Stream’in havaalanına geldiğimde, elektronik kapıyı açık buldum. Birden kalp atışlarım hızlandı. Camı indirdim, kulağıma
bir uğultu sesi geliyordu. Test uçuşu yapan başka bir pilot mu dolaşıyordu tepemde? Her kimse, acaba Stream’in hangarında ne işimin olduğunu merak eder miydi? Orada yığılıp kaldım ve
bir B planım olmadığı için kendime çok kızdım. Uğultu sesi gittikçe yükseliyordu.
Acele etmeksizin hangara doğru ilerledim.
Hangarının karşısında tulumlu ve kulağına tıkaç takan bir adam, klimalı, büyük bir traktörle çim biçiyordu. Kolumu pencereden çıkardım ve ona el salladım. Sonra çarçabuk hangara girdim ve kapıyı indirdim.
Titriyordum, traktörü kullanan adam benden tarafa baksaydı neler olabileceğini düşünmek bile istemiyordum.
Sargent'ın, ölüm hücresinden kaçmaya çalışan mahkûmları
ve kaçan kişinin suda nasıl boğulduğunu anlattığı hikâyeyi hatırladım.
“Mahkûm, çitleri aştığı anda teslim olsaydı, belki onun için başarı sayılabilirdi bu.” demiştim.
Sargent, “Senin düşündüğün gibi düşünmüyorum ben,
Inocente.” demişti. “İster onlara
doğru koş, istersen kaç onlardan, eğer kafalarına seni öldürmeyi koymuşlarsa yapacak bir şeyin yok, ben hayatım boyunca her seferinde kaçmaya çalıştım.” dedi.
Bazı zaferler geleneksel yollarla ölçülmez.
Dışarı baktım ve çim biçme makinası, hala çalışmaya devam ediyordu. Kendi kendime,
“Stream’in SUV’u Stream’in hangarında artık.
Olağanüstü bir durum yok. Her şey yolunda.” dedim.
Moss’un kafasından yastık kılıfını çıkardım ve
bıçağı boğazına dayadım, telefonundan bir e-posta göndermesini istedim.
“Eğer beni anladıysan başını salla.” dedim.
Dediğimi
yaptı ve elimde bıçağı tutarken, sekreterine, bir konferansa gideceğini bildiren
bir not yazdı.
Talimatım üzerine şunu da yazdı,
“Özür dilerim, bir toplantıya katılacaktım, tamamen aklımdan çıkmış. Pazartesi
günü görüşmek üzere.”
Dışarıdaki traktörün gürültüsü kesilmişti. Çalışmasına ara vermediğini ümit ederek başımı kapıdan dışarı doğru uzatıp baktım. Traktörcü gitmişti.
“Bu işte şansım, yirmi bir masasındaki kadar.” Moss ağzını açıp bir
şey söylemedi.
“Tamam, o zaman. Belki öyle bir şey yok. Aslında geçerli olan ortalamalar kanunu. Hadi gidelim artık. Vedalaşma vakti geldi.” dedim.
Telefonunu ve
ayakkabılarını Stream’in uçağına koydum ve ona
“Hadi, yürü bakalım.” dedim.
Moss kıpırdamadı.
Tabancayı yüzüne doğrulttum ve
"Şüphesiz bu seni yürütür." dedim.
Onu
dirseğimle uçağın içine ittim ve emniyet kemerini bağladım. Birkaç dakika sonra
havadaydık.
Öğlene doğru silonun bulunduğu piste indik.
“İzin verene kadar konuşma yok, anlaşıldı mı?" dedim.
Yargıç Moss'la birlikte altı kat aşağı indik ve gözetleme deliğinden içeri baktım.
Işıklar ve TV açıktı. Stream, alt ranzada oturuyordu. İşi şansa bırakmaya hiç niyetim yoktu. 45'liği belimden çıkarıp elime aldım. Moss’un soluk alışları hızlandı.
“Sakin ol, Yargıç, şu anda kimseyi vurmayı düşünmüyorum. Kilitleri teker teker açıp kapıyı içeri doğru ittim. Moss, şaşkın vaziyette meslektaşına baktı,
“Aman Tanrım, Leonard, burada neler oluyor?” dedi.
“Size konuşma izni verdiğimi hatırlamıyorum, ama
bu yaptığınızı bir defaya mahsus görmezden geleceğim.” dedim.
Stream hiç uyumamış gibi görünüyordu. Sürekli gözlerini kırpıştırıyordu.
“Hay Allah, sen kontakt lens mi kullanıyorsun? Bak bunu hiç düşünmemiştim.” dedim.
“Hayır, lens kullanmıyorum.” dedi.
Hücrelerinde özel haznesine düşmüş, iki MRE* paketi gördüm.
“Zamanlayıcılar görevini yapmış, demek.” dedim.
Stream başını kaldırıp tavana baktı, benimle ilgilenmediğini gösterdi.
“Şimdi sana cevaplarını bildiğim bazı sorular
soracağım. Yalan söylediğini anladığım takdirde, dizinden vururum, capiche?**" dedim.
Peki demek yerine başını salladı.
“Haftanın hangi günleri test uçuşu yapıyorsun?”
“Cumartesi günleri.” dedi.
“Her hafta mı?
“Hayır, çoğunlukla iki haftada bir.”
“Uzak mesafe uçtuğunda, hazırlamak zorunda olduğun bir uçuş planı var mı?
“Genellikle hazırlamıyorum.”
“Bir sonraki uçuş için ATC*** ile iletişime geçiyor musun?”
Bir süre sessiz kaldı. Sonra “Bazen.” dedi.
“Havacılık Dairesinden güncel hava durumunu alabiliyor musun?
“Evet, çoğu zaman.” dedi.
“Haydi, sınavı geçtin, aferin." dedim. "Şimdi arkanı dön ve
meslektaşının mahremiyetine biraz saygı göster.”
Moss'u hücresine koydum ve üzerinden çıkardığı elbiselerini aldım.
Ona da Stream'inkine benzer bir tulum verdim.
“Şimdi gitmem gerekiyor, size daha sonra
detaylı bir açıklama yapacağım. Şimdilik sadece, önemli konulardan bazılarına değineceğim.” dedim.
Hücreleri
ayıran demir çubukların her iki tarafındaki duş perdelerini işaret ettim.
“İkiniz de birbirinize karşı mahremiyetlerinizi korumak için
aranızdaki perdeyi çekebilirsiniz. Tuvaletler dışarıda. Boş yere olmayan sifonu aramayın.”
“Yukarıdan hücrelerinize bir litre içme suyu ile birlikte her gün üç
öğün yemek düşecek. Eğer buralarda isem, arada sırada, size sıcak yemek de getirebilirim." dedim ve yeni yaşam yerleri hakkında bilgi vermeye devam ettim.
Önce tavanı sonra portatif duşları işaret ettim.
"Barlardan sarkan bu plastik torbalar, bir saat sonra ve her
kırk sekiz saatte bir su ile dolacaktır. Nozüllerin basıncı orta seviyeye
ayarlanmış olup bu size altı dakikalık bir duş imkanı verecek. Basıncı
düşürürseniz, süreyi uzatabilirsiniz. Masanın
çekmecelerinde sabun, şampuan, diş macunu ve diş fırçası var. Şimdilik
bu kadar. Yarın görüşürüz.” dedim.
Hücreleri kilitlediğimden ve hiçbir şeyi
unutmadığımdan emin oldum. Etrafı bir kez daha kontrol ettikten sonra gitmeye hazırlanıyordum ki,
Stream, “Bize burada neler olduğunu anlatmayı
düşünmüyor musun?” diye bir soru yöneltti.
Moss, da “Kocam muhtemelen polisi aramıştır.” dedi.
“Ondan çok emin değilim.” dedim, dışarı çıkıp kapıyı yavaşça
kapattım.
*MRE: Hazır yemek konservesi
**capiche? : Anladın mı?
***ATC: Hava trafik kontrolü
(Devam edecek)