KATEGORİLER

27 Haziran 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 53/3


Stream’in havaalanına geldiğimde, elektronik kapıyı açık buldum. Birden  kalp atışlarım hızlandı. Camı indirdim, kulağıma bir uğultu sesi geliyordu. Test uçuşu yapan başka bir pilot mu dolaşıyordu tepemde? Her kimse, acaba Stream’in hangarında ne işimin olduğunu merak eder miydi? Orada yığılıp kaldım ve bir B planım olmadığı için kendime çok kızdım. Uğultu sesi gittikçe yükseliyordu. Acele etmeksizin hangara doğru ilerledim. 

Hangarının karşısında tulumlu ve kulağına tıkaç takan bir adam, klimalı, büyük bir traktörle çim biçiyordu. Kolumu pencereden çıkardım ve ona el salladım. Sonra çarçabuk hangara girdim ve kapıyı indirdim. Titriyordum, traktörü kullanan adam benden tarafa baksaydı neler olabileceğini düşünmek bile istemiyordum.

Sargent'ın, ölüm hücresinden kaçmaya çalışan mahkûmları ve kaçan kişinin suda nasıl boğulduğunu anlattığı hikâyeyi hatırladım.

“Mahkûm,  çitleri aştığı anda teslim olsaydı, belki onun için başarı sayılabilirdi bu.” demiştim.

Sargent, “Senin düşündüğün gibi düşünmüyorum ben, Inocente.” demişti. “İster onlara doğru koş, istersen kaç onlardan, eğer kafalarına seni öldürmeyi koymuşlarsa yapacak bir şeyin yok, ben hayatım boyunca her seferinde kaçmaya çalıştım.” dedi.


Bazı zaferler geleneksel yollarla ölçülmez. Dışarı baktım ve çim biçme makinası, hala çalışmaya devam ediyordu. Kendi kendime,

Stream’in SUV’u Stream’in hangarında artık. Olağanüstü bir durum yok. Her şey yolunda.” dedim.

Moss’un kafasından yastık kılıfını çıkardım ve bıçağı boğazına dayadım, telefonundan bir e-posta göndermesini istedim.

“Eğer beni anladıysan başını salla.” dedim.

Dediğimi yaptı ve elimde bıçağı tutarken, sekreterine, bir konferansa gideceğini bildiren bir not yazdı.

Talimatım üzerine şunu da yazdı,

“Özür dilerim, bir toplantıya katılacaktım, tamamen aklımdan çıkmış. Pazartesi günü görüşmek üzere.”


Dışarıdaki traktörün gürültüsü kesilmişti. Çalışmasına ara vermediğini ümit ederek başımı kapıdan dışarı doğru uzatıp baktım. Traktörcü gitmişti.

“Bu işte şansım, yirmi bir masasındaki kadar.” Moss ağzını açıp bir şey söylemedi.

“Tamam, o zaman. Belki öyle bir şey yok. Aslında geçerli olan ortalamalar kanunu. Hadi gidelim artık. Vedalaşma vakti geldi.” dedim.

Telefonunu ve ayakkabılarını Stream’in uçağına koydum ve ona

“Hadi, yürü bakalım.” dedim.

Moss kıpırdamadı. Tabancayı yüzüne doğrulttum ve

"Şüphesiz bu seni yürütür." dedim.

Onu dirseğimle uçağın içine ittim ve emniyet kemerini bağladım. Birkaç dakika sonra havadaydık.

Öğlene doğru silonun bulunduğu piste indik.

“İzin verene kadar konuşma yok, anlaşıldı mı?" dedim.

Yargıç Moss'la birlikte altı kat aşağı indik ve gözetleme deliğinden içeri baktım. Işıklar ve TV açıktı. Stream, alt ranzada oturuyordu. İşi şansa bırakmaya hiç niyetim yoktu. 45'liği belimden çıkarıp elime aldım. Moss’un soluk alışları hızlandı.

“Sakin ol, Yargıç, şu anda kimseyi vurmayı düşünmüyorum. Kilitleri teker teker açıp kapıyı içeri doğru ittim. Moss, şaşkın vaziyette meslektaşına baktı,

“Aman Tanrım, Leonard, burada neler oluyor?” dedi.

“Size konuşma izni verdiğimi hatırlamıyorum, ama bu yaptığınızı bir defaya mahsus görmezden geleceğim.” dedim.

Stream hiç uyumamış gibi görünüyordu. Sürekli gözlerini kırpıştırıyordu.

“Hay Allah, sen kontakt lens mi kullanıyorsun? Bak bunu hiç düşünmemiştim.” dedim.

“Hayır, lens kullanmıyorum.” dedi.

Hücrelerinde özel haznesine düşmüş, iki MRE* paketi gördüm.

“Zamanlayıcılar görevini yapmış, demek.” dedim.

Stream başını kaldırıp tavana baktı, benimle ilgilenmediğini gösterdi. 

“Şimdi sana cevaplarını bildiğim bazı sorular soracağım. Yalan söylediğini anladığım takdirde, dizinden vururum, capiche?**" dedim.

Peki demek yerine başını salladı.

“Haftanın hangi günleri test uçuşu yapıyorsun?”

“Cumartesi günleri.” dedi.

“Her hafta mı?

“Hayır, çoğunlukla iki haftada bir.”

“Uzak mesafe uçtuğunda, hazırlamak zorunda olduğun bir uçuş planı var mı? 

“Genellikle hazırlamıyorum.”

“Bir sonraki uçuş için ATC*** ile iletişime geçiyor musun?”

Bir süre sessiz kaldı. Sonra “Bazen.” dedi.

“Havacılık Dairesinden güncel hava durumunu alabiliyor musun?

“Evet, çoğu zaman.” dedi.

“Haydi, sınavı geçtin, aferin." dedim. "Şimdi arkanı dön ve meslektaşının mahremiyetine biraz saygı göster.”


Moss'u hücresine koydum ve üzerinden çıkardığı elbiselerini aldım. Ona da Stream'inkine benzer bir tulum verdim. 

“Şimdi gitmem gerekiyor, size daha sonra detaylı bir açıklama yapacağım. Şimdilik sadece, önemli konulardan bazılarına değineceğim.” dedim.

Hücreleri ayıran demir çubukların her iki tarafındaki duş perdelerini işaret ettim.

“İkiniz de birbirinize karşı mahremiyetlerinizi korumak için aranızdaki perdeyi çekebilirsiniz. Tuvaletler dışarıda. Boş yere olmayan sifonu aramayın.”


“Yukarıdan hücrelerinize bir litre içme suyu ile birlikte her gün üç öğün yemek düşecek. Eğer buralarda isem, arada sırada, size sıcak yemek de getirebilirim." dedim ve yeni yaşam yerleri hakkında bilgi vermeye devam ettim.

Önce tavanı sonra portatif duşları işaret ettim.

"Barlardan sarkan bu plastik torbalar, bir saat sonra ve her kırk sekiz saatte bir su ile dolacaktır. Nozüllerin basıncı orta seviyeye ayarlanmış olup bu size altı dakikalık bir duş imkanı verecek. Basıncı düşürürseniz, süreyi uzatabilirsiniz. Masanın çekmecelerinde sabun, şampuan, diş macunu ve diş fırçası var. Şimdilik bu kadar. Yarın görüşürüz.” dedim.

Hücreleri kilitlediğimden ve hiçbir şeyi unutmadığımdan emin oldum. Etrafı bir kez daha kontrol ettikten sonra gitmeye hazırlanıyordum ki,


Stream, “Bize burada neler olduğunu anlatmayı düşünmüyor musun?” diye bir soru yöneltti.

Moss,  da “Kocam muhtemelen polisi aramıştır.” dedi.

“Ondan çok emin değilim.” dedim, dışarı çıkıp kapıyı yavaşça kapattım.

*MRE: Hazır yemek konservesi

**capiche? : Anladın mı?


***ATC: Hava trafik kontrolü

(Devam edecek)

26 Haziran 2020 Cuma

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 52/3


Sokakta hiç kimse yoktu. Bilgisayarına bağlı kamerayı uzaktan yönlendirerek son kontrollerimi yaptım, alarmı ve köpeği olmadığı hemen hemen kesin gibiydi. İki kez kapı zilini çaldım. Arka bahçeye açılan kapının kilidi açıktı, çünkü bildiğim kadarıyla, her cuma sabahı, bahçe işleriyle ilgilenen görevlinin  avluyu kontrol edebilmesi için kapı açık bırakılıyordu. Şansıma kilitsiz bir pencere ya da kapı bulmayı umuyordum, fakat bulamadım. Çaresizlik içinde sağa sola gizlenmiş bir anahtar aradım ama yoktu. Bu işi zor yoldan yapmaya da hazırlıklıydım fakat bir süre daha bunu yapmak zorunda kalmamayı ümit ediyordum.

Stream geldiğinde saat sekizi sadece birkaç dakika geçiyordu. Onu takip ettiğim günden beri her çarşamba günü aynı şey tekrarlanıyordu. İki blok öteden Porsche’un homurtusunu duydum. Garajın dış duvarına yaslandım. Elektrikli garaj kapısının açılırken çıkardığı sesi ve Stream’in Porsche’u yavaşça içeri soktuğunu duydum. Alnımdan bir damla ter gözümün üstüne düştü. Hemen kontağı kapatıp kapıyı açtı ve daha aşağı inmeden karşısına dikilip 45’liği göğsünün orta yerine doğrulttum.

“Ne istersen al.” dedi.

“Ben de onu planlıyorum.” dedim.

Ona, arabadan çıkmasını, arkasını dönmesini söyledim ve hemen ellerini arkadan kelepçeledim. Garaj kapısını kapatmak için düğmeye bastım ve sonunda biraz olsun rahatlamıştım.

“İçeri girelim mi?” dedim.

Mavi kot pantolon, siyah tişört ve koşu ayakkabıları giyiyordum. İçeri girer girmez elime bir çift lâteks eldiven geçirdim. Dışarısı henüz tamamen kararmamıştı ama yine de mutfaktaki ışığı açtım. Üzerini aradım ve cebinden telefonunu aldım.

“Silah taşımana gerçekten şaşırdım, bu yüzden seni öldürebilirdim.” dedim.

“Benim kim olduğumu bilip bilmediğini bilmiyorum, ama büyük bir hata yapıyorsun.” dedi.

Cevap vermedim.

“Akşam yemeğine birileriyle buluşmam gerekiyor.” dedi.

“SUV’un anahtarları nerede?” diye sordum.

Arkasına geçip kolundan çevirdim, göz göze geldik, bana bakıyordu. Bıçağın ucunu boğazına bastırdım.

“Mesele şu: İlk tercihim seni öldürmek değil ama eğer mecbur kalırsam ikinci tercihim o olabilir. Anlıyor musun?” dedim. Başıyla beni onayladı.

“Güzel. Şimdi ses çıkartmak, gürültü yapmak yok.” dedim ve ağzını koli bandı ile kapattım. Başına da bir yastık kılıfı geçirdim.

“Hadi artık gidelim.” dedim ve onu garaja geri götürdüm. Onunla birlikte bisikletimi SUV'unun arkasına koydum ve üzerini bir battaniyeyle kapattım.

“Eğer ses çıkardığını duyarsam ya da polis beni çevirirse kafana kurşunu yersin.” dedim.

Porsche'nin arka kapısını açtım ve koltuğun üstünden içinde üç karton kutu sıcak Çin yemeği bulunan çantayı aldım.

Hızımızı sınırın üç dört km altında sabitleyerek özel havaalanına geri döndüğümüzde havanın alaca karanlığı, geceyi karşılamıştı. Hangarda, ayak bileklerinin etrafına ikinci bir bilezik kelepçe geçirdim ve onu uçağımın arkasına ittim. Yastık kılıfını başından sıyırdım, ağzındaki koli bandını çıkardım. Cep telefonunu kapatıp arabasına geri koydum.

“Kalkışa hazır olun, majesteleri.” dedim.

“Anlaşılıyor ki, kim olduğumu biliyorsun.” dedi.

“Daha önce söylediğim gibi. Eğer sesini çıkartırsan, seni öldürürüm.” dedim.


Gece yarısı saat bir’e yaklaşırken eve döndük. Ayak kelepçelerini çıkardım ve adımlarına dikkat et dedim. Birlikte yerin altı kat altına indik, sol elimle Stream'in dirseğini tutarken, sağ elimde tabanca vardı. Bir kafa ışığı takıyordum. Karşılıklı dar kirişlerin dışında yeraltı silosu, bir su altı mağarası kadar karanlıktı. Asma kilitleri açtım ve Stream'i hücresine koydum ve kapıyı arkasından kilitledim.

“ Eller, Mahkûm.” dedim.

“Ha!” dedi.

“Arkanı demir çubuklara dön.” dedim.

Kelepçelerini çıkarıp aldıktan sonra,

“Şimdi parmaklıklardan uzaklaş ve bana bak.” dedim.

Silahımı göğsüne doğrulttum,

“İç çamaşırın dışında üstündeki tüm kıyafetlerini çıkar ve buraya bırak.” dedim.

Ona kalın, pamuklu bir elbise verdim.

“Saat yedide ışıklar yanacak ve TV çalışmaya başlayacak. Masanın üzerinde kullanabileceğin bir okuma lambası var. Yarın görüşürüz. Tatlı rüyalar.” dedim.

"Burada neler oluyor?" dedi.

Banka kasasından imal ettirdiğim kapıyı kapattım ve yukarı çıktım. Herhangi bir ses çıkartsa dahi yer altı silolarının fiberglas yalıtımı bütün sesleri absorbe edecekti.

Yargıç Moss’un kocası, perşembe sabahı saat yedide buluştuğu kilise personeli için evinden ayrılırken, ben caddenin karşısında, Yargıç Stream’in park halindeki SUV'unun içinde oturuyordum. Stream’in sahte cep telefonundan Moss’un sahte cep telefonuna mesaj göndererek onu bir saat içinde alacağını söyledim. Saat sekizde, garaj kapısı açılmaya başladı.

Arabanın kapısını kapatır kapatmaz SUV’la önünü kestim ve silahımla aşağı indim.

“Kornayı çalarsan ya da sesini çıkartırsan, seni öldürürüm.” dedim.

“Yanımda hiç param yok, sana sadece yüzüğümü verebilirim.” dedi.

“Dışarı çık ve arkanı dön.” dedim.

Onu aradıktan sonra bileklerini kelepçeledim. Ağzını koli bandıyla kapattım,

“Seni bir saniyeliğine bu şekilde bırakacağım.” dedim. Onu arabasının direksiyonuna bağlamak için diğer kelepçe takımını kullandım. SUV'a geri döndüm ve onu BMW Sedan’ın yanına çektim.

“Gördüğün bu SUV, Leonard’ın. Nasıl, beğendin mi?”

Gözlerini açtı.

“Endişelenmene gerek yok. O tamamen güvende.”

Ona da Stream'e  söylediklerimi aynen tekrarladım. Başına bir yastık kılıfı geçirdim ve onu SUV'un arkasına koydum. Üzerine bir battaniye örttüm.

“Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle. Dediklerim bittiğinde anlayıp anlamadığını soracağım. Eğer anladıysan battaniyenin altından bacağını kaldır.” dedim.

Yaklaşık otuz dakika boyunca yolda olacağımızı ve eğer polis tarafından çevrildiğimiz takdirde, ​​onu başından vuracağımı kendisine söyledim.

“Gideceğimiz yere vardığımızda sana haber vereceğim. Söylediklerimi ses çıkarmadan yapacaksın. Benim dediklerimi aynen yaparsan sana zarar vermeyeceğim. Şimdi az önce söylediğim her şeyi anladın mı?”

 Battaniye hareket etti.

“Tamam, o zaman.” dedim ve hemen direksiyon başına geçtim.

Trafik tahmin ettiğimden daha kalabalıktı. Austin’in sivil havaalanına yaklaşırken, bir otoyol polisi bizim tam ters istikametimizden geçti. Farkında olmadan hız göstergesine baktım. Maksimum sınırın çok altındaydım. Dikiz aynasına baktım. Polis geri dönmedi.

(Devam edecek)

25 Haziran 2020 Perşembe

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 51/3


Çarşamba sabahı, Stream'in uçağının bulunduğu alana indim ve uçağımı hangarının karşısındaki pistin sonuna park ettim. Trafiği izlemek için el telsizimi kullanarak, pist boyunca koştum ve kapıyı kontrol ettim. Ana kapı kilitliydi, arka taraftaki yaya kapısını bir levye kullanarak açmaksa benim için uzun sürmedi. İçeriden, ana hangarın kapısı bir düğmeye basılınca açılıyordu. İçeri girip kapıyı yeniden kapattım.

Uçağın kilidi açıktı ve anahtar, yuvasından aşağı sarkıyordu. Uçakta iki kulaklık, en üst düzey elektronik havacılık cihazları, arka tarafta, Teksas, Louisiana ve Oklahoma'nın çoğu bölgesini kapsayan haritalar vardı. Stream'in günlük defterinin bulunduğu uçuş çantası, bagaj bölümündeydi. Teksas genelinde ve Alabama’nın doğusuna kadar her tarafı bir baştan bir başa uçmuştu. Motor yağı temizdi ve her iki yakıt tankı da doluydu. Pilotun işletme el kitabı, sağ koltuğun arkasındaki cebin içindeydi. Sınırlamalar bölümünü açtım. Uçağın deposu tamamen doluyken, iki yüz elli kg yolcu ve bagajla, iki bin km menzili vardı. Birkaç dakika içinde ne kadar yakıta ihtiyacım olacağını hesapladım ve sonra mevcudun yeterli olabileceğine kanaat getirdim.


Telsizim cızırdadı. Birileri, beş mil kuzeyden yaklaşıyordu. Piste doğru koştum ve uçağımın yanında beklemeye başladım. Kuyruktan tekerlekli bir uçak, piste inip elli metre ötemde durdu, içinden zayıf ve orta yaşlı iki kadın indi. Onlara buralarda kiralık bir hangar ve yakıt bulabileceğim bir yer olup olmadığını sordum. Bana, hava alanı sahibi olan bir ailenin adını ve telefon numarasıyla bölgedeki yerli halkın kullandığı bir yakıt tankerinin cep telefonu numarasını verdi.


“Teşekkür ederim bayan, çok naziksiniz.” dedim ve şapkamı yüzüme indirip yüzüme ve uçağımın kuyruk numarasına dikkat etmediklerini ümit ettim.


Hafta ortasında, Doğu Teksas, güney Florida ve aradaki tüm bölgeler için uçuş haritaları satın almıştım. Key West'e direkt uçuş bin yedi yüz km ve bütün yol, neredeyse açık denizde olacaktı. Stream'in geceleyin, tek motorlu bir uçakla, okyanusu geçebilecek kabiliyette bir pilot olup olmadığını merak ediyordum. Şahsen ben, söz konusu beceriye sahip biri kesinlikle değildim ama o, benden daha cesur bir pilot olduğunu kanıtlamak zorunda kalacaktı.

Bu kez yönümü güneye doğru çevirdim. McAllen'deki bir silah fuarından otomatik bir adet 45’lik ve bir de 38’lik tabanca ile her biri için mühimmat satın aldım. Hayatımda hiç silah kullanmamıştım. Bunların nasıl kullanılacağını öğrenmek için bir video izlemem gerekecekti. Diğer bir dükkândan dört parmaklı yumruk halkaları ve ucu tırtıklı on beş santim tungsten ağzı olan bir bıçak aldım. Spor malzemeleri satan bir mağazadan bir kafa lambası, diğer bir mağazadan da bir spor çantası, küçük bir seyahat çantası, gündelik bir elbise, bir bahriyeli spor ceketi ve birer çift kadın ve erkek iç çamaşırı aldım. Giysileri, diş fırçalarını, tıraş bıçaklarını üç yıl önce satın aldığım üç paket prezervatifle birlikte iki torbaya böldüm ve çantaları Tieresse'nin uçağının arkasına yerleştirdim.


Sargent, henüz ölüm hücresi mahkûmlarının çalışmak için hücrelerinden çıkmalarına izin verilirken, yani ben gelmeden birkaç yıl önce, beş adamın kaçmaya çalıştığını anlatmıştı. Kendilerini oluklu mukavva kutularına koli bandıyla sardıktan sonra 4,5 metre yüksekliğindeki jiletli tel çitlerin üzerinden atlamaya çalışmışlar. Gardiyanlar havaya ateş açmışlar. Kaçanlardan ikisi çitlere ulaşmadan yüzükoyun yere uzanmış ve teslim olmuşlar. Birisi yarıya kadar tırmandıktan sonra yere düşmüş. Dördüncüsü ise kendini diğer tarafa atmış ama hemen teslim olmuş. Beşinci ise kaçmayı başarmış.

Bir buçuk hafta boyunca bu olay bir efsane gibi anlatılmış. Teksaslı askerler eyalet sınırları dâhilinde geniş bir alana yayılarak arama çalışması başlatmışlar. Meksika sınır geçiş noktalarında tuzaklar kurmuşlar. Gemilerde boş kamaraları aramışlar, ana eyalet yolları ve çift şeritli yollar üzerinde rastgele kontrol noktaları oluşturmuşlar. İz takip köpeklerini kullanarak ve at sırtındaki hapishane güvenlik görevlileriyle her geçen gün çemberi  biraz daha genişletmişler.

Onuncu gün bir balıkçı, kaçan mahkûmu Trinity Nehri'nde yüzerken bulmuş. Vücudu şişmiş haldeymiş. Jilet telli çitin üzerinden geçtikten sonra kokusunu alan köpeklerden kaçmak için, vücuduna sardığı mukavva kartonlarla nehre atlamış, kartonlar nemlenince ağırlaşmış. Daha sonra annesi, müfettişlere verdiği ifadede, oğlunun yüzme bilmediğini söylemiş. Kaçak, muhtemelen kaçtığı günün ilk saati içinde boğulmuştu. Onu arayanlar da bir cesedin peşine takılmışlardı.

Hikâyeyi anlattıktan sonra Sargent, 

"Gördüğün gibi, eğer dikkat etmezsen, seni kurtaran bok, bir bakarsın ölümüne sebep olabilir.” demişti.


Janus’un* iki yüzü. Söylediklerinin sadece yarısını anlıyorum, Sargent.” dedim. Güldü,


“Bu kadarı sana yeter.” dedi.

Planımı tekrar tekrar gözden geçirdim, bir şeyleri kaçırdığımdan emindim. Benim ölümüme sebep olacak, bilmediğim şey neydi? Ölmekten korkmuyorum. Hayır, kesinlikle korkmuyordum. Ama hâlâ üzerimde taşımakta olduğum bir gururum vardı.


Kredi kartındaki şüpheli bir etkinlik konusunda sahibini uyaran kimlik avı e-postasındaki bir bağlantıyı tıkladığında, bastığı tuşları onların ev bilgisayarlarına yüklemiştim. Onların ortadan kaybolmalarından sonra programı kaldırma şansımın olup olmadığını merak ediyordum. Eğer bunu yapamıyorsam bu durum benim için büyük bir risk oluşturacaktı.


Yargıç Stream, perşembe sabahı yola çıkacak ve cumartesi öğleden sonra geri dönecekti. Miami'de mola verdikten sonra Austin'den Key West'e uçmak üzere bilet satın almıştı. Gerçek Yargıç Moss, konferansa katılmadığı için herhangi bir ticari bilet satın almamıştı ancak Stream ile ilgili bir şeyler daha yapmak zorundaydım. Yaptığım ortaya çıkmasın diye uçak rezervasyonunu iptal etmem gerekiyordu. Sonra kafamdakileri halletmek için tehlike bölgeye geçtim.


Çarşamba sabahı, son kez olması umuduyla, üçüncü kez Stream'in uçağının bulunduğu havaalanına uçtum. Bu, tamamen önceden kontrol etme fırsatı bulamadığım plânımın bir parçasıydı. Ama şanslıydım. Hava rüzgârsızdı ve kimsecikler yoktu. Uçağımı Yargıç Stream’in hangarına soktum. Daha önce üç kez yaptığım gibi arka taraftan geçip hemen ana kapıyı kaldırmıştım. Onunkinin yanında, kanat kanada gelecek kadar uçağımı koyabileceğim yeterli bir alan vardı. Kamp kıyafetlerimle dolu bavulumu aldım ve Stream'in uçağının bagaj bölmesine yükledim. Bir gün önce akaryakıt tankerini aramış, Stream’mişim gibi yaparak uzun bir uçuş için her iki uçağın deposunun tamamlanmasını istemiştim. Daha sonra depodaki bu yakıtı yakmak için iki saat sürecek gergin bir yolculuk yapacaktım ama önce yargıcımı almam gerekiyordu. Bisikletime bindim ve evine kadar kırk km’lik bir yolculuğa çıktım. Sırt çantamda Güney Teksas'tan satın aldığım silahlar ve bıçak, bir şişe su, hala ambalajlarından çıkarmadığım iki yastık kılıfı, Dallas dışındaki bir polis ihtiyaç fazlası mağazasından satın aldığım üç çift kelepçe, yün battaniye ve bir koli bandı vardı. Kazara bir Eyalet polisi beni durdurup aramaya niyetlense muhtemelen hapsi boylayabilirdim.

*Janus: Bir yüzü sağa bir yüzü sola bakan iki yüzlü Roma tanrısı.

(Devam edecek)

24 Haziran 2020 Çarşamba

RAFAEL, RAUF BEY ve BEN

Büyük bir istek var içimde yazmak için. Yazdığım yazılara yapılan uzun yorumları ve ilgimi çeken diğer blog yazılarını okumaktan, onlara uzun cevaplar vermekten büyük haz alıyorum. 

Rauf Bey'in vefatı üzerine yazdığım yazıdan sonra sevgili Deeptone'dan beklediğim yorum geldi. Kendisi daha önce yazdığım iki yazı dizisinden tanıyordu Rauf Bey'i. Deep, tanıdığım kadarıyla hiçkimseye kötü sıfatını yakıştırmayan, her zaman bardağın dolu tarafını görmeye çalışan zeki, kültürlü ve bilgili bir hanımefendi. Elbette, benden farklı bir hayat görüşüne sahip. Yalnızlığı sevmesi ve gerçek hayatın içine girip insanlarla samimi bir ilişkiye girmekten kaçınması beni hayli şaşırtan bir durum. Belki de bu sayede kötülüklerden kendini korumuş oluyor. İstese parmakla gösterilecek makamlara gelebileceğinden kuşkum yok ama o daha mütevazı bir yaşam tarzını benimsemiş ve kendini böyle daha mutlu hissediyor. Sanal dostluklar kurmak, okumak, dizi, film seyretmek ve tabii yazmak en büyük tutkuları. Siyasete, memleket meselelerine burnunu pek sokmuyor, yaşamın keyifli yönleri, onun ilgi alanı. Neyse, konumuz sevgili deep değil!

Her istediğimizi yapamasak da, düşüncelerimizde özgürüz, sıradan vatandaşlar olarak en azından! Belli makama sahip kişilerin ne yazık ki, düşünce özgürlüğü de yok. Rauf Bey hakkında olumlu ya da olumsuz düşünmem ne ona ne bana yarar sağlamayacağı gibi zararı da olmaz düşüncesindeyim. 

"Masum Bir Adamın İtirafları" roman çevirimin 50. Bölümünü yayımladım. Tesadüfen bulduğum bu kitap, her bölümünde düşünmemi sağlayan, öğretici ve oldukça sürükleyiciydi. Çevirinin yüzde doksan beşini tamamladım, yayımlamadan önce her bölümü son bir kez daha gözden geçiriyorum. Muhtemelen otuz bölüm daha sürecek. Kitabın kahramanı Rafael adında, Meksika göçmeni bir adam. 

Rafael'in başına gelenleri, onun düşünce tarzını ve yaptıklarını yorumlarda arkadaşlarla tartışıyoruz. Deep'in yanı sıra, her bölümü ilgiyle takip eden Manxcat/Kuyruksuz Kedi'yi de bu vesileyle anmış olayım.

İnsanların aklından geçirip yapmaya cesaret edemeyecekleri şeyler vardır. Meselâ bu roman çevirimi kendi imkânlarımla kitap haline getirip bir matbaada bastırsam diye geçiyor aklımdan. İlk düşündüğüm kitabın yazarı oluyor, adam oturmuş, günlerce emek vermiş, sen kalkıp hazıra konuyorsun. Düpedüz hırsızlık bu!

Kim bu yazar, Amerikalı bir hukuk profesörü. Muhtemelen varlıklı biri olmalı. Zaten hukuk işlerinde büyük paralar dönüyor, kim bilir kaç kişinin hakkını yedi? Zaten ABD deyince, sömürü ve masum insanları öldürmekten başka bir şey gelmiyor insanın aklına.

Soner Yalçın'ın KaraKutu isimli kitabını okuyorum fırsat buldukça. Aman Allah'ım, ne tezgâhlar çevirmiş ilâç şirketleri, milyar dolarları ceplerine indirmek için ilâç adı altında, sağlığa nice zehirler yutturmuşlar, dünyada ve yurdumuzda kaç kişi ve kurumu satın almışlar, insan sağlığı üzerinden ne büyük ticaretler yapmışlar!

ABD'de hukukçuların, yargıçların foyasını kendi yazdığı kitapta ortaya çıkarmıyor mu benim yazar? Kafamdaki plânı uygulasam onun çok mu hakkını yerim? 

İkinci aşamada kendimi ne derece riske sokmuş olurum türünden kaygılanmaya başlıyorum. Kitabın adını değiştir, öyle bastır. Koca profesör işportada satılan kitabının izinsiz çevrildiğini nereden bilecek? Yok, işportada olmaz, kitapçılara satmak lâzım. Onlar da riske sokmazlar kendilerini muhtemelen. Yayınevleri desen hiç risk almazlar. Yok, bu iş yaş gibi.

Üçüncü aşamada vicdanım giriyor devreye. Yok kardeşim, sen diğerleri gibi olma. Geçmişte ayakta kalmak için belki kötü işlere bulaşmış olabilir, hissene düşen pay az da olsa tüysüz yetimin hakkını yemiş ve hatta rüşvet bile yedirmiş olabilirsin. Ama şimdi, hiçbir mecburiyetin yokken başkaları yapıyor diye eleştirdiğin şeyleri yapmaya kalkma!

En iyisi, yazara bir e-posta atmak. Aslında sistemi eleştirdiği için o da vicdanlı bir kişi olabilir. Hatta belki de solcudur. Baksana, varlıklı beyazları değil, yoksul göçmenleri ve zencileri savunuyor kitabında. Evet, evet en doğrusu ve bana yakışanı bu. Hiç olmazsa öldükten sonra arkamadan lâf ettirmem kendime.

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 50/3


Kitabım iki yüz sayfayı aşmıştı. Dışarıda kar yağmaya devam ediyordu. Çiftçiler, kış buğdaylarını ektiler.

O yılın başlarında Leavenworth'ta, ihtiyaç fazlası ürünlerin satıldığı ordu pazarı mağazasından, askerler için hazırlanmış MRE'ler* almaya başladım, bunlar, seyahat ederken yediğimi sanmalarını istediğim şeylerdi. İki insanın üç yıl hayatta kalabileceği kadar yiyecek stoklamıştım. Paketleri, yer altı silomun 5. katındaki endüstriyel metal raflara, günde üç öğün aşağı gönderecek şekilde programladığım otomatik köpek maması dağıtıcılarının bulunduğu yerlere yerleştirdim. Birkaç hafta içinde ihtiyacım olan bütün MRE'lerimi tamamlayacaktım. Üzerindeki etiketlere göre, hepsinin beş yıllık raf ömürleri vardı. Fakat yerin 5 kat altında ortam hava sıcaklığı 10°C olduğundan dolayı, onların bir, iki yıl daha dayanabileceklerini düşünüyordum. Her iki durum da benim için sorun değildi. Yemekler son kullanım tarihini aştığında, tıpkı benim ölüm hücresinde yediğim gibi  onlar da kokuşmuş yiyecekleri yiyebilirlerdi.

Noel günü, uçağıma binip Batı Teksas'ta, Big Bend yakınlarında bir kasabaya uçtum, parka gidiş dönüş bir bilet aldım ve çadırımda on gece geçirdim. Şafak sökmeden önce gökyüzünü bir planetaryum gibi süsleyen yıldızlara bakıp Tieresse ile konuşuyordum. Benden pişman olabileceğim hiçbir şeyi yapmamamı istedi. Ona, artık, hayatımda pişmanlığın anlamı olmadığı bir yere geldiğimi söyledim.


“Öyle bir yer yok.” dedi. Bunu hiç düşünmemiştim.


Ölüm hücresinde kaldığımın ikinci yılında, McKenzie'ye altı paket Valium için yüz dolar ödedikten birkaç gün sonra, o dışarıda durup izlerken hücrem kasklı bir güvenlik timi tarafından basılmıştı. Zulama el koyup gittiklerinde, McKenzie bana, “Kendine doğru dürüst bir saklama yeri bul, bok çuvalı” demişti.


Sargent, kapının arkasında durup beni izliyordu. O, burada benden daha kıdemliydi. Ve aklımdan nelerin geçtiğini gayet iyi biliyordu.

“Onlar seni kızdırabildikleri sürece, Inocente, kazanmış olacaklar, beni anlıyor musun?” demişti.

Bana, içinde dört küçük beyaz hap ve iki meditasyon ilahisi olan bir uçurtma göndermişti. Ertesi hafta, McKenzie, parasını ödediğim hapları bana bir kez daha sattı. Onları yine, öncekileri koyduğum aynı yere sakladım.

Noel için restorandaki herkese birer hediye aldım. Duygulandılar ve bunu yapmama çok şaşırdılar. Hikâyemi biliyorlardı ama zengin olduğumdan haberleri yoktu.

Yeni yılın ilk haftasını, sahte e-postalar gönderip sahte mesajlar yazmak için Austin'de geçirdim. Moss, gelecek yıl yılbaşı gecesini birlikte, çarşafın altında geçireceklerini umduğunu yazdı ve bu seferlik iki gece birlikte olamayacağı için ondan tekrar özür diledi. Stream, ağlayan bir yüz emojisiyle cevap gönderdi ve ona “Anlıyorum” yazdı. Moss'dan cevap gecikmedi,

“Fakat yarın öğle yemeğinde görüşürüz <gülümseyen surat emojisi>”


Pikabı ve karavanı bir do-it-yourself yıkamasına götürdüm, daha sonra, yeniden hangara geri döndüm. Arabanın içini ve dışını çamaşır sularıyla köşe bucak temizledim. Bir daha pikabı asla sürmeyecek ve ona dokunmayacaktım.  


Kansas'taki evime geri dönerken, sağ elimi yan koltuğa koymak isterken Tieresse'nin bacağına dokunduğumu hissettim. Çok şaşırmıştım. Serbest bırakıldığımdan beri birkaç kez beni ziyaret etmişti ve onunla sık sık konuşmuştum ama daha önce hiç bir zaman fiziksel olarak varlığını hissetmemiştim. Acaba bu benim için bir iyileşme işareti miydi, merak ettim.


Bana, “İş hayatında her zaman kızgın sirke küpüne zarar verir.” dedi.

“Biliyorum, corazón.** Ama kızgın değilim. Umursamıyorum, artık hiçbir şeyi umursamıyorum. Kendimi şu an olduğumdan daha fazla özgür hissedemezdim.” dedim.

Ona bu sözleri söylerken dudaklarının yanağımda gezindiğini hissettim ve ilk kez o an, planımın başarılı olacağına inandım.

Bundan sonra artık sadece bir zamanlama meselesiydi. Eyalet çapında umuma açık yerlerde farklı bilgisayarlar kullanarak, isimlerinin her birini arama motoruna girdim. Öğrendiğim şeylerin çoğu sıradan şeylerdi; Stream’in, Polisin Vakfının yıllık galasını onurlandırarak para bağışlaması ya da DAR'ın***  Anayasa Günü için verilen öğle yemeğinde, Moss’un açılış konuşmasını yapması gibi. Bir pazar, Paskalya gününde, turnayı gözünden vurmuştum sonunda.


Yeni yayınlanan bir basın duyurusuna göre, Yargıç Stream’ın, önümüzdeki Mayıs ayında, Florida, Key West'deki Amerikan Barolar Birliği tarafından düzenlenen bir konferansta, "meşru müdafaa hakkı" konulu bir sunum yapması planlanmıştı. Konunun ayrıntıları üzerinde çalışarak bir aydan fazla zaman harcadım.

Padre Adası'na uçtum ve zincir otellerden birine giriş yaptım. Ertesi sabah güzel bir kahvaltı ettim. Odam temizlendikten sonra, kapıya “Rahatsız Etmeyin” işaretini asarak arabamı park ettiğim çim havaalanına uçtum. Oradan da Austin'e gittim, arabamı Stream’in evinin yakınına park ettim ve ona bir mesaj yazdım. Şöyleydi;


Mayıs ayında Key West'te bir konuşma yapacağımdan haberin var mı emin değilim. Angaryadan bir iş. Benimle gelmeye ne dersin?”


Gönderiyi uçurdum ve şehre doğru sürdüm. Moss'un oturduğu yerin yanındaki bloğa park ettim ve yazdım;


Seve seve tatlım. Kocama bir hikâye uydurabilmem için tarihleri bilmem gerekiyor.


Stream’in evine geri döndüm.

İşinde titiz davranan kadınları severim. Pazartesi günü öğle yemeğinden sonra ayrıntıları konuşuruz.” yazıp göz kırpan ve bir öpücük üfleyen adam emojisi ile imzaladım.


Padre Adası'na geri uçtum ve o gece sahilde bir istiridye barda, beni fark edebilecekleri kadar sarhoş oldum. Ertesi gün öğleden sonra uçağıma binip eve geri döndüm.

Asla dindar biri olamadım. Ölüm hücresindeki en kötü günlerimde bile dua etmek bana çekici gelmedi. Ama o gece ettim. Mayıs ayının üçüncü perşembe günü havanın güzel olması için dua ettim.

*MRE : Hazır konserve yemekler

**corazón: İspanyolca, sevgilim

***DAR: Amerikan Devriminin Kızları

(Devam edecek)

23 Haziran 2020 Salı

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 49/3


Kontrol kuleleri bulunmayan hava alanlarında, pilotlar ortak bir frekansta iletişim kurarak bulundukları bölgedeki uçakları ve planlarını birbirlerine bildirirler. Bu sayede, iki pilot piste aynı anda inmeye çalışmaz ve kimse başka biri inerken kalkış yapmak için sıraya girmez. Stream'in çağrılarını nasıl ifade ettiğini öğrenmek istedim. Tarlanın on mil kuzeyinde, üç bin metrelik dar bir dairede uçtum ve telsizde onu dinledim. Kendisini duyabilen herkese yapacaklarını bildiriyordu. Kalkış, piste yaklaşma ve iniş çağrılarının ses kayıtlarını aldım. Son inişini anons ettiğinde kuzeye döndüm ve geri dönüş uçuşuna başladım.

Otuz yedinci yaş günümde, ben hala uyurken Tieresse iki bardak taze greyfurt suyunu yatak odamıza getirmişti. Gölgelikleri açtı ve bana dedi ki,
“Hadi kalk ve gözlerin ışıldasın doğum günü çocuğu, sana bir sürprizim var.”

Arabasına bindik ve güneye, sahile doğru sürdü.

“Galveston’a mı gidiyoruz?” diye sordum. Tieresse, işaret parmağını dudağına götürdü,

“Şşşt, soru sormak yok.” dedi, bataklık araziyeye girmemek için kaplaması delik deşik bir yola döndü ve arabayı batı yönüne doğru sürdü. Birkaç dakika sonra çiftlik olduğunu düşündüğüm bir yere girdik. Arka tarafta alüminyum prefabrik bir bina, kaplaması olmayan pist ve büyük, çift motorlu bir turboprop uçağı görünüyordu. Tieresse beni paraşüt atlayışına getirmişti.

Orada bizden başka kimse yoktu. Bir düzine katlanır sandalye ve bir de beyaz tahtası olan bir sınıfta oturduk. İki paraşüt eğitmeni, güvenlik önlemleri ve olası aksilikler hakkında dersler verirken biz footsie* oynadık. İki saat sonra, çıkmadan bir şeyler atıştırmak isteyip istemediğimizi sordular. Tieresse,

“Bence bu hiç iyi bir fikir değil delikanlı, şimdi hemen işimize bakalım.” dedi.

Tieresse ile birlikte iki uzmanı uçağa kadar takip ettik. Uçağın içinde koltuk yoktu, sadece gövdeye paralel uzanan iki sıra yerleştirilmişti. Pilot uçaktaki yerini almış, kontrol listesini gözden geçiyordu. Sert bir şekilde gökyüzüne doğru tırmandık ve sonra birden sol tarafa döndük. Tieresse pencereden dışarı bakıyordu. Başı dönmüştü. Benim durumum iyiydi. On beş bin metreye yükseldiğimizde eşimle birlikte uzman olduğunu düşündüğümüz insanlara bağlı bir şekilde aşağı atladık. Saniyeler içinde saatte yüz altmış kilometreden fazla bir süratle düşmeye başlamıştık. Tieresse’nin ağzının hareket ettiğini gördüm, bir şey söylüyordu, ama kulaklarımdaki rüzgârın uğultusu sözlerini boğuyordu. Dudaklarını okumaya çalıştım, bana gülümsedi. Bağlandığım genç adam bileğime taktığım altimetreye dokunarak rakımı kontrol etmem gerektiğini hatırlattı, yani paraşütü beş bin metrede açmayı unutmayacaktım. Sağ kolumu geri çektim, paraşütün ipine uzandım. Eğitmen elimi tuttu ve ipi işaret etti. Seri bir hareketle ipi çektim. Paraşüt açıldı ve bir anda  iniş hızımız düşünce sarsıldık. Yavaş yavaş aşağıya doğru süzülürken sessizlik, az önceki sağır edici uğultunun yerini almıştı. Tieresse'nin nefes nefese kaldığını görebiliyordum, eğitmenim benim iyi olup olmadığımı sordu. Kuzeyde Houston şehrinin siluetini seyrediyordum, daha sonra 180 derece dönüp güneye, Meksika’ya doğru baktım. Bir süre sonra, tuzlu bir göletin kenarında, hafif meyilli, sazlık bir alana indik.

Tieresse koşup yanıma geldiğinde kollarım hâlâ titriyordu.

“Mutlu yıllar, aşkım.” dedi.

“Müthiş bir şeydi bu! Teşekkürler corazón.”**

“Ne demek!” dedi. “Eski rengin yerine geldiğinde yeniden yaparız!”
Ve dediği gibi bu heyecanı sonraki günlerde yeniden yaşadık.

Başka bir şey daha hatırladım, çocukluğumdan bir sahne geldi gözümün önüne. Chiapas'ta yaşıyorduk. Annem ve ben koka*** çiçekleriyle bezenmiş tarlanın kenarında duruyorduk. Ürün, babamın çalıştığı Meksikalı bir adama aitti, ancak tarlada çalışan ırgatlar çoğunlukla Guatemala'dan geliyordu ve anlayamadığım bir dil konuşuyorlardı. Gülmeye başladılar, annem onları dikkatle süzüyordu. Bir eliyle minik elimden tutarken diğer elini güneşe siper ediyordu. 'Mira tu papá, él está muy bajo'**** dedi. Dönüp baktığımda babamın yemyeşil tarlaya paralel ve onun en fazla elli metre üzerinden uçtuğunu gördüm. Bir anda tepe taklak döndü ve baş aşağı uçuyordu. Ben büyük bir zevkle çığlık attım. Guatemalıların, dizlerinin bağı çözülmüştü korkudan. Anneme ve bana poz verirken el salladı, gülümsemesini ve gözlerindeki ışığı görebiliyordum, durmadan havaya zıplayıp ellerimi çırpıyordum.


Bu iki anımı hatırladıktan sonra kafamda planım yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Pazartesi sabahı evimin yakınındaki havacılık akademisine gittim. Eğitmene, sekizli rulo veya 180 derece ters dönüş yapma konusunda bir dereceye girmek gibi bir niyetim olmadığını, sadece daha iyi uçabilmek ve kendine daha güven duyan bir pilot olmak için akrobasi dersleri almak istediğimi söyledim. Gerçek sebebi kendime saklamıştım. Akrobasi dersi, paraşüt alabilmem için yarattığım bir bahaneydi.


Ertesi ay paraşütle atlama kursuna kaydımı yaptırdım. İki hafta boyunca yirmi beş solo atlayıştan sonra beni sertifikalandıracak bir paket için peşin ödeme yaptım. Artık aşırı rüzgâr olmadığı takdirde, istediğim yere inebileceğimden az çok emindim. Eğitmene sinüzitimin başladığını ve bir süre ara vermem gerektiğini söyledim. Çok üzüldüğünü söyledi. Fakat paramı peşin aldığı için samimiyeti konusunda şüpheliydim. İyileşir iyileşmez onu arayacağımı söyledim ve elini sıktım. Onu bir daha asla görmeyi düşünmüyordum.


Günler kısaldı. Kansas’ta hava iyiden iyiye soğumaya başlamıştı. Yerler iki metre karla örtüldü. Sıcaklık durumundan emin olmak için yeraltı silosunda bir iki gece geçirdim. Zamanlayıcıları çalıştırdım, ortam sıcaklığı gayet iyiydi, su temizdi. İki kez öksürdüm, bu yüzden hava filtrelerini değiştirmem gerektiğini düşünüp notumu aldım. Eğer altı yıllık hapishane tecrübem olmasaydı (ve tabii ki, istediğim zaman dışarı çıkabileceğim düşüncesi), kar ve buzun altına gömülmüş olarak yerin altında iki gece geçirmenin klostrofobisi beni intihara sürükleyebilirdi. Ancak, asıl sorun önümde duruyordu.

Restoranın barındaki tabure yerine bir masaya oturarak orada daha fazla zaman geçirmeye başladım. Bir kâse çorba veya BLT***** sipariş ettikten sonra, bir yandan yazarken, diğer yandan da bir şeyler atıştırıyordum. Ne yaptığımı soran herkese kitap yazdığımı söylüyordum. Kitabın konusu, Tieresse ile birlikteliğim ve onun yaşamı sona erdikten sonra başıma gelenlerle ilgiliydi. Susanna, kahvemi doldurdu ve bana bir yayıncım olup olmadığını sordu.

“Henüz yok, ama bunun için daha zamanım var.” dedim.


Aslında, ikisi New York'ta ve biri de Hollywood'da olmak üzere üç yayıncı temsilcisi benimle iletişime geçmiş ve hikâyemi bir milyon dolara satabileceklerine garanti vermişti. Bu benim başıma gelenleri bilmediklerini kanıtlamıştı, bu yüzden sonradan aradıklarında sorularına cevap bile vermedim. Ünlü bir film yapımcısı telefonuma mesaj bırakmıştı. Avukatımı aradım ve ondan kimseye numaramı vermemesini istedim. Bana Reinhardt dışında hiç kimseye numaramı vermediğini söyledi. Özür diledim ve telefonu kapattım. Haftanın geri kalanında, yabancıların beni bu kadar kolay bulmasının nasıl mümkün olduğunu düşündüm ve bundan endişe duydum.

*footsie: Ayakları birbirine romantik bir şekilde dokundurarak fingirdeşmek

**corazón: İspanyolca, hayatım

***koka: Kokain yapımında kullanılan bitki

****Mira tu papá, él está muy bajo: İspanyolca, Babana bak! Ne kadar alçaktan uçuyor.

*****BLT: Pastırma, marul ve domatesli sandviç

(Devam edecek)

22 Haziran 2020 Pazartesi

RAUF BEY'E VEDA HUTBESİ

Korona'lı günler başlayalı beri dün ilk defa şehir dışına çıkıp oğlumuzu ve gelinimizi evlenmelerinden sonra ilk kez evlerinde ziyaret ettik.  Eksik olmasınlar eşimle beni güzel bir şekilde ağırladılar.

Öğleden sonra telefonum çalmaya başladı, ekranda uzun süredir görüşmediğim bir iş arkadaşımın adı yazıyordu.

"Selâm, mesajımı görmedin mi?"
"Hayır, farkında değilim, gelen mesajlar için ses uyarısı ayarlı değil, arada bakıyorum, hayırdır?"
"Rauf Bey ölmüş!"

Kısa bir sessizlikten sonra toparlandım.

"Ya, öyle mi? Ne zaman?"
"Bu sabah, zaten bir yıldır mide kanserinden tedavi görüyormuş. İstanbul'da bir doktora görünmüşler, daha sonra Amerika'ya gitmişler. Orada çok pahalı bir ilâç yazmışlar kendisine. O ilacı kullanmaya başlamış..."

Yeni Bir Hayat ve Hayatın İçinden dizilerimi okumuş olanlar bilir Rauf Bey'i. Ölen bir insanın arkasından konuşulmaz derler. Bu sözü kimler söyledi, niçin söylendi bilemem. Belki öldükten sonra ondan ne fayda ne de zarar gelmeyeceğindendir. Fakat ben aynı fikirde değilim. İnsan bir ömür sürdükten sonra yaptığı iyilik ve kötülükleri bazen bir nesil, bazen de nesiller boyu geride kalanlara miras bırakır. 

En az 24 yıl birlikte çalıştığım iş arkadaşım, genel koordinatörüm ve genel müdürümdü. Emeklilik kararımı verdiğim son işyerimde yine birlikteydik ama küs ayrılmış, vedalaşmamıştık. Benden birkaç yıl sonra o da şirketten ayrılmış, evine çekilmişti. Bire bir son konuşmamızda, son sözü ben söylemiştim:

"Ne cenazene, ne cenazeme!"

İpler bu sözümle kopmuştu. Yaş ilerleyince namazını, orucunu eksik etmezdi. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra inancı gereği son görevini yerine getirmek için hacca gidecekti. Tanıdığı bütün kişileri aramış helâllik istemişti. Beni aramaya pek cesareti olmadığından bana öldüğü haberini veren arkadaşı aratmış, ısrarla konuşmak istediğini belirtmişti. Hayır, dedim.

Eşim daha toleranslı yaklaşmıştı olaya. 

"Bak bize şu şu faydaları oldu, hadi bırak arasın, ayıp olur şimdi." deyip ikna etmişti. Arkadaşa durumu anlattım, iyi o zaman, ben razı olmasam da eşimin hatırına, ver numaramı arasın dedim. Aslında telefon numaramı hiç değiştirmemiştim.

Aradı, uzun uzun anlattı.
"İyi günümüz, kötü günümüz olmuştur, yıllarca birlikte olduk, eğer sana hakkım geçtiyse helâl olsun, senin de bende hakkın varsa helâl et." dedi.

Ne helâl olsun, ne tamam dedim. Daha ziyade, bitsin bu seremoni dercesine belli belirsiz bir peki sözcüğü döküldü dudaklarımdan. Bu kadar kolay mıydı  günâhlardan arınmak.

Şimdi aklımda kalan bir sürü anı. İyileri, kötüleriyle. Teraziye vuruyorum kafamda. Günahları ağır basıyor. Üzülüyor muyum? Sanmıyorum. Gözümün önünde sıra dışı bir insan profili beliyor. Karadenizin dağlarında keçi sağan bir adam. Makine mühendisliğini bırakıp daha kârlı diye teknik üniversitenin inşaat fakültesine geçiş yapan sistemin iflâh olmaz bir dişlisi.

İşinin düştüğünü sırtında taşıyan, işine yaramayanları önüne paspas eden bir mobbing üstâdı. Eşine karşı her türlü hakaret içeren sözü cümle alemden esirgemezken, kızlarını elimde kaldı bunlar diye küçük düşüren ve o kızların babalarına güvenip kurdukları işte iflâs etmeleri sonucu hak etmediği varlığının hatırı sayılır bir kısmı ellerinin arasından kayıp giden, sonunda yalnızlığa mahkûm biri geliyor gözlerimin önüne, ister istemez.

Sanırım ben herkesten farklı ve kötü bir insanım.