Sargent, yolculuk için hazırlandığımı duydu. Ona avukatlarımın bana
önerdikleri çözüm yolunu söyledim.
“Gandhi'nin açlık grevlerine karşı olduğunu biliyorsun
değil mi?” diye sordu.
“Sözü nereye getirmek istiyorsun? dedim.
“Gandhi, açlık grevleriyle hapishane koşullarının iyileştirilmesi
ya da hapistekilerin erken salıverilmesi için gardiyanlara baskı yapıldığını söylüyordu. O baskının her çeşidine karşıydı.” dedi.
“Ne yani, onların taşımasını beklemektense idama götürecek tekerlekli sedyeye kendim gitmeliyim, öyle mi?” dedim.
Sargent, “Allah kahretsin Inocente, sen kendini filozof
mu sanıyorsun? Elbette lanet olası
sedyeye kendin gitmemelisin. Benim sana söylemek istediğim, kendini kontrol etmen, yani
kendine karşı dürüst olman, anlıyor musun?” dedi.
“Evet, anlıyorum, teşekkürler Sargent.” dedim.
Hücremden ayrılırken, “Selametle kardeşim.” dedi, “Kahverengi Gömlekliler*
bizi tekrar bir araya getirince yeniden görüşürüz.”
Beni D Blok'una götürdüler. Geriye dönüp baktığımda, beni, bugün olduğum kişiye dönüştüren şeyin D-Blok'u olduğuna inanıyorum. Dünyaya bakış açım değişmişti. O zamana dek hapishanede bir
ziyaretçiydim sadece. Oraya ait değildim. Ama D-Blok'a geçince mutfaktaki şefliğim, bir
kadının kocası olmam, hücredeki arkadaşlığıma dair her şey son kalıntısına kadar
silindi ve bütün kimliği sadece kendi ailesi olan biri oldum.
Sargent'a Gandhi'nin de böyle düşünüp
düşünmediğini sormak isterdim, ancak Sargent artık yanımda değildi. Onu
çok özlüyordum. Águila'yı da.
Lila, beni yeni hücreme bıraktığında, bana birkaç
tane kulak tıkacı vermişti. Çok geçmeden bunun nedenini öğrendim. O gece saat dokuzda,
yan hücremde kalan mahkûm anlaşılmaz bir dilde konuşmaya başlamıştı. Nezaketle "Lütfen sessiz ol kardeşim!" diyerek onu uyardım. Bana, anlamadığım bir dizi metalik tıklama sesi ile cevap verdi. Kulak tıkaçlarımı taktım ve uyumaya çalıştım. Ertesi sabah infaz memurlarının kahvaltı saatini haber verdikleri vakit uyandım.
Birkaç dakika sonra üç kasklı muhafız komşumun hücresine daldı. Adam çorba
kaşığıyla oyduğu gözünü yemiş. Onu helikopterle Houston'ın bir saat güneyindeki
bir psikiyatri kliniğine götürdüler ve bize bir hafta boyunca hücremizde
kilitli kalacağımızı söylediler.
O günün ilerleyen saatlerinde, koğuşun en yaşlı mahkumu uykusunda öldü. Dallas şehrindenmiş, yetmiş dört yaşında, iki yıl önce geçirdiği felç nedeniyle tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuş, beyaz bir adamdı. Onu salona çıkardıklarında
kucağında oksijen tüpünü tutuyordu. Yüzbaşı hücrede kilitli kalma süremizi yedi
gün daha uzattığını söyledi.
Kendine Vaiz Bob adını veren bir mahkûm, heyecanlı bir şekilde vaiz vermeye başladı. Yüzbaşıya, Tanrı'nın bile Sodom ve Gomore'yi yok etmeden
önce dürüst davranıp haklı ve haksızı ayırdığını söyledi. Yüzbaşı,
“Bunun ne
önemi var, Mahkûm.” dedi ve arkasını dönüp uzaklaştı.
Vaiz Bob kapıya bir kafa attı
ve yedi saatten uzun sürecek abuk subuk bir vaaza başladı. Kulak tıkaçlarıma
rağmen, onun saçma sapan lafları gece boyunca beni uyutmadı. Ona bir uçurtma gönderdim, Notuma,
“Fidel Castro’nun saçma sapan konuşmaları bile ipe sapa gelmez vaazlarınızdan
daha kısa. Biraz uyuyabilmemiz için, sesinizi biraz kısmaya ne
dersin?” diye yazdım. Bana hemen bir cevap gönderdi ve
“A-Bloktaki Meksikalı kim?” diye sordu.
Gardiyanların beni fark edip etmediklerini anlayabilmem için bir haftalığına oruç tutmaya karar verdim. Ne kadar kilo verdiğimi
bilmiyordum, bir tartıya çıkıp öğrenmek mümkün değildi tabii, fakat ayağıma
geçirdiğim şortumun aniden bollaştığını ve çıkan kalça kemiklerimi görebiliyor,
kaburgalarımı sayabiliyordum. Kimse tek laf etmedi. Sargent'ın bana verdiği,
Beccaria**’nın kitabını açtım, aklım karışmıştı ve okuduğumu
anlayamıyordum. Hücrelerimize kilitlendiğimizin sekizinci gününden itibaren tıraş olmamaya
karar verdim. Muhafız, sakal bırakmaya başladığımı görünce, bana tıraş olmamı
emretti. Ona tıraş bıçağım olmadığını söyledim. O gün, öğleden sonra bana bir tıraş bıçağı getirdi ve sakalımı hemen kesmemi istedi. Ona kulak asmadım.
"Bu senin için son uyarı, Mahkûm. Hemen tıraşını ol." dedi. Beni izlediğini hissediyordum.
Vaiz Bob'un Yeremya' dan ayetler okuduğunu duydum.
“Onlardan
korkma. Size karşı savaşacaklar ama sizi yenemeyecekler, çünkü sizi
kurtaracağım.”
Hayal görmemek için gözlerimi sıkı bir şekilde ovuşturdum.
Büyük bir sessizlik oldu. Hücremden dışarıya baktım, başına kask takmış üç muhafız
gördüm. Dördüncüsü, bir elinde video kamerayı, diğer eliyle göz yaşartıcı sprey
kutusunu tutuyordu.
“Bir sorun mu var?” diye sordum. Biraz düşününce
durumun kötüye gittiğini zaten anlamıştım. Anlaşılan burada işler böyle yürüyordu. Biri servis penceresinin kapağını açtı ve bana göz yaşartıcı gaz sıktı. Gözlerimden yaşlar
süzüldü ve boğazımda safranın yükseldiğini hissettim. Kuru kuru öğürmeye başladım. Bir
tanesi kapıdan uzaklaşmam için bağırdı, sonra servis kapağı yeniden açıldı,
yanağımdan sert bir darbe yedim. Bir gardiyan Üç, iki, bir diye saydıktan
sonra birden kapı açıldı ve üç kasklı muhafız içeri girip beni yere yatırdı. Karnımın
üstüne yatırdılar, nefes almaya çalışıyordum. Biri sırtıma dizini dayamıştı. Taşa vuran ön dişimin kırıldığını hissettim. Tulumumu yırttılar ve ellerimi
kelepçelediler, sonra beni ortasında bir su gideri olan başka bir kafese koydular.
Video kameralı muhafız, kayıt almaya devam ederken kadın bir gardiyan beni bir
yangın hortumuyla yıkadı. Tıraş olmamı emreden gardiyan,
“Son uyarı, son uyarıdır”, Mahkûm, dedi. Kelepçeler hala bileklerimdeydi ve çıplak halde ve vücudumdan sular damlarken, iki yeni muhafız beni üst katta bir hücreye götürene kadar duş alma kafesinde kıç üstü oturdum. Beni hücreye atmalarından sonra kapı arkamdan kapandı.
“Hey, eşyalarım nerede?”
diye bağırdım. Ne şilte, çarşaf ne de herhangi bir giyecek vardı. Yere oturdum,
dizlerimi göğsüme bastırıp ısınmaya çalıştım.
O gece servis penceresi açıldı ve McKenzie içeri
bir tulum ve bolonez soslu bir sandviç fırlattı. Bir ısırık attım. Tadı
bozuk para gibiydi, kalanını çöpe attım.
“Seviye 3'e hoş geldin, pislik. Lanet olası herif, burada inatçı bir deve jokeyi gibi hareket edersen, layığını
bulursun.” dedi.
Bir diş fırçası, bir kalıp sabun ve bir de tıraş bıçağı verdiler. Komodini temizledim. Bir hafta sonra ikinci gazımı yedim. Geçen sefer
sırtıma çöken ayı yine iş başındaydı. Öksürük nöbetine tutulmuştum, içeri
girdiler, bana saldırıp üzerimdeki kıyafetleri çıkarttılar. Bu sefer
başka bir dişimin kırılmamasına dikkat ettim. Yere indirdikten sonra, beni, zemine sabitlenmiş metal bir sandalyenin bulunduğu aydınlık bir odaya sürüklediler.
“Burası eskiden kullandığınız bir gaz odası mıydı?”
diye sordum.
Bir süredir görmediğim diş teli takan genç gardiyan, Teğmen’e baktı.
“Burasını gaz odası olarak kullanmış mıydık, Teğmen?”
diye sordu. Gardiyan,
“Bizim görevimiz düzeni sağlamak, Çavuş, Nazi
subayı değiliz.” dedi.
“Görevinizde başarılar dilerim, genç dostum.”
dedim.
Çavuş, bir cevap vermek için hareketlendi ancak
Teğmen ona sert bir bakış atınca vazgeçti. Ellerimi önden kelepçelediler, göbek
deliğimde biriken suya yol vermek için başparmağımı kullandım.
*Kahverengi Gömlekliler : Nazilerin eli sopalı paramiliter zabıta teşkilatına benzetilen gardiyanlar
Beccaria**: Cesare Beccaria (1734-1794), İtalyan hukukçu, filozof, ekonomist, edebiyatçı
(Devam edecek)