KATEGORİLER

5 Haziran 2020 Cuma

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 33/2


Bekleme salonunda oturmuş, başparmağı ve işaret parmağı arasında kalemini döndürürken ara sıra okuduğu yazıdaki bir bölümü işaretlemek için duraksıyordu. Olvido, zamanını boşa geçiren biri değildi.

Camın arkasından telefonla konuşmaya başladık. Olvido,

“Davanın seyri hakkında sizi bilgilendirmek istedim. Yargıtay bu sabah, temyiz başvurumuzu geri çevirdi. Başka argümanlar bulmamız gerekiyor. Konuya ilişkin iddialarımızı farklı yollardan sürdürmeye devam edeceğiz. Şu anda, Houston Bölge Savcılığı yeni başvuru için uygun bir süre belirleyecek.”

“Lanet olsun, buna inanamıyorum.” dedim. “Kimseyi öldürmedim ben. Tanrım, bu kâbus daha ne kadar sürecek?”

Hiçbir şey söylemedi. Bir şey demesini zaten beklemiyordum.

“Kusura bakma.” dedim. “Ne kadar süre verirler?

“En az doksan gün vermek durumundalar.” dedi, “Fakat, eski eşinizin oğlunun Bölge Savcılığını sık sık aradığına dair söylentiler geliyor kulağıma.”

“Reinhardt’ın mı?” diye sordum.

“Evet, ta kendisi!” dedi. “Bu nedenle yakın bir zamanda harekete geçmeleri benim için sürpriz sayılmaz. Sanırım hareket tarzımızı değiştirmemiz gerekecek. Henüz bunun nasıl olacağını bilmememe rağmen yeni bir şeyler bulmalıyız. Biliyorum işimiz zor, yasalar çerçevesinde elimizden geleni yapmak zorundayız.”

“Biliyorum.” dedim.

Başıyla otomatik meşrubat makinelerini işaret etti ve “İstediğin bir şey var mı?" diye sordu.

“Bir takım elbise, belki bir kravat ve buradan çıkış anahtarları.” dedim.

Güldü. Ayağa kalktım ve elimi cama koydum. Geri döndü. Benden saklamaya çalışıyordu fakat ayrılmadan önce gözünden akan birkaç damlayı fark ettim.

Gardiyanlar hemen beni almaya geldi. Sargent duştan yeni çıkmış ve hücresine yeni dönüyordu. Ziyaretin içeriğini sordu ve ben de ona söyledim.

Avukatım davanın seyrine ilişkin son haberi verdikten sonraki dört gün hücremden dışarı çıkmadım. Havalandırma için geldiklerinde, hayır dedim. Duş sıram geldi, beni geçmelerini söyledim. Sakal tıraşı olmadım. Beşinci gün, McKenzie ile birlikte iki yeni gardiyan hücremi bastı ama ortalığı karıştırmadılar. McKenzie, sakalımı kesmemi söyledi. Ona cevap bile vermedim ancak tutanak tutmadı. İyice acıkınca sancılanmaya başladım. Yemek tepsime bırakılanlar arasından bir iki lokma attım ağzıma. Dolabımda altı paket ton balığı ve üç kutu barbunya pilaki vardı, ama konserve açacağını bulamadım. Belki de McKenzie aşırmıştı ve ben fark etmemiştim. Yenisini sipariş etmeyi düşündüm.

Tamı tamına on iki yıl hapis yatmış, üç idam kararından sonra da temize çıkmış bir adam tanıdım. Şu sıralar bir hayır vakfını işletiyor. NPR*’nin yaptığı bir röportajda insan ruhunun esnekliğinden bahsediyordu. Onur kırıcı olanların dışında başına gelen şeyi sayıp dökmüştü. Aptaldı ama şanslı biriydi.

Tutuklandığım zaman bile hiçbir zaman yargılanmayacağımı düşünmüştüm. Duruşmaya gittiğimde masum bulunacağımdan emindim. Ölüm hücresine attılar, mahkemenin illa ki bu yanlışı düzelteceğine inanıyordum. Tahammül, delirmekle aynı anlamı taşır. Kendini güçlü hissettiğin zamanlarda daha çok hayale kapılırsın, daha çok hayal kurarsan kendini daha güçlü hissedersin. Sargent, bir defasında her an bir şeyler olabileceğini, Tanrı’dan ümidin kesilmeyeceğini söylemişti. Fakat ben hücremde oturup altı dakika öncesine kadar berat kararından haberi olmayan adamlardan biri olamazdım. Aman, boş ver diyemezdim. Yapacak hiçbir şey kalmadı dedirtemezlerdi bana hiç kimse. Tanrı yeniden ülkeyi sular altında bırakıp Nuh'u göreve çağırmazsa, babamın mezarı üzerine yemin ederim ki, yapmadığım bir şey için idam edilecektim. Buna katlanacak gücüm yoktu. Evet, buna dayanamazdım artık.


Üzgünüm Tieresse” dedim. Buraya geldiğimden beri onunla ilk kez konuşuyordum. Tieresse’nin adını ya da hatırasını burada anarak ona saygısızlık etmek istememiştim. Fakat elimde olmadan tekrar mırıldandım, “Üzgünüm.”


Hapishaneye düşmeden önce ABD’li bir rehinenin kafasını uçuran teröristin videosunu izlemiştim. Rehinenin iç dünyasında fırtınalar kopuyordu belki ama dışarıya karşı korkusuz görünüyordu. Kamera çekime girmeden önceki sahneyi hayal etmiştim: Rehine, elinde bıçak tutan kapüşonlu haydudun yüzüne tükürüyor, buna karşılık haydut da belinden çıkarttığı tabancasını adamın kafasına indiriyordu. Rehine sendelemişti ama düşmemişti.

Biliyorum, izlemek hataydı. Beyninizin asla silemediği bazı görüntüler vardır.

1,707. Günde bir rüya görmüştüm. Rehine videosu yeniden gözümde canlandı. Yüzüne maske takan terörist, bıçağı bileği taşına sürtüyordu. Turuncu tulum giyen rehine, teröristin önünde diz çökmüştü. Elleri bağlıydı. Cüretkâr ve sakindi. Ekrana girmeyen biri, teröriste yabancı bir dilde bir şeyler söylüyordu, sanırım Arapça'ydı. Rehine dönüp ona bakmıştı. Rehinenin yüzü benimkiyle aynıydı. Sıçrayarak uyandım. Saat dokuzdu. Yüzbaşı kapımda bekliyordu.

“ Günaydın, Mahkûm Zhettah. Müdür sana bir şey söylemek istiyor.” dedi.

Kenara çekildi ve Müdürün ön tarafa geçmesine izin verdi. Ranzamın kenarında oturuyordum. Müdür, kapıya doğru yanaşmamı istedi. Bana, yargıcın infaz tarihimi belirlediğini söyledi. Önümde tam dört ayım vardı. Otuz gün daha bulunduğum yerde kalacağımı, daha sonra beni başka bir yere nakledeceklerini söyledi. Götürecekleri yerin adını vermedi ama kastettiği yerin intihar hücreleri** olduğu açıktı.  Bana mahkeme emrinin yazılı olduğu kâğıt parçasını uzattı ve birkaç gün içinde prosedürleri gözden geçirmek üzere geri döneceğini söyledikten sonra Yüzbaşıyla birlikte yanımdan ayrıldılar.

Sargent, bana “Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu.

“Yetkililerin hayatta bulamayacağı offshore bankalarda yaklaşık beş yüz milyon dolarım var. Bunu sana vermemi ister misin?” dedim.

Sargent, “Bak ne yapalım biliyor musun?” dedi. “Şöyle, bir gün sen diğer gün ben birer sone*** ezberlemeye çalışalım. Bu işi seni alıp götürecekleri güne kadar sürdürelim. Hangimiz daha az hata yaparsa diğerine yazsın. Anlaştık mı?” dedi.

“Sen çatlağın tekisin, hastalıklı bir pisliksin.” dedim.

“Haklısın, Inocente. Şimdi söyle, benimle anlaşmaya var mısın yoksa?

“Tamam, kabul.” dedim.

Önce Sargent başladı. 117. Sone'yi seçti. Her mısrasını sular seller gibi okudu.

“O dizeyi seviyorum,” dedim. “Vurma beni, canlanan nefretinle.”

“Ezberlediğim ilk şiirdi.” dedi. “Onu, sekizinci sınıftan atılmadan hemen önce okumuştum.”

“O zaman hile yaptın.” dedim.

“Olabilir.” dedi, “Hadi şimdi senin sıran.”

On sekizinciyi seçtim. Ben de sıfır hatayla geçtim.

Sargent, “Güzel, ama sanki biraz yuvarladın, öyle değil mi?” diye sordu.

“Belki, ama sadece son kısmı ağzımdan farklı çıkmış olabilir,” Ona diyeceğim şeyin adını unutmuştum.

Sargent, “Dize” dedi.

“Evet, dize” dedim, “İnsan nefes alırken böyle şeyler olabiliyor.”

Sargent, “Ne istiyorsan onu söyle, bana sulu gözlülük yapma, o zaman kuralları değiştirmemiz lazım, bundan sonra seninkini ben seçeceğim, benimkini de sen seçeceksin. Anladın mı?"

Eğer Sargent'ın arkadaşım olmaktan başka bir niyeti olsaydı, bu ne olabilir bilmiyordum. Eğer yapmak istediği sadece beni avutmaksa, bunu başarıyordu. Ama eğer benimle inatlaşıp dövüşmeye kalksaydı sonuç felaket olurdu. Şimdiye kadar yaptığım her kavgadan sonra, 3. seviyeye çıkmıştım. Sargent, beni almaya geldikleri gün, skoru söyledi. İkimiz de dörder hata yapmıştık.


*NPR : ABD’de bağımsız bir radyo
**intihar hücreleri : idam mahkûmlarının intihar etmesine mani olmak için 24 saat kamera ile gözetlendiği hücre
*** sone : iki dörtlük ve iki üçlükten oluşan 14 dizelik bir nazım şekli.

(Devam edecek)

4 Haziran 2020 Perşembe

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 32/2


Kalçamı saran kalın, deri bir kayış oturmama engel oluyordu. Bir gardiyan, makas ve elektrikli tıraş makinesi kullanarak beni tıraş etti. Öksürüğüm kesilmek bilmiyordu. Memurun elindeki, keskin bir bıçak olsaydı, beni dilimlere ayırabilirdi.

McKenzie içeri girdi ve teğmene baş selamı verdi. Bana dönüp,

“Sen yavaş öğreniyorsun, öyle değil mi Za-heater?” diye sordu.

Beni B-Blok'a, geri getirdiklerinde, Sargent hala koridorun karşısındaki hücrede kalıyordu. Ona bütün başımdan geçenleri anlattım.

“Senin yanıldığın konu ne biliyor musun, Inocente?” diye sordu. Biraz bekledikten sonra cevabı kendisi verdi. “Sen, bu adamlar tarafından önemsenmeyi bekliyorsun.”


Yeni bir öksürük spazmına yakalandım. Sargent,

“Eğer bu gaz ciğerlerini hala terk etmemişse, hemşireyi çağır.” dedi.

“Hayır, bu gazdan değil. Üşüttüm sadece, zaten burada gerçek bir hemşire olduğunu da hiç sanmıyorum.

Sargent, “Doğru, Inocente, ama kılık kıyafetleri olduğunu gösteriyor, sence bu yeterli değil mi?”

“Hayır, bugün için değil,” dedim ve tekrar kuru kuru öksürmeye başladım.

Ölüm hücresinde kalmak bazen zaman algınızı değiştirir. Eğer hayal dünyasında yaşıyorsanız, umutlu bir durumdaysanız ve adaletin gerçekleşeceğine olan inancınız hala devam ediyorsa, saatler daha yavaş ilerler. Ama oyunda hile yapıldığının farkına vardığınız anda haftalar uçar gider.

Eyalet mahkemesine temyiz başvurum sırasında, her sabah bir gardiyanın, servis penceresinin kapağını kaldırıp,

“Hey Za-heater, haberi duydun mu? Davayı kazanmışsın.” diyeceğini hayal ederek uyanıyordum. Hâkimlerin masumiyetimi ilan etmeleri için acelem vardı, herhangi bir gün, özlemle beklediğim gün olabilirdi. Ancak o gün hiç gelmedi. Haftalar geçti, günler benimle dalga geçercesine bütün monotonluğuyla birbiri ardına dizildi, ta ki Olvido kaybettiğimizi söylemek için ortaya çıkana dek. Haberi alınca birden başım dönmeye başladı.


Teksas Eyaleti, bir kadını idam edince koğuştaki bütün mahkûmlar, ölen sanki içimizden biriymiş gibi kararı protesto etti. Koğuşun en zayıf adamı duştan kaçmaya çalışırken kafesin demir parmaklıkların arasına sıkıştı ve orada kalp krizi geçirdi. Gardiyanlar onu çıkarmak için çılgınca mücadele ederken yaşamını yitirdi. El Salvador çetesi mensubu bir yerliden İspanyolca öğrenen Taylandlı bir mahkûm, ebeveynleri Meksika'da misyonerlik yapan bir Alman seri katile âşık oldu ve komik İspanyolca şiveleriyle birbirlerine romantik sözler söyleyip beni güldürdüler. Bir süre sonra, Üniteryen* bir papaz, dinlenme salonunda ikisinin nikâhını kıydı. Nikâhtan bir hafta geçtikten sonra, aynı papaz, o iki mahkûm bir gün arayla idam edilirken yanlarında hazır bulundu.  


Günler böylece geçip gidiyordu. Haftada bir infaz, radyoda idam edilen adamın bir hafta önce kayda alınmış sesinin hücrelerde çınlaması, boşalan bir hücre daha...

Zamanın durması için dua ediyordum, durum ne kadar umutsuz görünse de birinin eşimi öldürmediğimi anlayabilmesi için yeterince zamana ihtiyacım vardı. Fakat Federal Mahkemenin aleyhime verdiği karardan sonra Eyalet Mahkemesinin de hemen aynı yönde karar vermesi, sanki bir gece içinde olup bitmişti. Avukatlarım yanıma gelerek artık tek itiraz yolumun Yargıtay olduğunu söylediler. Hâkimlerin benim durumumla pek ilgilenmediğini, çünkü onlar için davanın ilginç bir tarafı kalmadığını ve onları yasal bakımdan sıkıntıya sokacak bir durum yaratmadığını söylediler.

“Benim masum olmam onlar için yasal yönden bir şey ifade etmiyor mu?” diye sordum.

Eski denizci Luther, "Hayır," dedi. "Bu durum trajik tabii ama çok ilginç değil."

Olvido, mahkemeye bir dilekçe ile başvurmamı isteyerek, avukatlarımın sadece tek bir iddiada bulunmak suretiyle korkunç bir hataya düştüklerini, bu nedenle yeni bir avukat talep etmemi tavsiye etti. Bunun bir maraton koşusu olduğunu söyledi ve mahkeme kabul eder de bana yeni bir avukat verirse, her şeye baştan başlayabileceğimi belirtti.

“Çoğu müvekkilinizle olan ilişkilerinizde, zamanın sizin dostunuz olduğunu anlıyorum. Ama keşke bir de benim açımdan bakarak zamanın bana düşman olduğunu anlasaydınız.” dedim.

Ayağa kalktım ve gardiyanı çağırdım. Gitmeye hazırlandım. Olvido'ya,

“Sizi hiçbir şey için suçlamıyorum. Tam olarak benim istediğim şeyi yaptınız. Kaba davrandığım için üzgünüm. Benim hayatta sizden başka hiç kimsem yok.” dedim.


Yaz geldi. Kantinde bu yüzden plastik kanatlı vantilatörler satılmaya başladı. B-Blokta kalan bütün mahkumlar için birer tane aldım. O ana kadar hiç rüya görmemiştim ama garip rüyalar görmeye başlamıştım. Restoranda en büyük korkumuz, hamam böceği ya da sıçan istilası idi. Sağlık yönetmeliğine aykırı olmasına rağmen, mutfak ve kilerde devriye gezmesi için iki sokak kedisini beslemeye başlamıştık. Hapishane rüyalarımda artık, nevresimin yarığından fırlayan bir sürü hamam böceğinin vücudumu sarıp bir kürk gibi üzerimi kapladığını görüyordum.

1,699. Gün: Gardiyan Johnson yanıma gelip bir ziyaretçim olduğunu söyledi. Johnson, burada adımı doğru söyleyen tek gardiyandı. Kimliğimi ilk gördüğünde, ismimin nasıl telaffuz edileceğini sormuştu. Doğrusunu söyleyene kadar benim yanımda defalarca tekrarladı. Kötülüğünü hiç duymadım ve koğuşta kalan üç yüzden fazla idam mahkûmundan her birinin adını ezbere biliyordu. Normal bir hayatım olsaydı ilk önce onunla konuşmak isterdim.

Gardiyan Johnson kapıma geldi, sonra beni kelepçeleyip ziyaret salonuna götürmek için arkamı dönerek çömelmemi bekledi. Avukatım ve ekibi dışında hiç kimse beni görmeye gelemiyordu, onlar bana sadece yazdılar. Kim miydi onlar? Beni ziyaret etmek isteyen ama bunun için izin alamayan medya mensupları, içeride kafayı sıyırmamam için bana destek veren idam cezası karşıtları ve elbette mektuplarına cevap vermeyi ihmal ettiğim hayranlarım. Artık hiçbir şeyi umursamıyordum. Bu yüzden Memur Johnson'a,

“Rica ederim beni yalnız bırak. Burada kalacağım ve biraz kafamı dinleyeceğim.” dedim.

Memur Johnson, ısrar etti, “Lütfen ziyareti reddetme, Mahkûm Zhettah. Gelen, senin avukatın.” dedi.

Hücremden çıkarken Sargent,

“Ona sevgilerimi yolladığımı söyle.” dedi.
Eğer başka herhangi biri yapsaydı ahlaksızlık derdim ama Sargent bunu içtenlikle söylemişti.


*Üniteryen : Hıristiyanlıkta bir mezhep, baba, oğul ve kutsal ruh üçlemesine inanmazken, Müslümanlar gibi sadece Tanrı'nın birliğine ve İsa'nın da onun peygamberi olduğuna inanıyor bu mezhep.

(Devam edecek)

3 Haziran 2020 Çarşamba

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 31/2


Sargent, yolculuk için hazırlandığımı duydu. Ona avukatlarımın bana önerdikleri çözüm yolunu söyledim.

“Gandhi'nin açlık grevlerine karşı olduğunu biliyorsun değil mi?” diye sordu.

“Sözü nereye getirmek istiyorsun? dedim.

“Gandhi, açlık grevleriyle hapishane koşullarının iyileştirilmesi ya da hapistekilerin erken salıverilmesi için gardiyanlara baskı yapıldığını söylüyordu. O baskının her çeşidine karşıydı.” dedi.

“Ne yani, onların taşımasını beklemektense idama götürecek tekerlekli sedyeye kendim gitmeliyim, öyle mi?” dedim.

Sargent, “Allah kahretsin Inocente, sen kendini filozof mu sanıyorsun?  Elbette lanet olası sedyeye kendin gitmemelisin. Benim sana söylemek istediğim, kendini kontrol etmen, yani kendine karşı dürüst olman, anlıyor musun?” dedi.

“Evet, anlıyorum, teşekkürler Sargent.” dedim.

Hücremden ayrılırken, “Selametle kardeşim.” dedi, “Kahverengi Gömlekliler* bizi tekrar bir araya getirince yeniden görüşürüz.”

Beni D Blok'una götürdüler. Geriye dönüp baktığımda, beni, bugün olduğum kişiye dönüştüren şeyin D-Blok'u olduğuna inanıyorum. Dünyaya bakış açım değişmişti. O zamana dek hapishanede bir ziyaretçiydim sadece. Oraya ait değildim. Ama D-Blok'a geçince mutfaktaki şefliğim, bir kadının kocası olmam, hücredeki arkadaşlığıma dair her şey son kalıntısına kadar silindi ve bütün kimliği sadece kendi ailesi olan biri oldum.


Sargent'a Gandhi'nin de böyle düşünüp düşünmediğini sormak isterdim, ancak Sargent artık yanımda değildi. Onu çok özlüyordum. Águila'yı da.

Lila, beni yeni hücreme bıraktığında, bana birkaç tane kulak tıkacı vermişti. Çok geçmeden bunun nedenini öğrendim. O gece saat dokuzda, yan hücremde kalan mahkûm anlaşılmaz bir dilde konuşmaya başlamıştı. Nezaketle "Lütfen sessiz ol kardeşim!" diyerek onu uyardım. Bana, anlamadığım bir dizi metalik tıklama sesi ile cevap verdi. Kulak tıkaçlarımı taktım ve uyumaya çalıştım. Ertesi sabah infaz memurlarının kahvaltı saatini haber verdikleri vakit uyandım. Birkaç dakika sonra üç kasklı muhafız komşumun hücresine daldı. Adam çorba kaşığıyla oyduğu gözünü yemiş. Onu helikopterle Houston'ın bir saat güneyindeki bir psikiyatri kliniğine götürdüler ve bize bir hafta boyunca hücremizde kilitli kalacağımızı söylediler.


O günün ilerleyen saatlerinde, koğuşun en yaşlı mahkumu uykusunda öldü. Dallas şehrindenmiş, yetmiş dört yaşında, iki yıl önce geçirdiği felç nedeniyle tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuş, beyaz bir adamdı. Onu salona çıkardıklarında kucağında oksijen tüpünü tutuyordu. Yüzbaşı hücrede kilitli kalma süremizi yedi gün daha uzattığını söyledi.


Kendine Vaiz Bob adını veren bir mahkûm, heyecanlı bir şekilde vaiz vermeye başladı. Yüzbaşıya, Tanrı'nın bile Sodom ve Gomore'yi yok etmeden önce dürüst davranıp haklı ve haksızı ayırdığını söyledi. Yüzbaşı,

“Bunun ne önemi var, Mahkûm.” dedi ve arkasını dönüp uzaklaştı.

Vaiz Bob kapıya bir kafa attı ve yedi saatten uzun sürecek abuk subuk bir vaaza başladı. Kulak tıkaçlarıma rağmen, onun saçma sapan lafları gece boyunca beni uyutmadı. Ona bir uçurtma gönderdim, Notuma,

Fidel Castro’nun saçma sapan konuşmaları bile ipe sapa gelmez vaazlarınızdan daha kısa. Biraz uyuyabilmemiz için, sesinizi biraz kısmaya ne dersin?” diye yazdım. Bana hemen bir cevap gönderdi ve

A-Bloktaki Meksikalı kim?” diye sordu.

Gardiyanların beni fark edip etmediklerini anlayabilmem için bir haftalığına oruç tutmaya karar verdim. Ne kadar kilo verdiğimi bilmiyordum, bir tartıya çıkıp öğrenmek mümkün değildi tabii, fakat ayağıma geçirdiğim şortumun aniden bollaştığını ve çıkan kalça kemiklerimi görebiliyor, kaburgalarımı sayabiliyordum. Kimse tek laf etmedi. Sargent'ın bana verdiği, Beccaria**’nın kitabını açtım, aklım karışmıştı ve okuduğumu anlayamıyordum. Hücrelerimize kilitlendiğimizin sekizinci gününden itibaren tıraş olmamaya karar verdim. Muhafız, sakal bırakmaya başladığımı görünce, bana tıraş olmamı emretti. Ona tıraş bıçağım olmadığını söyledim. O gün, öğleden sonra bana bir tıraş bıçağı getirdi ve sakalımı hemen kesmemi istedi. Ona kulak asmadım.

"Bu senin için son uyarı, Mahkûm. Hemen tıraşını ol." dedi. Beni izlediğini hissediyordum.

Vaiz Bob'un Yeremya' dan ayetler okuduğunu duydum.
Onlardan korkma. Size karşı savaşacaklar ama sizi yenemeyecekler, çünkü sizi kurtaracağım.

Hayal görmemek için gözlerimi sıkı bir şekilde ovuşturdum. Büyük bir sessizlik oldu. Hücremden dışarıya baktım, başına kask takmış üç muhafız gördüm. Dördüncüsü, bir elinde video kamerayı, diğer eliyle göz yaşartıcı sprey kutusunu tutuyordu.

“Bir sorun mu var?” diye sordum. Biraz düşününce durumun kötüye gittiğini zaten anlamıştım. Anlaşılan burada işler böyle yürüyordu. Biri servis penceresinin kapağını açtı ve bana göz yaşartıcı gaz sıktı. Gözlerimden yaşlar süzüldü ve boğazımda safranın yükseldiğini hissettim. Kuru kuru öğürmeye başladım. Bir tanesi kapıdan uzaklaşmam için bağırdı, sonra servis kapağı yeniden açıldı, yanağımdan sert bir darbe yedim. Bir gardiyan Üç, iki, bir diye saydıktan sonra birden kapı açıldı ve üç kasklı muhafız içeri girip beni yere yatırdı. Karnımın üstüne yatırdılar, nefes almaya çalışıyordum. Biri sırtıma dizini dayamıştı. Taşa vuran ön dişimin kırıldığını hissettim. Tulumumu yırttılar ve ellerimi kelepçelediler, sonra beni ortasında bir su gideri olan başka bir kafese koydular. Video kameralı muhafız, kayıt almaya devam ederken kadın bir gardiyan beni bir yangın hortumuyla yıkadı. Tıraş olmamı emreden gardiyan,

Son uyarı, son uyarıdır”, Mahkûm, dedi. Kelepçeler hala bileklerimdeydi ve çıplak halde ve vücudumdan sular damlarken, iki yeni muhafız beni üst katta bir hücreye götürene kadar duş alma kafesinde kıç üstü oturdum. Beni hücreye atmalarından sonra kapı arkamdan kapandı.

“Hey, eşyalarım nerede?” diye bağırdım. Ne şilte, çarşaf ne de herhangi bir giyecek vardı. Yere oturdum, dizlerimi göğsüme bastırıp ısınmaya çalıştım.


O gece servis penceresi açıldı ve McKenzie içeri bir tulum ve bolonez soslu bir sandviç fırlattı. Bir ısırık attım. Tadı bozuk para gibiydi, kalanını çöpe attım.

“Seviye 3'e hoş geldin, pislik. Lanet olası herif, burada inatçı bir deve jokeyi gibi hareket edersen, layığını bulursun.”dedi. 

Bir diş fırçası, bir kalıp sabun ve bir de tıraş bıçağı verdiler. Komodini temizledim. Bir hafta sonra ikinci gazımı yedim. Geçen sefer sırtıma çöken ayı yine iş başındaydı. Öksürük nöbetine tutulmuştum, içeri girdiler, bana saldırıp üzerimdeki kıyafetleri çıkarttılar. Bu sefer başka bir dişimin kırılmamasına dikkat ettim. Yere indirdikten sonra, beni, zemine sabitlenmiş metal bir sandalyenin bulunduğu aydınlık bir odaya sürüklediler.

“Burası eskiden kullandığınız bir gaz odası mıydı?” diye sordum.

Bir süredir görmediğim diş teli takan genç gardiyan, Teğmen’e baktı.

“Burasını gaz odası olarak kullanmış mıydık, Teğmen?” diye sordu. Gardiyan,

“Bizim görevimiz düzeni sağlamak, Çavuş, Nazi subayı değiliz.” dedi.

“Görevinizde başarılar dilerim, genç dostum.” dedim.

Çavuş, bir cevap vermek için hareketlendi ancak Teğmen ona sert bir bakış atınca vazgeçti. Ellerimi önden kelepçelediler, göbek deliğimde biriken suya yol vermek için başparmağımı kullandım.

*Kahverengi Gömlekliler : Nazilerin eli sopalı paramiliter zabıta teşkilatına benzetilen gardiyanlar
Beccaria**: Cesare Beccaria (1734-1794), İtalyan hukukçu, filozof, ekonomist, edebiyatçı

(Devam edecek) 

2 Haziran 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 41

Taha Akkurt, Edischar, İrem Can, DeepTone' tan sonra moderatörlüğü devralan Zeynep/ Kayıp Fısıltı Ağaç Ev Sohbetleri'nin bu haftaki konusu için Sessiz Gemi arkadaşımızı seçmiş, o da kendi blogunda konuya ilişkin gayet hoş bir yazı hazırlamış.

Evet, gayet güzel gidiyor,  bu hafta 41. si Ağaç Ev Sohbetlerinin yani AES' in. Kısaltma da iyi yakıştı değil mi? Hemen AES'41'in konusunu verelim o zaman.

1. Kendi çektiğin ilk fotoğrafı hatırlıyor musun? Neyi fotoğraflamıştın? 3. Bunun için bir fotoğraf makinası mı kullandın, bir telefon mu? Çektiğin o fotoğrafı ve o anı anlatır mısın?


Fotoğraf konusunda ahkâm kesecek belki de en son kişi benim sanırım. Seneler, seneler önceye gidiyorum. Şimdi durumlar nasıl bilemem ama Doğu'nun Paris'i olarak anılan G.Antep'in bir başka özelliği daha vardı eskiden. Türkiye'ye kaçak yollardan giren elektronik eşyanın çoğunu bu şehrimizin sınırları dahilinde bulabilirdiniz. Gizli saklı yapılan bir şey değildi bu aslında. Bakanı, milletvekili, valisi herkes bilirdi G.Antep'in bir kaçakçılık cenneti olduğunu.

Görevi gereği bir süre Gaziantep'te yaşayan bir yakınımızın ziyaretine giden anneannem dönerken  Philips marka transistörlü bir radyo getirmişti bana. İkinci dönüşünde civciv sarısı çift hoparlörlü Sony marka bir teyp, son dönüşünde ise Lübitel 2 marka Rus yapımı bir fotoğraf makinası! Şimdi bana sorsalar, yaşamın boyunca aldığın en güzel hediye hangisi diye, ilk üçte bunları sayarım. Havamdan geçilmezdi. Günümüzdeki fotoğraf makinalarının yanında son derece iptidai kalan fotoğraf makinem, o zamanlar pek bir el üstünde tutulurdu. "Ruslar bu işi iyi yapıyorlar canım" denilen çağlarda, Japonlar ancak fotoğraf makinelerinde kullanılan Kodak ve Fuji markalarıyla film endüstrisine girebilmişlerdi.

Çok detaya girmeden size benim o ilk fotoğraf makinemi tanıtayım. Aslında detaya girmek istesem de bunu anlatacak teknik bilgim olmadığı gibi makinemin de anlatacak çok fazla teknik bir detayı yoktu zaten. Kendinden otomatik çekim özelliği dışında ultra manuel bir aletti, zat-ı şahaneleri.

Üstte bir kapak, tırnağına basılınca bohça gibi açılıyor. Kapaklardan birinin üzerine iliştirilmiş basit bir merceği kaldırdığınızda objektife yansıyan cismi biraz daha yakından görebiliyorsunuz. Ne işe yaradığını bugün sorsanız size anlatamam. Garip bir vizörü var ama gelin biz ona vizör demeyelim. Çünkü viźörden ziyade bir delik bırakmışlar adamlar, kadrajı çerçeveye almak için. Esas özelliği gerçek vizöre elli santim kadar yukarıdan bakılması. Boynunuza geçirdiğiniz bir kayış makineyi bel hizanızda tutmanızı sağlıyor.  Bu bakımdan güvenli ayrıca, elinizden düşürme tehlikesi yok.

Makinenin arka yüzündeki kocaman kapağın altında film kartuşunun yuvası var. Tabii o zaman kullandığımız fotoğraf filmleri siyah beyaz. Doğru bir şekilde yerleştirmeniz lazım. Aksi takdirde benim yaptığım gibi filmi tersine yerleştirip on iki pozluk filmi yakarsınız. Evet, bir kartuşla on iki poz çekebilirdiniz ancak. Bu yüzden film parası, tab edilmesi, kağıda basılması derken bir sürü para. Yani öyle canınız istediğinde deklanşöre basamazsınız.  Sonradan piyasaya çıkan 36 pozlu film kullanan makineleri gördüğümüz zaman çektiğimiz eziyeti daha iyi anlamıştık.

Diyelim ki, filmi usulünce yuvaya yerleştirdiniz. Sonra bir sarma düğmesi var onu çevirip uygun konumuna getirmeniz gerekirdi. Çift mercekli objektifin üzerinde açıklık, enstantane gibi ıvır zıvır şeyler vardı ama pek oralarını kurcalamazdım. Kritik nokta şuydu. Diyelim ki, çekmek istediğiniz cismi ya da manzarayı kadraja denk getirdiniz ve arkasından deklanşöre bastınız. Bir sonraki poz için o bahsettiğim sarma düğmesini yeniden çevirmeniz gerekirdi. Ha, ben uğraşmam bununla, basar giderim diyecek olursanız, sonradan çektiğiniz fotoğraf gelip ilkinin üstüne pişti olur. Dalgınlıkla az pişti yapmamıştım o zamanlar...

Elbette uzun yıllar geçti. Akıllı telefonları bırakın en basitinden cep telefonlarının, internetin esamesi okunmuyordu o zamanlar. Tabiatıyla ilk fotoğrafımı yukarıda sözünü ettiğim Lübitel 2 fotoğraf makinesiyle çekmiştim. İlk çektiğim fotoğrafı hatırlamam çok zor ama ilklerden birkaç tanesini dün gibi hatırlıyorum. Küçük kardeşimin başına bir siperlikli şapka geçirmiştim. Eski evimizin avlusunda onun kısa pantolonlu fotoğrafını çekerken yıllar sonrasını hayal ettiğimi hatırlıyorum. O yıllardan geriye doğru, fotoğrafı çektiğim o ana bakmak, acaba nasıl bir duygu yaşatacaktı bana? Aklımda kalan bir diğeri, mutfak penceresi önündeki çiçeklerin arasında, annemin dışarı baktığı esnada çektiğim fotoğraftı. O an yine aynı duyguları  yaşamıştım. Yani her iki fotoğrafı çekerken kendimi yaşlandırıp o ana baktırmıştım. Doğal olarak gördüğüm düşündüğümden farklı olarak o andan başkası değildi.

Nerede şimdi o fotoğraflar? Annemin evindeki albümde belki... Belki de kız kardeşim aşırdı, bilemiyorum. O iki fotoğraf olmasa bile, onların siyah beyaz görüntüleri zihnime fena halde kazınmış durumda. Aklıma düşünce o enstantaneler capcanlı gelir gözümün önüne. 

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 30/2

Avrupa'da yaşayan insanlardan haftada yedi sekiz adet mektup alıyordum, bunların büyük bir kısmını kadınlar gönderiyordu. Hücredeki mahkumların çoğunun bir ya da iki mektup arkadaşı vardı, Sargent'a göre ben Ted Bundy* kadar ünlü biriydim. Bu yüzden postacılar hep bana çalışıyordu. Bazı kadınlar bana çıplak fotoğraflarını yolluyorlarmış ama ben onları hiç göremiyordum. Söylenenlere bakılırsa, gardiyanın biri benim için gönderilen fotoğrafları  alıp duvarına asıyormuş. Okuduktan sonra mektupların hepsini atıyordum.

Sargent, “Onları cevapsız bırakman zalimlik” demişti.

“Tam aksine, onlara cevap vermek benim için büyük zulüm olurdu.” diye cevap vermiştim.

“Belki, sen haklısın, Inocente.” demişti.


Macaristan'dan yazan bir kadın, cevapsız bıraktığım ilk mektubundan üç ay sonra bana, “Seni lanet olası piç, karını öldürdüğünü biliyorum.” diye çıkışmıştı. Başka biri Hollanda'dan elle çizilmiş tasvirlerle süslü İncil ayetleri göndermişti. Sargent'a Taberiye Gölü üzerinde yürüyen İsa'nın kara kalem resmini göstermiş ve ona böyle bir resim yapıp yapamayacağını sormuştum.

İngiltere'den bir kadın, neredeyse üç yıl boyunca bana, haftada bir yazdı. Gönderdiği mektupların sayfa sayısı o kadar fazlaydı ki zarfı katlamak mümkün olmuyordu. Yazdıkları günlük hayatının sıradan detayları ile doluydu; akşam yemeği için ne pişirdiğini, televizyonda izlediklerini, siyaset dünyasında neler olduğunu, yeni aldığı köpek yavrusuna ne yedirdiğini falan anlatırdı. Azmi beni hayrete düşürmesine rağmen ona bile cevap yazmadım. İlk kez, bir ayı aştığı halde ondan mektup gelmemişti. Bir süre sonra, yine aynı kalınlıkta benzer bir mektup aldım. Kadının yetişkin kızı, annesinin vefat ettiğini bana bildirmek için yazdığını söylerken onun bana bıraktığı birkaç yüz poundu, kaldığım hapishaneye nasıl transfer edebileceğini soruyordu. Cevapladığım tek mektup buydu. Kalemi elime alıp yazmaya başladım:

“Anneniz, tahmin edemeyeceğiniz bir şekilde, buradaki günlerimin iyi geçmesini sağladı. Onun mektuplarını çok özleyeceğim. Size ve ailenize en iyi dileklerimi sunuyorum.”

Kısa mektubumun sonuna, parayı gönderebilmesi için bir hesap numarası ekledim. Verdiğim hesap numarası bana ait değildi. Sargent'ın hesap numarasını yazmıştım.

Uyku, zamanımın geçmesini sağlıyordu. Hapishaneye düşmeden önce diğer normal insanlar gibi uyurdum. Burada bazen günde on dört saat uyuyorum. Yoga yapmaya başlamıştım. Bir sürü şiir kitabı sipariş ettim ve şiirleri ezberlemek için çok zaman harcadım. Tek bir soneyi ezberlemek bütün günümü alıyordu. Yetmiş üç sözcüğe kadar Pi şiiri** ezberledim. Bunları sadece kendimi düşünerek yaptım, beynimi ve vücudumu atrofiden*** uzak tutmak için. Çünkü buradan çıkmayı kafama koymuştum. Bunun nasıl ya da ne zaman olacağını bilmiyordum ama bir şekilde başaracaktım. Hapishanede ölmeyecektim.


Burada insanlara faydalı olabilecek başka şeyler de yaptım. Mahkûmların, kantinden kolaylıkla temin edebilecekleri gıda ürünleriyle yapabilecekleri yemek tariflerimden oluşan bir kitap yazdım:

Salsa soslu fasulye üzerine kabuklu patates cipsli sosis; Kung Pao usulü ton balığı salatası; çedar peynirli hindi dolması tariflerim hücreler arasında ağızdan ağza ya da ****uçurtma' lar vasıtasıyla aktarıldı. Bana dostça yaklaşan gardiyanlar arasında adım, Şef Mahkûm olarak dolaşmaya başladı.

Sargent benden yöresel bir yemek tarifi istedi, bunun üzerine, ona ıspanak yaprakları ile pişirilmiş jambon biftek ve cherry domates suyunda pişirilmiş domuz pirzolası önerdim.

Bir ara, ömür boyu hapis cezasının o kadar da kötü bir şey olmayabileceğini düşünmeye başlamıştım. Aklım başıma gelince bu düşüncem nedeniyle kendimden nefret ettim.

1,067. Gün: Avukatlarımın yasal işlemlerin ne kadar süreceği konusundaki tahminleri şaşırtıcı derecede doğru çıkmıştı. Eyalet mahkemesinin suçlu bulunduğuma dair kararıyla bu kararlarını destekleyen delilleri bildirmek üzere yanıma geldiler.

“Neymiş onlar? diye sordum.

Olvido, “Sizin cinayet mahallinde bulunduğunuza dair fiziksel kanıtlar.” dedi.

“Ama orası benim yaşadığım yer.” dedim.

Olvido, “Biliyorum.” dedi.

Avukatlarım bana Federal Mahkemeden yeni bir avukat edinme hakkımın olduğunu söylediler. Yeni avukatın, sorunları daha iyi gündeme getirebileceğini, kendilerinin bazı konularda yetersiz olabileceklerini, idam cezasına itiraz etmemekle büyük bir hata yapmış olduklarını bir kez daha dile getirdiler.

“Siz benim istediğimi yaptınız. Hepinizin kalmasını istiyorum. Buna bir engel var mı?" dedim.

Olvido bana bunun kendi açılarından sorun teşkil etmeyeceğini söyledi ve gitmek üzere hep birlikte ayağa kalktılar. Luther, başını dik tutuyordu ancak Olvido ve Laura, kıyafetleri iki beden büyükmüş gibi halsiz görünüyorlardı. Cama vurdum, Olvido geri dönüp unuttuğu telefonunu aldı.

“Bana güvenerek ruhlarınızı ateşlerken kör bir pilotla uçtuğunuzu düşünmekte haklısınız. Ama yine de sizi fazlasıyla takdir ettiğimi bilmenizi isterim. Benim burada olmam sizin hatanız değil. Ben dâhil, buradaki herkes biliyor ki bu davayı siz kazanamazsanız, hiç kimse kazanamaz. Capiche*****?"  dedim. Elimi cama dayadım.

Olvido, “Bay Zhettah, siz büyük bir adamsınız.” dedi.

“Bana Rafael demenizi rica etmiştim.” dedim.

“Evet, biliyorum. Rafael, sen büyük bir adamsın.”

Bana gülümsedi ve karşılığında ben de ona gülümsedim. Hücreme geri dönerken kaderime teslim olmuştum.


Avukatlarım ayrılmadan önce bana mahkeme kararının bir kopyasını vermişti. Aleyhime verilen karar oy birliğiyle alınmamıştı. Açıkça anlaşılıyor ki, yargıçlardan biri, beni mahkûm etmek için eldeki kanıtların yetersiz olduğunu düşünmüş.

Gerçekten de hiçbir görgü tanığı ya da fiziksel kanıt mevcut değildi. Üstüne üstlük bir de mazeretim vardı. Toplanan bütün bilgiler, Tieresse ile sıcak ve sevgi dolu bir evliliğim olduğunu ortaya koyuyordu. Evet, cinayetin bir felsefesi vardı ama aldatma cinayetin tek kanıtı kabul edilseydi, ilk önce Lord Byron’ın yargılanması gerekirdi.

Diğer iki yargıç aynı fikirde değildi. Biri, kanıt bulunamamasının, soğukkanlı ve iyi hesap yapan bir planlamacı olduğumu gösterdiğini belirtmiş, diğeri ise, Tieresse'nin ne zaman yalnız kalacağını, alarmın nasıl kapatılacağını ve ortamı temizlemeye ne kadar zaman harcamam gerektiğini bildiğimi iddia ederek, bazı durumlarda, bariz şüphelerin suçlunun ortaya çıkarılmasında yeterli olacağını yazmıştı.


Meksikalı uyuşturucu tacirleri, babamı silahla vurarak öldürdüklerinde, henüz lise birinci sınıf öğrencisiydim. Daha onun yaşadığı kadar yaşamadım. Eğer doğal yaşamım aşağı yukarı onunkiyle aynı olsaydı, kaç yıl yaşayacağımı bilmem mümkün değil. Kırk ikinci doğum günümden iki hafta sonraki gece, hayatımın en az yarısını harcadığımın farkına vardım, ranzama oturdum ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Sargent'ın 

"Konuş benimle, Inocente" dediğini duydum. Fakat çok derinlere dalmıştım.

“Belki daha sonra.” dedim. “Henüz buna hazır değilim.”

Ertesi sabah erkenden, kahvaltı saatinde, bir muhafız timi geldi ve eşyalarımı toplamamı söyledi. Şafak vakti beni başka bir yere götürmek üzere, kalmakta olduğum B Blok'tan aldılar. Gardiyanlar bunu sık sık yaparlar, laf olsun diye insanların yerlerini değiştirirlerdi. Kapınıza gelirler, eşyalarınızı toplamanızı söylerler, ellerinize kelepçe takarlar ve sizi başka bir hücreye koyarlar. Bütün bunlar sözde güvenlik adına yapılır. İşin doğrusu yaptıkları bu eziyet, gardiyanların, mahkûmları taciz etmesinin bir yolu. Hiç haber vermeden taşınmak, insanları rahatsız eder. Yeni komşuları artık onlara tanıdık gelmez; hücrelerini süslerler, her şeyi temizleyip düzenlerler, sonra her şeye yeniden başlamak zorunda kalırlar.  Yine de o kadar rahatsız olmazdım ben. Çünkü burada rahatı hissetmek istemiyordum. Hayatımı perişan etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmalarını memnuniyetle karşılıyordum. Karşımda gardiyanları görünce, onlara “Buenos días, jefe!****** Neden bu kadar geciktin?” diye sorardım.


* Ted Bundy :70’li yıllarda birçok kadını öldüren bir seri katil
** Pi şiiri : Pi sayısının basamaklarındaki rakamlara uygun sayıdaki harflerden türetilen kelimelerle yazılan serbest nazım şiiri. 
*** atrofi : Körelme, dumura uğrama
**** uçurtma : Mahkumların birbirlerinin hücrelerine kıvırarak fırlattıkları üzerinde mesaj içeren kağıt parçaları
***** Capiche? : İspanyolca, Anladınız mı?
******Buenos días, jefe. : İspanyolca, Günaydın patron!

(Devam edecek)

1 Haziran 2020 Pazartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 29/2

Yaşamlarımızı, aylara göre değil, spor karşılaşmalarının oynandığı zamanları ölçü alarak belirliyorduk. Burada insanlar, kantinden alınabilecek eşyalarla, basketbol maçları üzerine bahse girer, daha sonra bu, beyzbol ya da futbol şeklinde devam eder. NFL*’yi kaçırmamak için hiç kimse Ağustos ayında ziyaretçi kabul etmez. Müdürün ziyaretinden sonra Águila,

“Lanet olsun, Inocente, Dünya Kupasını kaçıracağım. Como siempre, mi corazón dice México.** demişti.  Sonra bir süre duraksamış,

“Ama bizimkiler bu sene yok.” demişti. Yüzüne bir üzüntü çökmüş sonra toparlanıp bana heyecanla,

“Öyleyse yoluna devam et Inocente, banko İtalya oyna, anladın mı?” demişti.

O yılki kupa finallerinde Fransa tarafından epey zora sokulan İtalya, 1-1 berabere sonuçlanan uzatma devresinden sonra maçı, penaltı vuruşlarıyla 5-3 kazanmıştı.


Avukatlarım, düzenli bir şekilde ve yazılı olarak beni bilgilendiriyorlardı. Herhangi bir gelişme olmasa bile ayda bir kez ziyaretime geldiler. Zaman içinde bu ziyaretlere alışmıştım. Avukatlarımdan biri olan Luther'in, Birleşik Devletler Deniz Piyadelerinde çalıştığını, diğer avukatım Laura’nın profesyonel bir müzisyen olduğunu öğrendim. Sargent bana, baş avukatım Olvido'nun bizi temsil etmeye başlamadan önce, büyük çaplı bir şirketin avukatlığını yaparak çok para kazandığını söyledi. Öyleyse, neden hala avukatlık yaptığını bilip bilmediğini sordum. Sargent,

“Kadın olmasının da etkisiyle onun Mesih kompleksi***’ne sahip olduğunu düşünmek fazla cinsiyetçi bir yaklaşım değil sanırım” demişti.


Üçüncü toplantımızda Olvido,

“Ölüm hücresindeki mahkûmların masum olduğunu iddia etmesi pek sıradan bir şey değil. Bu işi yıllardır yapıyorum ve tanıdıklarım arasında bunu yapan ikinci kişi sizsiniz.” demişti.

“Ben size en baştan beri masum olduğumu söylüyorum.” dedim.

Olvido, “İşte bu yüzden size gerçekten zor bir soru sormam gerekiyor.” dedi ve anlatmaya başladı:

“Ölüm cezasına çarptırılmış mahkûmları temsil eden avukatlar, iki taktikten birini uygulamak zorunda kalır Ya jürinin sanığı suçladığı karara itiraz ederler ya da sadece ölüm cezasına karşı direnirler. Müvekkillerin neredeyse tamamı ikinci yolu tercih ederler ve çoğunlukla suçlamalara itiraz etmelerinin amacı, ölüm cezasından kurtulmak içindir. Bu strateji sanıkların işine gelir çünkü istedikleri tek şey ölüm yerine ömür boyu hapis cezasıdır.” Sonra gözlerimin içine bakarak,

“Biliyor musun, müvekkillerimin çoğunun benden istedikleri tek şey, ailelerini görmek ve arkadaşlarıyla hentbol oynarken kalp krizinden ölmektir.” dedi.

Benim davam, avukatların hiç de alışık olmadıkları bir soruna yol açmıştı. Çünkü ben hayatımı, işlemediğim bir suç için hapiste geçirmek istemiyordum. Avukatlarımın her iki taktiği uygulamaları durumunda düşecekleri ikilem, mahkemenin elinde beni cezadan kurtulmamı sağlayacak yeterli delilin olup olmayacağıydı.

Olvido, “Suçlu olduğu bilinen bir katili sokağa salıvermesinden dolayı yargıç sorumlu tutulamaz ve sadece zanlının suçu işlemediğinin anlaşılması durumunda yargıç kararın infazına izin vermez.” dedi.

Ona bunun hiç de mantıklı olmadığını söyledim.

“Yasal olarak bu böyle, ama duygusal açıdan sana mantıksız gelebilir.” dedi.

“Suç işlemeyen birine nasıl idam cezası verebilirsiniz?” diye sordum.

Olvido, şöyle izah edeyim o zaman dedi,
“Bizim bilmemiz gereken tek şey, bütün enerjimizi size yapılan suçlamaları kökünden reddetmeye harcarken, mahkûm edildiğiniz idam cezanızı müebbede çevirmeye yönelik gayretlerimizi bir tarafa bırakmamızı isteyip istemediğiniz.”

“Elbette bunu istiyorum. Ya hedefi vuracaksınız ya da bana beş kuruşluk faydanız olmayacak. Oyun oynamak istemiyorum.” dedim.

Olvido, “Ben de burada sizinle dalga geçmiyorum, sadece geri alınamayacak bir karar verdiğinizi bilmenizi istedim.” dedi.

Kırk yıl hapis yatmanın nasıl bir şey olacağını hayal etmeye çalıştım. Görüşme salonunda, kalın camın diğer tarafında, Asyalı bir mahkûm eline telefonu almış, iki küçük çocuğu dizlerinin üstünde zıplayan minyon bir kadınla konuşuyordu. Olvido yanımda bir tur attı, gözlerimi diktiğim yere baktı ve geri döndü.

Hayatta kalmak, belki de, şartları kötü hayvanat bahçesinde, bir hayvan gibi yaşamak anlamına gelse de, ölmekten daha iyiydi. Bu iki Asyalı çocuğun babalarına dokunma imkânı olmuş mudur acaba derken derin düşüncelere dalmıştım. Olvido, benim bu halimi görünce dayanamadı;

“Sonradan karşına çıkabilecek bazı sorunları şimdi gündeme getirmemek konusunda karar verdiysen, unutma ki onları daha sonra ben de gündeme getiremem. Yaşamının üzerine bahse giriyorsun. Mahkemede birinin suçlu olmadığını kanıtlamak, masum birini ölüme göndermekten daha zor olduğunu söylemek zorundayım.” dedi.

“Bu benim için kolay bir karar.” dedim.

“Benim için değil.” dedi.

“Ama bu kararı verecek olan benim, değil mi?” diye sordum.

“ Evet, öyle.” dedi.

“O zaman, benim masum olduğumu kanıtlamanı istiyorum. Eğer bunu yapamayacaksan, beni öldürmelerine izin ver."

Ayağa kalktım ve yumruğumu cama dayadım.

“Senden böylesine zor bir iş istediğim için üzgünüm ama buna mecburum.” dedim. 

Hücreme dönerken doğru bir karar vermemin iç huzurunu hissediyordum.

İdam koğuşuna iki ayda bir yeni mahkûm geliyordu. Üç haftada bir, birini alıp götürüyorlardı. İnfaz günleri hücrelerimize kapanıyorduk. Ranzamda yatarken infaz anına kadar Houston’dan yayın yapan bir radyo şovunu dinlerdim. İdamın gerçekleştirildiği açıklandıktan sonra, programcı mahkûmla bir hafta önce yapılan röportajın kaset kaydını dinletirdi. Kasetten çıkan sesler, kulağıma gerçek hayatta konuşuyorlarmış gibi gelirdi. Sunucu, mahkûmlarla konuşurken onların korkup korkmadıklarından, geçmişte nasıl bir hayat sürdürdüklerinden ve ne yapıp da buraya düştüklerinden bahsederdi. Hücre arkadaşlarımın işlediği cinayetlere ilişkin ayrıntıları ilk kez oradan öğreniyordum.

Bu şovları dinlediğim bir günün sabahında Sargent'a,

“Bu konunun mahkûmlarca konuşulmasının yasalara aykırı olduğunu biliyorum ama neden burada olduğunu sorabilir miyim? Bana hikâyesini anlatana kadar Águila'yı da epey sıkıştırmıştım.” dedim.

Sargent, “Molina” deyip beni düzeltti.

“Tamam, Molina olsun. Her neyse, infaz günlerinde Ray'i radyodan dinlerken duyduklarım beni rahatsız ediyor. Adamın yaptığı sohbetleri tekrar tekrar dinlemek, onları yeniden yorumlamak ve farklı açılardan değerlendirmek istiyorum. Bu konuda sen ne düşünüyorsun?” dedim.

Sargent, can sıkıntısıyla söylendi. “Inocente, uğraşacak başka işin yok mu senin?”

Fakat yine de dayanamadı ve bana kendini anlatmaya başladı. Uyuşturucu satıcısıymış. Polisin bildiğinden daha fazla insan öldürdüğünü söyledi. Bunu övünmek için söyleyen bir havası yoktu. “Çoğu bunu hak etmişti.” dedi.

“Çoğu mu?” diye sordum.

“Evet, çoğu bunu hak etti.” dedi.

Bir uyuşturucu satıcısının başka bir uyuşturucu satıcısını öldürdüğü için ölüm cezasına çarptırılması sıra dışı bir durumdu ancak Sargent'ın burada olmasının nedeni sadece bu değildi. O ayrıca, kız arkadaşının annesini ve kız kardeşini de öldürmüştü. Bana bunu fısıltı halinde söylediğinde ona nedenini sordum. Anlatmaya başladı:

“Allah kahretsin, hiçbir fikrim yok. İğrenç ötesi bir durum! O günü hatırlamaktan nefret ediyorum. Aslına bakarsan, o evin dışına kendimi atar atmaz her şeyi unutmaya çalışmıştım. İyi insanlardı. Kendime olan nefretim burada yatan kardeşlerim kadar değil ama yaptığım bazı şeylerden korkunç derecede iğreniyorum.” Sargent derin bir nefes aldı:

“Benimle konuşmayan bir kızım var. Beni nasıl öldüreceklerinin hiç önemi yok, hiçbiri bundan daha fazla canımı acıtamaz.”

Eğer Sargent ile başka bir yerde tanışmış olsaydım, konuşacak tek kelime bulamazdım. Muhtemelen ondan korkardım. Aynısı Águila için de geçerliydi. Onlarla kesinlikle arkadaş olamazdık. Ama burada, içeride, Sargent ile benim ortak iki noktamız vardı. Avukatımız aynıydı. Ve birbirimizi sevmiştik...

* NFL: Amerikan Futbol Ligi
** Como siempre, mi corazón dice México: İspanyolca, her zaman olduğu gibi kalbim Meksika’yla birlikte
*** Mesih kompleksi:Başkalarını kurtarmak veya onlara yardımcı olmak konusunda kendisini sorumlu hissetmek.

(Devam edecek)