Büyük bir istek var içimde yazmak için. Yazdığım yazılara yapılan uzun yorumları ve ilgimi çeken diğer blog yazılarını okumaktan, onlara uzun cevaplar vermekten büyük haz alıyorum.
Rauf Bey'in vefatı üzerine yazdığım yazıdan sonra sevgili Deeptone'dan beklediğim yorum geldi. Kendisi daha önce yazdığım iki yazı dizisinden tanıyordu Rauf Bey'i. Deep, tanıdığım kadarıyla hiçkimseye kötü sıfatını yakıştırmayan, her zaman bardağın dolu tarafını görmeye çalışan zeki, kültürlü ve bilgili bir hanımefendi. Elbette, benden farklı bir hayat görüşüne sahip. Yalnızlığı sevmesi ve gerçek hayatın içine girip insanlarla samimi bir ilişkiye girmekten kaçınması beni hayli şaşırtan bir durum. Belki de bu sayede kötülüklerden kendini korumuş oluyor. İstese parmakla gösterilecek makamlara gelebileceğinden kuşkum yok ama o daha mütevazı bir yaşam tarzını benimsemiş ve kendini böyle daha mutlu hissediyor. Sanal dostluklar kurmak, okumak, dizi, film seyretmek ve tabii yazmak en büyük tutkuları. Siyasete, memleket meselelerine burnunu pek sokmuyor, yaşamın keyifli yönleri, onun ilgi alanı. Neyse, konumuz sevgili deep değil!
Her istediğimizi yapamasak da, düşüncelerimizde özgürüz, sıradan vatandaşlar olarak en azından! Belli makama sahip kişilerin ne yazık ki, düşünce özgürlüğü de yok. Rauf Bey hakkında olumlu ya da olumsuz düşünmem ne ona ne bana yarar sağlamayacağı gibi zararı da olmaz düşüncesindeyim.
"Masum Bir Adamın İtirafları" roman çevirimin 50. Bölümünü yayımladım. Tesadüfen bulduğum bu kitap, her bölümünde düşünmemi sağlayan, öğretici ve oldukça sürükleyiciydi. Çevirinin yüzde doksan beşini tamamladım, yayımlamadan önce her bölümü son bir kez daha gözden geçiriyorum. Muhtemelen otuz bölüm daha sürecek. Kitabın kahramanı Rafael adında, Meksika göçmeni bir adam.
Rafael'in başına gelenleri, onun düşünce tarzını ve yaptıklarını yorumlarda arkadaşlarla tartışıyoruz. Deep'in yanı sıra, her bölümü ilgiyle takip eden Manxcat/Kuyruksuz Kedi'yi de bu vesileyle anmış olayım.
İnsanların aklından geçirip yapmaya cesaret edemeyecekleri şeyler vardır. Meselâ bu roman çevirimi kendi imkânlarımla kitap haline getirip bir matbaada bastırsam diye geçiyor aklımdan. İlk düşündüğüm kitabın yazarı oluyor, adam oturmuş, günlerce emek vermiş, sen kalkıp hazıra konuyorsun. Düpedüz hırsızlık bu!
Kim bu yazar, Amerikalı bir hukuk profesörü. Muhtemelen varlıklı biri olmalı. Zaten hukuk işlerinde büyük paralar dönüyor, kim bilir kaç kişinin hakkını yedi? Zaten ABD deyince, sömürü ve masum insanları öldürmekten başka bir şey gelmiyor insanın aklına.
Soner Yalçın'ın KaraKutu isimli kitabını okuyorum fırsat buldukça. Aman Allah'ım, ne tezgâhlar çevirmiş ilâç şirketleri, milyar dolarları ceplerine indirmek için ilâç adı altında, sağlığa nice zehirler yutturmuşlar, dünyada ve yurdumuzda kaç kişi ve kurumu satın almışlar, insan sağlığı üzerinden ne büyük ticaretler yapmışlar!
ABD'de hukukçuların, yargıçların foyasını kendi yazdığı kitapta ortaya çıkarmıyor mu benim yazar? Kafamdaki plânı uygulasam onun çok mu hakkını yerim?
İkinci aşamada kendimi ne derece riske sokmuş olurum türünden kaygılanmaya başlıyorum. Kitabın adını değiştir, öyle bastır. Koca profesör işportada satılan kitabının izinsiz çevrildiğini nereden bilecek? Yok, işportada olmaz, kitapçılara satmak lâzım. Onlar da riske sokmazlar kendilerini muhtemelen. Yayınevleri desen hiç risk almazlar. Yok, bu iş yaş gibi.
Üçüncü aşamada vicdanım giriyor devreye. Yok kardeşim, sen diğerleri gibi olma. Geçmişte ayakta kalmak için belki kötü işlere bulaşmış olabilir, hissene düşen pay az da olsa tüysüz yetimin hakkını yemiş ve hatta rüşvet bile yedirmiş olabilirsin. Ama şimdi, hiçbir mecburiyetin yokken başkaları yapıyor diye eleştirdiğin şeyleri yapmaya kalkma!
En iyisi, yazara bir e-posta atmak. Aslında sistemi eleştirdiği için o da vicdanlı bir kişi olabilir. Hatta belki de solcudur. Baksana, varlıklı beyazları değil, yoksul göçmenleri ve zencileri savunuyor kitabında. Evet, evet en doğrusu ve bana yakışanı bu. Hiç olmazsa öldükten sonra arkamadan lâf ettirmem kendime.