KATEGORİLER

2 Haziran 2020 Salı

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 30/2

Avrupa'da yaşayan insanlardan haftada yedi sekiz adet mektup alıyordum, bunların büyük bir kısmını kadınlar gönderiyordu. Hücredeki mahkumların çoğunun bir ya da iki mektup arkadaşı vardı, Sargent'a göre ben Ted Bundy* kadar ünlü biriydim. Bu yüzden postacılar hep bana çalışıyordu. Bazı kadınlar bana çıplak fotoğraflarını yolluyorlarmış ama ben onları hiç göremiyordum. Söylenenlere bakılırsa, gardiyanın biri benim için gönderilen fotoğrafları  alıp duvarına asıyormuş. Okuduktan sonra mektupların hepsini atıyordum.

Sargent, “Onları cevapsız bırakman zalimlik” demişti.

“Tam aksine, onlara cevap vermek benim için büyük zulüm olurdu.” diye cevap vermiştim.

“Belki, sen haklısın, Inocente.” demişti.


Macaristan'dan yazan bir kadın, cevapsız bıraktığım ilk mektubundan üç ay sonra bana, “Seni lanet olası piç, karını öldürdüğünü biliyorum.” diye çıkışmıştı. Başka biri Hollanda'dan elle çizilmiş tasvirlerle süslü İncil ayetleri göndermişti. Sargent'a Taberiye Gölü üzerinde yürüyen İsa'nın kara kalem resmini göstermiş ve ona böyle bir resim yapıp yapamayacağını sormuştum.

İngiltere'den bir kadın, neredeyse üç yıl boyunca bana, haftada bir yazdı. Gönderdiği mektupların sayfa sayısı o kadar fazlaydı ki zarfı katlamak mümkün olmuyordu. Yazdıkları günlük hayatının sıradan detayları ile doluydu; akşam yemeği için ne pişirdiğini, televizyonda izlediklerini, siyaset dünyasında neler olduğunu, yeni aldığı köpek yavrusuna ne yedirdiğini falan anlatırdı. Azmi beni hayrete düşürmesine rağmen ona bile cevap yazmadım. İlk kez, bir ayı aştığı halde ondan mektup gelmemişti. Bir süre sonra, yine aynı kalınlıkta benzer bir mektup aldım. Kadının yetişkin kızı, annesinin vefat ettiğini bana bildirmek için yazdığını söylerken onun bana bıraktığı birkaç yüz poundu, kaldığım hapishaneye nasıl transfer edebileceğini soruyordu. Cevapladığım tek mektup buydu. Kalemi elime alıp yazmaya başladım:

“Anneniz, tahmin edemeyeceğiniz bir şekilde, buradaki günlerimin iyi geçmesini sağladı. Onun mektuplarını çok özleyeceğim. Size ve ailenize en iyi dileklerimi sunuyorum.”

Kısa mektubumun sonuna, parayı gönderebilmesi için bir hesap numarası ekledim. Verdiğim hesap numarası bana ait değildi. Sargent'ın hesap numarasını yazmıştım.

Uyku, zamanımın geçmesini sağlıyordu. Hapishaneye düşmeden önce diğer normal insanlar gibi uyurdum. Burada bazen günde on dört saat uyuyorum. Yoga yapmaya başlamıştım. Bir sürü şiir kitabı sipariş ettim ve şiirleri ezberlemek için çok zaman harcadım. Tek bir soneyi ezberlemek bütün günümü alıyordu. Yetmiş üç sözcüğe kadar Pi şiiri** ezberledim. Bunları sadece kendimi düşünerek yaptım, beynimi ve vücudumu atrofiden*** uzak tutmak için. Çünkü buradan çıkmayı kafama koymuştum. Bunun nasıl ya da ne zaman olacağını bilmiyordum ama bir şekilde başaracaktım. Hapishanede ölmeyecektim.


Burada insanlara faydalı olabilecek başka şeyler de yaptım. Mahkûmların, kantinden kolaylıkla temin edebilecekleri gıda ürünleriyle yapabilecekleri yemek tariflerimden oluşan bir kitap yazdım:

Salsa soslu fasulye üzerine kabuklu patates cipsli sosis; Kung Pao usulü ton balığı salatası; çedar peynirli hindi dolması tariflerim hücreler arasında ağızdan ağza ya da ****uçurtma' lar vasıtasıyla aktarıldı. Bana dostça yaklaşan gardiyanlar arasında adım, Şef Mahkûm olarak dolaşmaya başladı.

Sargent benden yöresel bir yemek tarifi istedi, bunun üzerine, ona ıspanak yaprakları ile pişirilmiş jambon biftek ve cherry domates suyunda pişirilmiş domuz pirzolası önerdim.

Bir ara, ömür boyu hapis cezasının o kadar da kötü bir şey olmayabileceğini düşünmeye başlamıştım. Aklım başıma gelince bu düşüncem nedeniyle kendimden nefret ettim.

1,067. Gün: Avukatlarımın yasal işlemlerin ne kadar süreceği konusundaki tahminleri şaşırtıcı derecede doğru çıkmıştı. Eyalet mahkemesinin suçlu bulunduğuma dair kararıyla bu kararlarını destekleyen delilleri bildirmek üzere yanıma geldiler.

“Neymiş onlar? diye sordum.

Olvido, “Sizin cinayet mahallinde bulunduğunuza dair fiziksel kanıtlar.” dedi.

“Ama orası benim yaşadığım yer.” dedim.

Olvido, “Biliyorum.” dedi.

Avukatlarım bana Federal Mahkemeden yeni bir avukat edinme hakkımın olduğunu söylediler. Yeni avukatın, sorunları daha iyi gündeme getirebileceğini, kendilerinin bazı konularda yetersiz olabileceklerini, idam cezasına itiraz etmemekle büyük bir hata yapmış olduklarını bir kez daha dile getirdiler.

“Siz benim istediğimi yaptınız. Hepinizin kalmasını istiyorum. Buna bir engel var mı?" dedim.

Olvido bana bunun kendi açılarından sorun teşkil etmeyeceğini söyledi ve gitmek üzere hep birlikte ayağa kalktılar. Luther, başını dik tutuyordu ancak Olvido ve Laura, kıyafetleri iki beden büyükmüş gibi halsiz görünüyorlardı. Cama vurdum, Olvido geri dönüp unuttuğu telefonunu aldı.

“Bana güvenerek ruhlarınızı ateşlerken kör bir pilotla uçtuğunuzu düşünmekte haklısınız. Ama yine de sizi fazlasıyla takdir ettiğimi bilmenizi isterim. Benim burada olmam sizin hatanız değil. Ben dâhil, buradaki herkes biliyor ki bu davayı siz kazanamazsanız, hiç kimse kazanamaz. Capiche*****?"  dedim. Elimi cama dayadım.

Olvido, “Bay Zhettah, siz büyük bir adamsınız.” dedi.

“Bana Rafael demenizi rica etmiştim.” dedim.

“Evet, biliyorum. Rafael, sen büyük bir adamsın.”

Bana gülümsedi ve karşılığında ben de ona gülümsedim. Hücreme geri dönerken kaderime teslim olmuştum.


Avukatlarım ayrılmadan önce bana mahkeme kararının bir kopyasını vermişti. Aleyhime verilen karar oy birliğiyle alınmamıştı. Açıkça anlaşılıyor ki, yargıçlardan biri, beni mahkûm etmek için eldeki kanıtların yetersiz olduğunu düşünmüş.

Gerçekten de hiçbir görgü tanığı ya da fiziksel kanıt mevcut değildi. Üstüne üstlük bir de mazeretim vardı. Toplanan bütün bilgiler, Tieresse ile sıcak ve sevgi dolu bir evliliğim olduğunu ortaya koyuyordu. Evet, cinayetin bir felsefesi vardı ama aldatma cinayetin tek kanıtı kabul edilseydi, ilk önce Lord Byron’ın yargılanması gerekirdi.

Diğer iki yargıç aynı fikirde değildi. Biri, kanıt bulunamamasının, soğukkanlı ve iyi hesap yapan bir planlamacı olduğumu gösterdiğini belirtmiş, diğeri ise, Tieresse'nin ne zaman yalnız kalacağını, alarmın nasıl kapatılacağını ve ortamı temizlemeye ne kadar zaman harcamam gerektiğini bildiğimi iddia ederek, bazı durumlarda, bariz şüphelerin suçlunun ortaya çıkarılmasında yeterli olacağını yazmıştı.


Meksikalı uyuşturucu tacirleri, babamı silahla vurarak öldürdüklerinde, henüz lise birinci sınıf öğrencisiydim. Daha onun yaşadığı kadar yaşamadım. Eğer doğal yaşamım aşağı yukarı onunkiyle aynı olsaydı, kaç yıl yaşayacağımı bilmem mümkün değil. Kırk ikinci doğum günümden iki hafta sonraki gece, hayatımın en az yarısını harcadığımın farkına vardım, ranzama oturdum ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Sargent'ın 

"Konuş benimle, Inocente" dediğini duydum. Fakat çok derinlere dalmıştım.

“Belki daha sonra.” dedim. “Henüz buna hazır değilim.”

Ertesi sabah erkenden, kahvaltı saatinde, bir muhafız timi geldi ve eşyalarımı toplamamı söyledi. Şafak vakti beni başka bir yere götürmek üzere, kalmakta olduğum B Blok'tan aldılar. Gardiyanlar bunu sık sık yaparlar, laf olsun diye insanların yerlerini değiştirirlerdi. Kapınıza gelirler, eşyalarınızı toplamanızı söylerler, ellerinize kelepçe takarlar ve sizi başka bir hücreye koyarlar. Bütün bunlar sözde güvenlik adına yapılır. İşin doğrusu yaptıkları bu eziyet, gardiyanların, mahkûmları taciz etmesinin bir yolu. Hiç haber vermeden taşınmak, insanları rahatsız eder. Yeni komşuları artık onlara tanıdık gelmez; hücrelerini süslerler, her şeyi temizleyip düzenlerler, sonra her şeye yeniden başlamak zorunda kalırlar.  Yine de o kadar rahatsız olmazdım ben. Çünkü burada rahatı hissetmek istemiyordum. Hayatımı perişan etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmalarını memnuniyetle karşılıyordum. Karşımda gardiyanları görünce, onlara “Buenos días, jefe!****** Neden bu kadar geciktin?” diye sorardım.


* Ted Bundy :70’li yıllarda birçok kadını öldüren bir seri katil
** Pi şiiri : Pi sayısının basamaklarındaki rakamlara uygun sayıdaki harflerden türetilen kelimelerle yazılan serbest nazım şiiri. 
*** atrofi : Körelme, dumura uğrama
**** uçurtma : Mahkumların birbirlerinin hücrelerine kıvırarak fırlattıkları üzerinde mesaj içeren kağıt parçaları
***** Capiche? : İspanyolca, Anladınız mı?
******Buenos días, jefe. : İspanyolca, Günaydın patron!

(Devam edecek)

1 Haziran 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 29/2

Yaşamlarımızı, aylara göre değil, spor karşılaşmalarının oynandığı zamanları ölçü alarak belirliyorduk. Burada insanlar, kantinden alınabilecek eşyalarla, basketbol maçları üzerine bahse girer, daha sonra bu, beyzbol ya da futbol şeklinde devam eder. NFL*’yi kaçırmamak için hiç kimse Ağustos ayında ziyaretçi kabul etmez. Müdürün ziyaretinden sonra Águila,

“Lanet olsun, Inocente, Dünya Kupasını kaçıracağım. Como siempre, mi corazón dice México.** demişti.  Sonra bir süre duraksamış,

“Ama bizimkiler bu sene yok.” demişti. Yüzüne bir üzüntü çökmüş sonra toparlanıp bana heyecanla,

“Öyleyse yoluna devam et Inocente, banko İtalya oyna, anladın mı?” demişti.

O yılki kupa finallerinde Fransa tarafından epey zora sokulan İtalya, 1-1 berabere sonuçlanan uzatma devresinden sonra maçı, penaltı vuruşlarıyla 5-3 kazanmıştı.


Avukatlarım, düzenli bir şekilde ve yazılı olarak beni bilgilendiriyorlardı. Herhangi bir gelişme olmasa bile ayda bir kez ziyaretime geldiler. Zaman içinde bu ziyaretlere alışmıştım. Avukatlarımdan biri olan Luther'in, Birleşik Devletler Deniz Piyadelerinde çalıştığını, diğer avukatım Laura’nın profesyonel bir müzisyen olduğunu öğrendim. Sargent bana, baş avukatım Olvido'nun bizi temsil etmeye başlamadan önce, büyük çaplı bir şirketin avukatlığını yaparak çok para kazandığını söyledi. Öyleyse, neden hala avukatlık yaptığını bilip bilmediğini sordum. Sargent,

“Kadın olmasının da etkisiyle onun Mesih kompleksi***’ne sahip olduğunu düşünmek fazla cinsiyetçi bir yaklaşım değil sanırım” demişti.


Üçüncü toplantımızda Olvido,

“Ölüm hücresindeki mahkûmların masum olduğunu iddia etmesi pek sıradan bir şey değil. Bu işi yıllardır yapıyorum ve tanıdıklarım arasında bunu yapan ikinci kişi sizsiniz.” demişti.

“Ben size en baştan beri masum olduğumu söylüyorum.” dedim.

Olvido, “İşte bu yüzden size gerçekten zor bir soru sormam gerekiyor.” dedi ve anlatmaya başladı:

“Ölüm cezasına çarptırılmış mahkûmları temsil eden avukatlar, iki taktikten birini uygulamak zorunda kalır Ya jürinin sanığı suçladığı karara itiraz ederler ya da sadece ölüm cezasına karşı direnirler. Müvekkillerin neredeyse tamamı ikinci yolu tercih ederler ve çoğunlukla suçlamalara itiraz etmelerinin amacı, ölüm cezasından kurtulmak içindir. Bu strateji sanıkların işine gelir çünkü istedikleri tek şey ölüm yerine ömür boyu hapis cezasıdır.” Sonra gözlerimin içine bakarak,

“Biliyor musun, müvekkillerimin çoğunun benden istedikleri tek şey, ailelerini görmek ve arkadaşlarıyla hentbol oynarken kalp krizinden ölmektir.” dedi.

Benim davam, avukatların hiç de alışık olmadıkları bir soruna yol açmıştı. Çünkü ben hayatımı, işlemediğim bir suç için hapiste geçirmek istemiyordum. Avukatlarımın her iki taktiği uygulamaları durumunda düşecekleri ikilem, mahkemenin elinde beni cezadan kurtulmamı sağlayacak yeterli delilin olup olmayacağıydı.

Olvido, “Suçlu olduğu bilinen bir katili sokağa salıvermesinden dolayı yargıç sorumlu tutulamaz ve sadece zanlının suçu işlemediğinin anlaşılması durumunda yargıç kararın infazına izin vermez.” dedi.

Ona bunun hiç de mantıklı olmadığını söyledim.

“Yasal olarak bu böyle, ama duygusal açıdan sana mantıksız gelebilir.” dedi.

“Suç işlemeyen birine nasıl idam cezası verebilirsiniz?” diye sordum.

Olvido, şöyle izah edeyim o zaman dedi,
“Bizim bilmemiz gereken tek şey, bütün enerjimizi size yapılan suçlamaları kökünden reddetmeye harcarken, mahkûm edildiğiniz idam cezanızı müebbede çevirmeye yönelik gayretlerimizi bir tarafa bırakmamızı isteyip istemediğiniz.”

“Elbette bunu istiyorum. Ya hedefi vuracaksınız ya da bana beş kuruşluk faydanız olmayacak. Oyun oynamak istemiyorum.” dedim.

Olvido, “Ben de burada sizinle dalga geçmiyorum, sadece geri alınamayacak bir karar verdiğinizi bilmenizi istedim.” dedi.

Kırk yıl hapis yatmanın nasıl bir şey olacağını hayal etmeye çalıştım. Görüşme salonunda, kalın camın diğer tarafında, Asyalı bir mahkûm eline telefonu almış, iki küçük çocuğu dizlerinin üstünde zıplayan minyon bir kadınla konuşuyordu. Olvido yanımda bir tur attı, gözlerimi diktiğim yere baktı ve geri döndü.

Hayatta kalmak, belki de, şartları kötü hayvanat bahçesinde, bir hayvan gibi yaşamak anlamına gelse de, ölmekten daha iyiydi. Bu iki Asyalı çocuğun babalarına dokunma imkânı olmuş mudur acaba derken derin düşüncelere dalmıştım. Olvido, benim bu halimi görünce dayanamadı;

“Sonradan karşına çıkabilecek bazı sorunları şimdi gündeme getirmemek konusunda karar verdiysen, unutma ki onları daha sonra ben de gündeme getiremem. Yaşamının üzerine bahse giriyorsun. Mahkemede birinin suçlu olmadığını kanıtlamak, masum birini ölüme göndermekten daha zor olduğunu söylemek zorundayım.” dedi.

“Bu benim için kolay bir karar.” dedim.

“Benim için değil.” dedi.

“Ama bu kararı verecek olan benim, değil mi?” diye sordum.

“ Evet, öyle.” dedi.

“O zaman, benim masum olduğumu kanıtlamanı istiyorum. Eğer bunu yapamayacaksan, beni öldürmelerine izin ver."

Ayağa kalktım ve yumruğumu cama dayadım.

“Senden böylesine zor bir iş istediğim için üzgünüm ama buna mecburum.” dedim. 

Hücreme dönerken doğru bir karar vermemin iç huzurunu hissediyordum.

İdam koğuşuna iki ayda bir yeni mahkûm geliyordu. Üç haftada bir, birini alıp götürüyorlardı. İnfaz günleri hücrelerimize kapanıyorduk. Ranzamda yatarken infaz anına kadar Houston’dan yayın yapan bir radyo şovunu dinlerdim. İdamın gerçekleştirildiği açıklandıktan sonra, programcı mahkûmla bir hafta önce yapılan röportajın kaset kaydını dinletirdi. Kasetten çıkan sesler, kulağıma gerçek hayatta konuşuyorlarmış gibi gelirdi. Sunucu, mahkûmlarla konuşurken onların korkup korkmadıklarından, geçmişte nasıl bir hayat sürdürdüklerinden ve ne yapıp da buraya düştüklerinden bahsederdi. Hücre arkadaşlarımın işlediği cinayetlere ilişkin ayrıntıları ilk kez oradan öğreniyordum.

Bu şovları dinlediğim bir günün sabahında Sargent'a,

“Bu konunun mahkûmlarca konuşulmasının yasalara aykırı olduğunu biliyorum ama neden burada olduğunu sorabilir miyim? Bana hikâyesini anlatana kadar Águila'yı da epey sıkıştırmıştım.” dedim.

Sargent, “Molina” deyip beni düzeltti.

“Tamam, Molina olsun. Her neyse, infaz günlerinde Ray'i radyodan dinlerken duyduklarım beni rahatsız ediyor. Adamın yaptığı sohbetleri tekrar tekrar dinlemek, onları yeniden yorumlamak ve farklı açılardan değerlendirmek istiyorum. Bu konuda sen ne düşünüyorsun?” dedim.

Sargent, can sıkıntısıyla söylendi. “Inocente, uğraşacak başka işin yok mu senin?”

Fakat yine de dayanamadı ve bana kendini anlatmaya başladı. Uyuşturucu satıcısıymış. Polisin bildiğinden daha fazla insan öldürdüğünü söyledi. Bunu övünmek için söyleyen bir havası yoktu. “Çoğu bunu hak etmişti.” dedi.

“Çoğu mu?” diye sordum.

“Evet, çoğu bunu hak etti.” dedi.

Bir uyuşturucu satıcısının başka bir uyuşturucu satıcısını öldürdüğü için ölüm cezasına çarptırılması sıra dışı bir durumdu ancak Sargent'ın burada olmasının nedeni sadece bu değildi. O ayrıca, kız arkadaşının annesini ve kız kardeşini de öldürmüştü. Bana bunu fısıltı halinde söylediğinde ona nedenini sordum. Anlatmaya başladı:

“Allah kahretsin, hiçbir fikrim yok. İğrenç ötesi bir durum! O günü hatırlamaktan nefret ediyorum. Aslına bakarsan, o evin dışına kendimi atar atmaz her şeyi unutmaya çalışmıştım. İyi insanlardı. Kendime olan nefretim burada yatan kardeşlerim kadar değil ama yaptığım bazı şeylerden korkunç derecede iğreniyorum.” Sargent derin bir nefes aldı:

“Benimle konuşmayan bir kızım var. Beni nasıl öldüreceklerinin hiç önemi yok, hiçbiri bundan daha fazla canımı acıtamaz.”

Eğer Sargent ile başka bir yerde tanışmış olsaydım, konuşacak tek kelime bulamazdım. Muhtemelen ondan korkardım. Aynısı Águila için de geçerliydi. Onlarla kesinlikle arkadaş olamazdık. Ama burada, içeride, Sargent ile benim ortak iki noktamız vardı. Avukatımız aynıydı. Ve birbirimizi sevmiştik...

* NFL: Amerikan Futbol Ligi
** Como siempre, mi corazón dice México: İspanyolca, her zaman olduğu gibi kalbim Meksika’yla birlikte
*** Mesih kompleksi:Başkalarını kurtarmak veya onlara yardımcı olmak konusunda kendisini sorumlu hissetmek.

(Devam edecek)

31 Mayıs 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 28/2


277. Gün: Yeni bir mahkûm getirip karşımdaki hücreye koydular. Águila'nın hayatına son verdikleri günden bu yana onun yeri boş kalmıştı. Birinin Çavuş McKenzie’ye hakaret ettiği kulağıma gelmişti. Bu, o mahkûm olmalıydı. McKenzie'nin aptal, sadist biri olduğunu bildiğim için, hakkında önceden hiçbir fikrim olmadığı halde, yeni gelen komşumdan hoşlanmıştım.

İncil'den alıntılar yapıyor, Tieresse'le birlikte William F. Buckley ve Gore Vidal'in tartıştığı, altmışlı yılların eski YouTube kliplerini izlediğimden bu yana hiç duymadığım kelimeleri kullanıyordu. Yeni mahkum McKenzie'ye, "kripto-Nazi" dediğinde McKenzie, kendisine denilenden bir şey anlamayan insanların yaptığı gibi ona gülümsemekle yetinirdi. Servis pencere kapağının üzerindeki yarıktan bakarken, yeni mahkûmun bileklerinde kelepçe olduğunu ve ellerine kan gitmediğinden beyazlaştığını görebiliyordum. Tıraşlı kafası ve ince, neredeyse yarı saydam siyah derisinin altında seğiren kasları vardı.

Hücre kapısı açıldığında, McKenzie bir karate hareketiyle yeni mahkûmun sol dizinin arkasına bir tekme attı. Mahkûm zarif bir hareketle tekmeyi savuştururken hafifçe eğildi,

“Şişman, ilkokuldaki kızlar gibi tekmeliyorsun fakat bacağını yerden kaldırabilmen bile etkiledi beni doğrusu.” dedi.

McKenzie'nin "Sen bana birinci sınıfı kaç defa çift dikiş yapmak zorunda kaldığını söyle, aptal herif” dediğini duydum.

Kapı arkasından kapandı, yeni mahkûm,

“İşte yine saçmalamaya başladın, şişman adam. Öfkesiyle şişen aptal. Git sen 29. Ayeti oku.”

McKenzie'nin yanındaki gardiyanlardan biri, mahkûmun kelepçesini çıkardı ve onu hücresinde bırakıp ayrıldılar.


Gecenin ilerleyen saatlerinde kapımın altından bir uçurtma süzüldü. Açıp okudum. “Adım, Sargent,” diye başlıyordu.

Bu bir isim ya da rütbe değil. Yanında, sana komşu olan hücrede kalanın Nazi dazlağı bir o. çocuğu olduğunu biliyorsun, değil mi? Sanırım seninle avukatlarımız aynı, başlarında koca göğüslü bir Küba civcivi var. İçlerinde en zeki ve en mücadeleci olanı. Şansını döndürebilir.  Selametle.

Notun altı imzalanmamıştı. Cevabı yazdım hemen,

Adım, Zhettah. Taylor'u biliyorum. Avukatımı seviyorum ama lanet olası bu işler çok zaman alıyor.

Kapısının altına fırlattım. Bana cevabı gecikmedi.

Kim olduğunu biliyorum. Benim için uzun bir gündü. Buenas noches, compadre!*”  yazıp gönderdi.


Beş dakika sonra horlama sesleri duydum ancak saat üç civarında tuvalet için uyandığımda, hücresinden zikir sesleri geliyordu. Taylor bir yandan ona söyleniyordu,

“Kapat çeneni artık, kapat, gece yarısı.” fakat Sargent duymuyordu ya da onu umursamıyordu. Kulak tıkacımı taktım ve yeniden uykuya daldım.


290. Gün: Sonunda burada günlerimin Sargent'la sohbet ederek geçeceğini anlamıştım, nasılsa hücrelerimiz karşı karşıyaydı. Bana kendisiyle idman yapmak isteyip istemediğimi sordu. Bu işin nasıl olacağına dair hiçbir fikrim olmasa da, elbette, dedim. 

"O zaman, yere uzan ve biraz şınav çek" dedi.

O da kendi hücresinin içinde koşmaya başladı. Dört tur attı, durdu ve dedi ki,

"Hadi, sıra sende." Ben de dört tur attım. Bu şekilde kırk beş dakika boyunca dönüşümlü olarak koştuk ve şınav çektik. Ben şınav çekerken, o koşmuştu, sonra ara verdik. Benim turlarım onunkiler göre iki kat uzun sürmüştü, bu yüzden benden altı şınav daha fazla çekmiş oldu ama beş dakikada bir bana,

“Aferin, Zhettah, iyi gidiyor.” demeye devam etti.

İsmimi doğru telaffuz ediyordu. Águila hakkında konuştuk. Sargent ile Águila, uzun süreden beri birbirlerini tanıyorlarmış. Sargent ona Molina diyormuş. Bu onun gerçek adı olmalı. Bana onu anlatmaya devam etti,

Hombre** iki polisi öldürünce alıp buraya getirilmişti, evet, vakit kaybetmeden, hemen buraya getirilmişti, çünkü o, o.çocuklarını öldürmüştü. Bebek katillerini yirmi yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakırlarken, dünyayı pislikten kurtaran bir adamı idam ettiler. Ne kadar berbat bir durum değil mi, Inocente?” dedi.

“Águila da bana Inocente derdi.” dedim. “Molina, yani.”

Sargent, “Aman be Zhettah, bunu tabii ki biliyorum. Molina tanıdıkları arasında buraya ait olmayan tek kişinin sen olduğunu söylerdi devamlı bana. Ben de, en iyi şekilde sana bakacağıma dair ona söz vermiştim.” dedi.

“ Taylor’ın Aryan Biraderleri sanırım bu yüzden Molina'yı sevmezdi.” dedim.

Sargent, “Inocente, senin şu dazlak komşun gibi cahil insanlar var ya, hayatta hiç kimseyi sevmezler, sevenleri de olmaz.” dedi.


Birkaç gün sonra Sargent’ın hücre kapısı çalındı. Teğmen ona suçüstü yapıp seviye 3'e çıkarmak düşüncesindeydi. Sargent, arama esnasında gülüyordu, çünkü Teğmen’in niyetini biliyordu. Eşyaları McKenzie'den almıştı. Hepimiz ondan alıyorduk. Buraya geldiğimin üçüncü ayından beri ben de ihtiyaçlarımı ondan karşılıyordum. McKenzie, Sargent'tan nefret ediyordu ve Sargent de ondan hiç hoşlanmıyordu, ancak içerideki uyuşturucu ticaretinde bu tür duygulara yer yoktu. Bir mahkûm olarak bazı şeylere katlanmayı veya bazen de görmezden gelmeyi öğreniyorsunuz. Bir şey istiyorsanız ve onu sizin için satın alabilecek tek kişi nefret ettiğiniz bir kişiyse ve o şeyi satın almanız nefret ettiğiniz kişiye para kazandırıyorsa, ne yapabilirsiniz? Bu soruya net bir cevap verecek kimseyi burada bulamazsınız.

Giderken, Sargent arkasına dönüp bana seslendi: “Otuz gün sonra görüşürüz, Inocente.”

Sargent yanılmıştı! Dönüşü bir değil tam iki ay sürdü. Müslümanların Ramazan ayında tıraş olmadıkları gerekçesiyle subaylardan birinin tıraş olma emrini reddedince yirmi dokuz gün hapis cezasına çarptırılnıştı. Oysa muhafız Sargent'a, onun Müslüman olmadığını söylemişti. Sargent ona, "Ben neysem oyum, İncil benim rehberim." cevabını vermişti.

Tutuklandığımın 354. günü, Sargent'ı geri getirdiklerinde ona bir uçurtma gönderdim. Kâğıda,

"Yuvaya hoş geldin. Söylentileri duydum (bir gülen yüz ikonu koydum) Bana gerçeği söyle, deli misin yoksa bu yaptığın bir eylem mi?yazıp postaladım.

Bana bir göz kırpan gülen yüz gönderdi.

Sargent, “Molina ve ben, senin duruşman sırasında komşu hücrelerdeydik. Her gece Radyo Pacifica'daki davaya ilişkin güncel haberleri dinlerdik. Aramızda bahse girmiştik.  Ben kazanmıştım. Molina senin beraat edeceğini söylemişti. Lanet olsun, seni aramızda göreceğimi nereden bilebilirdim ki.” dedi.

“Sen bana karşı nasıl bahse girersin?” diye sordum.

“ Meksikalı bir göçmen, zengin, beyaz bir kadını öldürdü deniyorsa, başka bir şey sormama gerek yok.” dedi.

“ Evet, ama onu gerçekten ben öldürmedim.” dedim.


Sargent güldü. “Geri zekâlı herif, sanki bunun bir önemi var.” dedi.


Günler ve geceler boşu boşuna geçiyordu. Yaprakların renginin ne zaman değiştiğini dahi bilmiyordum. Mevsimi, güneş ışıklarının açısına bakarak anlayabilirsiniz, fakat bunu ancak güneşi görebiliyorsanız yapabilirsiniz. Uzun zamandan beri ölüm hücrelerinin bulunduğu blok çok sıcaktı ve ince yatağım nemden küflenmeye başladı. Bir süre sonra bir hafta boyunca nefesinizden çıkan buharı görebileceğiniz kadar soğuklar olur. Sonra yine bir ay boyunca rahata kavuşursunuz. Ve sonra yeniden sıcak basardı. İşte böyle, Doğu Teksas'ın mevsimleri kendine hastır.

*Buenas noches, compadre. :İspanyolca, iyi geceler, ahbap
** Hombre : İspanyolca, adam

(Devam edecek)

30 Mayıs 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 27/2


Dört gardiyan kovulmuştu. Telefonu olan mahkûmlar doksan gün boyunca 3. seviyeye gönderildiler, orada duş, havalandırma ve hücre dışında yemek yoktu. Geri kalanımız otuz gün süreyle kilitlendik, yani hücrelerimize yedi/yirmi dört hapsedildik. Toplu cezaların penolojik teorisiyle bir ilgisi olduğundan emin olmamakla beraber bizi hücrelerimize hapsetmek suretiyle Şef'e olan kızgınlığımızı unutmamız sağlanmıştı.

Şef’in senatöre telefonundan bir gün önce, Águila kapının altından bana bir kâğıt uçurtma fırlattı. Notunda “Hah, tamam şimdi seni köşeye sıkıştırdım. Qf3” yazıyordu. Ben de kâğıda Kd8 yazdım ve hemen geri gönderdim. Homurtu sesleri kulağıma kadar gelmişti. Yeni gelen mesajı okudum, “Lanet olsun. Rövanş ne zaman?

Hücrelerimizin kilitlendiği otuz gün boyunca on dört oyun daha oynadık. İkisinde berabere kaldık. İki tanesini ben kazandım. Gerisini ise o kazanmıştı. Kilitlenmenin sona erdiği otuz birinci günde, Yüzbaşı, Águila’nın hücresine geldi ve sadece onun duyabileceği alçak bir sesle bir şeyler söyledi. Ona ne olduğunu sordum.

“Yüzbaşı randevum olduğunu söylemeye gelmiş. Öyle anlaşılıyor ki, yerime başka birini bulman gerekecek.” dedi.

Sessizliğe büründüm, aralarında ne konuştuklarını hayal ediyordum. “Peki, seni ne zaman çağıracaklar?” diye sordum.

“Yüzbaşı, hücrem tahtakuruları tarafından ele geçirildiğinde beni aldıracağını söyledi.” dedi. Muhtemelen ne düşündüğümü bilmek istiyordu. Aklı başında saydığı birinin salakça soruları onu sıkmış olmalıydı.

Radyosunu açtı. Bir yerlerden su şırıltısı geliyordu.

“Bana aileni anlatır mısın?” diye sordum.

“Dinle Inocente,” dedi. “Şimdi sana bunları anlatmak için hiç havamda değilim. Fakat şunu bil ki burada tanıdığın herkes layığı neyse onu bulmuştur.”

“Biliyorum, ama sen yine de anlat bana.” dedim.

“Belki başka bir zaman.” dedi.

Ertesi sabah yeniden sordum. Bana,

“Kitap mı yazıyorsun?” diye soruyla karşılık verdi.

“Bunu neden soruyorsun?” dedim.

“Hiçbir sebebi yok.” dedi.

“Ya sen?” deyip soruyu bana çevirdi.

“Günlük yazıyorum, yargıçları yazmayı düşünüyorum. Yazdığım şeyler bunlar. Bundan daha iyisi ne olabilir ki?” dedim.

“Ne, kitap mı yazacaksın? Hâkimler için hem de?” dedi.

“Evet,” dedim, “Hâkimlerle ilgili.”

Bana güldü. “Bu kadar aptal olma, Inocente, benim bildiğim, onlar avukatların yazdıklarını bile okumazlar.”

Israrım sonunda işe yaradı. Bana hayatını anlatmaya başladı.

On üç çocuklu yasa dışı göçmen bir ailenin en küçük çocuğu olarak Chicago'da doğmuş. On yaşına gelinceye kadar, en büyük erkek kardeşini babası  sanıyormuş.

“Benden on beş yaş büyüktü. Babamı hiç görmediğimden dolayı onun babam olduğunu düşünüyordum.” dedi.

Águila’nın babası, geceleri küçük bir fırında çalışıyor, ekmek ve çörek yapıyormuş. Gündüzleri ise şehir merkezindeki bir lokantada masaları toplamaktan sorumlu bir komiymiş.

“Ev kirasını ödemek, on üç çocuğu beslemek ve gerekli parayı sağlamak için saati yedi dolardan bir adamın haftada kaç saat çalışması gerektiğini biliyor musun?” diye sordu. Tahmin etmemi beklemedi.

“Haftanın saat sayısından daha fazla!”

Annesinin her sabah kilisedeki ayinlere katıldıktan sonra günün geri kalanını evi temizleyerek ve kuru fasulye, kaktüs meyvesi ve ekmek pişirerek geçirdiğini anlattı. Pazar sabahları, saat sekizde ailenin bütün fertlerinin toplanıp hep birlikte kiliseye gittiklerini söyledi.

Kilisedeki sıraların kahverengi tenli insanlarla dolu olduğunu ve rahiplerin İspanyolca verdiği vaazlarda, eşcinsellerin her zaman iyileştirilebileceğini, kürtajın cinayet ve doğum kontrolünün ölümcül bir günah olduğunu anlattıklarından bahsetti.

Águila, “Mi padre dejó de ir a la iglesia.*” ama kadınlarla yatıp kalkmayı hiç bırakmadı. “Gerçekten, etrafta dolaşan üvey kardeşlerim bile olabilir, "No Estoy seguro"** dedikten sonra gülerek ekledi. “Fakat bunu hissediyordum.” 

Babasının Teksas'a nasıl geldiğini sordum. Bana acı acı gülümsedi.

İlkokul üçüncü sınıftayken, rakip bir çete iki kardeşini öldürmüş, üçüncüsünü de yaralamış. Bunun üzerine ailesi, bütün eşyalarını panelvan bir minibüse doldurmuş ve Meksika'nın merkezindeki büyük babalarının yaşadığı küçük bir çiftliğe varıncaya kadar gün ve gece boyu süren uzun bir yolculuk yapmışlar. Águila, on beşinci doğum gününde iş aramak için Teksas'a gelmiş. San Antonio'daki sosyal konutlarda kalıyormuş. Bir oto tamirhanesinde çalışmaya başlamış ve maaşının çoğunu ailesine gönderiyormuş. Barda takıldıkları bir akşam, arkadaşlarından biri, gece tamirhanenin kapısını açması için ona bin dolar teklif etmiş. Bunu yapabilirse arkadaşları, arabaların bazı parçalarını çalıp el altından satacaklarmış.

Águila parayı duyunca şaşırmış, bin dolar! Gerçek mi bu? Bundan daha harika bir memleket olabilir mi? Mis padres siempre necessan cansados***, doğru dürüst para kazanmadan ve hiç karınları doymadan ama ben burada, sadece bir kapı açıp ışık düğmesini çevirmemin karşılığında para alacaktım.

Birkaç hafta sonra, Águila garajın küçük ofisinde sigarasını içerken arkadaşları beş bin dolara satmayı planladıkları uçak alüminyumundan yapılmış jantları çıkarıyorlarmış. Tam o sırada kafalarına sadece gözlerini açıkta bırakan yün başlıklar geçirmiş ve ellerinde Uzi taşıyan iki Honduraslı adam tamirhaneyi basmış ve herkese yere yatmasını söylemiş. Águila, masanın altındaki çekmeyi açıp 9 mm'lik bir Heckler & Koch tabancayı çıkarmış. Şarjörü itip, ofisten dışarı fırlamış ve silahı adamların üzerine boşaltmış.

Ne yazık ki tamirhaneyi basan koyu esmer tenli iki adam, milli istihbarat servisinin elemanlarıymış. Yani Águila bilmeden iki polisi öldürmüş.


“İşte bu benim hayat hikâyem. Seninle bir oyun oynamaya yetecek vaktim var. Beyazla başlayabilirsin.” dedi.

Altı hamleden sonra,

"Eğer gözlüğüm olsaydı muhtemelen onların kim olduklarını görürdüm. Yani bir bakıma burada olmamın nedeni, sağlık sigortamın olmaması." Ben bir şey söylemeden önce kendisi güldü. İleriye bir piyon sürdüm, ona yirmi ikinci hamlede beraberlik teklif ettim. 

Águila, "Oyna Inocente." dedi. Yedi hamle sonra yenildiğimi kabul ettim.

Mayıs ayında bir perşembe sabahı onu infaz için hücresinden alıp götürdüler. Nöbetçiden servis penceremin kapağını kaldırmasını istedi, sonra,

“Hey Inocente, işte son arzumun bir kopyası, sanırım buna vasiyet diyorsunuz. Gomez sana satranç setimi bıraktığımı biliyor, tamam mı? Vaya con Dios, amigo****, Seni özleyeceğim." dedi.

“Ben de seni özleyeceğim.” dedim.

“Dert etme bunu, Mahkûm, düşünmen gereken daha önemli konular var.” dedi.

Zincirlenmiş ellerini göğüs kafesine doğru kaldırdı, eğildi ve yapabildiği kadar  bana “Elveda” demeye çalıştı.

İki yıl önce, Águila gibi bir adamı, yerleri paspaslamak için bile işe almazdım. O gece, ölüm hücresinde 213. günümdü ve buraya geldiğimden beri ilk kez ağlıyordum.

* “Mi padre dejó de ir a la iglesia.” (İspanyolca, "Babam kiliseye gitmeyi bıraktı.")
** "No Estoy seguro"** (İspanyolca, Bundan emin değilim)
*** Mis padres siempre necessan cansados (İspanyolca, Benim ailem her zaman yorulmuş)
**** Vaya con Dios, amigo (İspanyolca, Tanrı seninle olsun, arkadaş)

(Devam edecek)

29 Mayıs 2020 Cuma

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 26/2

Görüşme salonu yavaş yavaş sessizliğe ve karanlığa bürünmüştü. Kabinler boşaldı ve ziyaretçiler özgür dünyalarına döndüler. Saat tam beşte, gardiyanlardan biri Olvido’nun arkasındaki kapıyı tıkırdattı, Luther kalkıp kapıyı açtı. Olvido görevliyi adıyla selamladı. Gardiyan gülümsedi, daha fazlasına müsaade edemeyeceğini söyledi ve saatini gösterdi. Avukatlarım hep birlikte ayağa kalktılar. Laura,

“Onlara yasal hakkımız olan bu ziyaretimizin normal çalışma saatlerini aşacağı hususunda bilgi vermemiştik ancak yakında yine döneceğiz.” dedi.

Olvido, “Ayrılmadan önce, bana sormak istediğin bir şey var mı?” diye sordu.

“Masum olduğumu nasıl ispatlayacaksın?” diye sordum.

“Henüz bilmiyorum," dedi. "Başka?”

“Kantinden alışveriş yapabilmem için banka hesabımdan para çekmelerine izin vermek istiyorum. Bunun için bir dilekçe yazıp imzalayabilir miyim? Miras hakkıma el koydular ancak biraz birikimim vardı. Bir radyo, birkaç kitap ve yiyecek bir şeyler almak istiyorum.” dedim.

Kafamdaki plana göre her gün ton balığı, fıstık ezmesi, kuru fasulye, mısır ekmeği, bir kavanoz salsa ve plastik poşetler içinde önceden yıkanmış salata çeşitleri yiyecektim. Bunları satın almak için basit bir form doldurup her sabah gelip beni kontrol eden gardiyana vermem yeterliydi. Teksas Eyaleti beni altı, bilemedin yedi yıl içinde infaz etmeyi planlamıştı ama onlardan önce hapishanede verdikleri yemeklerin beni öldürmesine izin vermeyecektim.


“Bir şeyler satın alabilmek için nasıl form doldurulacağı konusunda bana yardımcı olabilecek bir komşum var, ondan biraz borç aldım, ancak burada kullanacağım kendime ait bir hesabım yok.” dedim.

Luther, “Merak etme hallederiz, bu bir sorun değil.” dedi.

Bizi birbirimizden ayıran camın altındaki yuvanın kapak sürgüsünü açtı, çantasından çıkarttığı beyaz bir kağıdı benden tarafa itti. İmzaladım ve ona geri uzattım.

“Tek yapmam gereken bu mu?” diye sordum.

Luther, “Bir haftaya kalmaz para hesabınızda.” dedi.

Olvido, “Hadi artık, son çağrı yapıldı.” dedi. Kafamı meşgul eden son konuyu da öğrenmek istiyordum.

“Komşu hücremde kalan mahkum muhbir olabilir mi?” diye sordum.

Laura, sanki soruma gülmüştü, ama bundan emin olamadım.

Olvido, “Hayır, hayır böyle bir şeyin olacağını sanmıyorum.” dedi. “İdam cezasına çarptırılmış bir mahkûm olduğunuzu hatırlatırım. Artık onların herhangi bir muhbire ihtiyaçları yoktur.” dedi.

“Anlıyorum.” dedim.

Ayağa kalktılar ve elleriyle cama dokundular. Sanırım aynı şeyi benim de yapmam ve cama dokunmam bekleniyordu, ben de öyle yaptım. Demir kapı açıldı ve gittiler.

Orada iki saatten fazla yalnız başıma oturup bekledim. Sonraki ziyaretime gelmeden önce tuvalete gitmem gerektiğini unutmamalıydım. Gardiyanlar beni orada unutmamıştı, sadece götürmek için acele etmediler. Hücreme döndüğümde, masamda, plastik bir tepsi içinde güvece benzeyen soğuk, tepeleme sığır eti kâsesi gördüm. Bezelye olduğunu düşündüğüm griye kaçan yeşil bir nesneyi inceledikten sonra tuvalete boşaltıp sifonu çektim. Avukatlarla yaptığım konuşmaları hatırlamaya çalıştım, onlara her şeyi anlatmış olduğumu düşünüyordum. Acaba ben de onlara, kendileri hakkında soru sormalı mıydım? Burada kimseye mahkûm olmanın görgü kuralları öğretilmiyor!

Águila lütfedip özrümü kabul etti. “Bu kadar zamanda henüz kafayı sıyırmış olamazsın, muchacho*. No me molesta**. ” dedi.

Bana ne tür sabun, tıraş bıçağı ve duş terliği alacağıma dair önerilerini içeren bir not uçurdu. Notta ayrıca hangi muhafızların kelepçeleri çok sıkı bağladığını, hangisinin duşta bir saat ya da daha fazla kalmama izin vereceğini, hangisine rüşvet vererek ev yapımı alkollü içki ya da uyuşturucu temin edebileceğimi ayrıntılı bir şekilde yazmıştı.  
İdam mahkûmlarının çoğu, başkalarının ne yaptığını merak etmez, ancak Águila, hepsinin beni tanıdıklarını söylemişti. Benim duruşmalarımı radyonun gece haberlerinde sıkı bir şekilde takip etmişler. Águila, kurbanımın şöhretli bir kişi olması nedeniyle meşhur olduğumu söyledikten sonra,

“Ünlü olmanın burada sana pek bir faydası olmaz, Inocente.” dedi

Yere yığılmıştım ve ona sessizce Valium'un fiyatını bilip bilmediğini, param gelince ödemek üzere birisinin bana bunu dışarıdan temin etme imkânı olup olmadığını sordum. Herkesin duyabileceği kadar yüksek bir sesle,

“Bunu rüyanda görürsün, Cazador***, senin kafan iyi galiba.” dedi.

Bir süre sonra kapımın altından atılan sıkıca katlanmış kâğıt bir fişek gördüm. Kâğıdın içinde kalemle çizilmiş gülen bir yüz ve altı küçük beyaz hap vardı. "Gracias****" yazdım ve kağıdı kıvırıp geri uçurdum.

Ertesi sabah, Águila, dokuzuncu hamlede Bxf4 oynadı. Biraz düşünüp ona Vezir e8'e dedim.

“Vay canına! Güzel hamle, Inocente” dedi. “Sana geri döneceğim.”

İlk dört ayda, otuz üç kez ayrıldım hücremden: birer saatlik on sekiz havalandırma izni, birer saatten toplam on iki saat duş, bir kez de hapishane müdürünü ziyaret. Ayrıca bekleme sürelerim de dâhil olmak üzere toplam 17 saat süren yasal ziyaretlerim için iki kez hücremin dışına çıktım. Görüşmeler ve ihtiyaç sürelerimin toplamı 50 saat yapıyordu. Bunun dışında, 2.878 saatlik zamanımı beş buçuk metrekarelik hücremde yalnız geçirmiştim. Gelecek ay ise hücremden hiç dışarı çıkamayacaktım!

123. Gün: Bugüne kadar, ölüm hücrelerindeki mahkûmların yaklaşık yüzde onunda cep telefonu vardı. Bende yoktu, ama kimlerde olduğunu biliyordum. Bunu herkes biliyordu. Her bir telefonun karşılığında, mahkûmların aileleri gardiyanlara nakit para ödemişti. Mahkûmlar telefonlarını, kalın kitapların içini oyarak oluşturdukları boşluklarda, daktilo içlerinde ya da muhafızların bakmadığı başka yerlere gizliyorlardı.

Operasyon, Şef adıyla bilinen bir mahkûmun, salı gecesi saat yedi buçukta, Teksas Senatosu, Adalet Komisyonu Başkanıyla yaptığı telefon görüşmesi üzerine başlatıldı. Rivayet edildiğine göre, senatör, evde ilk votka martinisini yudumlarken telefonla aranmıştı. Hiç kimse bizim Şef’in senatörün gizli numarasını nasıl eline geçirdiğini bilmiyordu. Önce kendisini tanıtmış ve hücresinden aradığını söylemiş. Bilgisayar ve spor ekipmanı taleplerini dile getirdikten sonra, sadist gardiyanlardan, saçma sapan yemek saatlerinden ve parçalı fıstık ezmesi bulamadıklarından yakınmış. Duyduğum bu hikâyenin pek çok versiyonu var.  Bunlardan birine göre Senatör, "Kim bu yine" deyip söylenmiş, Şef, hiç istifini bozmadan, adını ve mahkum numarasını bir kez daha tekrarladıktan sonra sorunlarının ne kadar bir süre içinde giderilebileceğini sormuş.

Senatörün kokteyl saatinin yarıda kesilmesine sebep olan bu olaydan yaklaşık on beş dakika sonra gardiyanlar bütün ölüm hücrelerine baskın yapmaya başladılar. Bu iş birkaç gün sürmüştü. O sırada hapishanede idam cezasına çarptırılmış 378 mahkûm vardı. Şafak vaktine kadar yapılan aramalarda on dört cep telefonu bulunmuştu. Ertesi gün akşam yemeğinde bu sayı yirmi üçü buldu. Aramalar bittiğinde, biri tekerlekli sandalyedeki bir mahkûmun rektumunda, diğeri de Big Al adlı obez mahkûmun karın yağı kıvrımlarının altına gizlenmiş toplam otuz bir tane cep telefonu bulundu. Ben yine de hepsini bulamadıklarını biliyordum.


muchacho* :İspanyolca, delikanlı
No me molesta**  :İspanyolca, bu beni rahatsız etmez
Cazador*** : İspanyolca, avcı
Gracias**** : İspanyolca, teşekkürler

(Devam edecek)

28 Mayıs 2020 Perşembe

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 25/2


Hücremin kapısı açıldığında, diğer üç gardiyanı gördüm, muhafaza timi olmalıydı. Beni çekiştirirlerken Águila bağırdı,

“Çaylağa iyi davranın, o Innocent*” Onun arkamdan güldüğünü duydum. Gardiyanlardan biri önde yol gösterirken diğer ikisi, sağıma ve soluma geçti, ellerini omuzlarıma yapıştırıp öndekini takip etti. Koridor boyunca yürüdük ve iki elektronik kapıdan geçtik, daha sonra dışarı çıktık. Yukarı baktığımda gökyüzünü görebiliyordum. Üzerine spiral jiletli tel çekilmiş, dört metre yüksekliğindeki duvarların arasından geçtik.1,20 metre genişliğinde epey dar bir geçitti. Önümdeki muhafız, kimliğini küçük bir video kameraya tuttu ve önümüzde diğer bir elektronik kapı açıldı. Birden soğuk bir hava cereyanıyla karşılaştık. Solumda tek kişilik ziyaret kabinleri bulunan başka bir salona girdik. Üzerinde 3B yazan kapıyı açıp içeri girmemi beklediler. Kapı elektronik değildi. Muhafız arkamdan kapıyı kapattı ve dışarıdan kilitledi. Çömeldim, gardiyanlardan biri delikten uzanıp kelepçelerimi çözdü.


Kalın, kafes telli camın diğer tarafında, üç kişi beni bekliyordu: otuz yaşlarında görünen dolgun kumral saçlı bir kadın, dazlak kafalı siyahî bir adam ve yirmili yaşların başında, alt dudağında parlak mor renkli piercing ve bir küpe bulunan bir genç kız. Onların arkasında sırtlarına ceket giymiş, ziyaretçileri izleyen iki kadın gardiyanı fark ettim. Ziyaretime gelenler arasındaki kumral saçlı kadın, camın yan tarafındaki telefonu işaret etti, telefonu alıp kulağıma dayadım.

“Adım Olvido. Sana iki hafta önce kendimi tanıtan bir mektup yazmıştım. Burada senin temyiz avukatın olarak bulunuyorum.” dedi.

“Mektubunu aldım ama senden davama bakmanı istediğimi hatırlamıyorum.” dedim.

“Biliyorum,” dedi. “Ölüm cezasına çarptırılan mahkûmların otomatik temyizi vardır. Hâkim beni ve ekibimi bu iş için görevlendirdi. İstediğiniz başka biri varsa onu tercih edebilirsiniz, bu sizin en doğal hakkınız.”

“Benim burada olmamın tek sebebi daha önceki avukatlarımı kendim seçmiş olmam.” dedim.

“Tamam, o zaman anlaştık.” dedi.

Luther ve Laura adlarında iki meslektaşını tanıttı.

“Tanıştığımıza memnun olduk” dediler aynı anda. Ben de "Memnun oldum.” dedim. Olvido, dokuz ay içinde karara itirazda bulunacaklarını, Bölge Savcısının altı ay içinde dilekçemize yanıt vereceğini ve Mahkemeden de bir yıl içinde karar çıkabileceğini söyledi.

“Siz bana, davayı kazansam bile, iki buçuk üç yıl burada kalacağımı mı söylüyorsunuz?” diye sordum.

“Evet” dedi.

“Ya kaybedersem?” diye sordum.

Olvido, Federal Mahkemeye yeni bir temyiz talebinde bulunacağını, eğer iş o noktaya gelirse, avukatım olarak devam etmesini isteyip istemediğime veya onu başka birisiyle değiştirmeye karar verebileceğimi açıkladı.

Luther, “Tabii ki, o noktaya gelemeyebiliriz.” dedi.

Laura, Luther’in takımın iyimseri olduğunu söyledi. Laura ve Olvido birlikte gülümsediler. Anladığımı göstermek için başımı salladım. Beni şaşırtmışlardı. Kimse bana  avukatlarımın bir gün ayaklarıyla gelip beni bulacaklarından söz etmemişti. 

“ Kusura bakmayın," dedim. "Ziyaretçi beklemiyordum."

Arka tarafta bulunan muhafızlardan biri,  genç siyahî adamı ziyaret eden, camın diğer tarafındaki güzel kadının fotoğrafını çekti. Genç kadın cama iyice yapışmış, mahkuma dokunacak kadar yaklaşmıştı, birbirlerini ayıran sadece aralarındaki camdı. Muhafız fotoğrafı kadına verdi. Ben kadının dudaklarını okuyabiliyordum. Muhafıza “Teşekkür ederim.” dedi. Gardiyan gülümsedi.

Olvido'ya “Bu işte ne kadar tecrübelisin? diye sordum.

“Aslında olduğumdan daha genç görünürüm. Uzun zamandır ağır ceza davalarına bakıyorum. Luther ve Laura’nın iş tecrübesi fazla değil ama ikisi de müthiş zekiler, onları sırf bu yüzden işe aldım.” dedi.

"Anlıyorum." dedim.

İşe yeni bir kadın şef almaya karar verdiğimde, baş vurduğum bir numara vardı. Bana bir omlet pişirin derdim. Yumurtaları tavaya boşalttığı anda ona arkamı dönüp ızgarada pişen balığa bakmasını ve aynı zamanda yapmakta olduğum sosla da ilgilenmesini söylerdim. Sonra yanından uzaklaşır başka bir işle ilgilenirdim. Bazıları beklenmedik kaos karşısında panik yaparlar. Böyle insanları bir cumartesi gecesi yoğunluğunda değil, bir mülakat sırasında tanımak daha kolay. Hapishanenin daha önce hiç bulunmadığım bir yerinde, hiç görmediğim ve kim olduklarını bile bilmediğim avukatlarla görüşüyordum. Dünyam tersine dönmüştü. Ne hakkında konuşuyorduk? Luther’in omzunun üzerinden yine arka taraflara doğru bakmaya başladım. Bazı mahkûmlar ebeveynleri olabilecek yaşlılarla, bazıları da çocukları olabilecek daha genç insanlarla görüşüyorlardı. Üzerinde haç işareti bulunan bir kıyafet giymiş zenci mahkûm, ona deri ciltli kitaptan İspanyolca İncil okuyan bir adamı dinliyordu. Kolları yeşil dövmelerle kaplı, beyaz obez bir adam, yutkunma tiki olan minyon tipli bir rahibenin karşısında oturuyordu.

Luther başını arkaya çevirdi, gördüklerimin aynısını o da gördü. “Aynı Ulusal Futbol Ligi gibi, burası Amerikan halkının eritme potası.” dedi.

Sanırım şaka yapıyordu, ama bundan emin olamadım, bu yüzden ona,

“Ha evet, sanırım öyle.” dedim. Arkada soda, şekerleme, sandviç ve cips otomatları gördüm. Laura bana yiyecek bir şeyler isteyip istemediğimi sordu. Ona teşekkür ettim, aç olmadığımı söyledim. Olvido,

“Müsait olduğun başka bir gün de olabilir fakat duruşmadan önce bana hayat hikâyeni anlatmanı istiyorum.” dedi.

“Hayatımın aşkıyla evlenmiştim. Fakat onu ben öldürmedim.” dedim.

Başıma gelenleri herkesin bildiğini sanıyordum. Fakat Olvido benim hakkımda pek çok şeyi bilmiyordu. Niye bilmeliydi ki zaten? Onlara Tieresse'nin öldürüldüğünü öğrendiğim günü anlatmaya başladım, ancak Olvido araya girdi.

“Önce bana onunla nasıl tanıştığınızı anlat.” dedi.

Beş saat boyunca Olvido ve arkadaşlarına Tieresse ile nasıl tanıştığımı ve onunla birlikte geçen hayatımızı anlattım. Ailemden ve çocukluğumdan, restoranımdan ve kariyerimden bahsettim. Tieresse'nin sevdiği yerler hakkında ve desteklediği yardım kuruluşlarını anlattım, bu işleri neden yaptığına dair bilgiler verdim. Neredeyse her şeyi anlatmıştım.


* Innocent: İspanyolca Masum

(Devam edecek)

AIN'T GOT NO, I GOT LIFE - Mrs. KEDİ'YE...

Nina Simon (21 Şubat 1933 - 21 Nisan 2003) Caz ve soul müziğin en önemli isimlerinden. "Ain't Got No, I Got Life" parçası ünlü  "Hair" müzikalinde aklıma kazınmıştı. "Hiçbir şeyim yok fakat beynim var" diyor. "Yok" derken yüzündeki ifadeye bakıyorum, gözlerinde bir umursamazlık.

Ne bir isyan ne de kıskançlık seziyorum. sözlerinde. Sonra "Var" dediklerini öyle bir gururla sayıyor ki, baş ağrısı, diş ağrısı, Afrika dahil, her şey var... Uçuyorum onunla birlikte.

Yokları çok daha fazla: "God", "Mother", "Father", Love", "Home", "Money"... Ama her şeyin ötesinde "Ben varım" diyor, kimsenin elimden alamayacağı kafam var, beynim, ağzım, burnum, kulaklarım var.

Kimsenin elimden alamayacağı!!! Doğru ya! O elimden giderse ben zaten "yok" olurum.