KATEGORİLER

24 Haziran 2020 Çarşamba

RAFAEL, RAUF BEY ve BEN

Büyük bir istek var içimde yazmak için. Yazdığım yazılara yapılan uzun yorumları ve ilgimi çeken diğer blog yazılarını okumaktan, onlara uzun cevaplar vermekten büyük haz alıyorum. 

Rauf Bey'in vefatı üzerine yazdığım yazıdan sonra sevgili Deeptone'dan beklediğim yorum geldi. Kendisi daha önce yazdığım iki yazı dizisinden tanıyordu Rauf Bey'i. Deep, tanıdığım kadarıyla hiçkimseye kötü sıfatını yakıştırmayan, her zaman bardağın dolu tarafını görmeye çalışan zeki, kültürlü ve bilgili bir hanımefendi. Elbette, benden farklı bir hayat görüşüne sahip. Yalnızlığı sevmesi ve gerçek hayatın içine girip insanlarla samimi bir ilişkiye girmekten kaçınması beni hayli şaşırtan bir durum. Belki de bu sayede kötülüklerden kendini korumuş oluyor. İstese parmakla gösterilecek makamlara gelebileceğinden kuşkum yok ama o daha mütevazı bir yaşam tarzını benimsemiş ve kendini böyle daha mutlu hissediyor. Sanal dostluklar kurmak, okumak, dizi, film seyretmek ve tabii yazmak en büyük tutkuları. Siyasete, memleket meselelerine burnunu pek sokmuyor, yaşamın keyifli yönleri, onun ilgi alanı. Neyse, konumuz sevgili deep değil!

Her istediğimizi yapamasak da, düşüncelerimizde özgürüz, sıradan vatandaşlar olarak en azından! Belli makama sahip kişilerin ne yazık ki, düşünce özgürlüğü de yok. Rauf Bey hakkında olumlu ya da olumsuz düşünmem ne ona ne bana yarar sağlamayacağı gibi zararı da olmaz düşüncesindeyim. 

"Masum Bir Adamın İtirafları" roman çevirimin 50. Bölümünü yayımladım. Tesadüfen bulduğum bu kitap, her bölümünde düşünmemi sağlayan, öğretici ve oldukça sürükleyiciydi. Çevirinin yüzde doksan beşini tamamladım, yayımlamadan önce her bölümü son bir kez daha gözden geçiriyorum. Muhtemelen otuz bölüm daha sürecek. Kitabın kahramanı Rafael adında, Meksika göçmeni bir adam. 

Rafael'in başına gelenleri, onun düşünce tarzını ve yaptıklarını yorumlarda arkadaşlarla tartışıyoruz. Deep'in yanı sıra, her bölümü ilgiyle takip eden Manxcat/Kuyruksuz Kedi'yi de bu vesileyle anmış olayım.

İnsanların aklından geçirip yapmaya cesaret edemeyecekleri şeyler vardır. Meselâ bu roman çevirimi kendi imkânlarımla kitap haline getirip bir matbaada bastırsam diye geçiyor aklımdan. İlk düşündüğüm kitabın yazarı oluyor, adam oturmuş, günlerce emek vermiş, sen kalkıp hazıra konuyorsun. Düpedüz hırsızlık bu!

Kim bu yazar, Amerikalı bir hukuk profesörü. Muhtemelen varlıklı biri olmalı. Zaten hukuk işlerinde büyük paralar dönüyor, kim bilir kaç kişinin hakkını yedi? Zaten ABD deyince, sömürü ve masum insanları öldürmekten başka bir şey gelmiyor insanın aklına.

Soner Yalçın'ın KaraKutu isimli kitabını okuyorum fırsat buldukça. Aman Allah'ım, ne tezgâhlar çevirmiş ilâç şirketleri, milyar dolarları ceplerine indirmek için ilâç adı altında, sağlığa nice zehirler yutturmuşlar, dünyada ve yurdumuzda kaç kişi ve kurumu satın almışlar, insan sağlığı üzerinden ne büyük ticaretler yapmışlar!

ABD'de hukukçuların, yargıçların foyasını kendi yazdığı kitapta ortaya çıkarmıyor mu benim yazar? Kafamdaki plânı uygulasam onun çok mu hakkını yerim? 

İkinci aşamada kendimi ne derece riske sokmuş olurum türünden kaygılanmaya başlıyorum. Kitabın adını değiştir, öyle bastır. Koca profesör işportada satılan kitabının izinsiz çevrildiğini nereden bilecek? Yok, işportada olmaz, kitapçılara satmak lâzım. Onlar da riske sokmazlar kendilerini muhtemelen. Yayınevleri desen hiç risk almazlar. Yok, bu iş yaş gibi.

Üçüncü aşamada vicdanım giriyor devreye. Yok kardeşim, sen diğerleri gibi olma. Geçmişte ayakta kalmak için belki kötü işlere bulaşmış olabilir, hissene düşen pay az da olsa tüysüz yetimin hakkını yemiş ve hatta rüşvet bile yedirmiş olabilirsin. Ama şimdi, hiçbir mecburiyetin yokken başkaları yapıyor diye eleştirdiğin şeyleri yapmaya kalkma!

En iyisi, yazara bir e-posta atmak. Aslında sistemi eleştirdiği için o da vicdanlı bir kişi olabilir. Hatta belki de solcudur. Baksana, varlıklı beyazları değil, yoksul göçmenleri ve zencileri savunuyor kitabında. Evet, evet en doğrusu ve bana yakışanı bu. Hiç olmazsa öldükten sonra arkamadan lâf ettirmem kendime.

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 50/3


Kitabım iki yüz sayfayı aşmıştı. Dışarıda kar yağmaya devam ediyordu. Çiftçiler, kış buğdaylarını ektiler.

O yılın başlarında Leavenworth'ta, ihtiyaç fazlası ürünlerin satıldığı ordu pazarı mağazasından, askerler için hazırlanmış MRE'ler* almaya başladım, bunlar, seyahat ederken yediğimi sanmalarını istediğim şeylerdi. İki insanın üç yıl hayatta kalabileceği kadar yiyecek stoklamıştım. Paketleri, yer altı silomun 5. katındaki endüstriyel metal raflara, günde üç öğün aşağı gönderecek şekilde programladığım otomatik köpek maması dağıtıcılarının bulunduğu yerlere yerleştirdim. Birkaç hafta içinde ihtiyacım olan bütün MRE'lerimi tamamlayacaktım. Üzerindeki etiketlere göre, hepsinin beş yıllık raf ömürleri vardı. Fakat yerin 5 kat altında ortam hava sıcaklığı 10°C olduğundan dolayı, onların bir, iki yıl daha dayanabileceklerini düşünüyordum. Her iki durum da benim için sorun değildi. Yemekler son kullanım tarihini aştığında, tıpkı benim ölüm hücresinde yediğim gibi  onlar da kokuşmuş yiyecekleri yiyebilirlerdi.

Noel günü, uçağıma binip Batı Teksas'ta, Big Bend yakınlarında bir kasabaya uçtum, parka gidiş dönüş bir bilet aldım ve çadırımda on gece geçirdim. Şafak sökmeden önce gökyüzünü bir planetaryum gibi süsleyen yıldızlara bakıp Tieresse ile konuşuyordum. Benden pişman olabileceğim hiçbir şeyi yapmamamı istedi. Ona, artık, hayatımda pişmanlığın anlamı olmadığı bir yere geldiğimi söyledim.


“Öyle bir yer yok.” dedi. Bunu hiç düşünmemiştim.


Ölüm hücresinde kaldığımın ikinci yılında, McKenzie'ye altı paket Valium için yüz dolar ödedikten birkaç gün sonra, o dışarıda durup izlerken hücrem kasklı bir güvenlik timi tarafından basılmıştı. Zulama el koyup gittiklerinde, McKenzie bana, “Kendine doğru dürüst bir saklama yeri bul, bok çuvalı” demişti.


Sargent, kapının arkasında durup beni izliyordu. O, burada benden daha kıdemliydi. Ve aklımdan nelerin geçtiğini gayet iyi biliyordu.

“Onlar seni kızdırabildikleri sürece, Inocente, kazanmış olacaklar, beni anlıyor musun?” demişti.

Bana, içinde dört küçük beyaz hap ve iki meditasyon ilahisi olan bir uçurtma göndermişti. Ertesi hafta, McKenzie, parasını ödediğim hapları bana bir kez daha sattı. Onları yine, öncekileri koyduğum aynı yere sakladım.

Noel için restorandaki herkese birer hediye aldım. Duygulandılar ve bunu yapmama çok şaşırdılar. Hikâyemi biliyorlardı ama zengin olduğumdan haberleri yoktu.

Yeni yılın ilk haftasını, sahte e-postalar gönderip sahte mesajlar yazmak için Austin'de geçirdim. Moss, gelecek yıl yılbaşı gecesini birlikte, çarşafın altında geçireceklerini umduğunu yazdı ve bu seferlik iki gece birlikte olamayacağı için ondan tekrar özür diledi. Stream, ağlayan bir yüz emojisiyle cevap gönderdi ve ona “Anlıyorum” yazdı. Moss'dan cevap gecikmedi,

“Fakat yarın öğle yemeğinde görüşürüz <gülümseyen surat emojisi>”


Pikabı ve karavanı bir do-it-yourself yıkamasına götürdüm, daha sonra, yeniden hangara geri döndüm. Arabanın içini ve dışını çamaşır sularıyla köşe bucak temizledim. Bir daha pikabı asla sürmeyecek ve ona dokunmayacaktım.  


Kansas'taki evime geri dönerken, sağ elimi yan koltuğa koymak isterken Tieresse'nin bacağına dokunduğumu hissettim. Çok şaşırmıştım. Serbest bırakıldığımdan beri birkaç kez beni ziyaret etmişti ve onunla sık sık konuşmuştum ama daha önce hiç bir zaman fiziksel olarak varlığını hissetmemiştim. Acaba bu benim için bir iyileşme işareti miydi, merak ettim.


Bana, “İş hayatında her zaman kızgın sirke küpüne zarar verir.” dedi.

“Biliyorum, corazón.** Ama kızgın değilim. Umursamıyorum, artık hiçbir şeyi umursamıyorum. Kendimi şu an olduğumdan daha fazla özgür hissedemezdim.” dedim.

Ona bu sözleri söylerken dudaklarının yanağımda gezindiğini hissettim ve ilk kez o an, planımın başarılı olacağına inandım.

Bundan sonra artık sadece bir zamanlama meselesiydi. Eyalet çapında umuma açık yerlerde farklı bilgisayarlar kullanarak, isimlerinin her birini arama motoruna girdim. Öğrendiğim şeylerin çoğu sıradan şeylerdi; Stream’in, Polisin Vakfının yıllık galasını onurlandırarak para bağışlaması ya da DAR'ın***  Anayasa Günü için verilen öğle yemeğinde, Moss’un açılış konuşmasını yapması gibi. Bir pazar, Paskalya gününde, turnayı gözünden vurmuştum sonunda.


Yeni yayınlanan bir basın duyurusuna göre, Yargıç Stream’ın, önümüzdeki Mayıs ayında, Florida, Key West'deki Amerikan Barolar Birliği tarafından düzenlenen bir konferansta, "meşru müdafaa hakkı" konulu bir sunum yapması planlanmıştı. Konunun ayrıntıları üzerinde çalışarak bir aydan fazla zaman harcadım.

Padre Adası'na uçtum ve zincir otellerden birine giriş yaptım. Ertesi sabah güzel bir kahvaltı ettim. Odam temizlendikten sonra, kapıya “Rahatsız Etmeyin” işaretini asarak arabamı park ettiğim çim havaalanına uçtum. Oradan da Austin'e gittim, arabamı Stream’in evinin yakınına park ettim ve ona bir mesaj yazdım. Şöyleydi;


Mayıs ayında Key West'te bir konuşma yapacağımdan haberin var mı emin değilim. Angaryadan bir iş. Benimle gelmeye ne dersin?”


Gönderiyi uçurdum ve şehre doğru sürdüm. Moss'un oturduğu yerin yanındaki bloğa park ettim ve yazdım;


Seve seve tatlım. Kocama bir hikâye uydurabilmem için tarihleri bilmem gerekiyor.


Stream’in evine geri döndüm.

İşinde titiz davranan kadınları severim. Pazartesi günü öğle yemeğinden sonra ayrıntıları konuşuruz.” yazıp göz kırpan ve bir öpücük üfleyen adam emojisi ile imzaladım.


Padre Adası'na geri uçtum ve o gece sahilde bir istiridye barda, beni fark edebilecekleri kadar sarhoş oldum. Ertesi gün öğleden sonra uçağıma binip eve geri döndüm.

Asla dindar biri olamadım. Ölüm hücresindeki en kötü günlerimde bile dua etmek bana çekici gelmedi. Ama o gece ettim. Mayıs ayının üçüncü perşembe günü havanın güzel olması için dua ettim.

*MRE : Hazır konserve yemekler

**corazón: İspanyolca, sevgilim

***DAR: Amerikan Devriminin Kızları

(Devam edecek)

23 Haziran 2020 Salı

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 49/3


Kontrol kuleleri bulunmayan hava alanlarında, pilotlar ortak bir frekansta iletişim kurarak bulundukları bölgedeki uçakları ve planlarını birbirlerine bildirirler. Bu sayede, iki pilot piste aynı anda inmeye çalışmaz ve kimse başka biri inerken kalkış yapmak için sıraya girmez. Stream'in çağrılarını nasıl ifade ettiğini öğrenmek istedim. Tarlanın on mil kuzeyinde, üç bin metrelik dar bir dairede uçtum ve telsizde onu dinledim. Kendisini duyabilen herkese yapacaklarını bildiriyordu. Kalkış, piste yaklaşma ve iniş çağrılarının ses kayıtlarını aldım. Son inişini anons ettiğinde kuzeye döndüm ve geri dönüş uçuşuna başladım.

Otuz yedinci yaş günümde, ben hala uyurken Tieresse iki bardak taze greyfurt suyunu yatak odamıza getirmişti. Gölgelikleri açtı ve bana dedi ki,
“Hadi kalk ve gözlerin ışıldasın doğum günü çocuğu, sana bir sürprizim var.”

Arabasına bindik ve güneye, sahile doğru sürdü.

“Galveston’a mı gidiyoruz?” diye sordum. Tieresse, işaret parmağını dudağına götürdü,

“Şşşt, soru sormak yok.” dedi, bataklık araziyeye girmemek için kaplaması delik deşik bir yola döndü ve arabayı batı yönüne doğru sürdü. Birkaç dakika sonra çiftlik olduğunu düşündüğüm bir yere girdik. Arka tarafta alüminyum prefabrik bir bina, kaplaması olmayan pist ve büyük, çift motorlu bir turboprop uçağı görünüyordu. Tieresse beni paraşüt atlayışına getirmişti.

Orada bizden başka kimse yoktu. Bir düzine katlanır sandalye ve bir de beyaz tahtası olan bir sınıfta oturduk. İki paraşüt eğitmeni, güvenlik önlemleri ve olası aksilikler hakkında dersler verirken biz footsie* oynadık. İki saat sonra, çıkmadan bir şeyler atıştırmak isteyip istemediğimizi sordular. Tieresse,

“Bence bu hiç iyi bir fikir değil delikanlı, şimdi hemen işimize bakalım.” dedi.

Tieresse ile birlikte iki uzmanı uçağa kadar takip ettik. Uçağın içinde koltuk yoktu, sadece gövdeye paralel uzanan iki sıra yerleştirilmişti. Pilot uçaktaki yerini almış, kontrol listesini gözden geçiyordu. Sert bir şekilde gökyüzüne doğru tırmandık ve sonra birden sol tarafa döndük. Tieresse pencereden dışarı bakıyordu. Başı dönmüştü. Benim durumum iyiydi. On beş bin metreye yükseldiğimizde eşimle birlikte uzman olduğunu düşündüğümüz insanlara bağlı bir şekilde aşağı atladık. Saniyeler içinde saatte yüz altmış kilometreden fazla bir süratle düşmeye başlamıştık. Tieresse’nin ağzının hareket ettiğini gördüm, bir şey söylüyordu, ama kulaklarımdaki rüzgârın uğultusu sözlerini boğuyordu. Dudaklarını okumaya çalıştım, bana gülümsedi. Bağlandığım genç adam bileğime taktığım altimetreye dokunarak rakımı kontrol etmem gerektiğini hatırlattı, yani paraşütü beş bin metrede açmayı unutmayacaktım. Sağ kolumu geri çektim, paraşütün ipine uzandım. Eğitmen elimi tuttu ve ipi işaret etti. Seri bir hareketle ipi çektim. Paraşüt açıldı ve bir anda  iniş hızımız düşünce sarsıldık. Yavaş yavaş aşağıya doğru süzülürken sessizlik, az önceki sağır edici uğultunun yerini almıştı. Tieresse'nin nefes nefese kaldığını görebiliyordum, eğitmenim benim iyi olup olmadığımı sordu. Kuzeyde Houston şehrinin siluetini seyrediyordum, daha sonra 180 derece dönüp güneye, Meksika’ya doğru baktım. Bir süre sonra, tuzlu bir göletin kenarında, hafif meyilli, sazlık bir alana indik.

Tieresse koşup yanıma geldiğinde kollarım hâlâ titriyordu.

“Mutlu yıllar, aşkım.” dedi.

“Müthiş bir şeydi bu! Teşekkürler corazón.”**

“Ne demek!” dedi. “Eski rengin yerine geldiğinde yeniden yaparız!”
Ve dediği gibi bu heyecanı sonraki günlerde yeniden yaşadık.

Başka bir şey daha hatırladım, çocukluğumdan bir sahne geldi gözümün önüne. Chiapas'ta yaşıyorduk. Annem ve ben koka*** çiçekleriyle bezenmiş tarlanın kenarında duruyorduk. Ürün, babamın çalıştığı Meksikalı bir adama aitti, ancak tarlada çalışan ırgatlar çoğunlukla Guatemala'dan geliyordu ve anlayamadığım bir dil konuşuyorlardı. Gülmeye başladılar, annem onları dikkatle süzüyordu. Bir eliyle minik elimden tutarken diğer elini güneşe siper ediyordu. 'Mira tu papá, él está muy bajo'**** dedi. Dönüp baktığımda babamın yemyeşil tarlaya paralel ve onun en fazla elli metre üzerinden uçtuğunu gördüm. Bir anda tepe taklak döndü ve baş aşağı uçuyordu. Ben büyük bir zevkle çığlık attım. Guatemalıların, dizlerinin bağı çözülmüştü korkudan. Anneme ve bana poz verirken el salladı, gülümsemesini ve gözlerindeki ışığı görebiliyordum, durmadan havaya zıplayıp ellerimi çırpıyordum.


Bu iki anımı hatırladıktan sonra kafamda planım yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Pazartesi sabahı evimin yakınındaki havacılık akademisine gittim. Eğitmene, sekizli rulo veya 180 derece ters dönüş yapma konusunda bir dereceye girmek gibi bir niyetim olmadığını, sadece daha iyi uçabilmek ve kendine daha güven duyan bir pilot olmak için akrobasi dersleri almak istediğimi söyledim. Gerçek sebebi kendime saklamıştım. Akrobasi dersi, paraşüt alabilmem için yarattığım bir bahaneydi.


Ertesi ay paraşütle atlama kursuna kaydımı yaptırdım. İki hafta boyunca yirmi beş solo atlayıştan sonra beni sertifikalandıracak bir paket için peşin ödeme yaptım. Artık aşırı rüzgâr olmadığı takdirde, istediğim yere inebileceğimden az çok emindim. Eğitmene sinüzitimin başladığını ve bir süre ara vermem gerektiğini söyledim. Çok üzüldüğünü söyledi. Fakat paramı peşin aldığı için samimiyeti konusunda şüpheliydim. İyileşir iyileşmez onu arayacağımı söyledim ve elini sıktım. Onu bir daha asla görmeyi düşünmüyordum.


Günler kısaldı. Kansas’ta hava iyiden iyiye soğumaya başlamıştı. Yerler iki metre karla örtüldü. Sıcaklık durumundan emin olmak için yeraltı silosunda bir iki gece geçirdim. Zamanlayıcıları çalıştırdım, ortam sıcaklığı gayet iyiydi, su temizdi. İki kez öksürdüm, bu yüzden hava filtrelerini değiştirmem gerektiğini düşünüp notumu aldım. Eğer altı yıllık hapishane tecrübem olmasaydı (ve tabii ki, istediğim zaman dışarı çıkabileceğim düşüncesi), kar ve buzun altına gömülmüş olarak yerin altında iki gece geçirmenin klostrofobisi beni intihara sürükleyebilirdi. Ancak, asıl sorun önümde duruyordu.

Restoranın barındaki tabure yerine bir masaya oturarak orada daha fazla zaman geçirmeye başladım. Bir kâse çorba veya BLT***** sipariş ettikten sonra, bir yandan yazarken, diğer yandan da bir şeyler atıştırıyordum. Ne yaptığımı soran herkese kitap yazdığımı söylüyordum. Kitabın konusu, Tieresse ile birlikteliğim ve onun yaşamı sona erdikten sonra başıma gelenlerle ilgiliydi. Susanna, kahvemi doldurdu ve bana bir yayıncım olup olmadığını sordu.

“Henüz yok, ama bunun için daha zamanım var.” dedim.


Aslında, ikisi New York'ta ve biri de Hollywood'da olmak üzere üç yayıncı temsilcisi benimle iletişime geçmiş ve hikâyemi bir milyon dolara satabileceklerine garanti vermişti. Bu benim başıma gelenleri bilmediklerini kanıtlamıştı, bu yüzden sonradan aradıklarında sorularına cevap bile vermedim. Ünlü bir film yapımcısı telefonuma mesaj bırakmıştı. Avukatımı aradım ve ondan kimseye numaramı vermemesini istedim. Bana Reinhardt dışında hiç kimseye numaramı vermediğini söyledi. Özür diledim ve telefonu kapattım. Haftanın geri kalanında, yabancıların beni bu kadar kolay bulmasının nasıl mümkün olduğunu düşündüm ve bundan endişe duydum.

*footsie: Ayakları birbirine romantik bir şekilde dokundurarak fingirdeşmek

**corazón: İspanyolca, hayatım

***koka: Kokain yapımında kullanılan bitki

****Mira tu papá, él está muy bajo: İspanyolca, Babana bak! Ne kadar alçaktan uçuyor.

*****BLT: Pastırma, marul ve domatesli sandviç

(Devam edecek)

22 Haziran 2020 Pazartesi

RAUF BEY'E VEDA HUTBESİ

Korona'lı günler başlayalı beri dün ilk defa şehir dışına çıkıp oğlumuzu ve gelinimizi evlenmelerinden sonra ilk kez evlerinde ziyaret ettik.  Eksik olmasınlar eşimle beni güzel bir şekilde ağırladılar.

Öğleden sonra telefonum çalmaya başladı, ekranda uzun süredir görüşmediğim bir iş arkadaşımın adı yazıyordu.

"Selâm, mesajımı görmedin mi?"
"Hayır, farkında değilim, gelen mesajlar için ses uyarısı ayarlı değil, arada bakıyorum, hayırdır?"
"Rauf Bey ölmüş!"

Kısa bir sessizlikten sonra toparlandım.

"Ya, öyle mi? Ne zaman?"
"Bu sabah, zaten bir yıldır mide kanserinden tedavi görüyormuş. İstanbul'da bir doktora görünmüşler, daha sonra Amerika'ya gitmişler. Orada çok pahalı bir ilâç yazmışlar kendisine. O ilacı kullanmaya başlamış..."

Yeni Bir Hayat ve Hayatın İçinden dizilerimi okumuş olanlar bilir Rauf Bey'i. Ölen bir insanın arkasından konuşulmaz derler. Bu sözü kimler söyledi, niçin söylendi bilemem. Belki öldükten sonra ondan ne fayda ne de zarar gelmeyeceğindendir. Fakat ben aynı fikirde değilim. İnsan bir ömür sürdükten sonra yaptığı iyilik ve kötülükleri bazen bir nesil, bazen de nesiller boyu geride kalanlara miras bırakır. 

En az 24 yıl birlikte çalıştığım iş arkadaşım, genel koordinatörüm ve genel müdürümdü. Emeklilik kararımı verdiğim son işyerimde yine birlikteydik ama küs ayrılmış, vedalaşmamıştık. Benden birkaç yıl sonra o da şirketten ayrılmış, evine çekilmişti. Bire bir son konuşmamızda, son sözü ben söylemiştim:

"Ne cenazene, ne cenazeme!"

İpler bu sözümle kopmuştu. Yaş ilerleyince namazını, orucunu eksik etmezdi. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra inancı gereği son görevini yerine getirmek için hacca gidecekti. Tanıdığı bütün kişileri aramış helâllik istemişti. Beni aramaya pek cesareti olmadığından bana öldüğü haberini veren arkadaşı aratmış, ısrarla konuşmak istediğini belirtmişti. Hayır, dedim.

Eşim daha toleranslı yaklaşmıştı olaya. 

"Bak bize şu şu faydaları oldu, hadi bırak arasın, ayıp olur şimdi." deyip ikna etmişti. Arkadaşa durumu anlattım, iyi o zaman, ben razı olmasam da eşimin hatırına, ver numaramı arasın dedim. Aslında telefon numaramı hiç değiştirmemiştim.

Aradı, uzun uzun anlattı.
"İyi günümüz, kötü günümüz olmuştur, yıllarca birlikte olduk, eğer sana hakkım geçtiyse helâl olsun, senin de bende hakkın varsa helâl et." dedi.

Ne helâl olsun, ne tamam dedim. Daha ziyade, bitsin bu seremoni dercesine belli belirsiz bir peki sözcüğü döküldü dudaklarımdan. Bu kadar kolay mıydı  günâhlardan arınmak.

Şimdi aklımda kalan bir sürü anı. İyileri, kötüleriyle. Teraziye vuruyorum kafamda. Günahları ağır basıyor. Üzülüyor muyum? Sanmıyorum. Gözümün önünde sıra dışı bir insan profili beliyor. Karadenizin dağlarında keçi sağan bir adam. Makine mühendisliğini bırakıp daha kârlı diye teknik üniversitenin inşaat fakültesine geçiş yapan sistemin iflâh olmaz bir dişlisi.

İşinin düştüğünü sırtında taşıyan, işine yaramayanları önüne paspas eden bir mobbing üstâdı. Eşine karşı her türlü hakaret içeren sözü cümle alemden esirgemezken, kızlarını elimde kaldı bunlar diye küçük düşüren ve o kızların babalarına güvenip kurdukları işte iflâs etmeleri sonucu hak etmediği varlığının hatırı sayılır bir kısmı ellerinin arasından kayıp giden, sonunda yalnızlığa mahkûm biri geliyor gözlerimin önüne, ister istemez.

Sanırım ben herkesten farklı ve kötü bir insanım.

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 44

Ağaç Ev Sohbetlerinin 44. Hafta konusu, geçen haftanın derin sohbetlerini biraz dengelemek amacıyla biraz farklı yönden geliyor. Sorular, bu güzel etkinliğin moderatörü sevgili Kedi Mırıltısı tarafından seçilmiş. Yeni tartışma konumuz şöyle;


1. Evcil hayvanınız var mı ya da hiç oldu mu? Bu hayvanı kendinize yoldaş olarak seçmenizin amacı neydi (yani meselâ niye kedi değil de özellikle köpek aldınız)? Onunla bir anınızı paylaşın, resmi varsa onu da paylaşabilirsiniz. Eğer yoksa, sadece diğer soruları cevaplandırabilirsiniz.
2. Vahşi bir hayvanı evcilleştirebiliyor olsanız bu hangisi olurdu ve neden? 
3. Son olarak da, evcil hayvan satışı ve alımı hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce bu doğru mu?


Birinci soruya cevap vermekte zorlandım. Kendime ait bir evcil hayvanım olmadı, ipek böcülerimi saymazsam. Ancak zaman zaman ortaklaşa bakımını üstlendiğimiz, kızımın nüfusuna kayıtlı 2,5 yaşında bir Golden'ımız var. Daha önce de, Paşa adında yine kızima ait bir muhabbet kuşumuz vardı, onu dört yıl önce kaybettik.

Golden'ımızın adı Venüs, bir aylıkken bir köpek üretme çiftliğinden alındı ve yaklaşık bir yıl yaylada onun bakımıyla sadece ben ilgilendim, şimdi kızımın yanında kalıyor. Annem ve eşim evde evcil hayvan bakımına sağlık açısından karşı çıktıkları için şahsım adına bir evcil hayvanım hiç olmadı diyebilirim.

Uzun yıllar, kedinin tırmalamasından ve köpeğin ısırmasından korkuyor ve bu yüzden onlardan uzak duruyordum. Venüs'le birlikte köpek dostlarımıza olan sevgim aşırı derecede arttı. Bazı insanların kedilere aşırı düşkün olduklarıni biliyorum. Fakat benim, kedilere karşı mesafeli ilişkim halâ devam ediyor, diyebilirim. Evet, canları yanmadıktan sonra tırnaklarını göstermeyeceklerini bildiğim halde, tırmık yemekten korkuyorum.  Köpekler o kadar hassas canlılar ki, o güçlü çeneleriyle en sert kemikleri un ufak ederken, elimizi ağızlarına aldıklarında, kendilerini  inanılmaz bir şekilde kontrol ederek zarar vermiyorlar. Bu beni her zaman hayrete düşüren bir olaydır. Güdüleri ısır, parçala derken, onların iştahla tireyen çenelerini ellerimize en ufak bir zarar vermeksizin zapt edebilmesi muazzam bir şey.

Bu yüzden köpek, diğer evcil hayvanların yanında benim favorimdir. İmkânım elverse bir at sahibi olmak isterdim. Atların asil duruşları ve bakışları beni her zaman etkilemiştir.

Venüs ilk aylarında büyük bir hızla büyümüş ve irileşmişti. Yaylada komşu bir çiftlikten aldığımız fino'ya benzeyen Fifi adını verdiğimiz bir başka köpekle mutlu bir şekilde oynaşıp duruyorlardı. Fifi ne kadar sakin, aklı başındaysa, Venüs, gençliğinin verdiği enerjiyle bir o kadar hareketli ve çılgındı. En kötü huyu, bahçenin bir köşesindeki kümeste beslediğimiz elli kadar tavuğun peşinden koşup onlarla oyun oynamak istemesiydi. Tavuk bu, koca köpeğin oyun arkadaşı nasıl olabilirdi ki. Zavallı hayvancağızların incecik boğazlarını ağzına alıp iki salladı mıydı, garibanlar, ruhlarını teslim ediveriyorlardı. Bu yüzden tavukların gezme saatlerinde Venüs'ü bağlamaya başladık. Gündüzleri tavukların, geceleri Venüs'ün serbestçe gezme saatleriydi. Ancak tavuklardan bazıları canına susuyor, yüksek kümes tellerini aşamayınca kümesin içindeki ağaca tırmanıp firar ediyorlardı. Genellikle bu olay sabah günün ilk ışıklarıyla başlıyor, gece kaldığımız Taş Ev'de tavukların çığlıklarıyla uyanıyorduk. Sesleri duyar duymaz, hemen üzerimdeki eşofmanımla bahçeye firlıyor, tavuk önde, Venüs onun arkasında, ben de en arkalarında bahçeyi dört dönüyorduk. Elbette ne tavuğun ne de Venüs'ün çevikliği vardı bende. Çoğu kez sekilerden aşağı yuvarlanırdım ama toprak yumuşak olduğu için, bir de artık usturuplu düşmenin inceliklerini öğrendiğim için bir sakatlık durumu olmazdı. Sonuçta tavukla ben ikiye bir üstünlüğü yakalar, bazen boğazındaki tüyleri tamamen yolunmuş halde de olsa tavuğu kurtarır, müsabakayı kazanırdık.

Bir gün serbest bıraktığımız Venüs bu eğlencesinden mahrum kaldığından olsa gerek, etrafı çitle çevrili bahçemizin bir yerinde bulduğu delikten kaçarak kayıplara karışmıştı. Kızım hemen koşup yanıma geldi. O hafta yoğun yağışın altında çevre köyleri, dağı bahçeyi aradık, hiçbir yerde izine rastlamadık, hiçbir yerde yoktu. Ya kaçırdılar, ya da yabani hayvanlara yem oldu diye düşünüp perişan bir halde umutlarımızı tükettik.

On gün kadar sonra evdeyken telefonum çaldı. Köyün sakinlerinden biri arıyordu. Gelin köpeğinizi alın, sizin bu meret, köyde tavuk bırakmadı. Arabaya atladığım gibi köye koştum. Üstü başı kir içindeydi. Birbirimize sarıldık, özlem giderdik. Kızımla o günün sabahında, bulan kişiye ödül koyalım diye konuşmuştuk. Kaç para olsun diye sormuştum. 1.000 TL olur mu? diye sormuştu. Hemen kızımı aradım, "Parayı hazırla, Venüs'ü buldum" dedim. Bu ona verilecek en büyük hediyeydi.

Bu arada Venüs'ün fotoğrafını daha sonra eklemeye çalışacağım.

2.  Vahşi hayvanların eğitilmesi çok zor. Eğer buna mecbur kalsaydım, herhalde o bir kaplan olurdu. Neden mi? E, güzel, alımlı ve güçlü bir hayvan ne de olsa.

3. Evcil hayvanlar üzerinden yapılan ticareti hiç doğru bulmuyorum. Venüs'ü de bu yoldan tedarik etmek bir hataydı. İnternet üzerinden ya da hayvan barınaklarından herhangi bir bedel ödemeksizin evcil hayvan edinmek sanırım yapılması gereken tek şey. Her şeyden önce, evcil hayvan bakımının çocuk bakımından farklı olmadığını ve masrafını göze almak gerektiğini hatırlatmakta fayda var.

Evcil hayvan bakımı, insanda güzel duygular yaratan bir uğraşı. Birlikte hoşça vakit geçirebileceğiniz size, onunla ilgilendiğiniz sürece sevgisini gösteren zararsız bir arkadaş, bir dost.

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 48/3

Stream'in evine yakın bir yerde park ettiğim Lexus arabamın içinde otururken, onu hack’leyerek kablosuz yönlendiricisine girmem sadece beş dakikamı almıştı. Reinhardt bunu bilse benimle ne kadar gurur duyardı. Stream için oluşturduğum e-posta hesabında oturum açtım ve oradan bir not gönderdim:


“Deneme, bir iki üç. Lütfen beni kabul et.”

Gönder tuşuna bastım ve bir an gözlerimi kapadım, sonra Yargıç Moss’un oturduğu, Travis Gölü'ne bakan ve üst düzey insanların yaşadığı evi aradım. Onun ağına girmem biraz daha uzun sürdü. Tabletimi kullanarak hesabına giriş yaptım.

“Mesajını net bir şekilde almış bulunuyorum. Yalnız, bir dahaki sefere senden biraz daha cesaretli olmanı bekliyorum. <baştan çıkarıcı sırıtış>”  yazdım.

Stream'in bloğuna geri döndüm. İkinci bir e-posta yazdım:

“Mükemmel! Bu hafta sonu kaçamağına ne dersin? Sahilde büyüleyici bir BB biliyorum.”

Acaba bu onun doyumsuz beklentilerini karşılar mıydı? Son bir e-postam daha olacaktı, Yargıç Moss'tan bir cevap geldi.


“Gerçekten iyi olur, mükemmel bir fikir. Benimki cemaatine vaaz vermekten kalan tüm hafta sonlarını golf oynayarak geçiriyor ve muhtemelen nereye gittiğimin farkına bile varmaz. Yarınki öğle yemeği için iş yerimizde buluşmaya ne dersin?”


Göz kırpışan bir gülen yüz emojisi ile imzaladım. Neyin yanlış gidebileceğini, hangi noktaların yanlış göründüğünü düşünmeye çalıştım, ancak hiçbir şey gözüme ilişmedi. Bu konularda iyiydim. Ya doğal halim buydu ya da hapishane beni düşündüğümden fazla etkilemişti. Her şeyi kapattım.

Serin, bulutsuz bir geceydi. Tüm elektronik malzemelerimi bagaja koymak ve bacaklarımı uzatmak için arabamdan indim. Sakallı üç adam, otobüs durağının bulunduğu caddenin karşısındaki parkın içinde, bir çardağın altına geçmiş, mariachi* çalıyorlardı. Müziğin etkisiyle ayağımla ritim tuttuğumun farkına vardım. Güney Lamar'daki bir taco standından rendelenmiş tavuk tamales**, fasulye ve iki şişe Carta Blanca birası aldım. Araba, onların yoğun kokularıyla doldu, daha sonra hepsini hangara taşıdım. Dışarıda katlanır bir sandalyeye oturdum ve başımı gökyüzüne dikip yıldızları inceledim. Bacaklarım titriyordu, o anda hissettiğim ateşli bekleyişi daha önce sadece iki kez yaşamıştım: La Ventana'nın kapılarını ilk açtığım gece ve Tieresse ile evlendiğimiz gün. İkinci biramın yarısına gelmeden, derin ve rüyasız bir uykuya daldım. Güneş doğarken uyandığımda kendimi tamamen yenilenmiştim.

Ertesi sabah, Lexus’ümü araçların çaprazlamasına dizildiği Adliye’nin park sahasına çektim ve aracımı caddeyi görecek şekilde konumlandırdım. Stream’in Motorola’sıyla, Moss’un Nokia’sını aradım ve kendimle iki dakika süren bir görüşme yaptım. Sonra Moss'dan Stream'a bir mesaj gönderdim,

“Sesini duymak güzeldi, yakışıklı. On dakika kadar geç kalacağım. Sakın bensiz başlama.”

Mesajın sonunu göz kırpan emoji ile imzaladım, sonra geri mesaj attım,

“Beni çok heyecanlandırıyorsun, otele kadar yürüyebileceğimden emin değilim. Emekleyebilirim.” <gülen surat>

İki saat sonra, Stream'den Moss'a bir mesaj daha gönderdim:

“Bu, hafta sonu için harika bir açılış atraksiyonumuz olacak.”

Moss, bir kalp göndererek cevap verdi. 

Telefonları kapattım ve her ikisini de alüminyum kılıflarına yerleştirdim. Verilerin uzaktan silinmesini önlemenin yanı sıra, kılıfların onları izlemeyi imkânsız hale getireceğini düşünüyordum. Stream ve Moss'u takip eden korumalarının olabileceğini zannetmiyordum. Lâkin aşırı duyarlılık ve paranoya arasında bocalarken yakalanmamak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım.

Sonraki on bir ay boyunca, her perşembe akşamı güneye uçtum, hangarımdan  çıkıp Austin'e gittim, aynı gün birbirlerine bir ya da iki mesaj ve geceleri de bir ya da iki e-posta gönderdim. Kameraların bulunduğu ücretli yollardan ve marketlerden uzak durmaya çalıştım. Kafamda daima, iyice aşağı çektiğim bir kovboy veya bir beyzbol şapkası vardı. Gece yarısından sonra Austin'den ayrılıp, eyalet dışına çıkıyor, yemek ve otel ücretlerini kendi kredi kartımdan çektiriyordum. Gelecekteki suç mahallinin yakınlarındaki yerlere gitmemem ve gittiğim uzak yerlerde özellikle iz bırakıyor olmam, sözde Güneybatı'nın küçük kasabalarını keşfetme arayışımın bir parçasıydı. Pazar günleri yanıltmak amacıyla Kansas'a dönüyor hangarıma şöyle bir uğrayıp Moss ve Stream'i bir kez daha konuşturmak! üzere tekrar Austin'e gidiyordum. Moss ara sıra kocasının şüphelendiğini ve planlanan hafta sonu buluşmasına gelemeyeceğini belirtip özür diliyordu. Stream ise her zaman, ona endişelenmemesini, ilişkilerinde en önemli şeyin gizlilik olduğunu vurguluyordu.

Buluştukları yerleri özellikle üstü kapalı bir biçimde açıklamaya dikkat ediyorlardı - bir otele, plaja veya yaylaya gitmekten bahsediyorlardı - ama asla hareketlerinin izlenmesine imkân verecek şekilde değildi. Dikkatli olmaları gerekiyordu, bu yüzden müfettişler hiçbir motel veya restoran çalışanından sevdalı çiftleri ne zaman gördüklerine dair bilgi alamayacaklardı. E-postaları ve mesajları çapkın ve mahcup, müstehcen ve bazen de ahlaksızdı. Onları gözümün önüne getirdiğimde, kendimi, keskiyi eline almadan önce taşa gizlenmiş eserini görebilen bir heykeltıraş gibi hissediyordum.


Onurları böyle bir şeyi kaldıramazdı elbette, kimsenin kabul edebileceği bir şey değildi bu. Fakat şimdi, Yargıç Moss ile Yargıç Stream’ın dijital olarak kanıtlanabilecek ihtiraslı bir gönül ilişkisi vardı ve bu konuda oldukça aşağılayıcı bir durum yaşayacaklardı. Birlikte olmaları için bir bahane yaratmıştım ve bu yüzden birlikte kaybolmalarının net bir sebebi olacaktı. Durum böyle olunca her ikisini aynı anda hazırladığım yere koymam kimsenin dikkatini çekmeyecekti. Ancak onları oraya nasıl getireceğime dair hiçbir fikrim yoktu.

Ve sonra şans bir kez daha yüzüme güldü.
Batı Texas’taki romantik hafta sonu B&B buluşmaları konusunda, âşıkların birbirleri arasında birkaç e-posta ve mesaj alışverişini ayarlamak için yeniden Texas’a uçmam gerekmişti. Cumartesi sabahıydı. Villanın yakınlarında, yol kenarına park ettiğim Lexus’ümün içinde kahvemi yudumlarken, geçen tırlara aldırmaksızın I-10 mola yerine çektikleri arabalarının arka koltuğunda seksin ne kadar heyecan verici olduğuna dair birbirlerine süslü ve komik şeyler yazıyordum.

Stream, Porsche'una bindiğinde bilmediğim farklı bir şeylerin olduğunu düşünmeye başlamıştım. Önceki hafta sonlarında SUV'unu kullanırken peşini bırakmamıştım. İşime yarayabilecek başka bilgilere ulaşabileceğimden emin değildim ancak gereksiz riskler almak istemiyordum. Anında kararımı verip onu takip etmeye koyuldum.

Arabasının örtüsünü tepeden aşağıya indirdi ve 71 numaralı otoyola doğru sürdü. Bastrop ilçesinde altı kadar fast-food mekânı olan bir alışveris merkezinde mola vermek hususunda tereddüt geçirdi ama yemek için burada durmadı. Bunun yerine, güneydoğu yönünde iki şeritli bomboş bir yolda sürmeye devam etti. Aramızda bir kilometreye yakın mesafe bıraktım. On dakika sonra yoldan saptı. Elektronik olarak kontrol edilen bir kapıya şifresini girerken onun yanından geçip iki yüz metre kadar ileriye park ettim. Geldiği yer yaklaşık üç bin metre uzunluğunda bir piste sahip özel bir hava alanıydı. Orada başka hiç kimse yoktu. Bir dürbünle Stream'in doksan dakika boyunca yüksek performanslı tek motorlu bir uçakla piste kalkış ve iniş yapmasını izledim.

Yargıç Stream pilottu! Tanrılar benim yanımdaydı ve planım kafamda oluşmaya başlamıştı.

İki saat boyunca orada kaldı, gelen giden başka kimse olmadı. Uçağın kuyruk numarasını yazdım ve sonra uçağın Stream adına kayıtlı olduğunu öğrendim. Devam eden birkaç ay boyunca havanın izin verdiği her cumartesi günü havada vakit geçirdiğini keşfettim, bu yüzden güzel bir bahar gününde casusluk yapmak için Bastrop'a uçtum.

*mariachi: Geleneksel bir Meksika müziği

**tamales: Mısır unu ve kırmızıbiberle yapılan bir Meksika yemeği

(Devam edecek)

21 Haziran 2020 Pazar

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 47/3


Hız göstergesi ibresini azami hız sınırının saatte beş mil altında tutarak, Austin şehir merkezine varmam bir saatten az sürdü. Meclisin yanına park ettim ve adliyeye doğru yürüdüm. Girişin, havaalanı güvenliğinden farkı yoktu. 
Ayakkabılarımı çıkarttım ve telefonumu tepsiye koydum. Beni orada tanıyan, kim olduğumu bilen hiçbir insan göremedim. Mahkeme salonuna geçtim ve avukatların, devlet okullarının mevcut finans sisteminin yoksullara getirdiği ayrımcılık konusunda yaptıkları savunmaları izledim. Aklı başında her insanın bildiği bir konuyu, avukat ve yargıçların aralarında nasıl tartıştığını görünce bir kez daha çılgına döndüm. Bir sonraki tartışmayı tam ortasında bıraktım; bu, bir kadını bacağından vuran bir adamın, üç yıl sonra yaraya atfedilen bir enfeksiyon nedeniyle ölmesinden dolayı, cinayetle suçlanıp suçlanamayacağıyla ilgiliydi. Alacakaranlıkta yürüme mesafesindeki lüks bir otele uğradım ve çatı barda oturup biramı yudumlarken bir de hamburger yedim. Beni orada yine kimse tanımadı.

O gece hangardaki pikabımın kasasında, bir uyku tulumunun içine girip uyudum ve ertesi gün şafak vakti Austin'e geri döndüm. Zaman içinde hâkimlerin “bazı alışkanlıklarından vazgeçmeyen yaratıklar” olduğunu öğrendim ve günlük yaşamlarının, ilk yaptığım keşif gezisinde gözlemlediklerimle neredeyse hiç bir fark bulunmadığını anladım. Her ikisi de adliyeye kendi araçlarıyla gidiyorlardı. Stream’ın altında, ya bir Porsche Cabrio ya da bir Chevy SUV oluyordu. Moss ise BMW kullanıyordu. Plakalarından onların hâkim olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. Genellikle geceleri, yerel polis, evlerinin önündeki kaldırıma, içinde kimse bulunmayan bir araç olurdu. Bazen de bir memur sabahları işe giderken onların peşine takılıyordu.


Moss, her gün arabasına binip saat dokuz otuz civarında adliye binasına geliyordu. Stream ise bir donut dükkânındaki arabaya servis penceresinden bir şeyler alıyor ama her seferinde arabasından inip içeri giriyordu. Her ikisi de öğle yemeği için saat on iki otuz civarında adliyeden ayrılıyorlardı. Moss, her gün aynı lüks restorana gidip oradan ızgara tavuk, bir kadeh şarap ve Sezar salatası alırken Stream, genellikle köfteli veya salamlı sandviç paketi hazırlatıp masasına geri dönüyordu. Asla bir araya gelmiyorlardı, en azından gördüğüm kadarıyla. Hayalini kurduğum dünya bundan farklıydı. İşyerinden tam zamanında, saat beşte ayrılıyorlardı. Stream, yolunun üstünde, Kongre meydanındaki bir barda bir veya iki saat vakit geçiriyor, eve dönerken Çin yemeği, barbekü veya pizza alıyordu. Cuma akşamları sık sık misafirleri olurdu ve gece yarısından önce onları evlerine uğurlardı. Haftada iki kez yiyecek için marketten alışveriş yapıyordu. Mağazada hiç kimse onun kim olduğunu bilmiyor olmalıydı. Akşam yemeği için eve döndüğünde, bir daha sabaha kadar dışarı çıkmazdı.

Moss’un alışkanlıkları ise biraz farklıydı. O, kocasıyla birlikte her iki veya üç gecede bir, etkinliğe, bir partiye, bazen de sakin bir restorana giderlerdi. Ya kocası ya da bir başkası alışverişi yapıyor olmalıydı ki, Moss'un markete girdiğini hiç görmemiştim. Hafta sonları bazen alışveriş merkezine gider ve gün boyunca orada kalırdı. Kocasıyla birlikte kiliseye gitmezdi. Bunun yerine, Pazar sabahları, bir saat sürüş mesafesindeki şehir kulübüne gider, daha sonra şampanya partisi için üç kadınla bir araya gelirdi. Onları masalarına yönlendiren smokinli garson onu her zaman Hâkime Hanım diyerek selamlardı.

Karavanı ayırıp hangarda bırakmış olmama rağmen, eski pikabımın hala dikkat çekebileceğinden kuşku duyuyordum. İkinci keşif haftamda ikinci bir araç aldım, Boerne'de ikinci el araba galerisinde bulduğum düşük kilometreli bir Lexus’tü bu. Ödemeyi banka çekiyle yaptım. Defterime herhangi bir aksilikle karşılaşmam durumunda yapmam gerekenleri yazdım, Polis beni çevirir ve burada olma nedenimi sorarsa ne cevap verecektim?


Kansas'a döndüğümde not defterimi attım. Yarım hafızama güvenmek endişelerimin kaydını tutmaktan daha az riskli görünüyordu. Restorandakilere Arches ve Zion Milli Parklarının fotoğraflarını gösterdim, daha gezecek çok güzel yerlerin olduğunu söyleyerek, yakında oraları görmeyi planladığımı söyledim. Sabah kahvaltısında otururken ölüm hücresinde kullandığım ve cep telefonuma kaydettiğim eşyaların bir listesini hatırlamaya çalıştım, ayrıca her gün bana verilen malzemelerin ayrı bir listesini yaptım. O öğleden sonra ihtiyacım olan her şeyi yerel bir mağazadan satın aldım. Tıraş bıçaklarının satıldığı koridorda durdum.

Ya, mahkûmlarım umutsuzluğa düşüp kendilerini öldürmeye kalkarlarsa, daha da kötüsü biri diğerini öldürmeye çalışırsa? Hapiste bulunduğum süre boyunca, adamın biri kendini asmıştı ve biri de aşırı dozda uyuşturucu almıştı ama kimse tek kullanımlık bir tıraş bıçağıyla intihar etmeyi başaramamıştı, bu yüzden yirmili paketlerden bir tane aldım. Eskisini geri aldıktan sonra, onlara her hafta yeni bir bıçak verecektim. Aldığım bütün önlemlere rağmen yine de kendilerini öldürebileceklerinden şüpheleniyordum ancak her gün onlara bir şeyler getirip götüreceğimden bu işe kalkışamaları zordu. Çarşamba günü ve gecesi, hapishanemde her şeyin düzgün çalışıp çalışmadığını görmek için bir deneme daha yaptım. Perşembe sabahı ilk işim yeniden Texas'a uçmak oldu.


Havaalanına inip uçağı hangarın içine soktum, suni deri sırt çantasını uçağın bagaj bölmesinden çıkarıp içindekileri benden önce kullananların geride bıraktıkları kontrplak tezgâha yaydım. Bilgisayarın ve tabletin kilidini açmak için şifreler oluşturdum: sırasıyla IheartSarah ve LeonardIheart. Bunlar aşırı derecede romantik ve hatırlanmaları kolay sözcüklerdi. Yetkililerin hacklemesini kolaylaştıracağını umuyordum. Her ihtimale karşı, şifreleri, her bir makinenin altına yapıştırdığım bant parçalarının stüne yazdım. Her hatırlatıcı not için iki farklı kalem, iki tür bant ve farklı el yazısı kullandım. Ayrıca iki e-posta hesabı oluşturdum: biri JudgeMossTexas, diğeri JudgeStreamTexas. Her birinin şifreleri bilgisayar ve tablet için kullandığım şifrelerle aynıydı. Kendi telefonum için ilave SIM kartlar alacağımı ve görevime başladıktan sonra, Austin'e yaptığım seyahatlerde kullandığım kartı işim bittiğinde atmam gerekeceğini hatırlamak için not aldım.

O akşam, Austin'deki Altıncı Caddeye gittim, harekete geçmeden önce, tüm elektronik eşyalarımı topladım ve Lexus'ümü Yargıç Stream’ın yaşadığı Round Rock'taki mahalleye doğru sürdüm. Aracımı onun oturduğu villanın üç kapı ötesine park ettim ve dizüstü bilgisayarımı çalıştırdım. Keep Austin Weird logolu bir sweatshirt giyiyordum ve başımda Teksas bayrağı olan bir beyzbol şapkası vardı. Birisi bana ne yaptığımı sorduğunda, şehre yeni geldiğimi ve yerel müzik dinleyebileceğim bir mekân aradığımı söyleyecektim.


Arabamda oturduğum süre içinde kimse beni rahatsız etmedi. Her ne kadar Reinhardt'a neler planladığımı ve ne yapmak istediğimi anlatmak istesem de, her ikimizin hayrına bunu yapmaktan vazgeçmiştim. Fakat onun uzmanlığına ihtiyacım vardı.
Onu ziyaret ettiğimde yılın ilk Ocak ayında, Reinhardt'ın Princeton'daki evinde, yarım günümü siber güvenlik konusunda eğitim alarak geçirmiştim. Ona sorduğum soruların çoğundan şüphelenmedi ama içlerinden biri fena halde dikkatini çekmişti ve merak edip neden bu konularla ilgilendiğimi sordu.

“Bunu sana söylemezsem daha iyi olur.” dedim. Başını salladı ve daha fazla üstelemedi. Bir şey sakladığımı biliyordu ama bana güveni tamdı. Ayrılırken,

“Başka bir şeye ihtiyacın olursa, bana bildir, tamam mı? Ve dikkatli ol.” demişti.

(Devam edecek)