bana bakıp güldü,

"Bakıyorum ininden çıkmaya pek heveslisin." dedi. Koridor boyunca yürüdük, sola döner dönmez önümüze “C-Tipi Cezaevi – Bütün mahkûmlar kelepçeli tutulmalıdır” yazan bir bilgi levhası çıktı. Tekrar sola döndük. Hemen önümde değişik bir kafes gördüm. Bu, beton bir zemine sahip, disko dans platformu büyüklüğünde, yerden tavana kadar çift sıra çelik çubuklarla çevrilmiş dairesel bir dans pistiydi. İçi tamamen boştu.

"Havalandırma dediğiniz şey bu mu? diye sordum.

McKenzie, Forester’a bakarak,

"Soru mu şimdi bu? Yoksa Mahkûm bizimle kafa mı buluyor? dedi. Lila'ya baktım. Gözlerini benden kaçırdı.

Havalandırma süremi değerlendirmek için her beş turda bir yön değiştirerek dairesel kafesin çevresinde yürüdüm. Her on turdan sonra şınav yaptım. Lisedeki spor derslerinden bu yana şınav yapmamıştım. On turluk iki alıştırmadan sonra üçüncü alıştırmada yedi tur ve sonuncuda da beş turluk seriyi tamamladım. Üçüncü alıştırmadan sonra kollarım titriyordu. Yanıma geldiklerinde bir saat oldu mu? diye sordum.

McKenzie, "Yirmi beş dakika oldu koçum, hadi artık gitme zamanı." dedi. O gece terli gömleğimle uyudum. Onu üzerimden çıkaramayacak haldeydim, her yanım ağrıyordu.

Ertesi gün duş sıram gelmişti. Birçok kişi sırasından feragat ediyordu. Çünkü su, bazen aşırı derece sıcak, bazen de dondurucu soğuk olabiliyor, gardiyanlar, hücrenize geri götürene kadar birkaç saat boyunca sizi duş kabinlerinde unutabiliyorlardı. Fakat ben bu durumu umursamamıştım. Sırtımın ağrılarına sıcak suyun çok iyi tesir edeceğini düşünüyordum. Ayrıca, hapishaneye ilk geldiğimde, beni sabun ve dezenfektanla yıkadıkları günden beri, hijyen adına tek yaptığım şey, hücremde bulunan küçük lavaboda ıslanmaktan ibaretti. Acilen bir duşa ihtiyacım vardı. Görevliler beni almaya geldiğinde, kelepçe takmaları için arkamı döndüm ve bileklerimi uzatıp kapının yanına çömeldim. Servis penceresinden bakan gardiyan,

"Mahkûm Za-heater, ilk önce havlu ve sabununu almalısın, çünkü  senin uşağın yok burada." dedi.

Başımdan aşağı sular damlamaya başladı, önce sıcak akan su kısa süre sonra soğumaya ve daha sonra tekrar ısınmaya başladı. Kollarımı yukarı kaldırıp öne doğru eğildim ve avuç içlerimi duvardaki karoya yapıştırdım. Tieresse'nin öldüğü günden beri dünyada tek başımaydım fakat küflü duş kabini içindeki borudan damlayan ılık sulardan çıkan seslerin, mahkûmların gürültülerini geçici olarak unutturduğu o anda, ilk kez kendimi tamamen yalnız hissettim. Suyu kapattım ve beton oturağa çöktüm. Bence gardiyanlar halimi görüp insafa geldi ve beni yeniden kelepçeleyip hücreme götürmek yerine tam kırk beş dakika boyunca orada kalmama göz yumdular.


Taylor’ın hücresinin önünden geçtik. Radyosunda country müzik çalıyordu ve bulunduğu yerden kanalizasyon kokusu geliyordu.

Bela, "Neler oluyor?" dedi. McKenzie servis penceresini kaldırdı ve arkasından hemen kapattı. Taylor ona yine pisliğini atmaya çalışmıştı. McKenzie Bela'ya,

"Reflekslerim biraz daha yavaş olsaydı öldürürdüm onu." dedi. Bela,

"Büyük hayır işlerdiniz, efendim." dedi. Taylor bağırarak ortalığı inletti,

"Beni dinleseniz iyi olur, koğuş temizlenene kadar barış olmayacak." dedi. Sonra kendi kendine mırıldandığını duydum, ama dediklerini anlayamadım. 

McKenzie, "Sen toplumun utanç duyduğu geri zekâlı mahkûmun tekisin. Seninle sonra hesaplaşacağız." dedi. 

Taylor, "Cehenneme kadar yolun var, McKenzie, defol git başımdan, giderken yanımdaki hücrede kalan Che Guevara'yı da al götür. Artık lanet olası tacizlere katlanmayacağım." dedi.

Beni koruyan masif çelik kapıya rağmen, içimde bir korku hissettim.

Taylor bana, "Sen de mi gülüyor musun, Che Guevara? Eğer gülüyorsan, senin de canın cehenneme." dedi ve gardiyanların arkasından bağırdı.

"Onu buradan götür, McKenzie, ya da benim seviyemi yükselt!"

Burada üç seviyemiz vardı. Seviye 1, benim olduğum yer. Seviye 2, küçük bir ihlal yapan mahkûmların gönderildiği yer. Seviye 3’e ise delik adını veriyoruz. Seviye 3'teki mahkûmlar, eğer varsa, radyolarını kaybederler ve gardiyanlardan spor, havalandırma, duş veya başka bir şey talep edemezler. Nihayetinde bu seviyelerin neleri kapsadığı konusunda ilk elden bilgi edinebilirdim, fakat bunu yapmam için Taylor'a gülmediğimi söylemem gerekip gerekmeyeceği konusunda kararsız kaldım.

Lila'nın hücre kapımı açmasını beklerken, McKenzie, Bela'ya bir ekip çağırmasını söyledi. Ne yapacaklarını merak ettim, ama bunu onlara sormak için doğru zaman değildi. Bela, kapımı kapatıp kilitledi ve başka bir söz söylemeden kelepçelerimi söküp aldı.

Kapımın arkasında hücremin tam karşı tarafındaki birinden kahkaha sesi geliyordu. Görünen o ki yeni bir komşum olmuştu. Ben duştayken taşınmış olmalıydı. Rahatlığına bakılırsa yeni bir mahkûm olmadığı anlaşılıyordu. Muhtemelen başka bir koğuştan gelmişti. Sahte bir pelteklik verdiği yüksek perdeli bir sesiyle,

“Sizleri çok özledim aşklarım” derken bir öpücük sesi çıkardı ve arkasından “Sen de beni özledin mi Adolf?” dedi.

Taylor, “Kapat çeneni pislik” diye bağırdı hücresinden.

Yeni mahkûm bir yandan gülerken ona cevap yetiştirmeye devam etti.

“Teksas hapishanelerinin en aptal adamı olmana rağmen Adolf, senin Nazi kıçını kızartırlarken yine de üzüleceğim. Sana gerçekten acıyorum, geri zekâlı herif. Bak bunu bütün samimiyetimle söylüyorum. Az sonra yanına geldiklerinde, bir yandan oturmuş patlamış mısırımı yerken, seni fahişeler gibi ağlatan gardiyanların eğlenmelerini izleyeceğim."


Taylor, “Adi herifler, kavgaya hazır olduğumu biliyorlar. Bugün benimle uğraşmazlar.” diye söylendi. 

Yeni mahkûm, “Lanet olsun, sen aptalın tekisin, Taylor” dedikten sonra bana laf attı. 

“Ya sen, çaylak, sen de izlemeye hazır mısın?”

Kısa bir süre sonra Taylor'un hücresinin önünde dört özel güvenlik görevlisi göründü. Servis kapağı üzerindeki deliklerden onları izliyordum. Üç tanesi siyah Ninja kıyafeti giymiş, başlarında miğfer ve ellerinde şeffaf birer kalkan taşıyorlardı. Dördüncüsünün bir elinde video kamera, diğer elinde ise bir aerosol kutusu vardı. Ninjalardan biri aniden bağırarak servis penceresinin kapağını kaldırdı ve içeri bir şey fırlattı. Boğuk bir patlama sesi duydum, burnuma barut kokusu geldi.


Trustee : ABD cezaevlerinde tahliye olmalarına az kalmış ve iyi hal gösteren ve koğuş işlerinde gardiyanlara yardımcı olan mahkumlara verilen ad. (Kaynak: Deep) 

(Devam edecek;) 

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 40

Taha Akkurt ve Edischar 'ın başlattığı ve daha sonra İrem Can ve Deep moderatörlüğünde yürütülen Ağaç Ev Sohbetleri dokuz ayını doldurdu. Bundan sonra sevgili Zeynep/Kayıp Fısıltı tarafından koordine edilecek sohbetlerimiz umarım uzun yıllar devam eder ve amacına ulaşır. Oldukça faydalı bir etkinlik olarak gördüğüm bu platform pek çok amaca hizmet ediyor: Fikirsel açıdan birbirimizi daha iyi tanımak, farklı düşüncelere saygı göstermek, bilmediğimiz yeni şeyler öğrenmek, yeni insanlarla birlikte, kendimizi daha iyi tanımak ve özgürce içimizi dökmek bunlardan sadece bazıları. Ağaç Ev Sohbetlerinin 40. Bölümünde konuyu öneren Benim Düşüncelerim. Arkadaşımızın seçtiği konu oldukça güncel:


İlk kez bir bayramı ülkece evde ve yalnız kutluyoruz. Bu durum size ne hissettirdi? Eski bayramlarınız nasıldı? En güzel bayramınız nedir? Bizimle paylaşmak ister misiniz?


Biliyorum, kimse benden klasik bir cevap beklemiyor artık. Beni tanıyanları yanıltmayacağım yine. Evde yalnız kutladığım bu ilk bayramın bende hissettirdiği çok fazla bir şey yok. Çocukluğumuzda bayramlar şöyleydi, böyleydi diye uzun uzun anlatacak değilim. Ancak, gençlik yıllarımdan beri dini bayramların, araya hafta sonlarının girmesiyle birlikte on güne kadar uzayıp güzel bir tatil fırsatına dönüştürüldüğünü bilirim. Büyükler de artık bu durumu kabullenmişler, yıl boyunca çalışan çocuklarının bayramı tatile çevirmelerine, yoğun iş ortamında soluklanıp dinlenecek olmalarına buruk bir şekilde hak verir olmuşlardı. Bu sene Koronavirüs nedeniyle pek çok kimse yazlıklarına, tatil beldelerine gidemeyip evlerine hapsoldu, tek fark bu. Yani bayramla falan pek ilgisi yok, vallahi de yok, billahi de. Yine kutlamaların çoğu, telefon üzerinden yapıldı. Büyük ziyaretleri, görüntülü konuşmalarla anlam kazandı. Olsun varsın, yeter ki sağlıkları yerinde olsun dedik, dediler...

Bayram faslında en sevmediğim konu, telefon rehberinde kayıtlı bütün kişilere gönderilen alıntı tebrik mesajları... Gönderen kişinin mesajı kime gönderdiğinden bile haberi olmaz çoğu durumda. Bir düğmeye basar, rehberinde kayıtlı herkese kanatlanıp uçar gider mesaj.

"Tatlı rüzgarların yaladığı kavak ağaçlarının altına saçılan bonbon taneleri sizin olsun, Ramazan Bayramınız mübarek olsun!"

Fakat bu bayramda önemli bir fark oldu virüs sayesinde! Gençler, akıllı telefonların sayesinde aynı anda aile fertlerinin ekranda toplandığı görüntülü aramalarla şenlendirdi evleri. Bak bu gerçekten hoşuma gitti. 

Her şey anlamını yitirdi dini bayramlar gibi. Özellikle şehir yaşamında bayramlaşmalar neredeyse ortadan kalktı. Bakmayın şimdi virüsü bahane edenlere, virüs yüzünden ziyaret edemedik büyüklerimizi diyenlere. Eğer virüs olmasaydı, kim bilir hangi tatil beldesinden (o da adetten olması sebebiyle) telefon açılıp büyüklerin elleri öpülecekti. Her zaman yapılması, hatırlanması gereken şeyleri bir güne sığdırmak oldum olası içime sinmez oldum olası. Sadece 10 Kasım'da Atatürk'ü anmak, sadece Cumhuriyet Bayramında bağımsızlığımızı hatırlamak, Anneler Gününde annemizi, Sevgililer Gününde sevgilimizi, eşimizi hatırlamak... Dini bayramlar da aynı. Sen dinin yarım yamalak şekli gereklerini yerine getir, ama asli ruhunu içine sindirme. Orucunu tutma, namazını kılma, sonra kalk bayramını kutla! Ya da orucunu tut, namazını tut, yoksulu ez, yalan söyle, iftira at, bekle torunlar gelsin öpsün elini bayram deyü! Tamam özel günlere tamamen karşı değilim ama abartmamalı insan.

Yani Atatürk'e olan sevgimizi onun koyduğu hedeflere uygun davranarak göstermeliyiz. Elimize bayraklarımızı alıp milli bayramlarımızı kutlamanın yanı sıra ülkemizi hem siyasi hem de ekonomik bakımdan köleleştiren politikaları güden siyasi partileri devletimizin başına getirmeyerek varlığımızı sürdürmeliyiz. Yani annemize ya da sevgilimize, eşimize olan sevgimizi bir güne, bir güle ya da bir hediye paketine sığdırmamalıyız. İnançlı kişiler bağlı bulundukları dinin çağdaş ve vicdani ahlak kurallarını içselleştirmeli ve insanlığa icraatlarıyla örnek olmak zorundadır.  Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar bu kişilerin önünde saygıyla eğilirim. Bana göre dini bayramlar belirttiğim sınırlar dahilinde yaşamayı kendilerine vazife telakki etmiş Müslümanlar içindir. Bu manada "Müslümanım" diyen herkesin bayramını kutlarım.

Eski bayramların herkesin anlattığı üzere kültürel değeri, el öpmek, harçlık ya da mendil almak gibi bazı ritüelleri vardır. Panayırlar kurulur, salıncaklara binerdik falan. Bunların çoğu dediğim üzere dini değerlerimizin yozlaştırılması sebebiyle tarih oldu. Şimdi artık "Ramazan Bayramında Bodrum'dayız" var-dı. "Dı" kısmı virüse takıldı. Önümüzdeki bayramlarda muhtemelen eski haline dönecektir. 

En güzel Ramazan Bayramımı düşünüyorum. Aklıma bir şeyler geliyor ama oldukça flu. Güzelliği bana bayram olması sebebiyle değil sanırım. Söylemek istediğim sadece, dedemi çok severdim.

Sohbetimize katılmak isteyen herkes; bu kapı herkese açık, ister veli ol, ister meczup, söyleyecek varsa lafın, bekleriz efendim.