KATEGORİLER

30 Haziran 2020 Salı

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 56/4

Ertesi gün öğle yemeğinden sonra, bir spor çantasıyla aşağıya indim. Moss'a iki kutu şarapve bir İsviçre çikolatası, Stream'e ise metal şişeye boşalttığım 50’lik bir Scotch ve bir kutu fındık içi getirdim.

“Kaplar için özür dilerim, ama burası camsız bölge.” dedim.

Moss şarabın etiketine bakınca şaşkınlığını gizleyemedi.

“Herhangi birinin çöp kutusundan çok şey öğrenebilirsin. Biraz ironik olsa da, toplumun yasalara uyup uymadıklarını ya da insanların geri dönüşüm konusunda gezegenimize yeterince özen gösterip göstermediğini çöp kutularından anlaman mümkün. Her neyse, ötesi senin şansın. Çünkü şarabın senin mi, yoksa kocanın seçimi mi olduğunu bilmemin başka hiçbir yolu yoktu. Ama yine de tercihin başka bir markaysa, lütfen bana söyle." dedim.

Sonra, Stream'e baktım ve “Aynısı senin için de geçerli.” dedim.


Moss, “Teşekkür ederim.” dedi. Stream ise sadece yüzüme bakmakla yetindi.

Her birine, okumaları için, mahkemeye sunulan savunma dosyamın birer kopyasını, avukatlarımın lehime yazdıkları görüşleri, onların suçlamalarını, diğer meslektaşları tarafından koyulan muhalefet şerhini uzattım. Ayrıca, son anda infazımı durduran Federal Mahkeme Yargıcı tarafından imzalanan emrin bir kopyasını ve daha onlar için önceden hazırlamış olduğum laboratuvar DNA test sonuçları ile Tieresse'yi öldüren adamın vesikalık fotoğrafını koyduğum dosyayı verdim. 


“Fotoğrafta gördüğünüz kişi, eşimin hayatını çalan haydut. İyi bakın, bana hiç benziyor mu?” diyerek sordum.


Katilin yüzünü gösteren üçüncü bir kopyayı karşı duvara, TV'nin yanına bantladım. Stream ve Moss, ikisi aynı anda gözlerini fotoğrafa diktiler.

“İkinize kalsaydı, karımı şamdanla feci şekilde öldürenin kim olduğu, asla bilinemeyecekti ve ben şu an ölmüş olacaktım. Fotoğraf burada durmalı ki, unutmanız için bir bahaneniz olmasın. Sorusu olan var mı?” dedim.


Moss’un burnundan soluk alış verişleri hızlanmıştı. Önce boynu, sonra yüzü pembeye döndü ve sonra bütün vücudu kıpkırmızı oldu. Stream’in dört günlük sakalı iyice ağarmış görünüyordu.


Stream, “Herkes yakında bizi aramaya çıkacak ve onların yapacakları ilk şey, kararlarımızın hoşnut etmediği kişilerin peşine düşmek olacak.” dedi.

“Hakkımda verdiğiniz karardan ötürü şikâyetçi olduğumu hiç kimse söyleyemez ve ayrıca, peşinize düşecek kişiler arasında, umduklarınız asla olmayacak.” dedim.


Her birinin eline, o sabahki Austin gazetesinden çoğalttığım makalenin bulunduğu sayfayı verdim. Makale, Houston'dan gönderilen bir telgraf metniyle ilgiliydi. Şöyle yazıyordu:

“Bu sabah, sahil güvenlik yetkilileri, yaklaşık bir hafta önce Galveston'un üç yüz mil doğusunda, Meksika Körfezi açıklarına düşen tek motorlu uçağın enkazını bulduklarını açıkladılar. Uçak, Teksas Yüksek Ceza Mahkemesi hâkimi Leonard Stream'in üzerine kayıtlıydı. Federal Havacılık Dairesi'ne göre, radar görüntüleri, uçağın Teksas Bastrop'tan, Florida Key West yönüne gittiğini gösteriyor. Yetkililer, pilotun isteğe bağlı bir uçuş planının bulunmadığını, ancak uçağın radardan kaybolmasından yaklaşık iki saat önce, hava raporunu istediğini belirttiler. Dört koltuklu uçakta kaç kişinin olduğu tam olarak bilinmiyor, ancak Leonard Stream ile aynı mahkemede yargıçlık görevini yürüten Sarah Moss'un Stream'e eşlik ettiği düşünülüyor. Şimdiye kadar ikisinden de henüz herhangi bir haber alınamadı.

Yetkililer, kurtarma botlarının gün ağardıktan sonra, hayatta kalma olasılıkları düşünülen yargıçları yeniden aramaya başlayacağını, kalıntıların bulunduğu bölgelerdeki çalışmalara dalgıçların da katılacağını ifade ettiler. Bununla birlikte, uçağın düştüğü okyanus tabanı derinliğinin 1.000 metreden fazla olduğu hatırlatılıyor. NTSB'den bir uzman, söz konusu kazanın nedenleri hakkında spekülasyona neden olacak açıklamalar yapmayı reddederken, havanın 3.500 metrenin altında açık olduğunu ve Havacılık Dairesi tarafından muhtemelen altı ay içinde, soruşturmayla ilgili raporun yayınlayacağını belirtti. Soruşturmayı yürüten görevlilerden birine göre, bu tür özel uçakların kara kutusu yok, bu durum, olayı araştıranların işini daha da zorlaştırmakta. Adının gizli kalmasını isteyen diğer bir yetkili tarafından uçağın yakıtının bitmiş ya da pilotun karbon monoksit zehirlenmesine maruz kalmış olabileceği belirtildi. Stream, neredeyse bin saatlik normal bir uçuş süresine sahip ve daha önce herhangi bir kaza raporu kayıtlara geçmemiş.

Stream, mahkemede halen bulunduğu görevine ilk olarak dokuz yıl önce atandı ve geçen kasım ayında bir kez daha seçildi. Daha sonra boşandı ve nerede yaşadığı bilinmeyen yetişkin bir oğlu var. Kasım ayında tekrar mahkeme üyeliğini kazanan Moss ise, pazar vaazları, kablolu TV'de yayınlanan ve tahminen 3 milyon kişi tarafından izlenen, kendini iyi yetiştirmiş bir papaz olan Harvey Salisbury ile evli. Çiftin çocuğu bulunmuyor. Valilik tarafından yapılan yazılı açıklamada, umutların ve bütün duaların Stream ve Moss'un canlı ve yara almadan bulunması için olduğu söylendi ve her iki yargıcın da, prensip sahibi, anayasa ilkelerine bağlı, muhafazakâr kişilikleri sebebiyle övgüyü hak ettikleri ifade edildi.” 

Gazeteyi okurken Moss’un nefesi kesildi. Stream'in dudaklarının üzerinde ter damlaları oluştu.

“John, bu şartlar altında, senin şu, az önceki soruşturma teorin doğrultusunda aklına ilk gelen düşüncenin, doğru olduğuna pek ihtimal vermiyorum. Belki ilerde şans size dönebilir ama okyanusun bin metre derinliği benim umudumu arttırıyor, bu sebeple, sanki Tanrı benden yanaymış gibi görünüyor.” dedim.

Moss, “Niçin benim de o uçakta olduğumu düşünüyorlar? Kocam bunun doğru olmadığını anlayacaktır. Polise, herhangi bir yere gitme planımın olmadığını söylemiş olmalı. O benim Leonard'la bir ilişkim olmayacağını zaten bilir.” dedi.

“Eşlerin aynı anda iki hayatı birlikte nasıl sürdürdüklerine dair konular, her zaman şaşkınlık yaratmıştır. Geçen hafta bir TV haber dergisinde, Dallas'ta bir karısı ve iki çocuğu, Detroit'te başka bir karısı ve ondan üç çocuğu olan bir adamın hikâyesini görmüştüm. Bütün dikkatinizi ayrıntılara verince, herkesin hayranlığını kazanırsınız, değil mi? Her neyse Jane, kocana, konferansa gideceğini hatırlatan bir son dakika mesajı göndermiştin hatırladın mı? Ve yine hatırlayabileceğin gibi sekreterine de aynı notu iletmiştin." dedim.

Moss şaşkınlık içinde, eliyle açılmış ağzını kapadı. Gözleri, sağa doğru döndü ve sonra benim gözlerime saplandı. Parçaları bir araya getirmesi sadece bir dakikasını aldı. O anda, bütün korkusunun öfkeye dönüştüğünü fark ettim.


“Sonunda yetkililer, ikinizin bir ilişki yaşadığının farkına varacaklar ve bu seyahatin aslında sadece romantik bir macera olduğunu düşünecekler. Eğer gerçekten şansım yaver giderse, çantanızı veya cüzdanınızı ya da cep telefonunuzu da kaza yerine yakın bir yerde bulacaklardır.” dedim.

Moss, “Benim mutlu bir evliliğim olduğu için kimse Leonard'la ilişkim olduğuna inanmaz” dedi.

Stream'e baktım, “Kendini hakarete uğramış biri gibi hissediyor musun, John?” diye sordum.


Moss'a dönüp,  “Kocana acımasız davrandığımdan dolayı kendimi kötü hissediyorum. O bunu gerçekten hak etmiyordu. Keşke daha iyi bir şeyler düşünebilseydim.” dedim.


Stream, “Neden bize bunları anlatmakla vaktini harcıyorsun ki? Yoksa ne kadar zeki olduğunu gösterip seni tebrik etmemizi mi bekliyorsun?” dedi.

“Bu soruyu sormanı gayet mantıklı buluyorum, John. Fakat hayır, sizin tebrikleriniz olmadan da yaşayabileceğime inanıyorum. Bütün bunları anlatıyorum, çünkü birilerinin sizi bulacağını düşünmenizi, hatta sizi arayacaklarına dair umut beslemenizi istemiyorum. Umut, sadece sizi rahatlatan bir kremdir ama istediklerinize her zaman kavuşturmaz.
Yedi yıl önce hapishanedeyken, en kötü şeyin, bir başkasının kontrolü altına girmek olduğunu düşünmüştüm. Fakat bunun yanlış olduğunu daha sonra öğrendim. Deneyimlerim bana gösterdi ki, hücrede kapatılmış olmanın en kötü yanı, mutlak bir umutsuzluktur. Sizin de benim yaşadığım aynı tecrübeyi yaşamanızı istiyorum. İnsanları çıldırtan şey can sıkıntısı değil; bulunduğunuz yerden kaçış imkanının olmadığını ve kaderinizi kontrol eden insanların sizi ve çektiğiniz sıkıntıları umursamadıklarını bilmektir. Sizlerin burada olması, bana gardiyanların geceleri evlerine gidip bira içmelerini ve TV izlemelerini hatırlatıyor. Yani hayır, beni tebrik etmenizi istemiyorum. Sizi bırakmaya karar verene kadar bana mahkûm olduğunuzu anlamanızı istiyorum.” dedim. 

*kutu şarap: ABD'de dört şişeye karşılık gelen karton ambalajlı şarap

(Devam edecek)

29 Haziran 2020 Pazartesi

AYSEL

Yan komşumuz Züleyha Teyzenin evinde büyük bir telaş vardı. Evin büyük kızının nişan merasimine beni de yanında götürmüştü ablam.  Benden on iki yaş büyük olduğu için ona annemden daha yakındım. İlkokula yeni başlayan yaramaz bir kız çocuğuydum o zamanlar. Başım belaya girdiğinde hızır gibi yetişir, beni üzen her kimse ona mutlaka haddini bildirirdi. 

Bembeyaz örtü serilmiş geniş bir masanın üzerinde türlü börekler, kurabiyeler, pastalardaydı gözüm. Züleyha Teyzenin küçük kızı misafirlere çay servisi yaparken aile büyükleri, birbirlerinin hallerini, hatırlarını soruyorlardı. Ablamın kucağına ilişmiştim. Az sonra nişan yüzükleri takılacak genç çifti hayranlıkla seyrederken evin tekir kedisinin aniden ciyaklamasıyla sıçradım yerimden. Fark etmeden kuyruğuna basmışım hayvanın. O esnada salonun bir köşesinde arkadaşlarıyla birlikte sohbet etmekte olan gençlerden biri kalkıp geldi yanımıza. Mahcup bir gülümseme yayılırken yüzünde, ablama doğru seğirtti. Eliyle başımı okşadı hafifçe. "Bir şey olmadı ya kardeşinize" dedi. Ablam, "Ne bu samimiyet, tanışıyor muyuz?" diye tersledi genç adamı. Delikanlı, özür dileyip arkadaşlarının yanına döndü çaresiz. Ablama dik dik bakıp "Niye yaptın bunu?" diye sorduğumda "Sen karışma" deyip paylamıştı beni.

Nişan yüzükleri takıldı, pastalar börekler büyük bir iştahla yendi. Yanımıza gelen Züleyha Teyze bir yandan yanaklarımı okşarken, "O kocaman kız olmuşsun, hadi kalk lokumları sen dağıt misafirlere." dedi. Elime verilen gül kokulu lokumları salondaki kalabalığın içinde dolaştırırken bütün dikkatim ablamın terslediği genç adamın üzerindeydi Bir an olsun gözünü ablamdan ayırmıyordu. Ablamın kalkıp ona haddini bildirmesinden korkuyordum. Lokumları dağıtıp yerime döndüğümde, ablamı, yanındaki iskemlede oturan bir kadınla fısır fısır bir şeyler konuşurken yakaladım. Biraz kulak kabartınca onun az önce yanımıza gelen gencin kim olduğunu sorduğunu fark ettim. Züleyha Teyzenin kocası Ahmet Amca'nın iş yerinde çalışıyormuş, adı da Eymen'miş. Çok çalışkan ve terbiyeliymiş. Nişan hazırlıkları sırasında çok koşturmuş. Züleyha Teyzeler manevi oğulları olarak gördükleri Eymen'i, çok seviyorlarmış. Devamlı ablama bakması sinirimi bozmuş olsa da işin doğrusu ben de sevmiştim Eymen Abiyi. Hatta ablamın ona kaba davranmasına epey üzülmüştüm. Ne vardı sanki, kedi ciyaklayınca, yerinden fırlamış, bir tarafımı tırmaladı mı diye merak etmiş, insanlık yapmıştı. Ablamı ne kadar çok sevsem de onun bu milleti bozma huyundan hiç hoşlanmıyordum. Hiç kimseye eyvallah etmeyen biriydi. Doğduğum günden beri yıllarca aynı yatağı paylaşmıştık. Çok seviyordum ablamı, benim koruyucu meleğimdi o.

Ablam aylarca Eymen Abiyi her gördüğünde terslemiş, işi yokuşa sürmüştü. Oysa o da içten içe vurulmuştu ona ama hiç belli etmiyordu. Sonunda yelkenleri  suya indirmişti. Pek de uzun sürmeyen nişanlılık döneminde gidecekleri her yere beni de götürmelerini istiyordum. Çocuk aklı işte! Bıraksana aşıkları kendi hallerine...

Yıllar yılları kovaladı. Geçenlerde bir bahar günü ablamın kızı Aysel uğradı dükkâna. Kocaman, güzel bir kız olmuştu. Züleyha Teyzelerin evinde, eniştemin ablama asıldığı o akşam üstünü hatırladım. O zamanlar ancak Aysel yaşlarında bir çocuktum ben de. Az sonra nişanlım gelecekti beni almaya, yaş günüm için bir sürpriz hazırlamıştı. Yemek yiyip bir şeyler içecektik. Bana ne hediye aldığını merak ediyor, içim içime sığmıyordu. Ah, Aysel, tam da bana gelecek günü buldun!

           

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 45

Ağaç Ev Sohbetlerinin bu haftaki konusu sevgili Yıldız'dan. Kedi Mırıltısı'nın organize ettiği etkinlik, 45. haftasında, farklı bir konuyla bizlere kapılarını aralıyor. Egoizmin zirveyi zorladığı çağımızda, bize insanlığımızı hatırlatan "paylaşma" üzerinde, duygu ve düşüncelerimizi paylaşacağız bu kez. Her zaman yaptığım gibi, genel görüşlerin dışında, bu konuya farklı bir pencereden bakmaya çalışacağım. Sizleri de, Ağaç Ev Sohbetlerinin bu sıcak atmosferinde yer almaya ve özgürce fikirlerinizi bizlerle paylaşmaya davet ediyoruz. İşte cevap vermemiz istenen sorular...

Paylaştıkça çoğaldığınıza, verdikçe aldığınıza inanıyor musunuz? Verme eylemini sadece maddesel değil, manevi açıdan da (sokak hayvanlarına su vermek, bir bilgi kırıntısını, hatta bir gülümsemeyi paylaşmak da olabilir) değerlendirdiğinizde en son neyi verip neyi almış olabilirsiniz? Bu konuyla ilgili bir farkındalığınız oluştu mu?

Bu soruya net bir cevabım var çoğunuzu şaşırtacak: İnanmıyorum! Bugüne kadar gördüklerim, bilgi ve tecrübelerim bana bunun her zaman geçerli bir tez olduğunu göstermedi. Paylaşmanın güzel bir şey olmadığını söylemiyorum. Bilâkis paylaşmak harika bir duygu verir insana. Ancak çoğalma isteğiyle paylaşmak insanın bencilliğine delâlettir. Mrs. Kedi ile yaptığımız uzun tartışmaların sonunda vicdan meselesinin de toplumun algılarıyla oluşmuş bir ahlâk anlayışı olduğuna karar verdim. Bu nedenle vicdan sözcüğünü kullanmayacağım. Belki onun yerine, insanın iyi yönlerini kutsayan başka bir sözcük, "erdem/fazilet", yani, doğruluk, yardımseverlik, bilgelik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük, ruhsal yetkinlik gibi nitelikler daha iyi anlatacak meramımı.

Yaşadığımız dünya, ne yazık ki adaletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın at koşturduğu bir düzene sahip. Toplam nüfusun % 3'ünün varlığı geride kalan % 97'sininkinden fazla! Şimdi soruyorum sizlere, sınırsız hırsa sahip bu azınlık  ellerinde bulunan parayı, malı, mülkü başkalarıyla paylaşarak mı çoğalttı?

Oysa paylaşmak bir erdemdir, ne maddi ne de manevi hiçbir karşılık beklemeden yapılanı makbuldür, insan olmanın ölçüsüdür. Bu yönüyle paylaşmayı severim. Yeri geldiğinde ihtiyaç sahiplerine yardım eder, sevgimi, bilgimi, tecrübemi paylaşırım. Hiçbir çıkar beklemeden yaptığım bu paylaşımların bazen bana zarar verdiği bile olmuştur. Örneğin iş verdiğim, yanımda çalıştırmak suretiyle kazancımı paylaştığım, hakkı olandan fazlasını vererek ihya ettiğim, güvenip mekânımın anahtarlarını teslim ettiğim biri, sonunda beni soyup soğana çevirmiştir. Fakat buna aldırmadan ben yine paylaşmanın bana büyük bir iç huzuru verdiğine inanıyorum.

Sayıca az da olsa sevgimi, sahip olduklarımı paylaştığım ve karşılığını aldığım örnekler de yok değil. Karşılık derken, bir gülümseme, bir şükran ifadesi, içimi rahatlatan ve beni mutlu eden bir çift sözden bahsediyorum.

Her insanın kendine has yapısı ve değerleri vardır. Bazıları paylaşmayı inancının gereği olarak önemser. Paylaşmayı, birilerine yardımcı olmayı, kötüden kaçınıp iyinin yanında yer almayı, dolayısıyla yaradanın takdirini kazanmayı, öbür dünya için bir yatırım olarak görürler. Hatta bazen, hiç beklemedikleri bir anda, refaha ermiş olmalarını yaptıkları bu güzel şeylere bağlarlar. Böyle bir ilişki bile paylaşmanın, ihtiyacı olan bir kişiye yapılan yardımın değerini düşürür gözümde. Daha da ileri gidenler vardır, yaptıkları iyiliklerin sadece yaratıcı tarafından bilinmesi yetmez onlara. Paylaştıkları ne varsa eşe dosta, cümle aleme reklâm ederler. İşte bu insanlar paylaşımın faziletli anlamını bir tarafa atıp, toplumun gözünde menfaatçi bir farkındalık oluşturur ki, bu yaptıkları, işin kutsiyetini gölgeler.


MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 55/4


BÖLÜM IV

Saat sekizde, penceremin dışına tüneyen bir çift parlak sarı, yas ötleğeni beni şarkılarıyla uyandırdı. Kendime bir Americano demledim ve verandaya çıktım. Elli metre uzağımda ve zeminden altı kat aşağıda, Stream ile Moss, nerede olduklarını ve orada neden olduklarını merak ediyorlardı. Artık onlara bunu söylemenin zamanı gelmişti.

Yer altı silosunun giriş kapağını açık bıraktım ve merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Gözetleme deliğinden ışıkların yandığını ve televizyonun çalıştığını görebiliyordum. Kasa kapısını açtım ve

“Günaydın, Mahkûmlar!” dedim.

Stream’in gözlerinin altında koyu halkalar oluşmuştu. Moss’un gözleri ise kızarmış ve yanağında, çenesine doğru süzülen gözyaşı izleri parlıyordu. Zamanlayıcıyı açtım ve anahtarı çevirdim. Ekrandaki kırmızı rakamlar sıfıra doğru geri sayıma başladı.

“Daha önce tanışmadık fakat şimdi size kendimi tanıtmak istiyorum. Belki de beni önceden hatırlamış olabilirsiniz.” dedim. 

Onlara kim olduğumu söyledim. İkisi de fazla tepki vermediler.

“Birkaç yıl önce, dakikalar kala idamdan geri döndüm. Çünkü siz iki hukukçu, bazı gizli prosedürlerinizin ve kurallarınızın, benim karımı öldürmediğim gerçeğinden daha önemli olduğunu düşündünüz.” dedim. 

Seslerini çıkarmadılar yine.

“İlçe hapishanesinde ve Eyaletin ölüm hücresinde geçirdiğim altı buçuk yıldan fazla bir süre boyunca parmaklıklar arkasındaydım. Daha ne söylemek icap eder bilmiyorum ama sayenizde altı yıl, sekiz ay ve on bir gün, bir odaya kilitlendim. Bu 2.444 gün yapar, isterseniz benim matematik bilgimi kontrol edebilirsiniz, diğer bir deyişle 58.656 saat. Yani bu süre, sizin burada ne kadar kalacağınız anlamına geliyor."

Parmağımla duvardaki dijital saati işaret ettim.

“Hay aksi, tamam hatamı kabul ediyorum, evet, bu benim hatam. Sanırım benden birkaç saat daha fazla burada kalacaksınız, çünkü geri saydırmaya yeni başlıyorum. Bu hiç aklıma gelmemişti. Affedersiniz. Daha sonra bu birkaç saati nasıl telafi edebileceğimizi konuşuruz. Zira bunun için çok vaktimiz olacak." dedim.

Stream, “Evet, adını hatırlıyorum." dedi. "Seni eldeki delillere dayanarak önce jüri mahkûm etmişti, Moss ya da ben değil.” dedi. 


“Bunu neden yaptığınızı anlatmanız ve bana gerçekleri açıklamanız için en kısa zamanda size fırsat vereceğim.  Şimdilik, dışarı çıkmadan önce, misafir edileceğiniz bu yer hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Armageddon'dan* korktuğu için hayatta kalabilecek birkaç sürvivalist** hariç olmak üzere,  ABD genelinde, bir füze silosunda, yaşama şansına sahip olan, sizin dışınızda birilerinin olduğunu sanmıyorum. Umarım bunun kıymetini anlarsınız. Burada gördüğünüz bütün işleri kendim yaptım.” dedim.

Moss, “Dışarıda ne kadar kalacaksınız?” diye sordu.

Onlara sadece kırk-elli metre ötede yaşadığımı söyledim. Yeni malikanelerinde ışıkların ve televizyonun nasıl çalışacağını izah ettim. Onlara geçen gece yaptıklarımın kısa bir özetini sunmak amacıyla uzaktan kumandayı kullandım: MRE'lerin oluktan nasıl aşağı düştüklerini ve hücrelerinde, rezervuarın her gün suyla nasıl dolduğunu vs. Onlar için kâğıt, kalem ve bir sürü kitap yerleştirdiğim masalarından bahsettim. HVAC ve atık sistemlerinin nasıl çalıştığına dair kısa bilgilerin yanı sıra hapishane müdürlerinin hazırladıklarına benzer, bir hoş geldiniz yazısı verdim.

“Bakın, eğer kurallara uyarsanız, birlikte iyi anlaşırız.” dedim.

Her iki yargıç yüzüme baktılar. Stream kızgın görünüyordu, Moss ise korkmuş görünüyordu.

“Gözlemlerime göre, ikiniz de reçeteli ilaç kullanmıyorsunuz sanırım. Fakat yanılıyorsam, hangilerine ihtiyacınız olduğunu lütfen bana bildirin, onları sizin için temin etmeye çalışayım. Var mı sorusu olan?”

İkisi de konuşmadı. Hangi haber kanalını tercih ettiklerini sordum ve hiçbirinden cevap alamadım. Bunun üzerine ben de TV’yi CNN kanalına ayarladım.

Stream'i göstererek,

 “Sana John diyeceğim,” sonra Moss'a döndüm,

“Senin adın da Jane olacak.”

Ölüm hücresinde gardiyanlar bizi soy adlarımızla çağırıyorlardı ya da bunu yapmaya çabalıyorlardı diyelim ama size karşı ben daha dürüst davranacağım: İsimleriniz boğazıma yapışıyor. Size John ve Jane demek kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacak. Ve tahmin edeceğiniz üzere önümüzdeki günlerde, kendimi iyi hissedersem, bu tamamıyla sizin lehinize olacak.”

Moss, “Size ulaşmamız gerekirse nasıl iletişime geçebileceğiz? diye sordu.

Yanıt vermedim.

Stream, “Bizi burada bırakıp hiçbir yere gidemezsin.” dedi.

"John, sanırım bunu yapabilirim fakat sonunda gerçekten sizi önemsediğimi anlayacak kadar tanıyacaksınız beni.”

Onları geride bırakıp kapıyı kilitledim, sanıyorum ki, başka bir şey daha söylediler ama ne dediklerini duyamadım.

Aradan bir saat geçmeden, restoranda, masaların bulunduğu bölümde oturmuş, kahvemin yanında elma kızartması yerken, çevremdekilere heyecanımı belli etmemek için hayatımı yazıyormuşum gibi rol kesiyordum. Austin gazetesine ve yerel televizyon haberlerine göz attım. Yeni bir gelişme yoktu. Günlük yaşantıma dönmeye başlamıştım. Hırdavatçı dükkânından birkaç malzeme aldım ve gün boyunca marketten ihtiyaçlarımı tamamladım. Ayrıca birkaç kitap satın aldım: II. Dünya Savaşının tarihi üçlemesinin üçüncüsü, Neruda’nın şiir kitabı ve Booker Ödülü'ne aday gösterilen bir roman. Boşuna telaşlanmıştım. Farklı davransaydım bile, kasabadakiler yine de benden şüphelenmeyeceklerdi. Eve döndüğümde mahkûmlarımdan herhangi bir ses gelip gelmediğini kontrol etmek için kulak kabarttım. Tek duyduğum sadece kuş sesleriydi.

İki gün boyunca onları, yalnız başlarına bıraktım.

Mahkûmiyetlerinin üçüncü günü, 6. kata indim. Gözetleme deliğinden baktım. Moss'un saçları ıslaktı ve yatağında oturuyordu. Stream ise şınav çekiyordu. Her ikisi de birkaç MRE yemişti. Kasa kapısını açtım ve içeri girdim. İkinci kapının kilidini açarak hücrelerinin önüne doğru yaklaştım. Demir çubuktan yaptığım askılarının her birine ikişer havlu, üçer beyaz pamuklu tulum, beşer tişört, kapüşonlu sweatshirt astım ve onların her birine birer çift spor çorap ve parmak arası terlik bıraktım.

“Görüyorum ki, duş işini halletmişsiniz. Size haftada bir kez temiz kıyafet getireceğim ve kirli çamaşırlarınızı toplayacağım. Bugün öğleden sonra AVM’ye gideceğim, bana bedenlerinizi söylerseniz, her ikinizi de iç çamaşırı alabilirim. Ayrıca sizin için e-okuyucu aldım, bana, yukarı çıkmadan evvel, hangi kitapları ve gazeteleri yüklememi istediğinizi söylersiniz. Üzülerek bildirmek isterim ki, burada herkese açık internet erişimi mevcut değil.”

Moss, “Eğer sorun, haksız yere hapishanede geçirdiğiniz yıllar sebebiyle, size ödenmesi gereken tazminatı alamadığınızla ilgili ise, bu konuyu halledebiliriz.” dedi.

“Jane, sen hiçbir şeyi düzeltemezsin.” dedim. “Evinizi temiz ve düzenli tutmak istiyorsanız, çöplerinizi lütfen buraya atın.” 


Bir çöp torbası uzattım, Moss demir parmaklıkların arasından boş konserve kutularını torbanın içine attı. Stream’in hücresinin önüne geldiğimde, o hiç istifini bozmadı.

“Topla kendini, John. Çöpünü böyle biriktirirsen, burası altı ayda kokudan geçilmez. Sanırım bu durum metresinizin hiç hoşuna gitmeyecektir.”


Moss, “Leonard’ın metresi değilim.” dedi.

“Jane, boş ver, biliyorsun, lafın gelişi işte. Fakat endişelenme, eninde sonunda olacaksın.” dedim.

Stream’e, “Bak, bu son şansın John,” dedim ve çöp torbasını ona doğru uzattım. Yine kıpırdamadı. Omzumu silktim ve geri döndüm. Kapıyı kapatırken arkamdan Stream'in sesi geliyordu. Moss'a bir şeyler fısıldıyor olmalıydı, belki de bana söyleniyordu. Hangisi olduğunu anlayamadan kasa kapısını çektim, kapattım.

*Armageddon'dan*: Dini kaynaklarda dünyanın sonu geldiğinde yapılacağı rivayet edilen büyük kıyamet savaşı.

**sürvivalist: Her ne şart olursa olsun hayatta kalma planlarını yapan kişi

(Devam edecek)

27 Haziran 2020 Cumartesi

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 54/3


Stream’in havaalanına tekrar indiğimde hava kararmak üzereydi. Kocasına bir mesaj göndermek için Moss’un telefonunu kullandım.

Bugün ve yarın bir konferansta olmam gerektiğini söyledim mi hatırlamıyorum. Cumartesi günü geri döneceğim.”

Stream’in telefonunu ve cüzdanını uçuş çantasına, Moss’un çantasını da bagajının yanına koydum. Uçağımın arkasından paraşütü çıkardım. Stream’in uçağındaki yakıt seviyelerini bir kez daha kontrol ettim,

“İşte başlıyoruz, Tieresse” dedim ve batıya doğru havalandım. 

Üç bin metrenin altına inip üç saat boyunca bir daire içinde uçtum, yakıtı harcadım, sonra bin beş yüz metreye tırmandım, on altı kilometre batıya uçtum, bin altı yüz metreye tırmandığımda U dönüşü yaptım ve Key West'e doğru uçuş için otomatik pilota bağladım. Uçuş bilgilerini telsizle Havacılık Dairesine gönderdim, kendimi Stream’in uçağının N numarası ile tanıttım ve körfezin batı yakasındaki hava durumu raporunu istedim. Dört bin metre altında, sınırsız görünürlük ve doğudan gelen rüzgârlara açıktı. Kontrolöre teşekkür ettim ve ona iyi geceler diledim. Bagajı yolcu koltuğuna taşıdım, valizi ve spor çantasını açtım. Stream ve Moss'un son giydikleri kıyafetleri koltuğun üstüne koydum. Paraşüt mekanizmamı iki kez kontrol ettikten sonra GPS’e bakarak, Stream’in havaalanının tam üzerinde olduğumu gördüğüm anda, pilot yan kapısını açarak aşağı atladım.


Saniyeler ilerlerken yeryüzüne düşüyordum. Yüksek sesle sayıyordum ama kendi sesimi hızlı esen rüzgârdan ya da muhtemelen kulağıma çarpan nabız sesimden dolayı duyamıyordum. On beşe kadar saydığımda, ipi çektim, rakımı bin iki yüz metre olarak tahmin etmiştim. Kuzeydeki karayolunda trafik ışıkları dışında hiçbir şey görünmüyordu. Sessiz ve aysız bir geceydi. Hiçbir esinti yoktu ve ben yavaşça aşağı doğru süzülürken, kara yoluna iniş korkum azaldı. Uzaktan Austin ve San Antonio'nun şehir ışıklarını görebiliyordum, hayallere daldım: “Bu harika bir şeydi” 

Sonra düşündüm, eğer ölürsem, Stream ve Moss hayatlarının geri kalanını hapiste geçireceklerdi.

Kalktığım alandan üç kilometre uzakta bir meraya indim. Altımdaki ineklere doğru alçalıyordum, etrafta hiç kimse yoktu. İner inmez paraşütü hızlı bir şekilde yeniden katladım. Telefonuma haritayı yüklemiştim. Uçağımın yanına koşmak yarım saatten az zamanımı aldı. Sonsuz ve bulutsuz bir gökyüzünde güneş yükselirken Kansas'a ulaştım. Beni bekleyen kimse yoktu. Her şey iki gün önce aynen bıraktığım gibi görünüyordu. Önceki geceden bu yana ilk kez kendimi rahatlamış hissettim.

Uçağım Stream’ın hangarında park halindeyken, onun uçağı okyanusa son dalışını yapıyordu. Austin NPR* tarafından bildirildiğine göre, Yargıç Leonard Stream'in sahip olduğu dört koltuklu, tek motorlu bir uçak, Stream ve diğer bir yolcuyla birlikte, kıyıdan üç yüz mil açıkta Meksika Körfezi'ne düşmüştü. Stream’in ertesi gün plânlanan bir konuşma yapmak üzere Teksas'tan Florida'ya geçtiği düşünülmekteydi. FAA**, herhangi bir tehlike sinyali veya telsiz çağrısı almadıklarını bildirmişti. Teksas A&M Üniversitesindeki bir oşinografa göre, uçağın düştüğü tahmin edilen yerde denizin derinliği fazlaydı ancak su sıcaktı. Yolcuların çarpma etkisinden canlarını kurtarmış olmaları durumunda, günlerce hayatta kalmaları ihtimal dahilindeydi. Bir sahil güvenlik görevlisi, kurtarma ekibinin göreve başladığını ve NTSB'nin*** enkaza ulaşılır ulaşmaz soruşturma başlatacağını duyurdu. Radyoyu kapattım, uzun bir sıcak duş aldım ve arkasından hemen bir sakal tıraşı oldum. Sonra uyumak için kendimi yatağa attım.


*NPR: Ulusal Halk Radyosu

**FAA: Federal Havacılık Dairesi

***NTSB: Ulusal Ulaşım Güvenliği Kurulu


ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN SONU

(Devam edecek)

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 53/3


Stream’in havaalanına geldiğimde, elektronik kapıyı açık buldum. Birden  kalp atışlarım hızlandı. Camı indirdim, kulağıma bir uğultu sesi geliyordu. Test uçuşu yapan başka bir pilot mu dolaşıyordu tepemde? Her kimse, acaba Stream’in hangarında ne işimin olduğunu merak eder miydi? Orada yığılıp kaldım ve bir B planım olmadığı için kendime çok kızdım. Uğultu sesi gittikçe yükseliyordu. Acele etmeksizin hangara doğru ilerledim. 

Hangarının karşısında tulumlu ve kulağına tıkaç takan bir adam, klimalı, büyük bir traktörle çim biçiyordu. Kolumu pencereden çıkardım ve ona el salladım. Sonra çarçabuk hangara girdim ve kapıyı indirdim. Titriyordum, traktörü kullanan adam benden tarafa baksaydı neler olabileceğini düşünmek bile istemiyordum.

Sargent'ın, ölüm hücresinden kaçmaya çalışan mahkûmları ve kaçan kişinin suda nasıl boğulduğunu anlattığı hikâyeyi hatırladım.

“Mahkûm,  çitleri aştığı anda teslim olsaydı, belki onun için başarı sayılabilirdi bu.” demiştim.

Sargent, “Senin düşündüğün gibi düşünmüyorum ben, Inocente.” demişti. “İster onlara doğru koş, istersen kaç onlardan, eğer kafalarına seni öldürmeyi koymuşlarsa yapacak bir şeyin yok, ben hayatım boyunca her seferinde kaçmaya çalıştım.” dedi.


Bazı zaferler geleneksel yollarla ölçülmez. Dışarı baktım ve çim biçme makinası, hala çalışmaya devam ediyordu. Kendi kendime,

Stream’in SUV’u Stream’in hangarında artık. Olağanüstü bir durum yok. Her şey yolunda.” dedim.

Moss’un kafasından yastık kılıfını çıkardım ve bıçağı boğazına dayadım, telefonundan bir e-posta göndermesini istedim.

“Eğer beni anladıysan başını salla.” dedim.

Dediğimi yaptı ve elimde bıçağı tutarken, sekreterine, bir konferansa gideceğini bildiren bir not yazdı.

Talimatım üzerine şunu da yazdı,

“Özür dilerim, bir toplantıya katılacaktım, tamamen aklımdan çıkmış. Pazartesi günü görüşmek üzere.”


Dışarıdaki traktörün gürültüsü kesilmişti. Çalışmasına ara vermediğini ümit ederek başımı kapıdan dışarı doğru uzatıp baktım. Traktörcü gitmişti.

“Bu işte şansım, yirmi bir masasındaki kadar.” Moss ağzını açıp bir şey söylemedi.

“Tamam, o zaman. Belki öyle bir şey yok. Aslında geçerli olan ortalamalar kanunu. Hadi gidelim artık. Vedalaşma vakti geldi.” dedim.

Telefonunu ve ayakkabılarını Stream’in uçağına koydum ve ona

“Hadi, yürü bakalım.” dedim.

Moss kıpırdamadı. Tabancayı yüzüne doğrulttum ve

"Şüphesiz bu seni yürütür." dedim.

Onu dirseğimle uçağın içine ittim ve emniyet kemerini bağladım. Birkaç dakika sonra havadaydık.

Öğlene doğru silonun bulunduğu piste indik.

“İzin verene kadar konuşma yok, anlaşıldı mı?" dedim.

Yargıç Moss'la birlikte altı kat aşağı indik ve gözetleme deliğinden içeri baktım. Işıklar ve TV açıktı. Stream, alt ranzada oturuyordu. İşi şansa bırakmaya hiç niyetim yoktu. 45'liği belimden çıkarıp elime aldım. Moss’un soluk alışları hızlandı.

“Sakin ol, Yargıç, şu anda kimseyi vurmayı düşünmüyorum. Kilitleri teker teker açıp kapıyı içeri doğru ittim. Moss, şaşkın vaziyette meslektaşına baktı,

“Aman Tanrım, Leonard, burada neler oluyor?” dedi.

“Size konuşma izni verdiğimi hatırlamıyorum, ama bu yaptığınızı bir defaya mahsus görmezden geleceğim.” dedim.

Stream hiç uyumamış gibi görünüyordu. Sürekli gözlerini kırpıştırıyordu.

“Hay Allah, sen kontakt lens mi kullanıyorsun? Bak bunu hiç düşünmemiştim.” dedim.

“Hayır, lens kullanmıyorum.” dedi.

Hücrelerinde özel haznesine düşmüş, iki MRE* paketi gördüm.

“Zamanlayıcılar görevini yapmış, demek.” dedim.

Stream başını kaldırıp tavana baktı, benimle ilgilenmediğini gösterdi. 

“Şimdi sana cevaplarını bildiğim bazı sorular soracağım. Yalan söylediğini anladığım takdirde, dizinden vururum, capiche?**" dedim.

Peki demek yerine başını salladı.

“Haftanın hangi günleri test uçuşu yapıyorsun?”

“Cumartesi günleri.” dedi.

“Her hafta mı?

“Hayır, çoğunlukla iki haftada bir.”

“Uzak mesafe uçtuğunda, hazırlamak zorunda olduğun bir uçuş planı var mı? 

“Genellikle hazırlamıyorum.”

“Bir sonraki uçuş için ATC*** ile iletişime geçiyor musun?”

Bir süre sessiz kaldı. Sonra “Bazen.” dedi.

“Havacılık Dairesinden güncel hava durumunu alabiliyor musun?

“Evet, çoğu zaman.” dedi.

“Haydi, sınavı geçtin, aferin." dedim. "Şimdi arkanı dön ve meslektaşının mahremiyetine biraz saygı göster.”


Moss'u hücresine koydum ve üzerinden çıkardığı elbiselerini aldım. Ona da Stream'inkine benzer bir tulum verdim. 

“Şimdi gitmem gerekiyor, size daha sonra detaylı bir açıklama yapacağım. Şimdilik sadece, önemli konulardan bazılarına değineceğim.” dedim.

Hücreleri ayıran demir çubukların her iki tarafındaki duş perdelerini işaret ettim.

“İkiniz de birbirinize karşı mahremiyetlerinizi korumak için aranızdaki perdeyi çekebilirsiniz. Tuvaletler dışarıda. Boş yere olmayan sifonu aramayın.”


“Yukarıdan hücrelerinize bir litre içme suyu ile birlikte her gün üç öğün yemek düşecek. Eğer buralarda isem, arada sırada, size sıcak yemek de getirebilirim." dedim ve yeni yaşam yerleri hakkında bilgi vermeye devam ettim.

Önce tavanı sonra portatif duşları işaret ettim.

"Barlardan sarkan bu plastik torbalar, bir saat sonra ve her kırk sekiz saatte bir su ile dolacaktır. Nozüllerin basıncı orta seviyeye ayarlanmış olup bu size altı dakikalık bir duş imkanı verecek. Basıncı düşürürseniz, süreyi uzatabilirsiniz. Masanın çekmecelerinde sabun, şampuan, diş macunu ve diş fırçası var. Şimdilik bu kadar. Yarın görüşürüz.” dedim.

Hücreleri kilitlediğimden ve hiçbir şeyi unutmadığımdan emin oldum. Etrafı bir kez daha kontrol ettikten sonra gitmeye hazırlanıyordum ki,


Stream, “Bize burada neler olduğunu anlatmayı düşünmüyor musun?” diye bir soru yöneltti.

Moss,  da “Kocam muhtemelen polisi aramıştır.” dedi.

“Ondan çok emin değilim.” dedim, dışarı çıkıp kapıyı yavaşça kapattım.

*MRE: Hazır yemek konservesi

**capiche? : Anladın mı?


***ATC: Hava trafik kontrolü

(Devam edecek)

26 Haziran 2020 Cuma

MASUM BİR ADAMIN İTİRAFLARI - BÖLÜM 52/3


Sokakta hiç kimse yoktu. Bilgisayarına bağlı kamerayı uzaktan yönlendirerek son kontrollerimi yaptım, alarmı ve köpeği olmadığı hemen hemen kesin gibiydi. İki kez kapı zilini çaldım. Arka bahçeye açılan kapının kilidi açıktı, çünkü bildiğim kadarıyla, her cuma sabahı, bahçe işleriyle ilgilenen görevlinin  avluyu kontrol edebilmesi için kapı açık bırakılıyordu. Şansıma kilitsiz bir pencere ya da kapı bulmayı umuyordum, fakat bulamadım. Çaresizlik içinde sağa sola gizlenmiş bir anahtar aradım ama yoktu. Bu işi zor yoldan yapmaya da hazırlıklıydım fakat bir süre daha bunu yapmak zorunda kalmamayı ümit ediyordum.

Stream geldiğinde saat sekizi sadece birkaç dakika geçiyordu. Onu takip ettiğim günden beri her çarşamba günü aynı şey tekrarlanıyordu. İki blok öteden Porsche’un homurtusunu duydum. Garajın dış duvarına yaslandım. Elektrikli garaj kapısının açılırken çıkardığı sesi ve Stream’in Porsche’u yavaşça içeri soktuğunu duydum. Alnımdan bir damla ter gözümün üstüne düştü. Hemen kontağı kapatıp kapıyı açtı ve daha aşağı inmeden karşısına dikilip 45’liği göğsünün orta yerine doğrulttum.

“Ne istersen al.” dedi.

“Ben de onu planlıyorum.” dedim.

Ona, arabadan çıkmasını, arkasını dönmesini söyledim ve hemen ellerini arkadan kelepçeledim. Garaj kapısını kapatmak için düğmeye bastım ve sonunda biraz olsun rahatlamıştım.

“İçeri girelim mi?” dedim.

Mavi kot pantolon, siyah tişört ve koşu ayakkabıları giyiyordum. İçeri girer girmez elime bir çift lâteks eldiven geçirdim. Dışarısı henüz tamamen kararmamıştı ama yine de mutfaktaki ışığı açtım. Üzerini aradım ve cebinden telefonunu aldım.

“Silah taşımana gerçekten şaşırdım, bu yüzden seni öldürebilirdim.” dedim.

“Benim kim olduğumu bilip bilmediğini bilmiyorum, ama büyük bir hata yapıyorsun.” dedi.

Cevap vermedim.

“Akşam yemeğine birileriyle buluşmam gerekiyor.” dedi.

“SUV’un anahtarları nerede?” diye sordum.

Arkasına geçip kolundan çevirdim, göz göze geldik, bana bakıyordu. Bıçağın ucunu boğazına bastırdım.

“Mesele şu: İlk tercihim seni öldürmek değil ama eğer mecbur kalırsam ikinci tercihim o olabilir. Anlıyor musun?” dedim. Başıyla beni onayladı.

“Güzel. Şimdi ses çıkartmak, gürültü yapmak yok.” dedim ve ağzını koli bandı ile kapattım. Başına da bir yastık kılıfı geçirdim.

“Hadi artık gidelim.” dedim ve onu garaja geri götürdüm. Onunla birlikte bisikletimi SUV'unun arkasına koydum ve üzerini bir battaniyeyle kapattım.

“Eğer ses çıkardığını duyarsam ya da polis beni çevirirse kafana kurşunu yersin.” dedim.

Porsche'nin arka kapısını açtım ve koltuğun üstünden içinde üç karton kutu sıcak Çin yemeği bulunan çantayı aldım.

Hızımızı sınırın üç dört km altında sabitleyerek özel havaalanına geri döndüğümüzde havanın alaca karanlığı, geceyi karşılamıştı. Hangarda, ayak bileklerinin etrafına ikinci bir bilezik kelepçe geçirdim ve onu uçağımın arkasına ittim. Yastık kılıfını başından sıyırdım, ağzındaki koli bandını çıkardım. Cep telefonunu kapatıp arabasına geri koydum.

“Kalkışa hazır olun, majesteleri.” dedim.

“Anlaşılıyor ki, kim olduğumu biliyorsun.” dedi.

“Daha önce söylediğim gibi. Eğer sesini çıkartırsan, seni öldürürüm.” dedim.


Gece yarısı saat bir’e yaklaşırken eve döndük. Ayak kelepçelerini çıkardım ve adımlarına dikkat et dedim. Birlikte yerin altı kat altına indik, sol elimle Stream'in dirseğini tutarken, sağ elimde tabanca vardı. Bir kafa ışığı takıyordum. Karşılıklı dar kirişlerin dışında yeraltı silosu, bir su altı mağarası kadar karanlıktı. Asma kilitleri açtım ve Stream'i hücresine koydum ve kapıyı arkasından kilitledim.

“ Eller, Mahkûm.” dedim.

“Ha!” dedi.

“Arkanı demir çubuklara dön.” dedim.

Kelepçelerini çıkarıp aldıktan sonra,

“Şimdi parmaklıklardan uzaklaş ve bana bak.” dedim.

Silahımı göğsüne doğrulttum,

“İç çamaşırın dışında üstündeki tüm kıyafetlerini çıkar ve buraya bırak.” dedim.

Ona kalın, pamuklu bir elbise verdim.

“Saat yedide ışıklar yanacak ve TV çalışmaya başlayacak. Masanın üzerinde kullanabileceğin bir okuma lambası var. Yarın görüşürüz. Tatlı rüyalar.” dedim.

"Burada neler oluyor?" dedi.

Banka kasasından imal ettirdiğim kapıyı kapattım ve yukarı çıktım. Herhangi bir ses çıkartsa dahi yer altı silolarının fiberglas yalıtımı bütün sesleri absorbe edecekti.

Yargıç Moss’un kocası, perşembe sabahı saat yedide buluştuğu kilise personeli için evinden ayrılırken, ben caddenin karşısında, Yargıç Stream’in park halindeki SUV'unun içinde oturuyordum. Stream’in sahte cep telefonundan Moss’un sahte cep telefonuna mesaj göndererek onu bir saat içinde alacağını söyledim. Saat sekizde, garaj kapısı açılmaya başladı.

Arabanın kapısını kapatır kapatmaz SUV’la önünü kestim ve silahımla aşağı indim.

“Kornayı çalarsan ya da sesini çıkartırsan, seni öldürürüm.” dedim.

“Yanımda hiç param yok, sana sadece yüzüğümü verebilirim.” dedi.

“Dışarı çık ve arkanı dön.” dedim.

Onu aradıktan sonra bileklerini kelepçeledim. Ağzını koli bandıyla kapattım,

“Seni bir saniyeliğine bu şekilde bırakacağım.” dedim. Onu arabasının direksiyonuna bağlamak için diğer kelepçe takımını kullandım. SUV'a geri döndüm ve onu BMW Sedan’ın yanına çektim.

“Gördüğün bu SUV, Leonard’ın. Nasıl, beğendin mi?”

Gözlerini açtı.

“Endişelenmene gerek yok. O tamamen güvende.”

Ona da Stream'e  söylediklerimi aynen tekrarladım. Başına bir yastık kılıfı geçirdim ve onu SUV'un arkasına koydum. Üzerine bir battaniye örttüm.

“Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle. Dediklerim bittiğinde anlayıp anlamadığını soracağım. Eğer anladıysan battaniyenin altından bacağını kaldır.” dedim.

Yaklaşık otuz dakika boyunca yolda olacağımızı ve eğer polis tarafından çevrildiğimiz takdirde, ​​onu başından vuracağımı kendisine söyledim.

“Gideceğimiz yere vardığımızda sana haber vereceğim. Söylediklerimi ses çıkarmadan yapacaksın. Benim dediklerimi aynen yaparsan sana zarar vermeyeceğim. Şimdi az önce söylediğim her şeyi anladın mı?”

 Battaniye hareket etti.

“Tamam, o zaman.” dedim ve hemen direksiyon başına geçtim.

Trafik tahmin ettiğimden daha kalabalıktı. Austin’in sivil havaalanına yaklaşırken, bir otoyol polisi bizim tam ters istikametimizden geçti. Farkında olmadan hız göstergesine baktım. Maksimum sınırın çok altındaydım. Dikiz aynasına baktım. Polis geri dönmedi.

(Devam edecek)